O gün “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” manşetiyle çıkmıştı İstanbul Ekspres Gazetesi. Her zamankinden farklı iki baskı yapmıştı üstelik bir kaç binlik tirajından farklı olarak 290 bin adet basılmıştı. Sanki hazır halde bekliyormuş gibi Trakya’dan kamyonlarla insan taşınmıştı İstanbul’a ve Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin mahalleleri, evleri, dükkânları, mağazaları, atölyeleri bu güruhun yağma ve talanına terkedilmişti. Dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Özel Harp Dairesi’nin muhteşem bir örgütlenmesi” diyerek itiraf edip sahiplendiği 6-7 Eylül 1955 ırkçı provokasyonu böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara bir leke olarak geçti.
İttihat Terakki Hükümetinin 1915 Ermeni Soykırımı, Osmanlı azınlık halklarının son toplu katliam, sürgün ve soygun saldırısı olduğu sanılıyordu. Soykırım suçlusu İttihatçı Enver de Alman efendilerine, “bunlar, böyle Ermeni Sorunu tamamen hal olmuştur” dememiş miydi? Olmamış demek ki! Nitekim 1934’te Trakya Yahudileri, 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale Sürgünleri ile Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’dan kalan azınlıklarla hesabının bitmediğini ortaya koyuyordu. 6 Eylül 1955 linç ayinleri eşliğinde azınlık halklara yönelik düşmanlığın devam etmekte olduğunu gösteriyordu. Devletin kucağında semirtilen Türk burjuvazisi atalarından aldığı hırsızlık, soygun ve talan mirasını sürdürmekte kararlıydı. Emperyalist burjuvazinin sömürgecilikle dünya halklarından çalıp çırparak servetine servet katması yeni palazlanan Türk burjuvazisi için de en kolay sermaye biriktirme yoluydu. Ödenmesi imkânsız vergilerle bir kısmının mallarına yasal yollardan el koydu. O yasalar ki hukuk kisvesi altında devlet eliyle hırsızlıktan başka bir anlama gelmiyordu. Bu resmi hırsızlık ve gasp paralarını ödeyemeyenler Erzurum’a sürüldüler, çalışma kamplarında köle işgücü olarak kullanıldılar.
Bir kısmı gece yarıları tehditlerle tacizlerle evinden, bağından kaçırtıldı. Tüm dünyada lanetlendikleri, horlandıkları, düşmanlaştırıldıkları için bu bir avuç Yahudi topluluk haklarını aramaya bile cesaret edemedi. Sessizce kabullenip Edirne eşrafına terk ettiler mallarını mülklerini.
6-7 Eylül 1955 yeni bir halkasının oluşturuyordu azınlık halklarına düşmanlığın ve servetine el koymanın. Binlerce ev, dükkân, işyeri yağmalandı, kilise ve havralar tahrip edilirken para edecek değerli ne varsa çalındı. Hristiyan ve Musevi mezarlıkları bile bu düşmanlıktan payına düşeni aldı.
‘60’lı yılların ortalarına doğru çıkartılan göçertme yasası ile de İstanbul Rumları binlerce yıllık tarihlerini ve yaşanmışlıklarını bir bavula sığdırıp terk ettiler kadim yurtlarını. Geriye kalan mal varlıkları, vakıf mülkleri, arazi ve binaları, okul ve hastaneleri, ibadethaneleri Türk burjuvazisinin türedi zenginleri tarafından tapularına geçirildi. Türkiye Cumhuriyeti ismini taşıyan bu sabık devlet ise yasal-yasadışı, resmi-gayriresmi kurumları ile yüz yıla yayılan fiziksel-ekonomik kültürel soykırım suçunun organizatörleri ve faili olarak halkların kolektif hafızasında yargılandı, mahkûm edildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan başlayan Kürt düşmanlığı Ermeni, Rum, Yahudi halklara duyulan düşmanlığın yerini aldı. Hristiyan-Yahudi azınlıklar tehdit olmaktan çıkarıldıktan sonra Anadolu-Mezopotamya nüfusunun 1/3’ünü oluşturan Kürtler tehdit algısına yerleştirildi. Türk milliyetçiliğinin inkâr, imha ve asimilasyon politikaları Enverist çizginin devamı olarak hayata geçirildi.
Kürtler ve Kürtçe ile ilgili her şey inkâr edildi, yasaklandı, ezildi. Kürt sözcüğü dahi bölücülük tehdidi olarak kabul edildi. Kürt isyanlarının görülmemiş zalimlikle bastırılması, zincirlerinden boşalmış düşmanlık ve ırkçı nefret TC’nin Kürt politikasının yüz yıllık değişmezidir. Türk halkının şovenizm zehrinin esareti altına girmesi PKK’den daha eski bir tarihe uzanır. TC’nin kuruluş felsefesi ile yaşıt ve tarihi köklere sahiptir.
Kürt ulusal mücadelesinin son çeyrek yüzyıla damgasını vuran direnişi işlerin bu kez farklı olduğunu göstermektedir. Yenilen ve ezilen Kürt isyanlarının kaçınılmaz kaderi bu sefer tekrarlanmadı. Kürtler 30 yıldır yürüttükleri anti-sömürgeci ulusal özgürlük mücadelesinde yenilmeyerek zafer kazandılar. Türk devleti ise sömürgeci kirli savaşta başvurmadığı alçaklık ve kullanmadığı savaş yöntemi kalmamasına karşın yenemeyerek yenildi. Kürtler, ulusal kimliklerini ve varlıklarını TC’ye fiilen kabul ettirdiler.
Kazanan taraf Kürt halkı ve Kürt yurtsever hareketidir, ama savaş hala devam etmektedir ve Türk devleti yenilmiş olduğunu kabul etmeye yanaşmamaktadır. Bu da önümüzdeki dönemde savaşın daha sert bir seyir izleyeceği ve mazlum Kürtlerle Türk halkının yoksul evlatlarının daha çok öleceği anlamına geliyor. Sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti tarihi inkâr, imha ve asimilasyon politikasını sürdüremez duruma gelip, kırmızı çizgileri birer birer silinirken ırkçı nefret ve şovenist düşmanlık propagandalarına daha sıkı sarılıyor. Türk halkının tarihi ile yüzleşmesini engelliyor, o da biliyor ki sömürgeci boyunduruğun devamı Türk halkının şoven milliyetçi politikalarının arkasında durmasına bağlıdır.
Sömürgeci burjuvazinin Kürt paranoyası Kuzey Kürdistan’da gelişen ulusal mücadele ile sınırlı değil. Barzani-Talabani önderliğindeki Güney Kürdistanlı Kürtleri seneler boyu aşağıladı, tehdit etti, parya muamelesi yaptı. Irak Kürdistan yönetimi ile bugün kurmuş olduğu ilişki ise ilkesiz, pragmatist ve kirli çıkarlara dayalıdır. Güneyli Kürtleri PKK karşısında bir koz olarak kullanmak istiyor. PKK’nin Güney Kürdistan’daki siyasi, askeri kurumlaşmalarını tasfiye etmeleri için bastırıyor, bu bölgeyi geri çekilme, eğitim, dinlenme, tedavi, lojistik üs merkezi olarak kullanmasını önlemeye çalışıyor. TC’nin Güney Kürdistan’la mevcut ilişkisi Kuzey Kürdistan’daki ulusal mücadeleyi ezmede işbirliği temellidir. Güney’deki ekonomik fırsatların iştah kabartan cazibesi ise, sömürgeci Türk burjuvazisini çeken bir başka yararcı etkendir.
İran’la stratejik ortaklığı da Kürt karşıtlığını esas alır. PKK ve PJAK’a karşı ortak operasyonlar, yakalanan PKK’lilerin teslim edilmesi ya da İran’da idam edilmeleri Türk devletinin İran politikasının önceliklerindendir. Emperyalist kuşatma ve savaş tehdidi altındaki İran’ın içinde bulunduğu sıkışık durumdan yararlanmak için anti Kürt çizgide işbirliğini şantaj olarak dayatıyor ve kullanıyor.
Özellikle Batı Kürdistan’daki gelişmeler Türk devletinin Kürt antipatisi ve düşmanlığını açıkça ortaya çıkardı. Kendi sınırları dışında bile olsa Kürtlerin ulusal haklarını elde etmeleri, hele ulusal statü kazanmaları Türk devletini teyakkuza geçiriyor. Suriye’deki gerici iç savaşın her iki tarafı da zayıflatmasından oluşan boşlukta Batı Kürdistanlı Kürtler öz yönetimlerini oluşturmaya, ulusal kurumlarını inşa etmeye, özerklik temelinde kendilerini örgütlemeye giriştiler. Türk Başbakanı derhal çıkıp bunu savaş sebebi sayacaklarını söyledi ve işgal etmekle tehdit etti.
Türkiye Cumhuriyeti ve Türk egemen sınıflarının Kürt düşmanlığının Kuzey Kürdistan’la sınırlı ve bugüne kadar öne sürdüğü hiçbir gerekçe ile alakalı olmadığı en son Batı Kürdistan’daki Kürt özerklik adımlarına karşı düşmanca tavrı ile kanıtlanmış oluyor. Türk egemen sınıfları birlikte yaşadıkları halkları kendileri ile eşit görmüyorlar. Türkler egemendir, efendidir, sahiptir, üstündür ve sonsuza kadar böyle devam etmelidir! Çok zor durumda kalınsa, eşitsizliği sürdüremez duruma gelirse bazı haklar verebilir, inkârdan vazgeçebilir, bireysel haklarını tanıyabilir, ama bu ayrıcalıklarını kaybetme ve eşit haklara sahip olma tehdididir. Ve ırkçı nefret ve düşmanlığın toplu katliamlar yapacak derecede güçlenmesi için bu kadarı yeterlidir.
Kürt halkına ve PKK’ye inkârı kaldırdık, bazı bireysel hakları kullanmanın önünü açtık, dilinizi, kültürünüzü geliştirebilirsiniz, bağımsız bir Kürt devleti kurma amacı taşımadığınızı söylediğinize göre, bu durumda niçin gerillayı tasfiye etmiyor, silahları bırakmıyor, parlamenter siyaset ortamına girmiyorsunuz diye baskı kuruyor. Kürt halkının meşru ulusal haklarını tanımada “samimi” olan zihniyetin aynı soruyu öncelikle egemen olan tarafa yönetilmesi gerekmez mi? Türk egemen sınıflarını, bu savaşı niçin sürdürüyorsunuz, Kürt halkı madem kâbusunuz olan ülkeyi bölmek ve ayrı bir devlet kurmak istemiyor, Türklerle eşit haklara sahip olmak, siyasi bir statü edinmek, kendi kendini yönetmek istiyorsa buna niçin karşı çıkıyorsunuz diye sorgulaması gerekmez mi? Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesini yürütmesinin meşru nedenleri biliniyor. Peki, Türk egemenlerinin yürüttükleri savaşın sömürgeci düzeni devam ettirme, egemen ulus statüsünü koruma savaşı olduğu; Kürtleri kendisine eşit görmeyen, ırkçılığa varan, milliyetçi ideoloji temeline dayanan haksız, gayri meşru, gayri insani, adalet ve eşitlik karşıtı, özgürlük düşmanı bir savaş olduğu niçin söylenmiyor ve bu savaşın baş sorumlusu olarak Türk devleti ve egemen sınıfları insanlık huzurunda niçin mahkûm edilmiyor? Bu kadar açık bir gerçek ortada dururken Kürt halkına ölme-öldürme çağrıları yapmak ahlaksızlık, ikiyüzlülük, her şeyden önce vicdansızlık değil mi?
Son iki aydır Şırnak-Hakkâri bölgesinde açıkça bir cephe savaşı yaşanıyor. Şemdinli’de yoğunlaşan savaşta Türk ordusu ağır kayıplar veriyor. Kara hakimiyeti gerillanın elinde. AKP hükümeti medya desteği sayesinde Türk kamuoyundan gerçekleri saklıyor. Savaş politikalarının iflas ettiği, Kürt yurtsever hareketi karşısında siyasi, askeri bir yenilgi yaşadığı, inisiyatifi kaybettiği, alan hakimiyeti ve moral üstünlüğün gerillanın elinde olduğu gerçeğini gözlerden kaçırmaya çalışıyor. Sürekli yalan söylüyor, iftira atıyor, demagoji yapıyor. Hamaset söylemleri ile ırkçı lümpenleri linçe kışkırtıyor. Türk halkının zihnine yeni düşmanlık tohumları ekiyor. Kürt halkı ise tüm bu alçakça ve rezilce kara çalma ve yalan propagandalarına ısrarla barış çağrıları ile yanıt veriyor. Daha 34 evladının acısını yüreğinde taşıyan Roboskili Kürtler trafik kazası geçiren askerlerin yardımına koşarak tüm dünyaya insanlık dersi verdiler. Türk halkının evlatlarına gösterilen bu şefkat ve ilk yardım çabalarını hiç de övünmeksizin, gözlere sokarcasına değil, alçak gönüllükle dile getirdiler. Türk medyası ve hükümet yandaşı yazarçizer takımının bu yüce gönüllü insan severlik örneğinden yüzleri kızarmadı, utanmadılar, sessizce geçiştirmeyi tercih ettiler. Bir an için bile olsa Kürt karşıtı yayınlarına ara vermediler, ırkçı şoven zehirlerini akıtmaya devam ettiler.
Türk milliyetçiliğinin beslendiği kaynaklar dün Ermeni, Rum, Yahudi düşmanlığı idi. Bugün Doğusu, Batısı, Güneyi, Kuzeyi ile tüm Kürdistan ve Kürtlerdir. Bu düşmanlık Ermeni soykırımından Kürtleri inkâr, imha ve asimilasyon suçlarına kadar her suça kalkışmanın gerekçesi ve kaynağı olagelmiştir. Bugün ise Kürt halkı kendi tarihini yapmakta ve yazmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı için sömürgeciliğe karşı mücadele etmektedir.
Başta Kürt halkı olmak üzere; Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal topluluklara dair partimizin asgari programı olan antiemperyalist demokratik devrim programında ifade ettiği şudur:
“Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilecek, Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkını kullanmasının ve bu amaçla ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engeller kaldırılacaktır.
Türkler ve Kürtler arasında her alanda tam hak eşitliği sağlanacak, tüm dil ve kültürler üzerindeki baskılara son verilecek. Türk milliyetçiliğine karşı sistemli bir savaşım sürdürülecek. Kürt ve Türk halklarının, Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal toplulukların tam hak eşitliği temelinde özgür iradeleri ile İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nde birlikte yaşaması için çaba harcayacaktır. ”
Antiemperyalist Demokratik Devrim programında bunları dile getiren MLKP’li komünistlerin dün olduğu gibi bundan sonraki süreçte de görevi tabi ki ezilenin yanında haklının yanında durmak, onunla dayanışma içinde olmaktır. Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesinin en kararlı, en samimi, en tutarlı dostları komünistlerdir. Partimiz MLKP’nin bu enternasyonalist çizgisi ve pratiği Türk işçi ve emekçilerinin devrim ve sosyalizm mücadelesi ile Kürt ulusal mücadelesinin ittifakını yansıtır. “Halkların kardeşliği ve mücadele birliği” şiarı partimizin bu ilkeli çizgisi ile hayat bulur. Partimiz şahsında Türk işçi ve emekçilerinin bugünkü mücadelesi Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin zayıf kanadını temsil ediyor olsa da bu olgu geçicidir ve hızla açığı kapatma potansiyeline sahiptir. 18. kuruluş dönümünü kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde partimizin önünde duran öncelikli görev Batı’da devrimin ikinci cephesini büyütmek öne geçen Kürt devrimi ile Türkiye devrimi arasında açılan mesafeyi hızla kapatmaktır.
Türk sömürgeciliğinin ve faşist diktatörlüğün gemi azıya alınmış karşı devrimci terörü hangi yola başvurursa vursun partimizi devrim yürüyüşünden alıkoyamaz!... Kirli savaş yöntemleri, kimyasal silahlar, toplu katliamlar, kanlı infazlar, kaçırma ve kaybetmeler, en iğrenç işkence biçimleri ve tecavüzler... Hepsi kullanıldı... En son tescilli işkenceci katil Sedat Selim Ay devrimcilere ve partimizin militanlarına uyguladığı insanlık dışı işkenceleri nedeniyle ödüllendirildi, terfi ettirildi, müdürlüğe atandı. Tecavüz ve işkence kariyerini müdür olarak sürdürecek!... Yoldaşımız Süleyman Yeter’i işkence ile öldürmekten sorumlu, kadın yoldaşlarımıza tecavüzden mahkûm olmuş bu insan müsveddesini sizin mahkemeleriniz yargılayamaz, yargılamaya kalksa da gücü yetmez. Ama sanılmasın ki adalet yerini bulmaz!... Halka ve devrimcilere karşı işlenen suçlar er geç halkın adaletine hesap verir!...
10 Eylül 2012; partimizin 18. kuruluş yıl dönümüdür. 18. yılında partimiz, devrim ve sosyalizm ideallerine bağlılıkla mücadelesini sürdürmektedir. Sert çarpışmalardan geçtik, sınandık. Karşı devrim siyasi, ideolojik cepheden aralıksız saldırdı. Şehit düştük, tutsak verdik, direndik. Yeri geldi atağa geçtik, tempomuzu yükselttik. Yeri geldi yavaşladık, mevzileri onarma işine yoğunlaştık... Yürüyüşümüz hiç durmadı ama, kararlıkla yürüdük, hep aynı inatla, dediği gibi Işık yoldaşımızın.
18. yılını kutladığımız yürüyüşümüzü umutla, dirençle, adanmışlıkla sürdürme sözümüz var. Bu inanç ve adanmışlıkla halklarımızı, işçi ve emekçileri, tüm ezilenleri, partili yoldaşlarımızı ve siper yoldaşlarımızı devrimci duygularla selamlıyor, şehitlerimize devrim sözümüzü yineliyorum.
Söz veriyoruz, kuruluş kutlamalarımızı zafer kutlamaları ile birleştireceğiz!...
Söz veriyoruz, faşizmi ve sömürgeciliği yeneceğiz!...
Söz veriyoruz, biz kazanacağız!... Zafere kadar daima hep ileriye!...
Em ê ser bikevin!... Heta serekinê tim, hertim peş ve çûn!...
*MLKP dava tutsağı Seyfi Polat’ın 6 Eylül 2012 tarihinde İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davasında yaptığı savunma.