“Öğrencilerimiz ‘Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun’ kapsamında yaşayan diller ve lehçeler adı altında, yerel dil ve lehçeleri öğrenme imkânına kavuşuyorlar. Örneğin yeterli sayıda öğrenci bir araya geldiğinde Kürtçe, bir seçmeli ders olarak alınabilecek, öğretilecek.” Bu cümleleri önündeki promterdan okuduktan sonra derin bir nefes alan Başbakan Erdoğan, grup toplantısına katılan milletvekili ve izleyicilerin kendisini alkışlamasını bekledi. Çılgınca alkışlayan kalabalığı hoşnutlukla izlerken o, bu sözlerin haber bültenlerinde ya da gazete manşetlerinde nasıl tanımlanacağını, hangi sıfatlarla yansıtılacağını az çok “tahmin” ediyordu.
Nitekim “beklediği” gibi oldu. Başta akraba kontenjanından yönetilenler olmak üzere cemaate ve diğer yandaşlara ait gazete ve televizyonların açıklamayı “tarihi adım”, “devrim gibi” başlıklarla gördüler.
İnkârcılığın en katı günlerinden, “kart-kurt”lardan, yasaklamalardan “seçmeli ders”e gelmek, ancak “devrim” olarak nitelendirilebilirdi onlara göre. Küçümsemek, hafife almak “nankörlük” ve “Türkiye gerçeğini bilmemek”ti. Hükümet, bütün milliyetçi ve “derin” tepkileri göze alarak bu adımı atmışken buna kayıtsız kalmak, “siyasi körlük”tü. “Anadilde eğitim” gibi “maksimalist talepleri” dayatmamalı, “hükümete yardımcı olmak” gerekirdi. Hükümetin yaptıkları takdir edildikçe arkası da gelirdi nasıl olsa.
Bu ve benzer argümanlar çeşitli liberallerin, burjuvazinin sözcülerinin ve ruhları iğdiş edilmiş kimi Kürtlerin dillerinden düşmüyordu o günlerde.
Peki, durum gerçekten de iddia ettikleri gibi mi?
Eğer zamanı dondurup, on binlerce insanın hayatına mal olan, milyonlarca insanın hapisler, sürgünler, acılar ve işkenceler pahasına katıldığı, bedeller ödediği ve halen ödemekte olduğu özgürlük mücadelesini yok sayarsınız; öncesi bir yana, 12 Eylül’den beri Kürt yurtseverlerinin, devrimci ve sosyalistlerin, keza demokrasi mücadelesi verenlerin yaptıklarını görmezden gelirseniz bile, bu yapılanlara o sıfatları veremezsiniz. Değil çünkü! Zira söz konusu olan bir halka mensup milyonlarca insanın nefes almak kadar doğal bir hakkının, ana dilde eğitimin tanınmamasıdır hala. “Seçmeli ders” dedikleri asimilasyon politikalarının devam etmesidir ve asimilasyon, tıpkı işkence gibi insanlık suçudur. Birilerinin “sizi öldürmüyoruz ama siz de işkence görmeyi kabul edin” demesi ne kadar “tarihi” ve de ahlaki ise bu da öyledir.(1) Ötesi değil?
Yıllar önce, bir panelde Hrant Dink, “Anadil hak mı, hukuk mu, tüm bunlar açıkça terbiyesizce dayatmalardır. Anadil hak, hukuk meselesini aşar, karın guruldaması gibi bir şey yani, neyini tartışıyoruz ki?” diye sorarken çoğumuzun şimdiki tartışmaların manası üzerine hissettiklerine tercüman oluyordu.
İnsani ve bir halka mensup olmaktan gelen en doğal haklardan biri, kendi anadilinde konuşmak, okumak, düş kurmak, eğitim görmektir. Bunlar tartışma götürmez haklardır. Eğer bir yerde bu türden bir tartışma varsa orada baskı vardır. Hele yasak, engel söz konusu ise durum zulümle, işkence ve faşizmle izah edilebilir ancak.
Adı Olmayan Dilde Seçmeli Ders
Hükümetin “Yerel Dil ve Lehçe” başlığı altına gizlemeye çalıştığı Kürtçe, dünyada en çok konuşanı bulunan 100 dilden biridir. Halen konuşulmakta olan 6 bin küsur dil arasında, objektif verilere dayanmayan nüfus oranları baz alınsa bile 40. sırada bulunmaktadır. Bunca konuşanı, güçlü ve köklü bir tarihsel arka planı olsa da Kürt dili ait olduğu topraklarda yıllar yılı yok sayıldı, yasaklandı, engellendi. Sömürgeci politikalarla, asimilasyon uygulamalarıyla öz yurdundan silinmeye çalışıldı.
Tıpkı Kürtler gibi dilleri de on yıllardır direnerek varlığını korudu, yaşama tutundu. Özellikle en büyük nüfus oranını barındıran Türkiye sınırları içerisinde son 50 yılda oldukça büyük oranda bir konuşan kitlesini kaybetse de, Kürtçenin direnişi devam ediyor. Kürt halkı, kendi diliyle var olma savaşından vazgeçmiyor çünkü.
AKP Hükümeti ve devlet, bedeli ne olursa olsun anadilinde eğitim talebinden vazgeçmeyen Kürt halkının önüne, bu isteğinin karşılığıymışçasına adını bile anmadan, “yerel dil ve lehçe” başlığı altında bir kaç saatlik seçmeli ders kararıyla çıktı. Yapılan düzenlemenin henüz bir uygulaması yok ama planlarına göre ilköğretim okullarında 4. sınıftan itibaren “seçmeli yabancı dil” statüsünde Kürtçe okutulacak. Üstelik Kürtçe’yi öğrenmek isteyenler başka bir “yabancı dil” dersini seçemeyecekler.
“4+4+4 düzenlemesi ile okula başlama yaşı erkene çekildi. Dolayısıyla okulda asimilasyon süreci daha erken başlayacak. Bu yeni düzenlemeyle kendi anadilin “yabancı dil” kapsamında “öğrenecek” olan çocuklara, ondan önceki 4 yıl boyunca dilleri unutturulmaya çalışılacak. Asimilasyon cenderesinden geçen küçücük çocuklar ‘tep tip’leştirici, gerici ve antidemokratik eğitim sistemi ile şekillendirilecekler. Frantz Fanon’un altını çizdiği gibi sömürgelerdeki ezilen halkın çocukları “okulda önce kendi lehçelerini hor görmeyi öğrenirler.”(2) Dolayısıyla İngilizcenin, Fransızcanın ya da Almancanın karşısına bir seçenek olarak konulacak Kürtçe, konuşanın başını derde sokan, polisten, gerici ve faşistlerden dayak yemenin, işkence görmenin vesilesi olan bir dil gibi tanıtılıp gösterilirken olacak bunlar. Bu koşullarda küçücük çocukların aileleri üzerinden kendilerine “kapalı tutulan bir takım kapıları açacak bir anahtar olarak”(3) öğretilen egemen dille konuşmaya yönelecekleri açıktır.
Kürtçenin yaklaşık 90 yıldır ret ve inkâr cenderesinde tutulmasının, yasaklı ve lanetli bir dil olarak sunulmasının doğal bir sonucudur bu. Kürt ailelerinin ve çocuklarının algılarıyla ilgili bir sorun değil sözünü ettiğimiz. Bir arada yaşayan halklar bakımından da sorunlu bir süreç var ortada.
Bırakın seçmeli ders olarak verilmesini, tümüyle anadil eğitimine geçilse bile Kürtçe dezavantajlı bir dil olmaya devam edecektir. Bu, mevcut siyasal yapı ve ortamla doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla çözüm için rejimin yapısında değişim, anayasal-yasal güvenceler, pozitif ayrımcılık ve sahici bir barış iklimi gerekli olacaktır.
Ne var ki, henüz bu noktadan uzaktayız. Kürtlerin en doğal hakları olan “anadilde eğitim”e hala “kırmızı çizgi” demeye devam ediyorlar. Anayasa ve yasalarla engeller-yasaklar sürüyor. Egemen sömürgeci zihniyet tüm kibirli halleriyle iş başında. Burunlarını sürten mücadele gerçeğini görmezden geldikleri için, “seçmeli ders” düzenlemesinde Kürtçenin adı yok. Tıpkı “yasa uygulayıcı” mahkemelerinde olduğu gibi “bilinmeyen dil” statüsünde Kürtçe. Buna rağmen yapılana “devrim” denilmesini istiyor, eleştiri ve itirazları kibirli bir öfkeyle reddediyorlar.
Bir TV programında Kürtlerden yaka silker gibi söz ediyordu Erdoğan, “İstedikleri hiç bitmiyor ki” diye yakınarak, kadir kıymet bilmez bir halk olduklarını ima ediyordu. Tam da burada, Fransız sömürgeciliğinin uygulamalarını eleştiren J.P. Sartre’ın bir sorusunu tekrarlayabiliriz: “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardığı bu insanların başlarını yerden kaldırdıkları zaman onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?”(4)
Anadilde Eğitim Ve Rejim
Bugün hala yürürlükte olan 12 Eylül Anayasası “tek dil” dayatmasının başlıca kaynağıdır. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen 3. maddeye göre “Türkiye Devletinin... Dili Türkçedir.” “Resmi dil” gibi kapsamı belirleyen ya da başka dillerin varlığını içeren bir ifadeyi tercih etmeyen 12 Eylülcüler, hazırladıkları Anayasa’nın çeşitli maddelerine de bu ırkçı faşist zihniyetlerini yansıtmıştı. Örneğin 42. maddenin son fıkrasında “Türkçeden başka hiç bir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” deniliyor. Bunun “Kürtçe anadil olarak okutulup, öğretilemez” fikrinin yasa kılıklı hali olduğu açıktır. Kaynağını Anayasa’dan alan ve bir kısmı sonradan değiştirilen yasalarda da bu zihniyet varlığını ortaya koymaktaydı. Özal döneminde revize edilen 2932 sayılı yasanın ilgili hükümleri buna örnek olarak verilebilir. O yasaya göre, “Türkçeden başka hiçbir dil anadili olarak kullanılamaz”dı. Eğitim-öğretim değil, apaçık konuşma yasağıydı bu. Kan ve gözyaşı ile uygulandı.
Yıllardır süregelen mücadelelerle bir bölümü işlevsizleştirilen bu faşist yasakların ruhu hala yasalarla varlığını korumaktadır. Eğer bugün TRT-Şeş varsa, yine “seçmeli ders” konusu gündemdeyse bu tümüyle yürütülegelen en ağır bedelli mücadelelerin ürünüdür. Bu çok net. Devlet bu adımları, “Kürt halkının meşru ve doğal hakkıdır” diye değil, anadilde eğitimin, hak ve özgürlüklerin, eşitlik ve adalet taleplerinin karşısında bir barikat gibi duran gerici faşist varlığını sürdürebilmek için attı. Dolayısıyla tüm demagojilere ve pazarlama stratejilerine rağmen bu adımlarla mevcut krizin çözümü olanaklı değil.
Anadilde eğitim yasağı sömürgeci rejimin üzerinde yükseldiği gerici temellerden biridir. Hal böyle olunca gerçek bir çözüm doğrultusunda atılacak her adımı bu temeldeki bir sarsıntı gibi algılamaktadır rejimin sahipleri. Anadil yasağı ile rejim arasında simbiyotik bir ilişkinin varlığından bile söz edilebilir. Birinin yaşaması diğerinin varlığına bağlıdır adeta. Bu nedenle çözüm için atılabilecek adımları varlıklarına kast edilmişçesine gerici bir reaksiyonla karşılamaktadırlar. Ve bu zihniyet neredeyse cumhuriyetle yaşıttır.
Cumhuriyet’in Kürtçe İle İmtihanı
Doğu Kürdistan doğumlu, dilbilimci Amir Hassanpaur’un doğru bir tanımlamasıyla ifade ettiği gibi egemenlerin Kürtçe ile ilişkisi “dil kırım”ı temelindedir. Hassanpaur, “Konuşan sayısı bakımından (25-30 milyon) dünyada 40. sırada bulunan Kürtçe 1918’den beri coğrafi olarak dört birbirine komşu devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) arasında zora dayalı bir bölünmüşlük içindedir. Dilkırım, dilin kasıtlı olarak katledilmesi, Türkiye’de 1925 ten beri, İran’da özellikle 1925-41 arasında ve Suriye’de özellikle 1960’tan beri uygulanmaktadır. Resmi bir “bölgesel dil” olarak Kürtçeye izin verilen Irak’ta dahi Kürt milliyetçiliğini belki sınırlar içine hapsetme aracı olarak Araplaştırma uygulanmıştır” diyerek bu tanımın dayandığı nedenleri sıralıyordu.(5)
“Dilkırım” siyaseti Kürt inkârının Cumhuriyet’le başlayan acılı sürecinin bir başka adıdır. Bu süreç Ermeni soykırımının “mantıki” bir sonucudur aynı zamanda. Ne yazık ki, bu büyük utanca yol açan o kırım günlerinde ittihatçıların yanında saf tutan kimi Kürt aşiretleri, kendi kıyımlarına giden yolu da kanlı elleriyle açmış oldular.
Bilindiği gibi Lozan’a “Türk ve Kürtleri temsilen” giden İnönü geriye döndüğünde Kürt ülkesi resmen 4 parçaya bölünmüştü. İnönü konferanstayken bir kısım Kürt aşiretleri, yeni devletin teşvikiyle, “arkanızdayız” içerikli ilanlar vermişlerdi gazetelere. Kürtleri temsil değil tecrit eden İnönü, altına imza attığı anlaşma ile “yeni Cumhuriyetsin daha en baştan hastalıklı-krizli doğduğunu ilan etmiş, inkâr ve asimilasyon yoluyla sonuç alacaklarını varsayarak, savaş öncesi Kürtlere verdikleri “ortak vatanda kardeşçe yaşama” sözlerini unutan Mustafa Kemallerin politikasını uygulamıştı.
Oysa “Kurtuluş Savaşı” boyunca “Türkiye halkı” kavramını kullanan M. Kemal ve arkadaşları, “müslümanlık” ortak paydası ve “makam-ı Hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin temin-beka ve mahfuziyeti gayesi” ile Kürtlerle protokoller imzalamışlardı. Orada “Kürtlerin serbesti-i İnkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i ırkiye ve içtimaiyece mashar-ı musadat olmaları”na(6) dair irade beyanında bulunmuşlardı. (Amasya-22 Ekim 1919)(7)
Gerçi M. Kemal daha sonra hazırladığı ünlü Nutuk’ta protokolün bu bölümlerini sansürlemişti ama belgeler devlet arşivlerinde olduğu için gerçeklerin üzeri örtülemiyor.
Yine Kürtlere muhtariyet (özerklik) verilmesine dair gerek TBMM’de, gerekse başka platformlarda alınan kararlar, bulunulan vaatler, M. Kemal’in İzmit’teki basın toplantısında (16-17 Ocak 1923) bu kapsamda söyledikleri hep “unutulmuş” ve 1924 Anayasası’nda “Türkiye ahalisinde din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” denilmişti.
Kuzeyli Kürtlerin Misak-ı Milli hapishanesindeki tutsaklığı başlamıştı artık. Milyonlarca insan dörde bölünmüş, vatanlarının Kuzey parçasında adları-dilleri ve varlıkları inkâr edilerek esir alınmıştı. (Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde yaşananlar bu büyük hapishanenin bir tezahürüdür aslında.) Sonrası bu tutsaklıktan kurtulma mücadelesidir özü itibariyle. Koçgiri, Şex Said, Ağrı/Zilan, Dersim... Her biri şu veya bu düzeyde aynı amaca bağlıdır. Arada “tutsaklık koşullarının iyileştirilmesi” gibi talepler yükseldiyse de, asıl ve nihai amaç özgürlüktür.
Bu, “Kürtler ne istiyor” sorusunun cevabıdır aynı zamanda...
Şimdi, “Cumhuriyet Dönemi”nde Kürtçe ve Kürtlerin yaşadıklarına hızlıca bakabiliriz. Fakat buna geçmeden kısa bir ön bilgi paylaşımı konuyu daha anlaşılır kılabilir.
Osmanlı döneminde “ümmet-i Muhammed” üst kimliği ile “bir millet” (millet-i hakime) sayılan Kürtler, görece özerk pozisyonlarından ve diğer dinlere mensup halklar (millet-i mahkûme) karşısındaki ayrıcalıklarından memnun sayılırlardı. Bu pozisyonlarını korumak istiyorlardı. M. Kemal ve arkadaşları ile imzaladıkları “Amasya Protokolü”nün özünde de bu vardı.
Osmanlı’da, geleceği temsil iddiasındaki Jön-Türkler, dolayısıyla İttihat ve Terakkiciler bir yandan Kürt aşiret önderlerini ve aydınlarını ortak hareket etmeye çağırırken, diğer taraftan üzerinden yükselecekleri siyasal ve milli temeli inşa ediyorlardı. Ve aslına bakılırsa daha o zamandan, Kürtler, “Kürt olarak” yoktur bu “gelecek planlarında”. Onlara “cesur kılıçlar” ve ölümüne savaşan askerler olarak ihtiyaçları vardı sadece. “Ortak bir vatanda eşit haklarla birlikte yaşamak” planda bulunmamaktaydı.
Nitekim daha 1908’lerde “Şura-yı Ümmet”te ilk siyasal programlarını yayınlayan İttihatçılar, “Türkiye’nin resmi dil olarak ilkokullarda zorunlu eğitim dili olacağını, tüm yazışmaların Türkçe yapılacağını” ilan ederek bu niyetlerini ortaya koymuşlardı. Güya bu da “özgürlükçü” bir programdı...
Ne var ki, henüz iktidar değillerdi ve kendilerini yok sayan, asimilasyoncu politikalarına tepki gösteren Kürtlere ve diğer kesimlere ihtiyaçları vardı. Bu amaçla söz konusu programda kimi revizyonlar yaptılar. Buna göre, Türkçe yine zorunlu eğitim dili olurken, diğer etnik gruplar “öğrenim dili” olarak kendi dillerini kullanabileceklerdi. Bunlar o dönem Kürtlerin ağzına sürülen “bir parmak bal”dı.
Nitekim ardılları iktidar olduktan sonra bunların tümü unutuldu.
Yeni rejimin “kurucu aklı” daha iktidar olmadan Kürtlere asimilasyonu dayatırken, Ermenilerin payına 1915’teki tehcir ve kıyım düşmüştü. Yaptıkları yapacaklarının güvencesiydi.
Türkleştirme-Asimilasyon Cenderesi
Şex Said İsyanı’ndan 13 gün önce, 27 Ocak 1925’te Türk Ocakları nekresinde bir konuşma yapan İsmet İnönü, Cumhuriyet rejiminin “millet olma” politikasını açıklıyordu. “Vazifemiz” diyordu İnönü, “Türk vatanı içinde bulunanları behemehal (mutlaka) Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”(8)
İşte bu ırkçı zihniyet, başta Kürtler olmak üzere, Rum, Ermeni, Çerkes, Laz, Gürcü, Arap, Yahudi ve diğer ulusal topluluklara karşı uygulanan baskı, zor ve asimilasyon politikalarının tipik bir örneğidir. “Herkes Türk olsun” diyerek duvarlara yazılar yazan günümüzün ırkçı faşist güruhları yeni bir şey söylemiyorlar yani. Ataları da çok uğraştılar bunun için! Denemedikleri zorbalık ve zulüm kalmadı.
Örneğin Şex Said İsyanı’ndan sonra Eylül 1925’te yürürlüğe sokulan “Şark Islahat Planı” Kürtlerin sürgün edilmelerini, idam ve tutuklamaları, Kürtçe konuşmanın yasaklanıp ağır para cezasına tabi tutulmasını, köy ve bölge isimlerinin değiştirilmesini, Kürdistan’a Kürt olmayan Çerkes, Türkmen, Laz vb. toplulukların yerleştirilmesi, asimilasyon uygulamalarının devam etmesini, bunun için yaygın yatılı bölge okullarının açılmasını içeriyordu.
Kürtlüğün varlık nişanesi dildi ve yeni rejim bu dili ve dolayısıyla Kürtlüğü yok etmeye kararlıydı. Kız okullarının açılması, parasız yatılı bölge okullarının yaygınlaştırılması çağdaşlık adına sunulan asimilasyon uygulamalarıydı. O dönemlerde öğretmenlik yapmış ve kendini çağdaş Türk nesilleri yetiştirmeye vakfetmiş bir öğretmenin anılarında anlattıkları bu bakımdan dikkat çekicidir. “Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksulların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçe’nin bu köylere “ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden, ilk kez sultaniyesinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset adamı yetişmişti. “Buraya da Türkçeyi ana ile sokacağız” diyorlardı.”(9)
Anadillerini unutturmak, yok etmek için “ana”ları asimile etmek amacını bu sözler gayet net anlatıyor aslında. “Neden o ‘ana’yı kendi dilinde eğitim verip, geliştirmiyoruz” diye sormak yerine, daha zor ve insanlık dışı bir yol izlendiğini sorgulamayan zihniyet, günümüzde bile “çağdaşlık” adına savunulabiliyor ne yazık ki!
İnkâr ve asimilasyon rejimi, Türkleştirme işini sadece okullarla yapmadı elbette. Ancak bu yoldaki en etkili araç okullardı. Çünkü okul, çocukları hedefliyordu ve Kürtçenin potansiyel konuşanlarını azaltıp, yok ediyordu. Kürt çocukları “ya asimilasyon ya eğitimsizlik” seçenekleri ile karşı karşıya kalıyordu. Aslında “zorunlu eğitim” uygulaması ile böyle bir seçim olanağı da bulunmuyordu.
Asimilasyon politikalarına karşı herhangi bir itiraz geliştirildiğinde hem “yasa” sopası sallanıyor, hem de kemalist koro devreye girip “çocukların, kızların cahil kalmasını savunan gerici” sözleriyle bombardımanda bulunuyordu. Bu, günümüzün de sorunlarından biridir. “Baba Beni Okula Gönder” tarzı kampanyaların “kız çocuklarının okutulması” gibi meşru bir talep arkasına gizlenen asimilasyonist amaçlarının olduğu tartışmasızdır.
“Ya Türkçe ya eğitimsizlik” seçeneği zorbalıktır. “Kırk satır mı kırk satır mı” dayatmasından farksızdır. İnsanlara üçüncü dördüncü bir yol önermemek, o yolların önünün açmamak kemalist rejimin Kürtlere ve dolayısıyla Türklere yaptığı kötülüklerden biridir. Bu, siyasal amaçlı ideolojik kumpas, asimilasyona karşı söz söyleyenleri de etkisizleştirmiş, birçok ilerici aydın bu zorbalık dayatmasında taraf kılınmıştır. Oysa olması gereken bellidir: “Eğitime evet ama anadilinde” . Bu kadar “basit”!
Ancak “Cumhuriyet” zor olanı seçti ve on yıllardır bu yanlış yolda, ağır bedeller ödenen politikalarda ısrar ediliyor.
Tüm cumhuriyet döneminde uygulanagelen politikaları oldukça net ortaya koyan 1930 tarihli gizli bir “İçişleri Bakanlığı Genelgesi”nde ifade edilenlere biraz daha yakından bakalım. Zira oradaki belirlemeler ve zihniyet hala güncel ve uygulanmaktadır.
“Madde 8: Şehir ve köylerde dil cemiyetleri teşkil ederek yalnız Türkçeyi konuşturmaya çalışmak, bu hususta Türk Ocaklarından, mektep muallimlerinden, ... Türkçe konuşan Türklerden intihap edilmesine azami dikkat olunacak köy imamı, muhtarı, bekçisi, tahsildarı, korucusu vesaire memurlardan çok istifade olunur” (Türk olmayanları korucu bile yapmayın diyen bu zihniyet şimdi kendi kardeşlerini vursun diye onbinlerce Kürt korucusuna maaş veriyor).
“Madde 9: Türklüğe ve Türkçeye paye vermek som Türkçülüğün ve münhasıran Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu bilfiil kendilerini göstermek” (Türk olmayanların hem şerefleri yok sayılıyor, hem de dillerini “maddeten” kazanç için terk etmeleri isteniyor. Bu amaçla alenen rüşvet teklif ediliyor. Her bakımdan aşağılıyorlar başka bir deyişle).
“Madde 10: Bilhassa kadınlar arasında Türkçe’nin taammümüne(10) (yaygınlaşmasına) çalışmak, bunların Türk kızlarının Türkçe konuşmayan köylülerle evlendirilmesini teşvik etmek ve suretlerle yerleştirmek” (“önce kadınları” vurun diyen faşist zihniyetin bir başka tezahürü).
Bahsi geçen genelgede başka maddeler de var elbette. Ancak aşağıda uzunca alıntılayacağımız madde üzerinde özellikle durmak gerekiyor, çünkü orada belirtilenler güncel olarak sürmekte olan bir dizi uygulama ve davranışı da önceliyor.
“Madde 12: Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet adet ve ananelerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatleri mazilerine bağlayan rabıtalar olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı adetleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiçbir suretle tergip (isteklendirmek) ve terçi (cesaretlendirmek) edilmeyerek adi ve iptidai mahiyetleri her vesile ile teşhir olunarak takbin ve tayip edilmeli (çirkin gösterilmeli, ayıplanmalı) o lehçeyi konuşan zümrelere mensup fertlerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve kendilerine hiçbir suretle mesela Boşnak, Çerkes, Laz, Kürt, Abaz, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakabı vermemek, köylerin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve mesela Çerkes köyü vesaire gibi ayrılıklara müsaade etmemek ve ettirmemek ve kendilerini ve yerlileri buna alıştırmak ve evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine Türküm dedirtmek, hülasa dillerini, adetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak, her Türk’e teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.”(11)
Aradan geçen 82 yıla rağmen bu madde somutlanan asimilasyoncu, inkârcı ve ırkçı zihniyetin uygulamaları hala gündemde değil mi? Çocuklar hala ana-babalarının dillerinden, geleneklerinden utandırılmıyor mu? TV dizilerindeki “Kiro”ların Kürtler, saf ya da yer yer ebleh gösterilenlerin Lazların olması tesadüf mü? Detaylı bir araştırma ile daha fazlasının da tespit edileceği açık olan, isimleri değiştirilen “40 il, 368 ilçe ve 7526 köy” bu coğrafyada değil mi? Belediyelerin sokak ve parklara verdiği isimler yasa ve yönetmeliklerle engellenmiyor mu?
Kuşkusuz sorular çoğaltılabilir ancak üzerinde durmak gereken bir boyutu daha var ki o da çok önemli... Bu genelgede somutlaşan zihniyet eliyle öyle aşağılayıcı bir baskı örgütleniyor ki, anadilleri Kürtçe olan çocuklar kendi kimliklerinden, ana babalarından utanır hale getirilmek isteniyor. Kendine güvensiz, kişilikleri zedelenmiş bu çocuklar daha hayatlarının başında maruz kaldıkları bu baskılar nedeniyle travmalar yaşıyorlar. Kürtçe konuştu diye arkadaşlarını ihbar etmekle yükümlendirilen nice çocuk, alet edildikleri bu kirli ve onur kırıcı tutumun izlerini ömür boyu taşıyorlar. Cumhuriyet tarihi bu bakımdan travmalar tarihidir, sayısız Kürt çocuğu için her okul gününde bağıra bağıra “Andımız” yalanını söyleyen bir çocuk ne kadar bunlardan azade kalabilir ki?
Çocuklar -Anadili Ve Eğitim Sistemi-
İlkokula başlayana kadar, eğer aile asimile olmamışsa, ev ortamında Kürtçe konuşan, düşünen, düş gören çocuklar, okula gittiklerinde, önce dillerinden oluyorlar. Yasakla tanışıyorlar. Bazıları 6-7 yaşında yeni baştan konuşmayı öğrenmeye zorlanıyorlar.
Oysa çocuklar anne babalarından, aile ve çevrelerinden, içinde yaşadıkları kültürel ortamdan, doğuştan itibaren, herhangi bir sistematiğe ve bilinçli yönelime dayanmadan, doğal olarak dilsel bir kimlik edinirler. Dil bilimci Prof. Dr. Doğu Aksan “anadil, başlangıçta anne ve yakın aile çevresinden, daha sonra ilişkili bulunulan çevrelerden öğrenilen, insanın bilinçaltına inen ve bireylerin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan dildir” derken bu gerçeğe dikkat çekiyor. Yine Prof. Aksan “çocuğun konuşmaya başladığı sırada annesinden, aile çevresinden öğrendiği anadil, kuşaktan kuşağa aktarılan ulusun kültürüyle sıkı sıkıya ilişkili bir bildirişme (iletişime) dizgesidir, bir toplumsal kurumdur”(12) diyerek dil ve ulusal aidiyet arasındaki ilişkiye vurgu yapıyor. İşte bu aidiyet mensubu Kürt çocukları (ki bu dillerinin korumaya çalışan diğer ulusal topluluklar için de geçerlidir) büyük acılar çekerek asimilasyon çarklarının içine giriyorlar.
Eğitim-Sen tarafından hazırlanan “Anadilinin Önemi ve Anadilinde Eğitim” (Bundan Sonra Eğitim- Sen broşürü) isimli broşürde de dikkat çekildiği gibi “Türkiye’de anadili Türkçeden farklı olan çocuklar, anadili Türkçe olan çocuklarla aynı öğretim programlarına devam etmektedirler. Türkiye’deki eğitim sisteminde Türkçeyi bilmeyen ya da Türkçe bilgisi yetersiz olan çocuklara yönelik dil eksikliklerini kapatacak programlar ve özel yaklaşımlar bulunmamaktadır”.
Böyle olunca Türkçe bilmeyen ya da az bilen Kürt çocukları anadili Türkçe olanlara göre, dilbilimci Zana Farqini’nin deyimiyle “5-0 mağlup” başlıyorlar ilkokula. Onlar, yok sayılan aşağılanan yasaklı anadillerini unutup, yeni bir dil öğrenmeye çalışırken diğer çocuklarla aralarındaki mesafe artıyor.” Eğitimde fırsat eşitliği”nin kapitalizm koşullarında zaten olanağı yok ama dil farkı bu eşitsizliği katmerleştiriyor.
“İyi ya, herkes Türkçe öğrenir, Kürtçeyi unutursa bu sorun da ortadan kalkar” gibi lümpen faşizmine özgü değerlendirmeleri bir kenara bırakırsak, bilimsel araştırmaların gösterdiği şudur; kendi anadilinde eğitim alan bireyler, bu dilin yanında ikinci üçüncü dilleri daha çabuk ve başarılı öğreniyor. Eğitim-Sen broşüründe de denildiği gibi “çocuğun kendi anadilinde eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmi dili ve hatta başka pek çok dili öğrenmesine ve kullanmasına engel değildir” Çok dilli eğitim veren ülkelerde bunun başarılı örnekleri mevcuttur.
Yıllar içinde birçok kez düzenlenen demokratik eğitim kurultaylarının hemen hepsinde alanın uzmanları anadilde eğitimin gerekliliği ve sonuçları üzerine konuşmalar yaptılar, tebliğler sundular. Aşağıdaki değerlendirmeler 1998 yılında Ankara’da Eğitim-Sen tarafından düzenlenen Demokratik Eğitim Kurultayı’na sunulan ve altında Prof. Dr. Ali Nesin, Doç. Dr. Fatma Gök, Doç. Dr. Gürsen Topses ve diğer katılımcı öğretmenlerin imzalarının bulunduğu bir rapordan alınmıştır. Güncelliğini koruyan rapor “eğitim felsefesi” üzerine şunları vurguluyor: “Eğitimi bireyin ben merkezli ruhsal, zihinsel ve bedensel biçimlenmesine, bilgi ve beceri kazanmasına yönelik olarak düşündüğümüzde, bireyin aile ortamında ve günlük yaşamda konuştuğu dil ile yani anadilinde eğitim görmesi kaçınılmazdır. Çünkü anadili, insanın topluma katılmasını, toplumu etkilemesini, toplumdan etkilenmesini bilgi edinme ve aktarımını sağlayan en temel unsurdur. Farklı etnik kökenden gelen halkların bilinçli bir şekilde, egemen anlayışın dayattığı tek dile dayalı asimilasyoncu yöntem bilimselliğe aykırıdır.”(13)
Bunu temellendirirken de:
Birey, kendi anadiliyle daha sağlıklı ve olumlu düşünür.
Birey, eğitimi anadilinde gördüğünde bilgiyi daha çabuk kavrar.
Anadilinde eğitim gören bireyin ruhsal gelişimi daha sağlıklı olur.
Anadilinde eğitim gören birey kendisini güven içinde hisseder.
Dil-kültür arasındaki güçlü bağ çerçevesinde anadilini bilen çocuk, çevresiyle yakınlarıyla daha sağlıklı ilişikler içine girer. Bu da bireyin toplumsal bir varlık olarak kişiliğinin kimliğine uygun gelişmesini sağlar.
Bu temel ilkelerden hareketle “anadilinde eğitim, eğitim felsefesinin temel ilkelerindendir”.
Anadilde Eğitim Böler mi?
Çok değil, 2000 yılının başlarında “Kürtçe dersinin seçmeli dersler kapsamında üniversite bünyesinde okutulması” talebi ile bulundukları yükseköğrenim kurumlarına başvuran ve aralarında SGD’lilerin de bulunduğu yaklaşık 22 bin üniversite öğrencisine YÖK yürütme Kurulunun 2001/37 sayılı kararı ile verilen yanıta bakılırsa “Kürtçe eğitim talebinin masum bireysel hareketler olmayıp, bölücü terör örgütü PKK’nin doğrudan ve dolaylı yandaşları ve destekçileriyle birlikte planlayıp organize ettiği, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bölücü faaliyetler olduğu” açıktır. Yine Üniversitelerarası Kurula göre “Türkiye cumhuriyetinin ve Türk milliyetinin temel dil birliği olup bundan asla ödün verilemez Türk milletinin anadili Türkçedir.” Dolayısıyla bu talep sahipleri suç işlemektedir.
“Bilim yuvası” iddialı üniversiteler adına polis-asker jargonuyla yazılmış bu kararlar ibretliktir. YÖK’cüler bu utanç beyanlarıyla yetinmediler elbette. Gereğini yapmaları için rektörlere ve “ilgili kurumlara” çağrı yaptılar. Ardından binlerce öğrenci hakkında soruşturmalar açıldı, yüzlercesi okuldan uzaklaştırıldı. Başta Ankara DGM olmak üzere bir dizi mahkemede davalar açıldı. Yüzlerce öğrenci işkenceli sorguların ardından tutuklandı, aylarca hapiste kaldı.
Bunlara bakıp, “ülkede demokrasi adına büyük gelişme kaydedildiğini” dün okuldan atılma ya da tutuklanma gerekçesi olan Kürtçe dersi talebinin artık hükümet eliyle serbestçe uygulandığını, sorunun çözüldüğünü söyleyenler, hadi kibarca olsun, gerçeği ifade etmiyorlar. Çünkü “seçmeli ders” isteyenleri tutuklayanlar, bugün zaten tutuklu olan ve anadilinde savunma yapmak isteyenleri serbest bırakmıyor, rehin tutuyorlar. 2009’dan beri onurlu bir duruş sergileyerek anadilinde savunma hakkını kullanmakta ısrar edenler, Kürtçenin özgürleşme mücadelesinde hem siyasi hem de ahlaki bakımdan oldukça kıymetli bir yerde duruyorlar. Onlar “bilinmeyen dil” denilerek küçümsenen Kürtçe bayrağını onurla dalgalandırıyor, bütün dillerin konuşanları için değerli olduğunu, bedensel özgürlükleri pahasına gösteriyorlar.
“Anadilde eğitim böler mi” sorusuna “anadilde eğitim ülkeyi bölmez” gibi savunmacı izahlarda bulunmanın dahi zül kabul edilmesi gerekir. Bir halkın en doğal hakkını yasaklayarak birlik sağlayacağını zannedenler akılsız bir takım ırkçı-faşistlerdir. Dünyayı bilmeyen sefillerdir. Evet, anadilinde eğitim bir ülkeyi bölmez ama yasaklar böler. Hem de her bakımdan çok dilli-çok kültürlü olmanın bir coğrafyaya kattığı zenginliğin farkına varmayanlar, ancak Hitlervari ırk saplantıları olanlardır. Bu zihniyetleri dünya için felakettir.
Dipnotlar
1-Gerçi Kürtlerin başına bu da geldi. Aslen Kürt olan Tarım Bakanı Mehdi Eker, “Eskiden Kürt siyasetçileri sokakta öldürüyorlardı. Şimdiki hükümet hiç değilse hapishaneye atıyor” mealinde sözler söylemişti.
2-Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, s. 23
3-Age, s. 42
4-Aktaran Fanon, age, s. 32
5- Vesta Dergisi, Deneme Sayısı, s. 190
6-“Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmesine” (Türkleştirilmiş hali). Aktaran Prof. Ahmet Özer, Kürtler ve Türkler, s. 290.
7-Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, s. 82
8-Aktaran Dr. Aldülkadir Kıran, Serbesti Dergisi, sayı 21, s. 70
9-Age, s. 71
10-Taammüm: Kültür öğelerinin ya da kültür karmaşalarının coğrafya bakımından yer değiştirerek bir toplumdan başka bir topluma yayılması süreci.
11-M. Bayrak’tan aktaran Dr. A. Kıran, Serbesti, sayı 21, s. 72, İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 10
12-Aktaran Faik Bulut, Kürt Dilinin Tarihçesi, s. 371-73
13- Vesta Dergisi, sayı 3-4, s. 270