“ABD emperyalizmi Türkiye’yi bölmek istiyor!”
Bu dogma, MHP’den İP’e, hatta bazı sol örgütlerin tabanına değin yaygın. Bazı örneklerini verelim.
TKP, Türkiye’nin emperyalist AB’ne girmesine karşı çıkarken, emperyalizme karşı mücadelenin özel önem taşıdığı koşullardan geçildiğini tespit edip Yurtsever Cephe’yi öncelikli görev alırken, emperyalistlerin Kürtlerin ayrılığını destekleyip Türkiye’yi parçalamak politikası güttüğüne inanıyordu:
“Türkiye işçi sınıfı... Kürt ve Türk halkının birbirinden koparılmasına, Türkiye’nin emperyalist projeler doğrultusunda parçalanmasının gündemde tutulmasına karşı koymadan işsizlik, yoksulluk, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi başlıklarda söz sahibi olamayacaktır.” (TKP 8. Kongre Raporu, 2006)
“Bilinmelidir ki, TKP’nin Türkiye’nin bölünmesine ve emperyalizme karşı duruyor olması”. (TKP 2004 Konferans Raporu)
Kürt hareketini “ayrılıkçılık”la ve “emperyalizm yanlısı konuma” sahip olmakla itham ederek, “Kürt dayanışmacılığının toplum genelinde sol kimliğin bir parçası olarak algılanmasında iki sorunlu nokta” (TKP 2004 Konferans Raporu) tespitiyle, Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifaka karşı çıkıyordu. TKP, emperyalistlerin Türkiye’yi bölme politikasına karşı Yurtsever Cephe öncelikli görevini saptayarak mücadele ederken, aynı zamanda bürokrasi ve ordunun “bağımsızlıkçı” unsurlarını “komünist yurtseverliğe” kazanmayı umuyordu:
“Komünist yurtseverliğin düzen partilerinin pasif destekçisi konumundaki kitleler, bürokrasi, ordu, akademi gibi kurumlarda tamamen tasfiye edilemeyen «bağımsızlıkçı» yönelimler nezdinde ağırlık kazanması kaçınılmaz olacaktır. Genel olarak samimi antiemperyalist kategorisine giren bu kesimlerin yurtseverlik kulvarında TKP’ye yakınlık hissetmeleri ise çok büyük bir olasılıktır.” (TKP 2004 Konferans Raporu)
TKP “samimi antiemperyalist” göstermek isteyerek “bürokrasi, ordu, akademi” kesimlerini ve bunlara bel bağlayan kitleyi kazanmak için de bu milliyetçi teoriyi oluşturmuştu. Gerçekte ise TKP’ye yaklaşacak olan bu kesimler olmayacaktı. İktidardaki konumunu kaybetmemek için ABD’ye mesafeli hale gelen Ergenekoncu generallerin ideolojik etki alanına, emperyalist küreselleşmeyle toplumsal statüsünü kaybetmeye tepki duyan küçük burjuva kitlelerin tutucu-modernist tepkisinin şovenist milliyetçiliğinin etkisine giren TKP’ydi. Hatta öyle ki, “ülke çıkarı ve ülke güvenliği” gibi şovenist milliyetçi kavramların “komünistçe anlamlandırılması, ilişkilendirilmesi ve kullanılması” gerektiğini bile vurguluyordu.
İzleyen hemen sonraki yıllarda Ergenekoncu generallerin, İP, ADD ve Baykal CHP’sinin öncülüğünde milyonları bulan kitle eylemleri yapıldı. Hrant Dink ve Danıştay suikastları bu kampanyanın bir parçasıydı. 2007’de bu eylemlerin kitleselliği doruğuna ulaştı. Öncülük yapanların temel bir niteliği de Kürtlere ve KUDH’ne düşmanlıktı. Bu düşmanlık ‘Emperyalizm Türkiye’yi bölmek istiyor ve Kürt hareketini bunun aracı yapıyor’, ‘AKP ve ABD Kandil’e kara harekâtına izin vermeyerek Kürt hareketini koruyor ve bölücülüğe yardım ediyor’ söylemleriyle dile getiriliyordu. HKP gibi bazı sol gruplar, generalleri açıktan destekleyerek bu gerici-faşizan harekete katıldılar. TKP ise daha incelterek sunduğu milliyetçi tezleriyle bu hareketin etki alanında yer aldı. Bu gruplar, bu hareketin kitlesini, hatta yazdıkları gibi militarist ve sivil bürokratik kadrolarını bile “yurtseverlik” temelinde kazanacaklarını sanacak kadar boş inançlar da beslediler. Fakat kendileri gerçekte onların kuyruğuna takılmışlardı. Nitekim doruğuna ulaşan modernist şovenist kitle hareketinden bir şey kazanamadılar.
HKP gibileri generallere bağlılığını sürdürecek kadar milliyetçi tezleri sürdürürken, TKP 2011 seçimlerinde daha da gerilediğini görünce, bir adım geri attı. “Kürt hareketiyle açılan ara”yı kapatma yönelimine girdi. Antiemperyalizmi milliyetçi çizgide ele alan tezlerini biraz daha inceltmek zorunda kaldı. Fakat tümüyle bir kenara atmadı. Özellikle ‘emperyalizmin Türkiye’yi bölmek istediği’ milliyetçi dogmasına inancını sürdürdüğünü çeşitli vesilelerle gösterdi:
“Ortadoğu’daki büyük emperyalist proje ve onun en önemli taşıyıcılarından biri olan Türkiye Cumhuriyeti’ne, onun merkezi iktidarına ve oradan bölgeye baktığımızda şunu görmeliyiz. Zannediyorum bunu Kürt devrimciliği içinde de gören kesimler var. Ortadoğu’nun bugününde herhangi bir halkın kendi kaderini tayin hakkını, komşu kardeş halklarla iradi bir birliktelik yönünde değil de, bağımsızlık yönünde kullanması durumunda yalnızca bundan kazanacak olan emperyalizm olacaktır.” (TKP MK üyesi Aydemir Güler ANF’nin Kürt sorununa ilişkin sorularını yanıtladı, Haziran 2012).
KUDH’nin öncülüğünde Kürt ulusunun bağımsızlık kazandığını varsayalım, bu neden emperyalizme yarasın? Bunu ileri süren anlayış elbette ezilen-sömürge Kürt ulusunun bağımsızlık isterse emperyalizmin Türkiye’yi bölme oyununa gelmiş olacağı paranoyasını sürdürdüğü için emperyalizmin yararına olacağını vurgulayabiliyor. Türk burjuvazisinin ilhakını, antiemperyalizm adına savunmaktan geri durmuyor. TKP liderleri bu milliyetçi paranoyadan kendilerini kurtaramadıkları için, Ergenekoncu generallerin hareketinden beklentilerine son vermelerine rağmen, yine de Kürt ulusunun olası ‘bağımsızlık’ hareketine kararlılıkla karşı duruyorlar.
Ergenekoncu generallere teori ve politika oluşturma memurluğunu üstlenen Perinçek, 90’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü şovenizmi Kürt hareketine karşı bugün de aşırıya vardırarak devam ettiriyor. Bu şovenizmi etkili kılmak için kullandığı dayanaklardan biri, ‘Emperyalizmin Kürt hareketini Türkiye’yi bölmek amacıyla kullandığı’ yalanıdır:
“PKK, 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra ABD planları içinde rol üstlenme ekseninde cephe tuttu ve silahlı mücadele yürüttü.” (ABD ve İsrail’in “Kürdistan” Girişimi Çöküyor, 22 Kasım 2012)
“Türkiye, bugün hızla bölünüyor. AKP’nin Abdullah Öcalan’ı muhatap kabul etmesi, Oslo görüşmeleri, Yeni Anayasa yoluyla PKK hükümetçikleri kurma girişimi... Geldiğimiz yeri tanımlıyor. Daha önemlisi, bugün Güneydoğu’nun birçok yerinde PKK yönetimlerinin oluşmasına yol verilmiştir.” (AKP Bölüyor Devrim Birleştirir)
“ABD, İsrail, AKP ve PKK, Türkiye’ye kuvvet kullanarak bölünmeyi dayattılar ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Ergenekon-Balyoz operasyonlarıyla neredeyse bir yaptırım gücü olmaktan çıkarmışlar...
Biz, Kürde felaket getirecek olan bölünme seçeneğine cepheden tavır alıyoruz.
PKK’nın projesi; ABD’nin kuklası olan, bütün Ortadoğu halklarının bağrına bir hançer gibi giren İkinci İsrail’dir.” (Kürt Sorununu Ulus Meydanı Çözer, 2 Kasım 2012)
Kürtçe savunma gibi en basit ulusal hak talebini bile bölücülükle suçlayan Perinçek, milli güçleri cesaretlendirip iktidara taşıdıktan sonraki -hayali de olsa- eylem planını açıklıyor:
“Irak hükümetiyle anlaşacağız ve Irak’ın toprak bütünlüğünü ortak harekâtla sağlayacağız.
Irak toprakları içindeki bölücü üsler temizlenecektir... PKK’nin, ancak o zaman bu barışçı çözüme geleceğini göreceğiz. Gelmeyenler etkisiz kalacaktır.” (Kürt Sorununun Çözümünde Basit Eylem Planı, 17 Ağustos 2012)
Perinçek emperyalizmin Kürt hareketi eliyle Türkiye’yi böleceği paranoyasının şampiyonudur. PKK’nin ikinci İsrail kurmak istediğini söyleyecek, MHP demagojisine sarılacak kadar alçalmaktadır. Generallere güven vermek için Kürt hareketine düşmanlıkta sınırsız ilerleyerek, AKP’yi bile PKK’ye taviz verdiği için eleştirmekte, tavizsiz davranan Erdoğan’ı, sözüm ona tavizkar davranan Gül’e karşı desteklemektedir. Böylece birinci düşman olarak KUDH’ni hedefe koymakta, AKP’yi ikinci sıraya oturtmaktadır. Çözüm olarak da, Sri Lankavari katliam, Gülenvari “kök kurutma”, Güney işgali ve PKK’yi imhayı önermektedir.
ABD ve emperyalizmin, Türkiye’yi bölmek istediği paranoyasını, AKP bile kullanıyor. Erdoğan’ın başdanışmanı ve milletvekili Yalçın Akdoğan, Kürt hareketine karşı ABD ve AB’nin AKP Hükümetine her türden yardım ve desteğine rağmen “Türkiye’nin dostlarının PKK’yi denklemden çıkarmaya yönelik girişimleri sabote ettiklerini” (Star, 19 Ekim 2012) yazabiliyor.
Çarpıcı bir tavır da, Pentagon’daki bir seminerde kullanılan haritada, Kuzey Kürdistanı da içine alan “Özgür Kürdistan” haritasının yer almasını, yalnızca MHP ve İP, ABD’nin Türkiye’yi bölmek istediğinin kanıtı olarak göstermiş olması değil, emekçi sol hareketin birçok kaleminin de, bundan hareketle ABD’nin Türkiye’yi bölmeyi istediğine inandığını dile getirmiş olmasıydı.
Can sıkıcı bu durumu dikkate alarak, ABD ve emperyalizmin, yeni-sömürge çokuluslu ülkeleri parçalama stratejisinin olup olmadığı sorununu ele almak gerekir.
ABD Ve Emperyalizm, Yeni-sömürge Burjuva İktidarlarının Yalnızca Bir Kısmını Yıkmak İstiyor
ABD ve emperyalizm, yalnızca kendisine mesafeli bazı iktidarları yıkmak istiyor. Miloseviç, Saddam, Kaddafi iktidarlarını bu nedenle yıktı. İran molla, Suriye Baas rejimlerini bu nedenle yıkmak istiyor. Bu iktidarlar 1990 öncesi SB ile ABD arasındaki güç ilişkisi koşullarında ve emperyalizme karşı mücadelenin yüksekliği ortamında, ABD ve emperyalizme karşı mesafeli duruş gösterme imkânı buluyorlardı. Özgün yerel burjuva çıkarları doğrultusunda tavır takınabiliyorlardı. Öyle ki, Saddam ABD ve CIA ile ittifak kurarak iktidara geldiği halde ‘70’li yıllarda SB ile ilişkilerini o günün güç ilişkileri sayesinde geliştirebildi. İran’la savaşta yeniden ABD’den destek aldı. Ama Kuveyt gibi ABD’ci monarşinin elindeki petrol deposunu ‘90’lı yılların değişen güç ilişkileri koşullarında ilhak etmeye kalkışınca, ABD’nin devasa savaş makinasının ateşi altına alındı. İkincisinde ABD Irak’ı doğrudan işgal ederek Saddam iktidarını yıktı.
İran devriminin zaferini İran halklarından çalan Humeynici mollalar, ABD ve Avrupa emperyalistleri tarafından, devrimin kesin zaferini önlemenin bir alternatifi olarak kısmen ve geçici olarak desteklendiler. Bu o günün güç ilişkileri ortamında ABD liderliğindeki Batılı emperyalistlerin SB’ne karşı bir önlem olarak taktik politikasıydı da. ABD ve Batılı emperyalistler, kendilerine yakın olan Bazergan Hükümeti’nin temsil ettiği güçlere mollaların özgürlük tanıyacağı ya da ortak iktidarı kabulleneceği hesabına dayanıyordu. Molla rejimi, Ortadoğu’daki İslamcı hareketleri destekleyince ve ABD’ye yakın güçlere de serbestlik tanımayınca, ABD’nin hesapları bozuldu ve Molla rejimini hedef aldı.
Bugün değişen güç ilişkileri ortamında ABD ve Batılı emperyalistler molla rejimini yıkmak istiyorlar.
ABD ve Batılı emperyalistler, ‘90’lı yıllara değin Yugoslav yönetimini önce sosyalist kampa karşı desteklediler, sonra sosyal emperyalist nüfuz politikası izleyen SB’ne karşı iyi ilişkiler içinde oldular. Ama ‘90’lı yıllarda, Miloseviç ekonomik politikalarında emperyalistlerle işbirliği yapmasına rağmen, dış politikada farklılıkları nedeniyle emperyalistler tarafından devrildi.
Yine bu süreçte Taliban gibi, radikal İslamcı iktidarları ve hareketleri, politik bakımdan kontrol dışına çıktıkları için, ABD ve emperyalizm yıktı veya hedef aldı. Afganistan’ı işgal etti. Hamas iktidarını tanımadı, şimdi boyun eğdirerek sistem içine alma politikası izliyor. Benzer bir taktiği Sudan’ın İslamcı diktatörü El Beşir’e karşı da izliyor.
Demek ki ABD (ve diğer emperyalistler), gücünün doruğunda olduğu ve ABD yüzyılı ilan ettiği 90’lı yıllarda bile yalnızca kendisiyle mesafeli duran geçmişin güç ilişkileri içinde politikalarını şekillendirmiş iktidarlar ile kontrol dışına çıkmış radikal İslamcı iktidarları hedef almış ama kendisine bağımlı ve geçmişte mesafeli olup pozisyon-politika değiştiren (Angola MPLA, Etiyopya Meles, Güney Afrika ANC, Vietnam KP, Hindistan Kongre Partisi gibi) iktidarları korumuş, istikrar sağlamaya çalışmıştır. Korumaya ve istikrarlı kılmaya çalıştığı yeni-sömürge iktidarlar, bütünün ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır. ABD ve emperyalizm, Endonezya’dan Latin Amerika ve Ortadoğu’ya dek işbirlikçi iktidarları, askeri darbelerle, karşıdevrimci iç savaşlarla ve mali-ekonomik-silah desteğiyle güçlendirmeyi, istikrara kavuşturmayı, temel bir politika olarak uyguladı. Sonucu onlarca yeni-sömürge ülkelerde yüzlerce askeri faşist darbe, gerici iç savaş saldırılarıyla milyonlarca insanın ölümüne, halkların geleceklerinin karanlığa boğulmasına yol açtı. ABD ve emperyalizm bu temel politikasını uygulamaya devam ediyor.
Bugün de, ABD ve emperyalizm, yeni-sömürge burjuvazileri ve iktidarlarıyla işbirliği içinde bu ülkeleri mali-ekonomik sömürgeleştirmeye çalışıyor. Bölgesel emperyalist birlikler içinde ve dışında kapitalist dünyayla entegrasyona birleşmeye en yatkın kesimlerini yönetime getirme politikası izliyor. “Teröre karşı mücadele” argümanıyla, işbirlikçi iktidarların istikrarı için her türden gerici/faşist saldırganlığı destekliyor, en saldırgan militarist devlet örgütlenmelerini birlikte inşa ediyor. Sistem içine alınacak güçlere ve ezileceklere ilişkin politikaları birlikte uyguluyor. Öyle ki, yeni-sömürge ülke iktidarlarının günlük yürütmesini bile birlikte gerçekleştiriyor. Meksika’dan, Türkiye’ye, Filipinler’den Mısır’a, karşıdevrimin egemenliğinin iç ilişkilerinde de, halk hareketlerine karşı mücadelede de bu gerçek yaşanıyor.
ABD ve emperyalistler, kendileriyle mesafeli olmayan yeni-sömürge ülkeler işbirlikçi iktidarlarını -yeni-sömürge egemen sınıf iktidarlarının ezici çoğunluğu bu niteliktedir- korumakta, istikrarlı kılmaya var güçleriyle çalışmaktadırlar, çünkü bu iktidarlar-devletler, mali-ekonomik yeniden sömürgeleşmenin doğrudan uygulayıcılarıdır. Bu iktidarların temsil ettikleri yerel burjuvazinin sınıf çıkarları, özellikle kapitalist emperyalist ekonominin bugünkü bütünleşmesi düzeyinde bundan yanadır. Uluslararası tekellerin yeni-sömürge ülkeler kapitalizminde mali ve ekonomik bakımdan doğrudan egemen hale, iç olgu haline geldikleri günümüz koşullarında, emperyalist devletlerin yeni-sömürgelerin siyasi yönetimine daha ileri derecede katılmalarını ve olası tehlikelere karşı onları daha çok korumalarını getirmektedir. Emperyalist devletler temsilcisi oldukları dünya tekeller grubunun komitesi ve bekçisiyse, yerel burjuva iktidarlar/devletler, yalnızca yerel burjuvazinin değil uluslararası tekellerin de komitesi ve bekçisidir.
Bu durum aynı zamanda yerel burjuva iktidarların “ulusalcılığının” tasfiyesidir. ‘90 öncesi güç dengesi ortamında özgün gerici çıkarları temelinde politikalar da uygulayan, bu temelde kısmen egemen emperyalistlerle çelişkilere düşmüş az sayıdaki gerici yerel burjuva iktidar, bundan vazgeçmek zorunda kalmakta, vazgeçmeyen temsilcileri emperyalizm tarafından devletin yönetim mevzilerinden tasfiye edilmektedir.
Emperyalizm Yeni-sömürge Ülkelerin Hangilerini Bölüyor
Emperyalizmin, yalnızca kendisine mesafeli az sayıdaki yeni-sömürge ülke iktidarını yıkma politikası izlediğini vurgulamıştık. Emperyalistlerin devirdiği bu iktidarların devlet sınırları içinde ancak daha az ülkede ezilen uluslar vardı. Yugoslavya, Irak ve Afganistan’da. ABD ve emperyalistler, Yugoslavya’yı bölmelerine rağmen Irak’ı ve Afganistan’ı işgal ettiler ama bölüp parçalamadılar. Çünkü Yugoslavya’nın tek bir emperyalist devletin egemenliği altında tutulabilmesi üzerine ABD, Almanya ve Rusya anlaşmazlığı vardı. Egemenlik alanlarına bölüşmek zorunda kaldıkları için Yugoslavya’yı böldüler. Bu bölünmede Yugoslavya’yı oluşturan ulusların burjuvazilerinin başını çektiği gerici ulusal hareketleri kullandılar. Ama Irak’ı işgal eden ve yeniden himayeci sömürgeciliği altına alan, Afganistan’ı kendi liderliğinde birleşik emperyalist işgal/egemenlik altına alan ABD, Yugoslavya’da yaptığının tersine Afganistan ve Irak’ın bütünlüğünü korudu, çünkü bütünlüğü koruyacak Afganistan ve Irak’ta emperyalist egemenliğini sürdürmek daha çok çıkarınaydı.
Bugün eğer Irak yeniden bir bölünme tehlikesiyle karşı karşıya ise, bu, ABD’den çok Maliki’nin Şii egemenliğini, bununla petrol imkânını Şii burjuvazisinin çıkarları lehine kullanmayı dayatması, bu tehlikenin birinci sebebi olacaktır. Kısaca, Saddam’ın ya da Maliki’nin olsun yerel burjuva iktidarlar da, ABD emperyalizmin sömürgeci egemenliği de, ulusları zoraki ilhak altında tutarak, hak eşitsizliğini sürdürerek, bölünmeye maddi temel oluştururlar.
ABD ve diğer emperyalist güç odakları, işbirlikçi iktidarlara sahip oldukları ülkelerde, bırakalım bölünmeyi, tersine gerici istikrar ve bütünlüğü koruma politikası izlerler, kapitalist maddi temelin bölünmeyi üretmesi bununla çelişkili birlik oluşturur. Emperyalistler aralarındaki rekabet nedeniyle ancak rakiplerinin işbirlikçi iktidarlarını zayıflatmak için varsa ezilen ulusların ayrılma hareketlerini kışkırtır ve teşvik ederler.
ABD’nin emperyalist sistemin liderliğini yaptığı 1945’ten günümüze gelen süreci bu bakımdan incelediğimizde bu gerçeği pratik kanıtlarıyla görebiliyoruz. ABD bu süreçte çokuluslu yeni-sömürge ülkeler işbirlikçi iktidarları koruyup güçlendirdiği gibi, küçük çaplı da olsa işbirlikçilerinin ilhak ve işgallerini bile destekledi. Örneğin, ABD, Endonezya’nın 1975 yılında Doğu Timor’u işgali ve ilhakını destekledi. Çünkü Endonezya diktatörü ABD’ci Suharto’ydu, bu ilhak ABD’nin çıkarınaydı. Kısaca emperyalist sistemin lideri ABD Endenozya’yı bölüp parçalamanın aksine büyüttü. Irkçı beyaz Güney Afrika’nın Namibya’yı, siyonist İsrail’in Filistin’i işgal ve ilhakını destekledi. İngiliz ve ABD emperyalistleri Portekiz’in Afrika sömürgelerini sürdürmesini desteklediler. İngiliz ve ABD emperyalistleri, Şah iktidarı altındayken yeni-sömürge İran’ın “iç” sömürgeleri üzerindeki ilhakını desteklediler. Hatta öyle ki İran Şahı’nın generalleri, Azerbaycan ve Mahabat özerk cumhuriyetlerini, İngiliz emperyalizminin desteği ve SB’ni yeni bir savaşla tehdidi sayesinde yıkabildiler. Daha yakın tarihte ise Şah İran’ının Irak’a ait Şattül Arap’ı işgaline ABD ve Batılı emperyalistler destek vermişlerdi. Yine günümüzde Sri Lanka’nın Tamiller’e karşı soykırımını ABD’den Çin’e değin uzanan yelpazede rakip emperyalistler bile desteklediler, Sri Lanka’nın“bölünmez bütünlüğü”nü sağladılar.
Peki, o halde emperyalizm yeni-sömürge ülkelerde “bölüp parçalama” işini hiç yapmıyor mu? Yapıyorsa hangi iktidarlara karşı veya hangi ülkeleri bölüyor?
Açık ki, kendisine mesafeli iktidarların olduğu yeni-sömürge ülkeleri, eğer birliğini koruyarak işgal edemiyorsa, “bölerek” yutuyor. Sömürgeleştirebildiği parçalarını ayırma işini işgalle veya ayrılma eylemini yürüten ulusalcı hareketleri destekleyerek yapıyor. Irak işgalinde ABD bütünü ele geçirdiği için bölmeye gerek görmedi, Güney Kürdistan’a federasyon vermekle yetindi. Eğer Maliki iktidarı daha çok İran molla rejimi yanlısı olmaya yönelirse Güney Kürdistan’ın ayrılmasını destekler, yoksa desteklemez.
Doğu Timor’un ayrılmasını isteyen ve kışkırtan emperyalizm değildi. Tersine ABD Endonezya’nın 1975’te Doğu Timor’u işgal-ilhakını ve halkını soykırıma uğratmasını var gücüyle desteklediği halde, 2000’de ayrılmasını sağlamak zorunda kaldı. Çünkü Suharto diktatörlüğü, yaklaşık 30 yıl boyunca 200 bini aşkın Doğu Timorluyu katletmiş, gerçekleştirdiği soykırım, ayrılmayı kaçınılmaz kılmıştı. Emperyalizm, ABD, egemenliğini orada sürdürmeyi sağlayarak ayrılmayı onaylamanın dışında başka bir yol bulamaz duruma gelmişti.
2012’de gerçekleşen Güney Sudan’ın ayrılmasını emperyalizm destekledi. ABD ve diğer emperyalistler, önceki ve Numeyri ile El Beşir’in diktatörlükleri sürecinde yaklaşık 2 milyon Güney Sudanlının katledilmiş olması sonucunda doğan durumu Güney Sudan’ın ayrılmasını destekleyerek, Güney SHKO/H’ni kendilerine bağımlılaştırarak değerlendirdiler, kullandılar. Eğer güçleri çok sayıda cephede savaş yürütmeye yetseydi, Sudan El Beşir diktatörlüğünü yıkarak merkezi bir Sudan’da işbirlikçi iktidarı kurmak işlerine daha çok gelirdi. Bölünmeyi gerektirmeyen burjuva bir çözümle-örneğin özerklikle- Güney Sudan sorununu “halleder”di.
ABD ve Batılı emperyalistler, Rusya’ya karşı Çeçen ulusal hareketini başlangıç yıllarında desteklediler ve sonra sattılar. Çin’e karşı Doğu Türkistan Uygur ulusal hareketini destekliyorlar.
ABD, Molla iktidarını yıkmak amacıyla İran’da Beluci Sünni İslami hareketi destekliyor ama Pakistan’daki Beluci ulusal hareketini ezmesi için Pakistan devletine yardım ediyor. İran’da PJAK’ı devrimci özelliklerinden dolayı desteklemiyor.
Konumuza ilişkin olguların tümünün incelenmesinden rahatlıkla çıkarılabilecek sonuç, emperyalizm, yalnızca işbirliğinde kendisiyle mesafeli yeni-sömürge iktidarları yıkmak için onların ilhakı altındaki ezilen/sömürge ulusal hareketlerini destekler; merkezi iktidarı ele geçiremiyorsa ve ezilen ulus hareketi devrimci değilse ayrılmayı destekler.
ABD ve emperyalist güç odakları, aralarındaki rekabeti henüz yeniden paylaşım savaşına tırmandırmadıkları bugünkü koşullarda, çok uluslu yeni-sömürge devletlerin büyük çoğunluğunda kendi işbirlikçisi ezen ulus egemen sınıf iktidarlarını o ülkelerin ezilen/sömürge uluslarına ve ulusal hareketlerine karşı destekliyorlar. Ulusal mücadelelerin sürdüğü Hindistan’dan (Keşmir, Assam ulusal hareketleri), Pakistan’dan (Beluciler) Filipinler’e (Moro halkı), Türkiye’den (Kürtler) Fas’a (Batı Sahra), Güney Afrika’ya (siyah halk ve Namibya), Nijerya’ya (Ogoni halkı), İspanya’dan (Bask halkı) Sri Lanka’ya (Tamiller), ulusal hareketlerin karşısında ezen ulus egemen devletlerini, onların ilhaklarını/sömürgelerini korumaları yönünde desteklediler.
Bu emperyalist kapitalizmin doğasına da uygundur. Kendi egemenlikleri altındaki devletleri “ayrılıkçı ezilen uluslara karşı” destekler ve korurlar.
Rakip Emperyalistlere Karşı Ezilen Ulus Ayrılığına Destek
Emperyalistler arasında rekabet esastır. Hâkimiyet alanlarını yeniden paylaşma rekabeti içinde emperyalist devletler, sömürgeleri kapmak için rakip egemen emperyalist devletlerin sömürgelerindeki ulusal hareketleri pek çok kez desteklemişlerdir. Özellikle sömürgecilikte geç kalan Alman emperyalizmi, 1. emperyalist paylaşım savaşı sürecinde, İngiliz emperyalistlerine karşı bu politikayı gütmüştü. “Alman burjuvazisi, Hindistan’daki hoşnutsuzluğu ve Britanya aleyhtarı hareketi körükleyerek kendi askeri durumunu iyileştirebileceği umudundadır.” (Lenin, Alman Şovenizmi ile Alman-Olmayan Şovenizm)
Emperyalist paylaşım savaşında zafer kazanan İtilaf devletleri ve onların liderliğini yürüten İngiliz emperyalistleri, Alman emperyalizminin cephesinde yer alan Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluğunun ilhakı altındaki ulusların vatanlarının bir bölümünü doğrudan sömürgeleştirdiler (Arap ülkeleri, Güney Kürdistan vb.), bir bölümünde ise bağımlı ulusal veya çok uluslu yarı-sömürge devletler kurdular. Bu süreçte ulusal hareketlere destek verdiler. Çünkü bu iki imparatorluğun geçmişten kalan sömürge ve ilhaklarını paylaşmak istiyorlardı. Bunlar yenilen rakip blokta yer alınca, emperyalist zaferin ganimeti olarak bu imparatorlukların ilhaklarını gasp ettiler. 2. emperyalist paylaşım savaşı sürecinde Japon emperyalizmi, İngiliz sömürgesi Hindistan’da Ulusal Kurtuluş Ordusu’nu desteklemiş, eğiterek silahlandırmıştı.
Geçen yüzyılın başında ABD, Latin Amerika’yı ele geçirme mücadelesinde İspanyol sömürgeciliğine karşı ulusal bağımsızlık hareketlerini destekler pozisyonda yer alarak kurulacak yeni devletleri kendisine bağımlı hale getirmeye çalışmış, ulusal kurtuluş mücadelesinin gücünün büyüklüğü nedeniyle, Orta Amerika’daki işgalleri dışında diğerlerini ancak değişik düzeylerde bağımlılığı altına alabilmiş, fakat ilhak edememişti.
Son yıllardaki başka bir örnek ABD egemenliğindeki Gürcistan burjuvazisinin ilhakçılığına karşı, Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın ayrılığını savaşla desteklemesidir.
Emperyalist Egemenliğin Kullandığı Bazı Yöntemler
Kapitalizmin emperyalizm aşamasının bir yüzyılı boyunca emperyalistler, sömürgeciliği dünya çapında gerçekleştirmiş olmakla kalmadılar, Çin, Türkiye, İran gibi eski imparatorlukları yarı-sömürgeleştirdiler, Çin’de olduğu gibi, sömürge yarı-sömürge statü oluşturdular. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ı işgal ettiler.
Emperyalistler arası çelişkilerin yol açtığı yarım yüzyılda iki büyük dünya savaşı, sömürgeleri, nüfuz alanlarını, hammadde kaynaklarını, sermaye ve meta ihraç alanlarını güç ilişkilerine göre yeniden paylaşım savaşlarıydı.
Fakat emperyalizm çağı aynı zamanda proleter devrimler çağıydı. Ekim devriminin açtığı yoldan emperyalist sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri sökün etti. Faşizme karşı antifaşist devrimlerin komünist partiler öncülüğündeki büyük zaferi emperyalist sömürgeciliği çöküşe doğru itti ve sonrası süreçte çökertti. Emperyalizm yeni-sömürgecilik manevrasıyla buna cevap verdi.
Antifaşist devrimlerin büyük zaferini izleyen dönemde sosyalist kampın kuruluşu, emperyalist kamp karşısında yarattığı güç ilişkisi koşulları, emperyalist sömürgeciliği frenleyerek, pek çok milliyetçi burjuva iktidarın, halkçı hükümetlerin ABD’ye karşı mesafeli pozisyonlar almasına olanak verdi. SB’nin kapitalist restorasyon sürecine girmesiyle de, SB’nin büyük gücü, bu frenleyici rolü devrimci olmayan biçimde oynadı.
ABD liderliğindeki emperyalizm, yeni-sömürgecilik döneminde, egemenliğini korumak için, komünist ve devrimci partiler öncülüğündeki anti-sömürgeci ve demokratik devrimlere karşı, işgallere (Kore ve Vietnam), devasa silah yardımlarıyla karşıdevrimci iç savaşlara (Çin ve Yunanistan devrimine karşı); yeni sömürgelerde ki devrimci yükselişe ve ilerici burjuva hükümetlere karşı askeri faşist darbelere başvurdu.
Bu saldırılarda dikkat çeken nokta, ABD ve emperyalizmin, Kore ve Vietnam’da (Almanya’da da bir başka biçimde) ulusu, burjuvazisi ve gerici güçlerine dayanarak ama esasen sömürgeci işgaller yoluyla böldü. Çünkü emperyalizmden devrimle kopan ulusların bir parçasını da olsa emperyalist gericiliğin egemenliği altında tutmak emperyalizmin çıkarınaydı. Yerel burjuvazinin çıkarı da bununla çakışıyordu.
Sürecin devamında emperyalizmin lideri ABD, Küba ve Nikaragua devrimlerine karşı kuşatma ve iç savaşla çökertme yöntemine başvurdu.
ABD, halkçı veya mesafeli burjuva hükümetlere karşı da işgallere (Grenada, Haiti, Panama) sayısız askeri darbelere (Endonezya’dan, Şili ve Venezüella’ya) başvurdu.
SB’nin yıkılışıyla değişen güç dengesi koşullarında, ABD ve emperyalizm, mesafeli burjuva milliyetçi iktidarları yıkmak için doğrudan işgallere başvurduğu gibi (Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya işgalleri, Suriye’ye işgal hazırlığı), bu iktidarlara karşı savaşta bazı ezilen ulus milliyetçisi hareketleri dayanak yaptı, bunların bir kısmının ayrılığını (Yugoslavya’dan ve Sudan’dan) destekledi. Ancak işgal ettiği ülkelerde bile yalnızca tüm ülkeyi hemen işgal edemediği (Sudan) veya emperyalist bölüşümde anlaşamadığı (Yugoslavya) yerlerde egemen olmayan ulusların ayrılmasını destekledi.
Ayrıca, emperyalist küreselleşme koşullarında gelişen kapitalist entegrasyon temeli üzerinde bölgesel emperyalist birlikler içinde ve dışında mali-ekonomik sömürgeleştirmeyi geliştirdi, bununla bağ içinde siyasi-askeri bağımlılığı pekiştirdi.
Yunanistan bunun en görünür biçimlerinden biridir. Hatta öyle ki kısa süre önce Libya’nın işgalinin başlıca aktörlerinden emperyalist İtalya bile hükümet işini AB’nin egemen mali oligarşilerinin tayin ettiği bir duruma düştü.
Emperyalist egemenlikte, sömürgecilik veya değişik derecelerde de olsa bağımlılık altına almak esastır, “ezilen ulusların hareketleri vasıtasıyla bölmek” ancak emperyalist egemenliği sağlamanın aracı olduğu yerde ve koşullarda başvurduğu yöntemdir. Önemli olan bağımlılığı ve egemenliği altına almaktır, bölmek değil. Ülkenin merkezi iktidarını alamadığı yerde “bölme”ye başvurur. Ya da rakip emperyalistin egemenliği altındaki yeni-sömürge ülkede varsa ezilen ulusal harekelerin ayrılmasını kışkırtır. Bölme işlerinde de egemen ulus burjuvazilerinin ulusal boyunduruğu sıkarak yaratmış olduğu ayrılma koşullarından yararlanır.
Emperyalizmin Böl Ve Yönet Politikası
Yeni-sömürge ezen ulus milliyetçilerinin şovenizmi haklı göstermek için başvurduğu başlıca argümanlardan bir diğeri de “emperyalizmin böl yönet politikası”dır.
Emperyalizmin böl-yönet politikasını yeni-sömürge çok uluslu devletler açısından önceki ara başlıklarda ele aldık. Fakat bu politikanın, çokça dile getirildiği biçimden farklı olarak, yeni-sömürge devletleri değil, tam tersine emperyalizme karşı mücadele eden, işçi sınıfı, halklar ve hareketlerle ilgili uygulandığını vurgulayalım.
Başta işçi hareketini işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi aracılığıyla bölme, böylece işçi devrimini engelleyebilme politikası olarak kapitalist-emperyalist yönetici sınıf ve devlet bu politikayı uyguladı, uygular. Birinci emperyalist paylaşım savaşı koşullarında doğan Avrupa çapında sosyalist devrimlerin zaferini, emperyalist burjuvazi bu yolla engelleyebildi.
İkincisi, emperyalist sömürgeciliğe karşı ulusal devrimci hareketin zaferini engellemek için, ulusal hareketin reformcu kanadıyla uzlaşmalara vararak hareketi bölüp devrimci zaferi pek çok yerde engelleyebildi.
Üçüncüsü, kapitalist merkezlerde emperyalist burjuvazi, yeni-sömürgelerde yerel gerici burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimini engellemek için etnik ve dinsel/mezhepsel çatışmalara başvurur. Emperyalizm ve yerel egemen burjuvazi, yeni-sömürge ülkelerde egemen ulus ve inancı dayanak yapar. Etnisite ve inanç çatışmalarında çoğunluk olana dayanır ve azınlık/ezilene saldırtır. Halkları bu saldırılarla böler/düşmanlaştırır. Çoğunluk ve egemen olana dayanarak toplumsal tabanı genişletir, halkları bölme yoluyla yönetir.
Beşincisi, emperyalist devletler paylaşım savaşlarında, yeni-sömürge burjuvazileri komşu ülkeler burjuvazileriyle rekabetlerinde, her ikisi iç sınıf mücadelelerini bastırmak için dış savaşlara başvururlarken, milliyetçiliği kullanarak, işçi sınıfları ve emekçi halkları düşmanlaştırarak, böler, enternasyonal birliğin oluşmasını engellerler, yönetmeyi bu yolla başarılı kılarlar.
Bu ve benzeri yöntemler, emperyalizm ve yerel burjuvazinin “böl-yönet” politikasının yöntemleridir.
Yeni-sömürge burjuva milliyetçiliği, üçüncü dünyacılık; emperyalizmin böl-yönet politikasını, ayrılıkçı hareketleri kullanması gibi çok tali bir yöntemine daraltarak, egemen burjuvazinin arkasına işçi sınıfı ve emekçi halkı milliyetçi temelde bağlama bakış açısına sahip. Bu yolla, emperyalizmin böl-yönet politikasının yöntemleriyle ilgili bilinç bulanıklığı yaratmakla kalmıyor, güncelde öne çıkan hangi mücadeleyse, örneğin ezilen/sömürge ulusal demokratik hareketiyse ona, komünist hareketse ona karşı egemen ulustan işçi-emekçileri ezen ulus şovenizmiyle, egemen inanç gericiliğiyle ve milliyetçilikle zehirliyor, bu temelde sınıf işbirliğini güçlendiriyor, toplumsal tabanını güçlendiriyor.
Sol adına, milliyetçi gerici, hatta faşizan fikirlerin yaygınlaşması bunun soldaki yansımasının ifadesi. Nedenine gelince, egemen burjuvazi Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Sri Lanka’da, benzeri yeni-sömürgelerde, bu milliyetçilik, gerçekte ezilen/sömürge ulus hareketlerine karşı, ezen ulus şovenizmiyle egemen ulustan emekçileri zehirleyerek kirli haksız savaşın tabanı haline getirmek için bunu yapıyor. Halkları bölen ezen ulus şovenizmi olduğu, emperyalizm tarafından desteklendiği halde, arsız bir demagojiyle tersi bir fikri ‘emperyalizm ayrılıkçı hareketleri destekleyerek ülkeyi bölüyor’ görüşüyle bu şartlanmayı genişletiyor, sola yayıyor, güçlendiriyor. Böylece halkları işçi sınıfını şovenizmle bölen tavrını aklamış hatta antiemperyalist göstermiş oluyor.
Yakın tarihteki ülkeye özgün somut politik, kültürel koşullar şovenist şartlanmaların geniş yığınlar üzerinde etkili olmasını kolaylaştırıyor.
Örneğin, Türklerin üç kıtaya yayılan imparatorluk geçmişinin emperyalizm tarafından bölünmesiyle, hemen sonrasında işgale uğramasının toplumsal bellekte “bölünme ve toprak kaybı” fobisini yaratmış olması. Sri Lanka’nın egemen ulusu Sinhalilerde, İngiltere’nin sömürgeciliğinden son yarım yüzyılda yeni kurtulmuşken, ezilen Tamillerin mücadelesi sonucu “bölünme ve toprak kaybı” korkusu.
Sonuç Yerine
Türkiye’de sol adına ince ve kaba şovenist anlayışlar, ‘Emperyalizm Kürt hareketini destekleyerek Türkiye’yi bölmek istiyor’ görüşü üzerinden etkili kılınıyor. Gerçekte, Türk şovenizminin Türk emekçilerini Kürt ulusal hareketine düşmanlıkla şartlandırarak, Türk burjuvazisinin Kürt ulusu üzerindeki sömürgeci/ilhakçı boyunduruğunu sürdürmek için kirli savaşına toplumsal destek yapma amacına hizmet ediyor.
Üç Dünyacı, antiemperyalist mücadelenin sınıfsal içerikten koparılmış kavrayışları, şovenizmin sol adına savunulmasını, sol kitlelerde yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor. Emperyalizmin, özel olarak ABD emperyalizminin, mali-ekonomik sömürgeciliği ve askeri işgallerinin, bazı ülkelerde ise ezilen ulus hareketlerini desteklemesinin yarattığı şaşkınlık, yirmi yıllık dünya çapındaki gerici dönem, şovenizmin yayılmasına uygun atmosfer yaratıyor.
Komünistlerin ve tutarlı devrimcilerin tavrı, ulusların tam hak eşitliğini, ayrılma özgürlüğünü savunan ilkeli ve kararlı bir enternasyonalist tutumla egemen şovenist etkiye karşı durmaktır. Antiemperyalist mücadeleyi emekçi içeriğinden koparmadan, sosyalizm için mücadele amacına bağlayarak ele almak, antifaşist mücadeleyi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesini yükselterek, Türk emekçileri mücadele sürecinde şovenist etkiden arındırarak, ilkeli enternasyonalist bilinci onlara kazandırarak sömürgeci faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesini yükseltmektir. Emperyalist bağımlılığı yıkma bu mücadeleye bağlı ve onun bir parçasıdır. Bu mücadelede Kürt ulusal demokratik hareketi temel müttefiklerden biridir.
Bu mücadeledeki başarı ve gelişme, şovenist atmosferi dağıtacak, enternasyonalist devrimci havayı teneffüs ettirecektir. ‘Emperyalizm Kürt hareketiyle Türkiye’yi bölüyor’, ‘Kürtlerin bağımsızlığı emperyalizme yarar’, ‘AKP’nin ortaçağcı gericiliğine karşı burjuva cumhuriyetin ilerici değerlerine sarılmamız gerekir’ gibi burjuva şovenist, burjuvazinin kuyrukçusu görüşlere karşı ideolojik mücadelemiz bu devrimci amaca bağlıdır.
Yalnızca bu devrimci amaca bağlanmış mücadeleler, her ulustan işçi ve emekçilerin özgür ve gönüllü birliğini, birbirlerine güvenini ve sıkıca kenetlenmesini sağlayabilir, sosyalizm için mücadelenin tutarlı güçlerini biriktirerek, emperyalist kapitalizme karşı dünya işçi ve emekçilerinin büyük yürüyüşüne Türkiye ve Kuzey Kürdistan’dan katkı sağlayabilir.