Hıristiyanlık, Roma kölelik düzeni içinde ortaya çıkmıştır. Başlangıçta öğretileri, yeryüzünde karşılaştıkları eziyete katlanmalarının ödülünü ahiret yaşamlarında alacaklarını vaaz ediyordu. Dünya nimetlerinden, maddi yaşamdan, zenginlik ve şatafattan, lüksten uzak durma, sufice bir yaşam, yoksul ve kanaatkâr, çileci hayatı yeryüzünün sınavı olarak öneriyordu. Kölelik düzeninin devamından yana, köleliğe katlanmayı tanrısal buyruğa karşı çıkmamanın bir gereği olarak kabul ediyordu. Köleliğe başkaldırı, sınıf çelişkilerinin derinleşmesi, halk-devlet çatışmasının sertleştiği koşullarda Hıristiyanlık içinden isyancı doktrinler uç vermeye başladı.
Roma-Bizans toprak mülkiyetindeki değişim, feodalitenin gelişmesi, Hıristiyanlığın egemen sınıf dini haline gelişi, muhalif mezheplerin yasaklanması, Sasani-İran düşünce dünyası ile yoğun ilişki (Manicilik-Mazdekçilik) Anadolu’daki muhalif mezheplerin isyancı damarlarını besliyordu.
İsa’nın tarih sahnesine çıkışı ile Roma köleci düzeninin çürümüşlüğü arasındaki zamandaşlık ve paralellik tarihsel bir tesadüf değil, toplumun, yeni bir sosyo-ekonomik evreye geçiş zorunluluğunu dayatmış olması ile bağlantılıdır. Akdeniz çevresinde ortaya çıkan Hıristiyanlıkta, koyu bir sefalete itilmiş aşağı tabakaların, sosyal ve ekonomik taleplerine bir karşılık buldukları kabul edilmelidir. Ancak, ne zaman ki kiliseler biçiminde kurumlaştı ve resmi din halini aldı, Hıristiyanlığın sosyal ve ekonomik umut vaazları ve özlemleri karardı.
Din ve inanç sistemleri o toplumun sosyo-ekonomik koşullarından bağımsız değildir. Mezhep ve tarikatlar her zaman alt tabaka olgusudurlar ve egemen sınıflardan da heterodoks inançlar yükselmez. Her sosyo-ekonomik düzende ve bu düzeni sürdüren her toplumda siyasal ve sosyal mücadeleler, düzenle çelişki içinde ve çatışma halinde olan kesimlerin hareketi, genellikle üzerine dini bir örtü geçirerek ortodoks dine dayanan devlet otoritesine karşı dinsel-mezhepsel ayrılık gerekçesiyle başkaldırır. Kapitalizm öncesi sosyo-ekonomik düzenlerin başat görünümü bu tarzda din-mezhep örtülü sınıf mücadelesini yansıtır.
Hıristiyanlık III. yy’dan itibaren varlıklı sınıflar arasında kendine yer bulmaya ve yerleşmeye başlar. Gerçek sınıf zeminine oturduktan itibaren de zenginliği ve özel mülkiyeti haklı gösterme ve kutsama görevine soyunur. Egemen sınıf ideolojisi haline gelen kurumsal Hıristiyanlık, sınıfsal farklılıkların temsil edildikleri mezheplerle de bu dönemden itibaren ayrışır.
İlk ve en ünlü Hıristiyan rahipler “Küçük Asya”-Anadolu’dan çıktıkları gibi, ilk ve önemli özel mülkiyete muhalif, ortakçı, eşitlikçi din adamları da bu topraklardan çıkmıştır. Keza Ortodoks Hıristiyanlığın anayurdu ne kadar Anadolu ise heretik Hıristiyan mezheplerin yatağı da yine Anadolu olmuştur. Kuşkusuz sosyal-iktisadi gerekçeleri vardı bu olgunun. Önemli uygarlıklara beşiklik eden, kültürel olarak gelişkin bir coğrafyadır. Tarımsal üretim, el zanaatkârlığı ve maden işleme Anadolu coğrafyasının besin ürünleri ve ticari ürünler bakımından öne çıkarmış, zenginleşmiştir. Doğu-Batı ticaret güzergâhı olması da coğrafi konumunun diğer avantajıdır. Gelişkin ekonomisi sınıflaşma olgusunu hızlandıran etken olmuştur. Bu nedenle Antakya, Kapadokya, İznik, Efes, Kadıköy, İstanbul konsülleri Hıristiyan öğretisinin geliştirilmesinde, bütünlüklü bir dinsel öğreti-ideoloji haline gelmesinde esas rolü oynamışlardır. Paralel olarak muhalif dini-sosyal akımlar da öğretilerini aynı güzergâhta oluşturmuşlardır.
İlk örneklerden olduğu için burada Aziz Büyük Basileios’tan söz etmek yerinde olacaktır.
III. ve IV. yy’da Karadeniz’i aşağıdan kuşak gibi saran, Küçük Asya’nın doğusu ile güneyine yayılan, esas olarak Grek denizcilerinin kurdukları kolonilerden oluşan, küçük, zengin, bağımsız bir devlet vardır: Kapadokya!
Bugün tarihi bir ören yeri olarak bilinen bu bölge IV. yy’da Roma’ya bağlanmış, başkenti Kaisareia olan eyalet iline dönüştürülür. Yerli tüccarlar ve alışveriş için geçici olarak yerleşen yabancı tüccarlar Kaisareia’nın sömürücü sınıfını oluştururlar. Vergi tahsildarı Romalı memurlar diğer sömürücü tabakayı temsil ederler, üçüncü tabaka ise “kaba ve vahşi Kapadokya köylüleri”nden oluşur. Aziz Basileios 370 yılında bu Kapadokya’nın başkenti Kaisareia metropolitliğine atanır. Ailesi köklü, satrap serveti sahibi, kendisi de varlıklı, hiçbir maddi sıkıntısı olmayan birisiydi. Sosyal vaazlarına uygun ve tutarlı bir yaşam ilkesine sahipti. Mal varlığını satıp gelirini fakirlere dağıtmış, kendisine kıt kanaat yaşayabileceği kadar gelir bırakmıştır. Çocukluğundan itibaren Kapadokya halkının sefaletine tanık olmuş, Hıristiyan tüccar ve toprak sahiplerinin aşırı sefahatine tepki duymuştu. Zenginlerin haksızca mal-mülk ediniyor olmaları ve rejimin bunu onaylıyor ve göz yumuyor olmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Özel mülkiyet sistemine dayalı ekonomik düzen Basileios’un düşüncelerine göre “mükemmel mutluluk çağının açılışına başlıca engel” oluşturuyordu.
“Malların müşterek kullanımı” evrendeki “bütün yaratıkların içinde yaşamalarının gerektiği doğal haldir.” “Aklı herkese bölünmüş olarak aldık. Bundan yoksun olan hayvanlardan daha zalim olmayalım. Onlar, doğadan aldıkları toprak ürünlerinden müştereken faydalanıyorlar. Kuzu sürüleri aynı dağda otluyorlar; büyük at haraları aynı kırda besleniyorlar... İnsanlar müşterek olanı temellük ediyorlar ve onu kendilerine saklıyorlar; çok kişiye ait olana tek başlarına sahip çıkma hakkını kendilerinde görüyorlar.”
“Bana ait olanı saklamanın ne günahı var?” diye soracak zengin adamın üstüne atılır Aziz Basileios; “Nasıl sana ait? Nereden aldın onu? Bu dünyaya onu nereden getirdin?..” Her insan, sosyal konumu ne olursa olsun, ister zengin, ister yoksul, ister soylu, ister köylü, “anasının karnından çıplak çıkmıştır ve toprağın bağrına çıplak girecektir.” Yoksullarla mallarını paylaşmaya yanaşmayanları eşkıyalıkla suçlar. “Kapattığınız ekmek aç olanındır; sandıklarınızda sakladığınız giysi çıplak olanındır; .”
Basileios bunları yalnızca gereğinden fazla, zenginliklerin aşırısı için söylemiyor, aksine, malları ne kadar az olursa olsun bütün sahiplerin aynı ortak kaderi paylaşmalarının gerektiğini savunuyor. Hıristiyan ütopikleri olarak da nitelendirebileceğimiz Kaisareialı Basileios, Nazianzos’lu Gregorios, kardeşi Nyssalı Gregorios ve daha sonraları başka azizlerin de benzer öğretilerle Hıristiyan heretizmine kaynaklık ettiklerini söyleyebiliriz.
Heresy-heretikler, “öbürleri”, “din konusunda özgün düşünenler”, “Hıristiyanlığın olağan yolunda yürümek istemeyenler”, “başka bir yol seçenler” ve bunların bir araya geldikleri “tarikat, grup, fırka” vb.ne yakın bir anlama geliyor. Sözcük Grekçe kökenlidir ve felsefi ve dinsel bir düşünce sistemine gönderme yapmaktadır. Roma ve Bizans’ta resmi kabul gören dinsel doğmalardan sapan her türlü dinsel öğretiyi nitelemek, daha doğrusu suçlamak için kullanılmaktadır.
***
İran-Sasani döneminde yasaklanan Peygamber Mani ve Manicilik öğretisi 300’lü yıllarda şiddetle bastırılır. Zulüm ve şiddetten kurtulmak için Maniciler Anadolu’ya sığınırlar. İkinci göç dalgası ve sürgünü 480-500’lerde Mazdekçiler yaşarlar. Mani ve Mazdek taraftarlarına zamanın siyasi sığınmacıları da denilebilir.
Hıristiyanlığın yasaklandığı III. ve IV. yy’larda bu kez Anadolu’dan İran’a Hıristiyan göçü yaşanır. Birbirine yakın, bitişik coğrafyalarda yaşayan halkların karşılıklı etkileşimleri, kültürel alışverişleri dinsel öğretilerin de birbirini etkilemesini, aşılama ve mayalamasını doğal hale getirir. İlk Hıristiyanların ve misyonerlerin aynı zamanda tüccar olmaları bu olguyu daha geçerli kılar. Manicilik esnek, barışçı, sentez bir dindir. Budizm ve Hıristiyanlıktan aldığı öğretilerle Zerdüştiliği sentezlemiş, Sasani egemenlerinin resmi dini olduktan sonra yozlaşan Zerdüşt inancını Mani, bu sentezleme yoluyla yenilemiş, ortaya bir “iyilik” dini koymuştur. Mazdek, maniciliğin iyilik öğretilerini sınıfsal çıkarlara göre yeniden yorumlamış, eşitlikçi-ortakçı, öğretilerle siyasal-sosyal-dini bir öğreti, inanç sistemi haline getirmiştir. Anadolu ve İrani halklar arasındaki yoğun etkilemiş nedeniyle Hıristiyan heretizmi Mani-Mazdek aşısı ile bir tür Neo-Manihaizm biçimini almıştır.
Öte yandan Ortodoks Hıristiyanlıkla manihaizm arasındaki mücadele uzun ve sert olmuştur. IV. yy’dan itibaren Hıristiyan kilisesi Manihaizm karşıtı yayınlar yapmaya başlıyor. Aynı dönemde Hıristiyanlığın Roma resmi dini olarak benimsenmesi (380) kilise ile imparatorluk çıkarlarının ortaklaşmasını da yansıtır. Bundan böyle Hıristiyan heretikleri ayrımsız olarak manihaistlikle suçlanacak ve şiddetle bastırılacaklardır. Kilise dinsel cephede, imparatorluk siyasal cephede manihaizmin devamı olarak kabul ettikleri dini-sosyal heretik öğreti ve reform hareketlerini mensuplarıyla birlikte ortadan kaldırmak için hiç bozulmayacak ikili ittifak halinde hareket edeceklerdir.
İmparatorluğu ve Kiliseyi yüzyıllar boyu en çok uğraştıran, ürküten, en uzun süreli heretik akım-mezhep Pavlikanizmdi. Kaynağı ve kökeni konusunda kesin bilgiler yoktur. Sürekli kovuşturulmuş, yasaklanmış, saldırılara uğramış olduğu için kendi kaynaklarını koruyamamış, öğretilerine dair bilgiler onları ortadan kaldırmaya çalışan resmi ideoloji ve egemen sınıf mensuplarının çarpıtılmış aktarımları ile sınırlıdır. Pavlikanların kökeni, Samosatalı (Samsat-Adıyaman) Pavlus’a dayandırılıyor. Annesi Kallinice’nin manihaist olduğu rivayet ediliyor. Pavlus ve kardeşi Yohen’in manihaizmle sentezlenmiş kendi heresylerini yaydıkları düşünülüyor. Takipçileri Hıristiyan kilisesinin ve imparatorluğun zulmünden kaçmak için çoğu zaman toplu kıyımlara uğratılsalar da öğretilerini yaymada ısrarlı olmuşlar. Diğer yandan Antakya’nın heretik piskoposu Samosatalı Paul ile Samsatlı Kallinice’nin oğlu Paul’un aynı kişiler olup olmadığı ya da aralarındaki ilişki de bilinmiyor. Mani’den önce doğmuş olması da Samosatalı Paul’un manihaist oluşunu tartışmalı hale getiriyor.
Katolik dünyasından bilinen Samosatalı Paul 260 yılına doğru Antakya patrikliğine seçilmiş. İsa’nın dosdoğru bir insan olduğunu savunuyor, iman, inanç, itikat ve ışık yaydığını, evlatlığa kabulü suretiyle tanrının oğlu olduğunu öne sürüyor. “Tanrı ile insan arasında kişi aracılığıyla birleşme olmaz. İsa mesihin diğer insanlardan üstün bir yanı yoktur, o yalnızca tanrısal bilgeliğe aracısız ulaşma ayrıcalığına sahiptir.”
Aziz Paul böylece kilise tarafından ahlaksız ve dinsiz ilan ediliyor, kutsal görevini ayaklar altına almış olmakla suçlanıyordu. Ardı sıra karalamalar da eksik olmaz: “Hıristiyan müminlerden topladığı paralarla sınırsız bir zenginlik biriktirmiş, halkın içine girerken etrafında uşaklarla kibir ve şatafat sergiler. Kilisede basit insanları aldatmak için tiyatro hileleri kullanır, yüksekçe yerde oturarak tumturaklı sözler ederken, adamlarını etrafına oturtur, el çırparak alkışlatır, gittiği her yere beraberinde götürdüğü genç kadınları evinde tutar, onu suçlamamaları için papazların da aynı şeyleri yapmalarına göz yumar, hatta teşvik eder...”
Kapadokya, Kilikya ve Filistin metropolitleri tarafından bir konsül toplanır (264) ve Paul’un kendisini savunması istenir. Paul düşüncelerini kısmen geri alır, kimsen de konsülü ikna eder, aleyhte bir karar alınmaz. Bir süre sonra hiçbir değişikliğin olmadığını fark ederek yeni bir konsül toplanır, (269) Samosatalı Paul patriklikten azledilir, dahası hatta Hıristiyanlıktan atılır (aforoz edilir).
Aziz Paul-Pavlus kilise kurallarına, geleneklerine ve dogmalarına meydan okur. Maddi dünyaya dayanan her şeyin “İsa’nın ölmesi ve sonradan dirilmesi hikayeleri” de dahil, ancak sembolik bir değer taşıdığını öne sürer ve bu itibarla vaftiz ve şaraba batırılmış ekmek ritüellerini reddeder. Kilise kurumlarını, rahipler hiyerarşisini tanımaz. Herkes kutsal metinleri izah ve yorumlamaya yetkilidir. Paul’un öğretileri düalist karakterdedir, Manihaizm iddiası büyük oranla hareketin “bağdaştırmacı” özelliğine atfen öne sürülmüş olmalıdır. Nitekim Pavlikanlar yüzyıllar boyu gizli tarikat örgütlenmelerini yaşatmayı koşullara uyum gösterme yeteneklerine borçludurlar. Yer yer düşüncelerini gizlerler, farklı yansıtırlar, yeni fikirlerle sentezleyerek güncelleştirirler vb.
Madde âleminin kötü tanrısıyla görülmeyen, göksel dünyanın iyi tanrısı arasında kıyasıya bir savaşın sürdüğü inanışı başattır. Bu inanç siyasal konumlarını da yansıtmaktadır; erk dünyevi olduğu için kötü tanrının yarattığıdır ve savaşılması gerekmektedir. Pavlikanlar bu temele dayanarak IX. yy’dan itibaren Bizans devletine karşı silahlı ayaklanmalara girişmişlerdir.
Pavlikanlar (Ermenice Paflikyan) önce Armenia’nın kuzey bölgesi ve İran sınır boylarında yerleşirler. Çevre kentlerle çok yakın ilişkiler kurmazlar. Bugünkü Ağrı, Sivas, Malatya, Adana hattı bir eksen olarak alınırsa asıl yerleşim bölgeleri bu kent civarları ve buraların doğusudur.
Heresy’lerin ortaya çıkışının sosyal adaletsizlik, zulüm, sömürü, yoksulluk vb. siyasi-iktisadi durumla doğrudan bağlı olduğunu belirtmiştik. Bizans Anadolu’sunun sınıf mücadeleleri tarihinin bir kolunu da Pavlikanlar oluşturur.
Roma-Bizans takibinden korunmak için yerleştikleri yerler devletleri, ihtilaf halindeki din ve toplulukları ayıran sınır hatlarıdır. Anlaşılacağı gibi askeri örgütlenmeleri gelişkin, sağlam ve eğitimli savaşçılardır aynı zamanda. Hareketin bu militan görünümü sosyal alanda da radikal düşüncelerle paralellik taşır. Yeryüzüne ait her türlü ruhani otoriteleri reddettikleri gibi, dünyevi iktidar ve eskiden gelen hak ve ayrıcalıkların varlık nedenlerini kabul etmiyorlar. Dolayısıyla dini açıdan savundukları eşitçiliğe siyasal-iktisadi eşitçilik ve anarşizan bir düşünce eşlik etmektedir. Bizans İmparatorluğu’nu oluşturan halklar arasında Ermeniler önemli bir yer tutmaktaydılar. Armeniyye toprakları üzerinde topluca yaşamalarının yanında imparatorluğun geneline de yayılmışlardır. Ortaya çıkan ve etkin olan Pavlikanlar, Roma ve Parth, Bizans-Sasani ve Bizans-Arap savaşlarında örsle çekiç arasında kalmaktadırlar. Bu savaşlarda Ermeni feodal prenslikleri, bağlı oldukları büyük gücün hangisi olduğundan bağımsız olarak bölünen topraklarında ayrıcalıklarını korumayı başarırlar, ama en alt tabakayı oluşturan toprağa bağlı köylüler, sırasıyla büyük toprak sahipleri, yerel prensler ve imparatorlukça her defasında artan vergilerle soyulurlardı. Kişisel olarak hür olmalarına karşın, kullandıkları toprağa kira öderler, angaryaya tabidirler ve elde ettikleri üründen de vergi vermek zorundadırlar. Roma köleciliğine benzer biçimde sosyo-ekonomik düzen olarak köle ekonomisine rastlanmaz, kölelik ev işleriyle sınırlıdır. Halk tabakası ve köylüler savaş zamanında orduya alınır, onlara ücret ödenmez, ganimetten de pay verilmez. Bu sosyal iklim her türlü fırtınaya yol açacak özelliğe sahiptir.
Zanaatçılık ilerlemiş, şehirleşme artmış, ticaret oldukça gelişmiştir. Toprak mülkiyetindeki feodalleşme ve buna bağlı olarak eşitsizlik, sınıflaşmayı ve sınıfsal farklılıkları derinleştirmiştir. Pavlikanların ekonomik-sosyal varlık zemini bu tabloya dayanır.
Pavlikanların toplumsal ve siyasal öğretileri bir anda oluşmuş, bir defada ortaya konmuş değildir. Siyasal-toplumsal karşıtlıklar içinde, Bizans egemenleri, aristokrat tabaka ve kilise hiyerarşisi ile yoksul halk tabakaları arasındaki sömürü ve zorbaca baskılara dayalı siyasi-ekonomik ilişkilere bağlı olarak süreç içinde oluşmuş, radikal muhalif bir öğreti biçimini almıştır.
Anadolu’da VII. yy.’da güçlenmeye başlayan Pavlikanlara Bizans içi siyasi ilişkilerde saray tarafından yer yer ihtiyaç duyulmuş, örneğin ikona-kırıcılık yıllarında imparator Leon, hareketin önderleriyle anlaşmaya varmıştır.
VIII. yy’ın sonunda Pavlikanlar tüm Anadolu’ya yayılırlar. Bu dönemde önderleri Sergios adında bir dokumacıydı. Bizans’a karşı silahlı direniş ve ayaklanma mücadeleleri Sergios dönemi ile ve onun önderliğinde başlar.
Armeniyye’de doğmuş olması Pavlikanların “milli”, kavmî bir hareket olduğu anlamına gelmez. Anadolu’nun her bölgesine yayılmış, korunaklı bulduğu yerlerde özerk iç yönetimler oluşturmuştur. Bizans ordularından uzun zaman korunabildiği dönemlerde özerk yapılar, hatta devletleşme düzeyinde yönetimler de kurmuşlardır.
Bizans saldırıları karşısında tutunamadıklarında güneye inerek Arapların korumasına girdikleri de biliniyor.
Ortodoks kılıcından kaçan Pavlikanlar, Müslüman topraklarına sığınırlar. İmparatorluk ordusu içinde de taraftarları vardı ve ordudan kaçıp sınırı geçerek sığınmacılara katılıyorlardı. Bizans ordusunun muhafız kıtası komutanlarından yetenekli ve gelecek vaat eden Karbeas adlı bir subay da beş bin civarında heretik ordusuyla sınırı geçerek Argeos’taki yerleşime katıldı. Yenik ve dağınık haldeki Pavlikanların bir öndere ihtiyaçları vardı ve yetenekli Karbeas bu boşluğu doldurdu. Heretikleri toparladı, başlarına geçti, Argeos ve Amara’dan çıkıp yukarı Fırat boyunda ilerleyerek Tephrike’ye (Divriği) yerleşti. Coğrafi avantajlarıyla Pavlikan devleti o güne kadar hiç olmadığı gibi sağlam bir mevzi elde etmiş oluyordu. Karbeas Malatya ve Tarsus (Arap) emirlerinin desteğini alıyordu, ama denetimleri altına girmemeye de dikkat ediyordu. Karadeniz kentlerine (Pontus) kadar varacak akınlar düzenliyor, hem taraftar kazanıyor, hem ganimet topluyordu. Karbeas Bizanslılarla yaptığı bir savaşta yaşamını yitirince, yerine onun gibi Bizans subayı olan Yohan Chrisocheir geçer. Pavlikanlar Yohan şahsında büyük bir öndere kavuşmuşlardı. Bizans, saray içi karışıklıklar, Batı’da Slav saldırıları, Doğu’da Arap Fetihleri ile uğraşırken fırsatı değerlendiren Yohan, Nikomedia ve Ephesos’a kadar ilerler. Tephrike önlerinde bir Bizans ordusunu dağıtır, ardından Ankyra’ı (Ankara) ele geçirir. Pavlikanların en parlak dönemleri buraya kadardır. Bizans art arda üzerine yürür, Yohan’ı öldürür, ordusunu kılıçtan geçirir, Tephrike’yi yakıp yıkar, Pavlikanları ezer, dağıtır...
Küçük topluluklar halinde Doğu sınırlarına sürülürler. Etraflarına taraftar toplayıp sayıları çoğaldığında bir tehdit düzeyine çıkmadan, bu kez Trakya’ya nakledilirler. Bulgar ve Slav saldırılarına karşı Batı sınırında toplumsal barikat işlevi görmeleri istenir. ‘Barbar’ saldırılarına karşı koymak karşılığında dinlerini serbestçe yaşamalarına izin verilir. Kilise ve dindar imparatorlar, onları Ortodoksluğa kazanmak için kimi yöntemlere başvururlar. Bu hesapları geri teper. Üstelik tam Normanlara karşı savaş esnasında 2500 Pavlikan ordu saflarını terk eder. Bu oynayabildikleri son tarihi roldür. Bizans imparatoru Alexius savaş dönüşünde hepsini hapseder. Ailelerini, çocuk, kadın ve yaşlı nüfuslarını da Filibe kalesine hapsedip Ortodoksluğa geçmeleri için bir tür zoraki asimilasyon uygular. Önderlerini sürgün edip, cemaati başsız bırakır. 10 binin üzerinde Pavlikan, adım adım Ortodoksluğa geçer, zaman içinde eriyip yok olurlar. 1205’ten sonra izlerine rastlanmaz. Anadolu’da kalan Pavlikanların da sonu pek bilinmiyor. En son 1097 ve 1099’da Haçlılara karşı savaşan Pavlikanlara rastlanıyor. Sonrası karanlıklar içinde kalmıştır. Kendilerinin manihaist oldukları iddialarına Pavlikanlar şiddetle karşı çıkıyorlar. Bunun nedeni kilise tarafından dinsizlikle suçlanma ve Hıristiyan Anadolu köylüsüyle kurdukları ideolojik-siyasi ilişkinin zarar görmesi olabilir.
Radikal bir sosyal hareket olmasına karşın Pavlikanlar zaman zaman siyasi oportünizme başvurmaktan da geri durmazlar. Bizans’ın iç karışıklıklarında faydacı siyaset izlerler. İmparatorun desteğini almak ya da kendilerine göz yumması karşılığında ilerici-halkçı isyan ya da hareketlere destek vermezler veya imparatorluğun tarafında yer alırlar. Örneğin “ikona kırıcılık” döneminde ideolojik tavır almayı benimsemiş, ideolojik rakipleri Kiliseye karşı, siyasi düşmanları imparatorun tarafını tutmuşlardı. Slav Thomas’ın isyanında da onun ordusuna katılmamışlar, Tephrike (Divriği) merkezine çekilmişlerdir. Thomas’ın saflarına Anadolu’da sadece Pavlikanların Tephrike dışında dağınık kalan bir kısmı katılmıştır.
***
Tondrak tarikatı mensubu heretikler de Pavlikanlar ile benzer sosyal tabaka içinde ortaya çıkmışlardır. X. ve XI. yy’larda köylüye yüklenen vergi sisteminde bir değişiklik olur. O zamana kadar aynî olarak alınan vergi, nakdî olarak toplanmaya başlar. Parasal (moneter) ekonominin büyümesi ile tefeci-tüccar sermayesinin ekonomi üzerindeki rolü de artar. Bu ise halkın daha vahşice sömürülmesi demektir.
Diğer yandan ruhban sınıfı da büyük servet biriktirmiştir. Tondraklar hareketi, halktan büyük destek görürler. Hareket, kısa sürede tüm Anadolu’ya yayılır, yaklaşık iki asır boyunca faal olur. Köylüler ile kent yoksullarının feodal senyörler ve kilisenin zengin hiyerarşisine karşı halkın başkaldırısına önderlik ederler.
Pavlikan ve Tondrak hareketleri feodal sömürü sistemine karşı açık sınıf mücadelesi yürüten halkçı sosyal hareketler olarak tanımlanabilir.
Tondraklar adını Van Aladağı’nın (Van Gölü’nün kuzeyinde Erciş’te) dibindeki Tondrak (Tendürek) köyünden almışlardır. Tarikatın kurucusu Simbat, Ermenistan’ın Zarehavan köyünden olup Tondrak’a göç etmiş ve heresy’yi buradan yaymaya başlamış. Hareketin doğuş tarihi tam olarak bilinmiyor, ancak XI. yy’ın ikinci yarısından itibaren varlığı kesin görünüyor.
Ermeni kilisesine karşı heretik faaliyet yürütmek üzere kurulan Tondraklar, aynı zamanda ve esas olarak feodal aristokrasiye karşı sınıf mücadelesi yürüten bir harekettir. Kaysilerin egemenliği altında olan bu Ermeni topraklarında hareketin yabancı istilasına karşı da bir mücadele yürütmesi kaçınılmaz oluyor. Zira Kaysi Emiri Ebülvard’ın idaresi altında bölge halkı iki kat sömürülüyordu. Birinci olarak feodaliteden kaynaklı yükümlülükler, vergi, angarya ve aynî ödentiler, ikinci olarak fetih nedeniyle talana maruz kalma ve haraç biçiminde. Bu nedenle Zarehavan’lı Simbat ile Ebülvard arasında şiddetli çatışmalar yaşanmış, Simbat’ın kuvvetleri Emir’in kuvvetleri tarafından ezilmişlerdir.
Tondrak hareketi Manihaizm ve Pavlikan çizgisine benzer doktrinlere sahiptir. Doğusunda İran’da, Batısında Bizans’ta ortaya çıkan Hürremiler ve Pavlikanlar ile zamandaş tarihe sahip olması dikkate değer bir olgudur. Zarehavan’lı Simbat’ın, hareketini oluştururken komşu topraklardaki gelişmelerden habersiz olduğu düşünülemez. Buna karşı Tondraklar ile Hürremiler ve Pavlikanlar arasındaki doktrin ve ideoloji yakınlıklarını organik devamlılık olarak değil, tarihsel-sosyal devamlılık olarak görmek isabetli olur. Politik-sosyal-ekonomik koşulların benzerliği, birbirine benzer siyasi-sosyal hareketlerin ortaya çıkmasını koşullar çünkü...
Tondrak tarikatı da Armeniyye’de Ermeni kilisesine yenilikler getirme çabasında olan bir hareket değildi. Kendisini dini reformlarla sınırlandırmış, bunlardan sosyal-ekonomik sonuçlar çıkarmamış olsaydı Ortodoks kilisesinin, Bizans’ın ve Arap emirlerinin düşmanlığını üzerine çekmemiş olurdu. Hâlbuki Tondraklar sosyal-iktisadi koşullardan o kaçınılmaz sonuçları çıkartmışlar feodal aristokrasiye, aşağı sınıflara uygulanan sömürü ve adaletsizliklere, zulme karşı sert bir mücadeleye girişmişlerdi.
Simbat “ben İsa’yım” dediği için Arap emiri tarafından öldürülmüş. Rivayet böyle!.. “Kurtarıcı”, “Mesih”, “Peygamber”, “Mehdi” unvanlarıyla bir “Halaskar”ın ortaya çıkacağına, dünyayı kötülüğün pençesinden kurtaracağına, adaletsizliklere son vereceğine ve bütün insanlar arasında eşitliği sağlayacağına dair kesin inanç ezilen insanlığın evrensel umudu ve düşüdür. Doğu dinleri ve mezhepleri sınıf mücadelelerini bu umudu tazeleyerek, kendileri şahsında buna kavuşacakları inancını yayarak yürütmüşlerdir. Simbat’ın İsa olup olmaması Müslüman Arap emiri için dinsel bakımdan değil, onun şahsında sınıfsal kurtarıcı misyonu nedeniyle önem taşır ve öldürme nedeni olur.
İsa’da yalnızca bir “peygamber” sureti gören Müslüman emirin Tondrakların üzerine bu kadar şiddetle gitmesinin nedeni başka ne olabilirdi!..
“Bunlar erkekle kadın arasında eşitliği örgütleyip, aileler arasında eşitsizliği reddetmişler.” Sadece cinsiyetler arasında değil “bütün sınıflar ve toplumun bütün üyeleri arasında bir eşitlik hüküm sürmeliymiş; her şeyin üstünde topraklar ve gayrimenkul mallara dair halkların eşitliği esas alınacakmış” bu nedenle toprak mülkiyetinde eşitsizliği kabul edip zenginlerle fakirlerin varlığını tanrısal irade olarak savunan kiliseye karşı çıkıyorlardı.
Tanrıyı insana, gökyüzünü yeryüzüne yakınlaştırarak ruhani hayatı ve ruhun ölümsüzlüğünü, tanrısal ödülleri inkâr ediyorlar. Kurtuluş ancak bu dünyadadır, adil, eşit, ortak bir sosyal düzenin tesisiyle gerçek ruhani devlet burada, dünyada, yeryüzünde kurulacak!.. Tondraklar bu düşünceleri yaymakla yetinmeyip yalnızca din adamlarına değil, siyasi iktidara karşı da mücadeleye girişmişlerdir. “Sınıflar arasında fark yaratan veya var olan farklılıkları sürdürenlerin eylemlerine ve uygulamalarına izin verilmemeli. Tüm insanlar eşittirler, herkes eşit haklara sahiptir.” Tondrakların bu saf ideolojik öğretileri ile tutarlı devrimci bir hareket ortaya koyduklarına kuşku yoktur.
Tondrak hareketi yalnızca Ermeni halkı arasında etkili olmuş, Ermeni çiftçi ve çobanlar arasında yayılmıştır. Faaliyet merkezleri Armeniyye toprakları içinde olan ve Ermeniler arasında da büyük destek bulan Pavlikanlar ise halkların “milliyet”lerini gözetmeksizin tüm coğrafyaya yayılan ve ezilen, sömürülen tüm halkları kapsayan bir harekettir. Bu yanıyla Pavlikanlardan ayrılan Tondrakların bir Ermeni hareketi olduğu da söylenebilir.
***
Slav ve Bulgar akınlarının Konstantinopolis’e çarpmaya başlamasıyla Bizans, Pavlikan cemaatlerin Trakya’ya geçmesi ve yayılmalarını teşvik eder. Savaşçılıklarıyla ünlü bu toplulukları, Slav hücumlarını ilk göğüsleyecek cephe gibi ikamet ettirilirler. Hıristiyanlığın Balkanlara girişi ile Pavlikanların gelişi birbirine yakın zamanlarda gerçekleşir. Hıristiyanlık Bizans yayılmacılığını temsil eden yabancı, istilacı güç olarak görülmesine karşılık, Pavlikanlar dost-müttefik bir akım olarak hoşgörü ile karşılanır. Bu bakımdan Balkanlarda heresy’lerin ortaya çıkmasında Pavlikanlar doğrudan rol oynarlar. Balkan merkezli en önemli heresy akımı, Bogomillerdir.
Bizans’ta olduğu gibi Bulgaristan’da da koşullar, VIII. ve IX. yy’larda feodalitenin gelişmesine elverişliydi. Küçük köylülük aleyhine güçlü bir toprak sahibi sınıfı ortaya çıkıyor ve tarımsal toplulukların çözülüşünü hızlandırıyordu. Trakya’nın savaş alanına dönüşmesi yoksul halk tabakalarının vergi yükünü sürekli arttırıyor, halk bir koruyucu arar duruma geliyordu. Kıtlık ve kitlesel ölümlere yol açan çağın hastalıkları ile açlık çeken halk küçük toprakları da elden çıkarmak zorunda kalıyor, karın tokluğuna ve yok pahasına araziler büyük toprak sahiplerinin elinde birikiyordu.
Sıradan bir Bulgar köylüsü ve keşiş olan Bogomil, Pavlikanizmi yeniden yorumlayarak yeni bir harekete dönüştürdü.
Bogomil heresy’yi ortaya çıkaran iktisadi-sosyal zemin Bizans’ın diğer bölgelerindeki koşullarla büyük ölçüde benzerdi. Bogomillerin diğer heresy’lerden temel bir farkı şiddete başvurmaktan ve kan dökmekten kaçınmalarıydı. Sivil itaatsizlik vaaz ediyorlar; yandaşlarına “efendilerine itaat etmemeyi, zenginleri aşağılamayı, çardan nefret etmeyi, büyükleri gülünç duruma düşürmeyi, boyarları mahkûm etmeyi, çara hizmet edenleri tanrı nezdinde alçak ilan etmeyi ve her serfe-ırgata senyörü-ağası için çalışmayı reddetmeyi öğretiyor”lardı. Dünyevi yetkenin kutsallığını tanıyan, Çarlar ve Boyarların tanrı tarafından yerleştirildiklerini savunan kiliseye karşı çıkıyorlardı.
Bizans feodalizmine karşı çıkıyor olmakla birlikte Bogomiller, bir sosyal hareket, hele bir politik hareket olmamışlar, dini vaazları her şeyin üstünde görmüşler, ‘sivil’ işlere ilgisiz kalmışlardır. Bu pasif tutumları, Bogomilleri Pavlikan ve Tondrak hareketinden kesin çizgilerle ayırır. Pavlikanizm köktenci bir düalizm üzerine kurulu iken; Bogomil hareketi ılımlı bir düalizm temeline oturmaktadır.
Pavlikanlar bütün Trakya ve Balkan halklarının arasında yayılıyor, Grekleşen Bizans’ın, Ortodoks kilisenin politik ve ekonomik sömürüsüne tutarlılıkla karşı koyuyorlar ve imparatorluğun da geleneksel düşmanı olarak kabul ediliyorlardı. Halkçı ve demokratik eğilimleri dolayısıyla halkla sıkı ilişkiler kurmuş olan Bogomiller ise Bizans tarafından en çok zulüm gören Bulgar köylüsü içinde faaliyet yürütüyorlardı. Bulgar köylülüğü Greklerin utanmaz ve dizginsiz sömürüsünden korunmak için Bogomilizme sığınıyor, onu aynı zamanda Bizans istilasına karşı çıkan Slav hareketi olarak benimsiyordu.
Keşiş Bogomil mülksüz, kanaatkâr, yoksul bir yaşamı vaaz ediyor, kiliseyi ve feodalleri zenginleştirdiği gerekçesiyle çalışmaya karşı çıkıyor, her türlü lüks ve rahatlığı reddediyor, eski, yırtık-dökük giysilerle, dilenci gibi yaşıyor ve yandaşlarına da bu tarz bir yaşam öğütlüyordu. Bogomiller, özel mülkiyete ve yüksek papazların ellerinde biriktirdikleri topraklara karşı çıkıyorlardı. Yoksulluk erdemdi, onlara göre servet herhangi bir ahlak sistemiyle bağdaşmazdı. Servet biriktirmeye ve toprak mülkiyetine karşı olan Bogomil düşüncesi halka oldukça cazip geliyordu.
Manicilikte olduğu gibi Bogomillere göre de seçilmiş ve yetkin kişiler -bunlar tanrı tarafından seçilmişlerdi!- mülk sahibi olamazlardı. Bunların ellerindeki mülk ve servet Bogomil toplulukların ortak kullanımındaki fonlara devredilmeliydi. Yalnızca sıradan üyelerin tasarruf hakkı vardı. Bogomil topluluklarda kadınlarla erkekler eşitti. Çalışmak bütün üyelerin ödeviydi, kimse bundan kaçınamazdı. Dilenmek ya da sadaka vermek hem Tanrının hem de insanın onuruna yakışmadığı için reddediyorlardı. Ortak yaşamları ilk Hıristiyan topluluklarına benzer biçimde, bütün malların paylaşılması esasına dayanıyordu. Yetkin üyeler Bogomillerin bu eşitlikçi-ortakçı öğretilerini yaymakla görevliyken, malı-mülkü olmayan ya da hastalık vb. nedenlerden çalışamayacak durumda olanların geçim güvencesi de toplulukça sağlanıyordu.
Bogomiller saf idealist ve dinsel-ahlakçı ilkelerine yüzyıllarca bağlı kalırken bu öğretiyi bir devlet ya da iktidar hedefine, siyasi-sosyal bir akıma dönüştürmediler. Devlet ile ilişkilerini başındaki kralın iyicil ya da kötücül yaklaşımlarına göre düzenlediler. Şiddete ve kan dökmeye karşı çıkan Bogomiller yalnızca 1014'te Bulgar topraklarını işgal ederek Çar Petro krallığını deviren Bizans'a karşı silaha sarılıp ayaklanmışlardır.
Ortaçağ boyunca kiliseye ve devlete karşı Bogomillerin anti-feodal, dinsel ve toplumsal öğretileri yoksul ve topraksız ezilen kitlelerin eşitlikçi-ortakçı toplum özlemine karşılık verir.
Bogomil hareketi XI. yy’da Konstantinopolis’e girmeyi de başarmış, büyük önderleri Basil birkaç yıl boyunca öğretisini yaymıştı. Basil daha sonra Hipodrom’da diri diri yakılarak öldürülür. Yine aynı dönemde Batı Anadolu’da yeşerir, taraftar edinirler. Bergama, İzmir, Manisa ve Antalya’ya yayılır. (Bu bölgede yerleşik olanlar 688’de Justinian II tarafından Araplara karşı savaşmak üzere Trakya ve Makedonya’dan göçertilen Slavlardır. Savaşın ortasında Bizans ordusundan kaçıp Araplara sığınırlar. Justinian bunun intikamını geride kalan 80 bin Slavı katliamdan geçirerek alır.) Bogomilizmin Kapadokya’da da etkin bir hareket haline geldiği, sonraki yüzyıllarda Anadolu’nun Bogomillere sığınak olduğu fikri, genel kabul görür.
Manihaizmin karakteristik özelliği Bogomilizm için de geçerlidir. Bağdaştırmacı (sentezci) ve seçmeci (eklektik) özelliği nedeniyle değişkenlik gösterebiliyor, koşullara uyarlanan oportünist karakteriyle yüzyıllar boyu varlığını koruyabiliyor. Hatta en büyük düşmanları Ortodoks Kilisesi ile dahi uzlaşmada doktriner-ilkesel bakımdan sakınca görmüyorlar. Karşılaştıkları birçok din, mezhep ve akımın öğretileri ile bağdaşırlıkları nedeniyle herhangi bir heterodoksinin Bogomilizm olarak suçlanması Ortodoks kilise açısından kısmen haklılık payı taşır. Bogomiller zamanla Bulgaristan’ın Müslüman Pomakları olacaklardır.
Kaynakça
Charles Diehl, Bizans İmparatorluğunun Tarihi
G. L. Seidler, Bizans Halk Hareketlerinin İdeolojik Kökeni
Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri I, II, III
Halil Berktay, Ü. Hassan, A. Ödekan, Türkiye Tarihi I
Sibel Özbudun, Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri
Sibel Özbudun, Kültür Halleri