Erkek cinsi olarak dünyayı ve hayatı öylesine ele geçirmişiz ki; elimize sözlük alıp herhangi bir sayfayı açsak, rastgele bir kelime seçsek sayfalarca erkeklik ve toplumsal cinsiyet analizi yapmak zorunda kalabiliriz. Elbette ki, o analizden kendi erkekliğimizin payına düşenleri de almamız gerekecektir. Tek yazıda küresel, yerel ve kişisel erkeklik sözcüklerini incelemek mümkün olmadığı gibi gerekli de değil.
Fakat kadın özgürlük mücadelesinin eleştirileri ve çağrıları doğrultusunda erkekliği sistematik biçimde tartışmak mümkün olduğu gibi gerekli de! Yeter ki, sözlerimize gereğinden fazla anlam biçmeyelim. Beylik sözlerden sakınıp, ‘öğreten adam sendromu’ndan kurtulmaya çalışalım.
Yeter ki, tartışmaları (kişisel, kolektif ve toplumsal), pratik yüzleşmelerden ve hesaplaşmalardan kopuk yapmayalım. İşin ucu erkekliğimize dokunmaya başlayınca diyalektik materyalist pusuladan şaşıp ‘utangaç idealizm’e meyletmeyelim.
Zırhlarla kaplı toplumsal erkekliği de, kolektif ve kişisel erkekliğimizi de dile dolamaktan, dile düşürmekten korkmayalım!
Erkek Dayanışması
“Patriarkayı, yararlı bir biçimde, maddi temeli olan ve hiyerarşik olsa da erkekler arasında, onların kadınlara egemen olmalarını sağlayan bir karşılıklı bağımlılık ve dayanışma kuran ya da yaratan erkekler arası toplumsal ilişkiler dizisi şeklinde tanımlayabiliriz. Patriarka hiyerarşik olsa da ve farklı sınıflardan, ırklardan ya da etnik gruplardan erkeklerin patriarka içinde farklı yerleri bulunsa da, erkekler aynı zamanda kadınların üzerindeki egemenlik ilişkilerini paylaşma bakımından birleşmişlerdir; bu egemenliği sürdürmek için birbirlerine bağımlıdırlar.”(1)
Ataerkil (patriarka) sistemden aldıkları ‘cins payı’ (sus payı) farklı olsa da erkekler ezen-egemen cinsin mensuplarıdırlar. Kolektif cins iktidarını korumak ve atadan miras ayrıcalıklarını, ‘hakları’nı yitirmemek için gerici bir ittifak, faydacı bir dayanışma içindedirler. Klasik erkek dayanışmasına danışıklı dövüş de denilebilir. Yahut kirli bir kader ortaklığı. İttifakı çatlatan dayanışmayı bozanların, vay haline! Küçümseyen bakışlar ve aşağılayan sözlerle önce ‘muhtıra’ verilir. Ardından hizaya getirme operasyonu başlar. Ki, bu ‘darbe’ genelde başarıyla sonuçlanır. Hemen her sosyal ve siyasal çevrede ‘erkek cemaati’ tarafından dışlanmak, teşhir edilmek günümüzde neredeyse erkeklerin tamamına yakınının kaldırabileceği bir ‘durum’ değildir.(2) Eğer ‘yeni insan’ hedefinin de bir parçası olan başka türlü bir erkekliğin kararlı bir arayıcısı ve savunucusu olunmamışsa süngüler düşer, isyan biter, teslim bayrağı çekilir. Ataerkinin militanlığına kalınan yerden devam edilir. Hem de zedelenen erkekliği tamir etmek ve kanıtlamak için daha büyük bir coşku ve pervasızlıkla.
Şüphesiz ki, tek tip veya homojen bir erkeklikten söz edilemez. Herkes etrafına bakarak farklı erkeklik şekillenmelerinin/pratiklerinin olduğunu rahatlıkla görebilir. Sınıfsal, ulusal, mezhepsel, kültürel ve ideolojik ayrımlar beraberinde farklı erkeklik modellerini de yaratmaktadır. Erkek egemen iktidardan her erkeğin aldığı payın ‘eşit’ olmadığı da aşikâr. Fakat ortada hiç birimizin inkâr edemeyeceği kocaman bir gerçek var.
Erkekliğimizin biçimi ve ayrıcalıklarımızın düzeyi değişse de küresel erkek egemen iktidardan vazgeçemiyoruz. Makro iktidarın parçası mikro iktidarcıklarımızın efendisi olmak işimize geliyor. Kolektif cins iktidarlarımızı sarsacak her türlü sorgulamaya karşı safları -bazen bilinçle bazen de kitle psikolojisiyle- sıklaştırıyoruz. İktidarımızın sembolü olan erkek dayanışması -gericiliği de diyebiliriz!- bayrağını dalgalandırıyoruz!
İki paragraf önceye dönüp sorarsak; erkekliğe dair ‘çatlak ses’ çıkaran erkeklerin üzerine neden çullanılır? Erkekler çok iyi bilir ki, ittifak çatlar dayanışma bozulursa ‘dünyadaki cennet’ kaybedilir. Yepyeni bir hayata başlanması gerekir. Kalpler yeni bir ritmle atmayı, akıllar tahakküm stratejisinden vazgeçmeyi, diller eril zehirden kurtulmayı, bakışlar sinsi çirkinlikten arınmayı öğrenmek zorunda kalır.
Erkek Rekabeti
Madalyonun yalnızca bir yüzüdür erkek dayanışması. En az bunun kadar çirkin ve acımasız olan madalyonun diğer yüzünde ise erkek rekabeti vardır. Erkekliklerin ispatı için bitip tükenmeyen erkek rekabeti. Nedir bu rekabet tutkusu? Doğuştan mı gelir? Yoksa biyolojik erkeğin toplumsal erkeğe evriminin çimentosu mudur rekabet?
Erkek olarak doğmak -tıpkı kadın doğmak gibi- biyolojik bir olgudur. Biyolojik cinsiyet olarak erkek, doğumuyla birlikte ataerkil zincir halkasına eklenir. Toplumsal yaşamda nasıl yer alacağı, hangi durumda nasıl düşüneceği ve duygulanacağı, nerede nasıl davranacağı tesadüflere bırakılmaz. Rakel Dink’in sözünü biraz değiştirerek ifade edecek olursak; bir bebekten eril iktidar savaşçısı yaratılır. Ona tarihsel olarak ‘kazanılmış hakları’ öğretilir. Kadınlara ve ‘cinsel azınlıklar’a karşı kolektif erkek iktidarının nasıl savunulacağı, korunacağı konusunda; ailede, sokakta, okulda, işyerinde, stadyumda, askerde ve hemen her sosyal çevrede birbirini destekleyen dersler verilir. ‘Erkek gibi olma’nın şans, bulunmaz bir nimet olduğu algısı bilinçaltını-üstünü düşünce, duygu ve davranışları belirlemeye, yönlendirmeye başlar. Kaybeden cins olmamak adına eril iktidarın aktif ya da pasif savaşçıları haline gelinir. Çünkü T. Real’in, “Erkekler Ağlamaz” kitabını okusa da okumasa da tüm erkekler bilir ki:
“‘Yeterince erkek’ olmak bir kere elde edilip sonuna kadar süren bir şey değildir. Erkek topluluğu tarafından izlenerek, tartılarak ve yargılanarak verilen bir şeydir. Aslında erkek ‘olmak’ bir erkek referans topluluğu tarafından kişinin erkekliğinin onaylanmasıdır. Erkekliğin oluşması, sosyal bir süreçtir... Bağışlanan bir şey olduğu için geri de alınabilir.”
‘Yeterince erkek olmak’ yahut aynı anlama gelmek üzere ‘ana kuzusu’, ‘muhallebi çocuğu’, ‘kılıbık’, ‘top’, ‘karı gibi’ olma korkusu erkekleri ömür boyu erkekliğini ispata zorlar. Hayat ‘en’li bir yarışa döner. Erkeklikler birbiriyle yarışta kökleşir, olgunlaşır, keskinleşir. En dayanıklı, en başarılı, en cesur, en çok içki içebilen, en güçlü, en anlayışlı(!), en esprili, en harbi, en centilmen(!), en vefalı, en cömert, en hazır cevap, en militan ... liste böyle uzar gider. Hangi konularda ‘en’lik rekabetine girileceği sosyal çevrelere ve o an içinde bulunulan duruma göre değişir. Değişmeyen ise, ispatlandıkça ispatlanması gereken, doyuruldukça açlığı daha fazla hissedilen erkeklik gururudur! Çünkü erkeklik yalnızca kadınlarla ve farklı cinsel yönelimdeki insanlarla ilişkilerde ve erkek erkeğe ortamlarda oluşturulan kolektif bir kimliktir. Her erkek çevresindeki erkeklerin hem örgütleyicisi hem de denetleyicisidir! (Üzüm üzüme baka baka kararır!) Yani ortada kapitalist sistemin, devletin ve ailenin, hemen her türden sosyal çevrenin kendi meşrebince beslediği fasit bir daire vardır: Yumurta tavuktan çıkar, tavuk yumurtadan!
Biçim değiştirse de, erkek rekabetinin binlerce yıldır sürmesinin altındaki nedenlerden biri de toplumsal açıdan meşru görülmesidir. Meşruiyetimizi kaybetmek, erkekliğimizin sorgulanır hale gelmesi ve eril gururumuzun okşanmaması bizi tedirgin eder. Kabul etmeliyiz ki; neredeyse gözlerimizi yarış pistinde açıyoruz. Erkeliğin inceliklerini (illa ki kalınlıklarını da!) yarışarak öğreniyoruz. Erkek cemaatinin gözünde ve toplumsal açıdan meşruiyet yitimine uğrarsak, hayatımızın anlamsızlaşacağını düşünürüz. Varlık nedenimizi kaybetmenin şaşkınlığına kapılırız. Bu yüzden toplumsal yaşamdaki ayrıcalıklarımızı yitirmemek için canla başla yarışırız. Kaybedince pes etmez, kazanınca mutlu oluruz. Tesadüfe bakın ki, erkeklerin ‘en iyi’ olmaya odaklı hayatı laboratuvarda istenen ve beklenen hareketleri yapan ‘deney canlıları’nın ödüllendirilmesine benziyor!
Belki de benzetmeyi acımasız ve haksız bulanlar olabilir. Fakat hiçbir benzetme ataerkil cinsiyet rejimi kadar acımasız olamaz! Hiçbir benzetme cinsiyetçi ve homofobik yaklaşımlarla kadınların ve farklı cinsel yönelimdeki insanların geçmişlerini ve bugünlerini karartan, geleceklerini ipotek altına alan bir rejimin suç ortaklığı kadar ‘talihsiz’ olamaz! Kulağımızda küpe olması gereken bir gerçeği hatırlatmakta fayda var. En güçlü, cesur; en bilgili, okuyan; en karizmatik, cömert... olmak için rekabet etmek masum bir yarış değildir. Rekabet, erkekliğin karanlık ordusunun tepeden tırnağa silahlandırılıp insanlığın yaşamını çekilmez kılmanın bir başka adıdır. Ki, ömür boyu erkekliği ispata çalışmak erkekleri de daima istim üstünde huzursuz, gergin, agresif ve mutsuz etmektedir.
İlle de ‘rekabet etmek’, ‘yarışmak’ istiyorsak; ataerkil cinsiyet rejimini mahkûm etmek, eril düşünce, duygu ve davranışlarımızla yüzleşmek ve hesaplaşmakta; kadınlarla ve farklı cinsel yönelimdeki insanlarla eşitlikçi, adil ve özgürlükçü ilişkiler kurmak için yarışmalıyız!
Üretilmesi gereken tek panzehir erkek dayanışması/rekabeti için geçerli değildir. Belki de dildeki zehir en tehlikeli olanıdır.
Erkek Dili
Hayat kadında ve erkekte farklı dile gelir. Aynı dili konuşuyor aynı sözcükleri kullanıyor gibi görünsek de gerçek bambaşkadır. Kadınların dili sadedir, erkek dili karmaşıktır. Kadınlar anlamak, anlaşmak, yakınlık kurmak, sorunları çözmek ve yaşamak için kullanırlar dili. Erkekler ise çatışmak, mesafeyi korumak, öğretmek, erkekliği ispat etmek ve yaşama hakim olmak için...
Toplumsal erkekliğin inşasında kurucu ögelerden biri de hiç kuşku yok ki dildir. Çocukluktan itibaren toplumsal elbirliğiyle cinsiyet rollerimiz öğretilirken; asli cins olmayı, gücü, kendine güveni, kibri, yöneten olmayı, cesareti de yansıtan ve sembolize eden bir dile kavuşuruz. Hem de ne dil! Ezen cinsin kendine has sözcüklerini kullanırken de; kadınlarla ve farklı cinsel yönelimdeki insanlarla ‘ortak’ sözcükler kullanırken de eril anlamlar ve sesler yüklüdür dilimiz. Oturuşumuz, kalkışımız, yürüyüşümüz el kol hareketlerimiz, mimiklerimiz gibi dilimizde iktidar- ezen olmanın rahatlığını ve keyfiyetini taşır; buyurgan, saldırgan, küçük gören, yöneten, meydan okuyan ve statükocu.
Tarihi yazan sınıftan olmasak da tarihi yazan cinse mensup olmanın rahatlığıdır bu! Erkek cinsini, başarılarını ve kahramanlıklarını anlatan bir tarihe sahip olmanın, keyfiyeti ve konforudur! Tarihi erkekler yazınca hayat gibi dil de ‘erkeklerden yana’ kuruluyor. Kadınlar ‘ikinci cins’, farklı cinsel kimlikler ‘lanetliler’ haline getiriliyor. İnsanoğlu demek insan oluyor, bilim adamı demek bilim insanı oluyor, adam gibi demek insana yakışır ve iyi yetişmiş kişi oluyor, dava adamı demek kendini davasına adayan insan oluyor. İnsanlığa dair temel kavramların birçoğu erkek(lik)le özdeşleştirilmiş oluyor.
Ezen cins olmanın pervasızlığıyla erkelerin dili de uzuyor! Kadınları ve farklı cinsel kimlikleri aşağılamaktan, saygısızca, incitici kötü sözler söylemekten çekinilmiyor. Bilakis çoğu durumda hak görülüyor. Esasen kadın cinselliğini nesneleştirme ve teşhir üzerinden yükselen ‘küfür’ kültüründen tüm erkekler nasibini alıyor. Küfürle yalnız dilimiz değil, kalbimiz ve aklımız da kirleniyor. Zaten aklımızdaki cinsiyetçi fikirler ve kalbimizdeki cinsiyetçi duygular dilimizi zehirliyor. (Bir yumurta tavuk diyalektiği daha!) Erkek erkeğe ortamlar küfür üretme merkezlerine dönüşüyor. Okullarda kümelenilen kantin masaları, sınıflarda arka sıralar, internet kafeler, birçok sanal sohbet grupları, filmler, diziler, futbol ve bilumum eğlence programları, kahvehaneler, halı sahalar, stadyumlar, barlar, kışlalar, parklar, sokak başları, meclis vb. yerler eril küfürlerin dilden dile aktarıldığı mekânlar oluyor. Aynı zamanda erkek erkeğe ortamlar kadın bedenlerine sözle şiddetin uygulandığı, topluca kadınların nesneleştirildiği alanlar haline gelebiliyor. Böylesi erkeklik ayinlerinden çıkan erkekler potansiyel tacizciler olarak toplumsal yaşama katılıyorlar!
Kadınların, aile büyüklerinin, ihtiyarların yahut belli bir ağırlığa sahip sosyal ortamlarda sorulduğunda erkeklerin tekmil-i birden laf atmaya, tacize karşıdırlar. Hatta o davranışları, en sert sözlerle kınama yarışına tutuşurlar. ‘Erkek klişeleri’ ve ‘resmi görüşler’ art arda sıralanır. Oysa erkeklerin dilinin altında çoğu zaman bir şey vardır! Kadınlara laf atmanın yaygınlığı ‘bu işi’ yapanların bir avuç kendini bilmez serseri olmadığını göstermeye yeter. Hayatının en az bir döneminde kadınlara laf atmamış tek bir erkek var mıdır? Hiç kendimizi kandırmayalım! ‘Laf atmak’ her zaman küfürle veya erkek argosuyla olmuyor. O tür ‘kabalıklar’ daha çok, tanınmayan, sosyal yaşamda bir daha karşılaşılmayacak kadınlara yapılıyor. Okul veya iş arkadaşları ve komşular gibi tanınan kadınlara ise genellikle ‘iltifat’ maskesiyle laf atılıyor. Unutulmamalıdır ki, kadınların canını sıkan, onları tedirgin ve rahatsız eden her türlü bakış ve davranış gibi sözler de taciz kapsamına girer. Söylenen sözün, atılan lafın erkekçe iltifat görülmesi, normal kabul edilmesi yaşanılan durumun normal ve meşru olduğu anlamına gelmez. Böylesi olaylarda esas belirleyici etken kadınların algısı ve yaklaşımlarıdır!
Erkeklerin dilinin kemiği de yoktur. Doğru yanlış her şeyi söyleyebileceğimize inanırız. Hele bir de söz konusu kadınlarsa birçoğumuz kendimizi ‘kadın uzmanı(!)’ sanırız. Kadınlar ve kadın-erkek ilişkileri hakkında çok rahat ahkâm keser ve genellemeler yapabiliriz. “Kadınlar çiçektir” sözünden başlayıp “kadın erkek eşittir, hayat müşterektir”e kadar uzanan ‘ucuz’ ve ‘beylik’ laflar etmekten çekinmeyiz. Bununla da yetinmeyiz. İnsanın dilinin kemiği olmayınca nerede duracağını da bilmiyor. Kadınları sürekli eleştirmekte ve dile düşürmekte kimse erkeklerin eline su dökemiyor. Neredeyse her yaptıklarına -zaman zaman espriye vurarak- muhalefet etmek, onlara güvensizlik beslemek ve bunu (söz ve mimikle de) dile getirmek ortak davranış kalıplarımızdan biri haline geliyor. Çoğu kez kadınların fikirlerine, sözlerine, duygularına ve yaşam pratiklerine tepeden bakarak, ürettiklerini beğenmeyerek (en iyi ihtimalle şüpheyle yaklaşarak) adeta kadınlar hayatları boyunca kendilerini erkeklere kanıtlamak zorunda bırakılıyor.
“... Otorite konumundaki kişilerde çoğunlukla görüldüğü gibi, fazla sorgulamadan her şeye baştan ‘hayır ’ demek, sınır koymak ve onay esirgemek, yıldırıcı bir politikayla talepleri en baştan asgariye indirmeyi amaçlar. Yanına fazla yaklaştırmayarak itirazları da denetleyen bu otoriter tutum doğrudan bir kontrol mekanizmasıdır. Takdir ve onayı esirgemek kontrolü elinde tutmanın dolaylı ve etkili bir yoludur.”(3)
Tabi her zaman kadınlara dil uzatıp onları dile düşürmüyoruz. Kadınlara dil döktüğümüz de oluyor. Kadınları aldattığımızda, yalan söylediğimizde, üzdüğümüzde, hata yaptığımızda, güvenlerini sarstığımızda inandırıcı olmak için; onlara bir şeyler yaptırmak, faydalanmak ve yaranmak için değme aktörlere taş çıkarırcasına diller döküyoruz. Dile kolay binlerce yılık cins egemenliği var arkamızda. Ellerimiz, kaslarımız, bakışlarımız gibi yeri geldiğinde dilimizi de silah gibi kullanabiliyoruz. Sivri dilli de olabiliyoruz yumuşak dilli de. Hangisi işimize gelirse.
Biliyoruz ki, dil yalnızca iletişim aracı değildir. Kullananın duygu ve düşüncelerini de yansıtan bir aynadır. Öyle bir aynadır ki sır tutmaz, tutamaz. Sahibinin ‘gerçekliği’ni aşikâr eder. Kişi ne kadar usta bir ‘hayat oyuncusu’ olursa olsun, dili ile uzun süre ‘gerçekliği’ni maskeleyemez (tıpkı bakış açısını maskeleyemediği gibi). Konuştukça, aslına rücu eder. Hiç umulmadık bir anda ataerkil cinsiyet rejiminin aktif bir taşıyıcısı olduğumuz gerçeği dile geliverir. Çünkü dil hiçbir zaman yalnızca dil değildir!
“Söylemenin En İyi Yolu Yapmaktır”
Bütün dinlerde tanrı buyruklarına karşı olan, din tarafından yasaklanan ve suç sayılan, ‘öteki dünya’da ceza gerektirecek duygu, düşünce ve davranışlar günah olarak değerlendirilir.
İslamiyette, işlediği günahtan pişmanlık duyup aynı günahı bir daha yapmamaya karar verenler tövbe ederler.
Hıristiyan inancına sahip insanlarsa, tanrının günahlarını bağışlaması için kiliseye gidip işledikleri günahları papaza anlatarak günahlarından kurtulmak isterler. Günah çıkarırlar.
Günah çıkarmak dini referanslı bir kavram olsa da -birçok dini, bilimsel, felsefi ve sanatsal kavram gibi- toplumsal yaşamda farklı/mecazi anlamda kazanmıştır. Suçlarını ve kötü davranışlarını açıklayarak, anlatarak vicdanını rahatlatmayı istemek çoğu sosyal çevrede günah çıkarmak diye adlandırılmaktadır. Yüksek sesle dile getirilmesi pek tercih edilmese de, günah çıkaranların yeniden ‘günah’ işleyeceklerine inanılır.
Günah çıkarmanın geçici bir rahatlama yarattığını inkâr edecek değilim. Hatta çevremizdeki insanların bazılarında anlayış ve sempatiyle de karşılanabilir. Fakat bizim ihtiyacımız günah çıkarma değil; sahici bir yüzleşme ve sistematik bir hesaplaşmadır. Sürdürülebilir(!) erkeklikle kavgaya tutuşmaktır.
Ezilen sınıfları, ulusları ve cinsleri sömürgeci boyunduruk altında tutan, insanlığa ve doğaya yabancılaşmanın bin bir halini örgütleyen kapitalizmin en önemli koltuk değneklerinden ataerkinin bir parçası olduğumuzu kabul etmek kolay olmayabilir. Ortadan kaldırmak için mücadele yürüttüğümüz kapitalizmin değirmenine görünen görünmeyen erkeklik duygu, düşünce ve davranışlarımızla su taşıdığımızın yüzümüze vurulması zorumuza gidebilir. Hemen hepimizin hayatımızın merkezine koyduğu eşitlik, adalet ve özgürlük gibi kavramlarla kurduğumuz ilişkinin çarpık yanlarının yüksek sesle dile getirilmesi canımızı acıtabilir. Uzağımızdaki -ama özellikle- yakınımızdaki kadınların sorgulayıcı sözleri ve bakışları karşısında maskelerimizin düştüğünü hissedip panikleyebiliriz. Sandığımız veya çevremize sunduğumuz kadar eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrat/devrimci bir erkek olmadığımızın açığa çıkması kimyamızı bozabilir. Birden bire değersizleşme ve hiçleşme duygusuna kapılabiliriz. Hatta artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlayıp korkabiliriz de...
Eşitlik deyip eşit ilişkiler kura- mamanın; adalet deyip kadınların emeklerini, duygularını ve bedenlerini sömürmenin; özgürlük deyip egemen erkeklikten ve ayrıcalıklarından vazgeçmemenin meşruiyeti olabilir mi? İnsanlık tarihinin yarattığı en değerli kavramlardan eşitlik, adalet ve özgürlükle ilişkimizi bir de toplumsal cinsiyet rolleri ve erkekliğimizin özgülünde ele almadan iç çelişkilerimizden kurtulmamız mümkün mü?
Eşitlik, adalet ve özgürlük hakkında sarf ettiğimiz ‘güzel sözler’in hayatın ve toplumsal ilişkilerin içinde her gün ve her an sınandığını görmezden gelebilir miyiz?
Gelmesek iyi olur! İsteyelim ya da istemeyelim her geçen gün erkeklik daha fazla tartışılır hale geliyor. Feminist, sosyalist ve Kürt yurtsever kadınların sabırlı ve kararlı mücadeleleriyle erkek egemen sistemin surlarında bir bir gedikler açılıyor. Erkekliği dosya konusu yapan dergilerin ve erkekliği inceleyen kitapların (çevirilerin) sayısı artıyor. Kadın özgürlüğü ve kadın devrimi ekseninde yayınlanan dergilerde, faaliyetlerde; evde, sokakta, sanatta, politikada hayatın her alanında erkeklik halleri -farklı düzeylerde- kesintisizce eleştiriye tabi tutuluyor. Kadın özgürlük mücadelesinin basıncıyla Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi (BEDİ), Ezilenlerin Sosyalist Partisi-ESP’li Erkekler, Kürtaj Yasağına Karşı Erkekler gibi erkekliğini sorgulayan erkek grupları ortaya çıkıyor. Bu erkekler, sokaklarda tacize-tecavüze, kadına şiddete, nefret cinayetlerine/homofobiye ve kürtaj yasağına karşı eylemler yapıyorlar. Benzer gruplar toplumsal erkekliği tartıştırmak, kişisel erkeklik pratikleriyle yüzleşmek için ‘Erkeklik Atölyeleri’ kuruyorlar.
Henüz kapsadığı ve etkilediği erkek sayısı sınırlı olsa da tüm bunlar erkek dayanışmasının çatladığını, erkek rekabetinin sorgulandığını ve erkek dilindeki zehrin atılmaya çalışıldığını gösteriyor. Şüphesiz ki, kadınların zorlaması/denetlemesi ve yönlendirmesiyle toplumsal erkeklik tartışmaları yaygınlaşacak, eylemler süreklileşerek ve erkeklikle yüzleşme pratikleri derinleşecektir. Kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi yürüten, başka bir dünya mümkün diyen erkeklerin sıfatları ne olursa olsun ezen cinsten olduklarını; toplumsal erkeklikle sahici bir yüzleşme ve sistematik bir hesaplaşmayı örgütlemeden ideolojik ve politik kimliklerinde yaman bir iç çelişki ve derin bir boşluk taşıyacaklarını unutmamaları gerekiyor. Gerçi unutsak bile sabır ve uzlaşmaz bir kararlılıkla hatırlatan da illa ki olacaktır!
Senin veya benim, şu veya bu sosyal/siyasal çevrenin, kolektifin mevcut ve geleneksel statükoda ısrar etmesi, toplumsal erkeklik karşıtı tartışmalara ve harekete ilgisiz kalması üzerine alınmaması, erkeklikle ilgili ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel görevleri meçhul bir zamana ertelemesi süreci ancak yavaşlatabilir...
Malumunuz, “Zamanı gelen bir düşüncenin gücüne hiç bir ordu karşı koyamaz.” Buna toplumsal yapının ve politik arenanın her hücresinde erleri bulunan ‘erkeklik ordusu’ da dahil!
Dipnotlar
1- Heidi Hartman, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği, s. 29
2-Genellemeler sübjektivizm içerebilir. İstisna olduğunu düşünenler üzerine alınmasınlar!
3- Leyla Navaro, Tapınağın Öbür Yüzü, s. 130