En karanlık ormanın en fazla ortasına kadar gidebilirsiniz. Geriye kalanında karanlıktan çıkmaktasınız.
(Çin Atasözü)
İnsanlık, gelmekte olan yeni bir çağın şafağına yürüyor. Karanlıklar çağının yıkıntıları arasında yepyeni bir güneş beliriyor. İnsanın insanı sömürerek üretici güçleri geliştirdiği tarih, temellerinden çatırdıyor. Ölmekte olan bir tarihin küllerinden doğmakta olan yeni bir serüvenin dumanları yükseliyor. Zamanı geldi. Kapitalizmin rahminde büyüyen bebek zorunluluklar âleminden özgürlükler âlemine çıkmak için sabırsızlanıyor. Can çekişen kapitalizm, yeni bir çağın müjdesini taşıyor: Komünizm çağı!
Kapitalist üretim tarzı altında insanlar arasındaki toplumsal eşitsizliğin ulaştığı düzey, toplumsal varoluşun tahammül sınırlarını aşmış bulunuyor. Birkaç bin süper zengin, geriye kalan milyarlarca insanın yoksulluğu ve yoksunluğu üzerinde; en vahşi sömürü, kıtlık, açlık, hastalık, sömürgecilik, işgal, savaş, soykırım, katliam ve işkence cehennemi üzerinde, tanrıları kıskandıracak cennetler inşa etti. Ve her ekonomik kriz depreminden sonra insanlığı daha büyük acılara sürüklemek pahasına emekçilerin kan ve iliğinden yaptıkları harçla daha şatafatlı şatolar kurdular. Ama toplum bu eşitsizliği daha fazla taşıma takatinden öylesine yoksun bırakıldı ki, yaratılan sefalet daha görkemli sefahate olanak tanımıyor artık. Sermayenin dikişleri şuradan ya da buradan değil her yanından patlıyor. Sermaye insanlığı tükenişe sürüklerken kendi varoluşunun nesnel temellerini de tüketiyor. Üretim tarzı ile ona tekabül eden üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin bir başka ifadesi olan bölüşüm ilişkileri arasındaki çelişkinin ulaştığı derinlik, üretim tarzında bir devrimsel sıçramayı zorunlu kılıyor. Üretimin maddi gelişmesi ile toplumsal biçimi arasındaki çatışmanın vardığı boyut, yeni bir üretim biçimine geçişi kaçınılmaz hale getiriyor.
Tepeden tırnağa kan ve irinden oluşan sermaye, doymak bilmez iştahını tatmin etmek için gözü dönmüş bir çılgınlıkla emeği, doğayı, kadınlığı talan ediyor; her türlü üretimi egemenliği altına alıyor, her türlü emeği sömürü konusu haline getiriyor; ama yetmiyor. Her şeyi öylesine hızlı ve vahşice soğuruyor ki, nereye el atsa orayı çarçabuk kurutuyor. Sermaye durmaksızın kendini genişletme yeteneğini giderek daha fazla yitiriyor. Hiçbir müdahale, hiçbir çare onu eski düzeyde canlandırmaya yetmiyor. Sermaye kendisi için yarattığı cennetin içinde, cehennemî bir azapla can çekişiyor.
Sermaye kendisini toplam olarak çoğaltan yegâne alandan, üretimden her geçen gün daha fazla kopuyor. Genişletilmiş yeniden üretimde eskisi kadar kâr etme olanakları tıkandıkça bin bir parasal dalavereyle her sermaye parçası tarafından biriktirilmiş olanı talana yöneliyor. Sermaye, giderek daha çok, üretmeden birikmeye çalışıyor, giderek daha çok, yalnızca kendi türünü yiyerek varlığını sürdüren bir canavara dönüşüyor: Sermaye sermayeyi tüketiyor.
Gel gör ki; o yalnızca kendisini tüketmekle kalmıyor. Gelişmesinin devrimci döneminde girdiği her çorak toprağı bir vahaya çeviren, el attığı her iptidai üretim aletini bir makineye dönüştüren; aklı inanca, bilimi taassuba, özgürlük, adalet ve eşitliği esaret, keyfiyet ve ayrıcalığa üstün kılmakla övünen burjuva toplum, kapitalist üretim tarzı egemenliğini pekiştirdikçe bütün bu ilerici vasıflarını giderek daha çok yitirdi. Kendisini genişletme sınırlarına git gide daha çok toslamaya başladığı bugünlerde ise yalnızca üretici güçleri geliştirme potansiyelini daha çok yitirmekle kalmıyor, bastığı her toprağı bataklığa çeviriyor; el attığı her makineyi işçi için iptidai bir üretim aletine dönüştürüyor; inancı akla, taassubu bilime, esaret, keyfiyet ve ayrıcalığı özgürlük, adalet ve eşitliğe üstün kılıyor. Varlığını biraz daha sürdürmek adına, can havliyle kendisini insanlığın bütün kazanımlarını yok etmeye vakfediyor. Sermaye kendisiyle birlikte bütün bir toplumu, her bir insan bireyinin fiziksel ve ruhsal varoluşunu, insanın cinsel ve toplumsal varlığını içinde yaşadığı doğasal çevreyle birlikte görülmedik düzeyde yozlaştırıyor. Sermaye çürüdükçe çürütüyor.
***
Kapitalizm, kendinden öncekiler gibi, özgül tarihsel nitelikleri olan özel türde bir üretim tarzıdır. O da diğerleri gibi toplumsal üretici güçlerin belirli bir düzeyde bulunmasını öngörür ve bunların gelişme biçimlerini kendi tarihsel önkoşulu olarak kabul eder. Emekle emek araçlarının birbirinden ayrılması, üretilmiş emek araçlarının ve emek ürünlerinin doğrudan üreticilerin karşısına sermaye olarak çıkması, üreticinin üretim araçlarının bir aletine, emeğin sermayenin nesnesine dönüşmesi burjuva üretim tarzının varlık biçimidir. Bu üretim tarzı, bir yandan üretim koşullarının bu belli toplumsal biçimini; üretim araçları ve ürünlerin sermayeye, üreticilerin işçiye dönüşmesini öngörürken, bir yandan da bu maddi üretim biçimine denk gelen üretim ilişkilerini ve buna tekabül eden bölüşüm ilişkilerini yeniden üretir. Heyhat, hiçbir şey kendi formunda sonsuz değildir, öyle bir an gelir ki, egemen üretim biçimi kendisiyle birlikte kendisini durmaksızın yeniden üreten koşulları üretemez hale gelir. O üretim biçimi altında üretici güçleri daha fazla geliştirme olanağı tükenmiş olur. Üretim biçimi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki daha fazla sürdürülemeyecek kadar keskinleşir. İşte kapitalizm, bugün bütün hücrelerine kadar tam da bu kaçınılmaz kaderin pençelerinde kıvranmaktadır.
Elbette yüzyıl önce de, sermaye kendi sonunu hazırlayacak koşulları belli ölçüde olgunlaştırmış, kendi mezar kazıcısı proletaryayı yeni bir toplumu inşa edecek kadar büyütmüştü. Buna karşın sermaye kendisini yeniden üreten koşulları yeniden üretme yeteneğini bütünüyle yitirmiş değildi. 20. yy. boyunca sosyalizmle giriştiği tarihsel hesaplaşmada aldığı bütün ağır darbelere karşın yenilgiye uğratılamamasının başlıca nedeni buydu. Yine de bu sosyalizmin tarih sahnesine bir “erken doğum” olarak çıktığı iddiasını kanıtlamaz. Kapitalizmi nefessiz bırakacak denli geniş bir coğrafyaya yayılamadığı, özellikle de kapitalizmin ana merkezlerine sıçrayamadığı; 20. yy'ın ikinci yarısından sonra revizyonist sapmayla bu sıçramayı gerçekleştirme amacından kopuştuğu; sosyalizm saflarında kapitalizmle “tarihsel uzlaşma”yı esas alan ya da kapitalist üretim biçimine ait kategorileri sosyalist üretimin bağrına bir hançer gibi saplayan burjuva sapmacı iradeler egemen olduğu içindir ki, sosyalizm sermayeyi galebe çalamadı. Dahası bu aynı sebepler ve stratejik irade kırılması kapitalizme derin bir nefes aldırdı, aldırabildi çünkü o nefesi alacak kadar hava henüz mevcuttu.
***
Ürünün meta ve metanın sermayenin ürünü olması ile üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsünün artı değer üretimi olması kapitalist üretim tarzının ayırt edici iki özelliğidir.
Yalnızca ihtiyaç fazlası ürünlerin birbiriyle değiştirilmesinden ibaret olan sınırlı meta ticaretinden, üretimin biricik amacının meta üretimi haline geldiği; paranın metaların kendisinde eşitlendiği bir değişim aracı metası olmaktan meta değişiminin para biriktirmenin bir aracına dönüştüğü, yani paranın amaç metanın araç haline geldiği bir üretim tarzıdır kapitalizm. Paranın sermayeye dönüşmesinin ifadesi olan bu süreçte, üretim araçlarından kopartılmış emekçinin kapitalistin hizmetine sunulmasıyla, özel türde bir meta olan emek gücünün bir bölümünün kapitalist için bedava harcanmasının birikimin kaynağı olduğu... Ürüne yeni değer katan emek gücünün, bundan daha az bir değere mal olması ile doğan fazlalığa kapitalistçe karşılıksız el konulmasının, bir başka deyişle emek gücüne ödeme yapılan paranın tekabül ettiği toplumsal emek zamanın emek gücünün üretim için harcadığı toplumsal emek zamanından her daim küçük olması nedeniyle sermayenin işçiden bu zorla çekip alınan toplam işgünü içindeki ödenmeyen kısmının giderek daha çok artırılmasının başlıca amaç ve bu amacın üretimin temel itici gücü olduğu bir üretim biçimidir kapitalizm.
İşçiye belirli bir zaman dilimi içinde ne kadar az ödeme yapar, onu karşılıksız olarak ne kadar çok çalıştırırsa, sermaye o oranda amacını gerçekleştirmiş olur. Ne var ki, tek tek her bir kapitalist için sömürü nesnesi olan işçi, bütün kapitalistler için tüketici öznedir. Artıdeğer meta üretimi sürecinde üretilir ama o ancak dolaşımda (değişim-ticaret) para biçimine dönüşerek gerçekleşir (işlev kazanır). İşte bu nedenle işçi üretici olduğu kadar tüketicidir de. İşçi üretici olarak ne kadar çok sömürülürse, üretilen toplam üründen kendisine ayrılan payın oranı o ölçüde düşeceği için, tüketici gücü de o kadar düşecektir. İşçinin tüketici gücünün nispi olarak azalması, kapitalistin tüketim gücünün artması, bir avuç azınlık için lüks, şaşa ve ihtişamın giderek büyümesi anlamına gelir. Ama üretilen yeni değer, yani kendisini ücret ve artıdeğerin toplamında ifade eden yeni değer bütünüyle tüketilseydi, genişletilmiş üretimden söz edilemezdi. Bu nedenle artı değerin bir bölümünün tüketilmeyerek ek sermaye olarak yeniden yatırılması zorunludur. Zorunludur çünkü sermaye ancak kendisini genişleterek koruyabilir. Ama bu ek sermayenin gerçekleşmesi ve yatırımda işlev kazanması için ek tüketiciye ve ek işçiye gereksinimi koşullar. İşte bu nedenledir ki, sermaye genişlemesini sürdürdüğü müddetçe daha çok bireysel ve küçük üreticinin pazara tabi kılınmasını ve onların daha büyük bölümünün iflasa sürükleyerek işçileşmesini, giderek artan şiddetle gerçekleştirmek zorundadır. Ama sermayenin kâr hırsı, bireysel üreticilerle eşitsiz mübadele ve işçilerin artan üretkenliklerine oranla daha az ücretlendirilmesinde somutlanan sömürü mekanizmaları pazarın sınırlanmasına neden olur; satılabileceğinden daha çok meta üretilir ve kapitalizm gerçek bir kriz ateşine tutulur. Nerede daha yüksek kâr oranı varsa o alana sermayenin hücumuna yol açtığı üretim anarşisi ya da aynı anlama gelmek üzere dengesiz üretim, mali ve ticari spekülasyonlar bir dizi ara krize yol açar ve ana krizi tetikleyen bir rol oynayarak bu noktaya sürüklenmeyi daha da hızlandırır.
Sermayenin fazla üretim krizi, onun yalnızca geçici olarak kendini genişletme yeteneğini yitirmesine neden olmaz, varlıksal değerini sürdürmesini de olanaksızlaştırır. Krizle birlikte sermayenin bu değersizleşmesine ücretlerdeki keskin düşüşler eşlik eder. Gerçi sermayenin her genişleme evresi ancak kendini değersizleştirmekle mümkündür, ancak kriz değersizleşmeyi sermaye kıyımına çevirir. Bu kıyım gerçekleşmemiş olsa, sermaye kriz bataklığından çıkamazdı. Krizle birlikte, değişen sermayedeki değer kaybı ve düşen ücretler ayakta kalan kapitalistler için yeni bir büyümenin fırsat kapılarını açar. Çünkü böylelikle hem batan çürüklerin nispeten daha sağlam olanlar tarafından yutulması ya da pazarın bunlar tarafından ele geçirilmesiyle sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi yeni bir düzeye sıçrar, hem de kâr oranlarının yeniden yükselmesinin olanakları doğar. Sermayenin bu genişletilmiş yeniden üretimini sürdürebilmesi için yeni pazarlar yaratması ve işçi pazarına sürmek için iflasa sürükleyeceği yeni bireysel ve küçük üreticiler pazara dahil edilir, hakeza dün henüz sermaye üretiminin konusuna dönüşmemiş ev içi geçimlik üretim ya da hizmet sektörünün daha büyük bölümü sermaye yatırımının konusu haline getirilir; piyasa kriz öncesinde kıyaslanamayacak büyüklüğe ulaşır. Ne ki cehennemden çıkıp cennete giden bu yol sermayeyi daha kavurucu bir cehennem ateşine çekmekten başka bir sonuç doğurmaz. Krizden çıkış, yükseliş, durgunluk ve yine kriz devreleri sabit sermayenin ortalama devir zamanına bağlı olarak yaklaşık her on yılda bir tekrar eder. Her kriz sermayenin daha da merkezileşmesine ve yoğunlaşmasına, bireysel üretimin daha büyük bölümünün sermayenin egemenliği altında toplumsal üretiminin konusu haline gelmesine neden olur.
Ama nereye kadar? Piyasanın genişleme kapasitesi artık sermaye birikimini emecek düzeyde değilse ne olacak? Bir başka deyişle, en büyük sermaye gruplarının bireysel üreticilerin, küçük ve orta düzey kapitalistlerin ve giderek daha büyüklerin mülksüzleştirilmesinin bu daha büyük sermayelerin varlıklarını sürdürmesi ve kendilerini genişletmesi için yeterli olmaması, mülksüzleştirilecek olanların giderek azalması durumunda ne olacak? Dünya pazarı oluşturmak, dünyanın en balta girmemiş köşesine kadar uzanmak, piyasayı dünyasallaştırmak sermayenin genel hareket tarzı olduğu kadar kriz zamanlarında hâlihazırdaki pazarın tıkanıklığını aşmada da bir imdat ipi rolü oynar. Dünyaya bu daha geniş ve derin açılma olanağı krizle şiddetlenen sermayenin içsel çelişkilerinin bir ölçüde seyreltilmesine hizmet eder ve çöküşün şiddetini hafifletir. Ama nereye kadar? Bu, sermaye ile birlikte onun çelişkilerinin de daha geniş ve daha derin bir nitelik alarak dünyasallaşmasına yol açmayacak mıdır? Dünya pazarı nereye kadar genişletilebilir? Onun bir sınırı olsa gerekir. Ya dünya pazarı tıkanırsa ne olacak? 1929'da sermaye böyle bir tıkanıkla yüz yüze kalmıştı. Çok büyük bir yıkım yaşanmasına karşı büyük sermaye emperyalist sömürü mekanizmalarının daha etkin kullanma, emperyalist savaşın yarattığı korkunç tahribatın yıkıntıları üzerinde yeniden toparlanma olanağı yaratma yoluyla nefes alabilmişti. Ama bunlardan daha önemli olarak ileri kapitalist ülkelerde bireysel mülk sahibi on milyonlarca köylü ve küçük kapitalistin varlığı, tam da bu ülkelerde piyasanın derinleştirilerek genişletilmesine olanak tanıyordu. 1974'teki kriz bir anlamda bu sürecin eskisi gibi devam ettirilemeyeceğinin işaretiydi. Nihayet '80'ler piyasanın başta Asya ve Latin Amerika gelmek üzere geri kapitalist ülkelere doğru derinleştirilmesine tanıklık etti. Emperyalist küreselleşme dalgası '90'larda hızlandı ve 2000'lerde adeta şaha kalktı. Asya'da, Latin Amerika'da, Kuzey Afrika'da yüz milyonlarca küçük köylü, esnaf ve kapitalist mülksüzleştirilerek proletaryanın saflarına sürüldü. Ve 2008 dünya krizi bu yoldan genişlemenin de sınırlarını gösterdi. Şimdi ne olacak? Sermayenin egemenlik alanının genişliği ve derinliği bu kadar büyümüş, biriktirdiği çelişkilerin niteliği bu kadar sarsıcı hale gelmişken sermaye kendisine nasıl bir çıkış yolu bulacaktır? İleri kapitalist ülkelerde piyasayı genişletmenin olanakları mülksüzleştirilebileceklerin sayısı bir hayli azaldığı için sermayenin buralarda yeni bir derinleşme hamlesinin adı bile edilemez. Asya ve Afrika'ya doğru çok daha büyük bir sermaye akımı söz konusu olabilir. Ama bu yönelim merkezileşme düzeyi devasa boyutlara ulaşmış sermayenin kendisini genişletmesine ne ölçüde yanıt verecektir? Bir süre yanıt verse bile buradaki olanakların da hızla tüketilmesi nedeniyle bu çelişkilerin içinden daha da çıkılmaz bir hal almasına neden olmayacak mıdır? Kaldı ki, bu yöndeki ve bu düzeydeki bir sermaye akımının Batı'daki emekçi sınıfların yaşam düzeyinde ani ve hızlı bir düşüşe yol açması karşısında burjuvazi telafi edici önlemler alma şansı bulamayacaksa egemenliğini nasıl koruyacaktır? Büyük sermaye yığılmasının karşısında işsizliğin, açlığın, sefaletin durmaksızın büyümesinin yol açtığı ve açacağı gerilimi burjuvazi bütün dünyada nereye kadar sürdürebilecektir? Sermaye, bugünkü krizi devrimci bir alt üste uğramadan atlatsa, böylece krizden bir çıkış yolu bulsa bile, bu canlanmanın kendisini daha feci bir sona ulaştırmasını engellemek için gerekli maddi koşulları nasıl üretecektir?
Marks, önce bireysel üreticileri, sonra küçük kapitalistleri ve en nihayetinde daha büyükleri yiyerek durmaksızın kendisini genişletmesini sermayenin tarihsel eğilimi olarak tarif eder. Ama öyle bir an gelir ki, der Marks, daha büyük sermayelerin kendilerini yeniden genişletmek için mülksüzleştirebilecekleri sermayeler azalır, bu yoldan daha fazla ilerlenemeyecek bir sınıra dayanılır. Geriye tek yol kalır, bugüne değin mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir.
***
Üretime yatırılan sermaye, çalıştırdığı işçilerden artı değer emer. Ne var ki, sermayeler eşitsiz bileşimlerinden dolayı, sömürü oranı eşit olsa da, çok farklı artıdeğer miktarları üretir ve farklı kâr oranlarına ulaşırlar. Ama hangi sermaye ne kadar artıdeğer ürettiyse o kadarını cebe indirmez. Bazıları ürettikleri artıdeğerin daha az bölümüne razı olmak zorunda bırakılırken, bazıları ürettikleri artıdeğerden daha fazlasını cebe indirir. O artı değerler piyasa havuzunda toplanır.
Eşit sermaye parçalarından en geri olan en çok, en ileri teknikle üretim yapan ise en az artıdeğer üretir. İş paylaşımına gelince tersi olur; en ileri tekniğe sahip olan ürettiğine oranla artı değerin en büyük kısmını alır. Örneğin artı değer (sömürü) oranının yüzde 50 olduğu durumda 100'lük bir sermayenin 50 değişmeyen 50 değişen olarak bölündüğü bir sermaye, 25 birimlik artıdeğer üretir ve ürünün değeri 125 olur. Kâr oranı ise yüzde 25. Aynı biçimde 70 dm+30d olan sermaye 70+30+15=115. Kâr oranı yüzde 15'tir. Bir tabloda bunu daha iyi gösterebiliriz:
1-50dm+50d+25a=125 K'=%25
2-70dm+30d+15a=115 K'=%15
3-80dm+20d+10a=110 K'=%10
4-90dm+10d+5a=105 K'=%5
Aynı 100'lük sermaye, farklı organik bileşimleri nedeniyle farklı işkollarında farklı kâr oranları getirir. Ama bütün sermayelerin toplamı 400 ve kâr toplamı 55'tir. Bu durumda ortalama kâr oranı yüzde 13.75’tir. Kapitalistler arası rekabet, sermayenin bir işkolundan ötekine aktarılması ya da çekilmesi yoluyla farklı organik bileşimlerine karşı eşit miktarlardaki sermayeler yatırılan işkolunda üretilen kârı değil, kapitalist sınıfın toplam sermayesinin oransal parçası olarak üretilen kardan pay alırlar. Yukarıdaki örnekten görüleceği gibi, ortalama kar oranına göre her 100'lük sermayenin ürün değerleri farklı olsa da, aynı ortalama kârı elde etmesi için her grubun kendi metalarını 113.75 birime satması gerekir. Bu durumda ilk ikisi metalarını değerlerinin altında, son ikisi de değerlerinin üzerinde satacaktır. Ortalama kâr oranı hiçbir zaman bir kesinlik içinde değildir. Ama kâr oranları piyasada ortalamaya doğru durmaksızın hareket halindedir. Bunun kaçınılmaz sonucu; organik bileşimi geri olandan organik bileşimi ileri olan sermayeye doğru durmaksızın bir sermaye transferi gerçekleşir. Geri olan eksi kâra razı olur, ileri olan yalnızca kendi ürettiği kârı tam olarak elde etmez, onun üzerindeki bir miktar artı karı da iç eder. İşte bu nedenledir ki; sermaye sadece kâr değil, artı kâr peşinde koşar. Bu artı kârları daha büyük miktarlarda yutmak için, daha yüksek teknikle üretim yapmayı, dolayısıyla organik bileşimi yükseltmeyi, emeğin üretkenliğini artırmayı, aynı anlama gelmek üzere üretici güçleri geliştirmeyi hep aşılması gereken bir hedef olarak önüne koyar. Ondaki üretim ateşi, işte bu artı kâr dürtüsünden gelir. Fakat her sermaye aynı içsel eğilimi taşıdığı için zayıflar, oyun dışı kalır, diğerleri organik bileşimlerini ileri olanın düzeyine yükseltir. Böyle zamanlarda artı karlar önemsiz hale geldiği gibi, sermayelerin organik bileşimi en ileri olana yaklaştığı için, ortalama kâr oranları düşer ve böylece yarış daha da kızışır. Ama nereye kadar? Her defasında küçük sermayeler daha büyük oranda telef olur, büyükler daha da büyük hale gelir. Serbest rekabetten tekelleşmeye doğru açılan bu yolun son durağı neresidir? Sermaye giderek daha az elde toplandığında artı kârlar nereden emilecek?
Tam da burada “tekelci kâr”ların yüksek öneminden bahsedilebilir. Ne var ki bu, sorunu ortadan kaldırmak yerine daha da görünür kılar. Üretilen toplam değerler toplam fiyata daima eşittir. Tekellerin salt tekelci konumlarından yola çıkarak yüksek fiyatları dayatması ancak başkalarının düşük fiyata zorlanması ile gerçekleşebilir. Bir ülkede o “başkaları” azaldıkça sermaye o güne kadar içinde seyrettiği pazar sınırlarını aşmaya yönelir. Sınır ötesine daha büyük oranda açılarak daha yüksek artı kârları soğuracağı yeni “başkaları”nı aramaya çıkar, onları zorla pazara çeker; böylelikle tekelleşme derecesi büyüdükçe sermaye buna paralel olarak dünyayı daha sıkı birleşmiş bir pazar haline getirir. Tekellerin aşırı kâr hırsı, küçük ve orta ölçekli sermaye bir yana giderek daha büyüklerini tasfiyeye uğratır. Peki, o “başkaları”nın sayısı tekelci artı karları sağlayan düzeyin altına inerse ne olacak? Sermaye üretimi neredeyse bütünüyle birkaç yüz dünya tekelinin elinde yoğunlaşırsa, kâr oranlarının düşüşünü telafi edecek olan artı kârlar nereden emilecek? Üretimin esasen dünya tekellerinin işi haline geldiği durumda “tekelci fiyat”ın cazibesinden nasıl söz edilebilecek?
***
Görüldü ki, dünya pazarının daha üst düzeyde bütünleşmesi, dünya tekellerinin ve dünya fabrikasının ortaya çıkması, sermayenin yaşadığı tıkanıklığı aşmada geçici bir rahatlık sağlasa da gerçekte çelişkilerin dünya çapında ve çok daha keskin boy vermesi için geçilen bir kuluçka devresi olmuştur. Bütün bunlar sermayenin gelişmesinin en üst noktasına, kendi gelişim sınırlarına her geçen gün biraz daha dayanmasından başka bir sonuç yaratmamıştır. Satabileceğinden daha çok meta üretimi dünya çapında bir bela olarak kapitalizmi görülmedik bir darboğaza sürüklemiş, çelişkileri dünyasallaştırmıştır. Dünyanın bir yerinde sıkışan sermayenin, dünyanın bir başka yerine kaçarak kurtulmasının imkânları daha fazla daralmıştır. 2008 krizi bütün bu gerçekleri su yüzüne çıkarıverdi.
Sermaye, kâr oranlarının düşüşünü, üretici güçlerin daha fazla geliştirmek suretiyle artı kârları emerek telafi etme yeteneğini yitirdikçe, artı kârları, sömürü koşullarını daha da vahşileştirerek elde etmeye yöneldi. İşçiyi daha yoğun ve daha uzun çalıştırarak üstelik eskisinden daha az ödeme yaparak gerçekleştirdi bunu.
Ama nereye kadar? İşgünün daha fazla uzatılamayacak bir sınırı vardır ve ücretlerin de daha da aşağıya düşmeyeceği bir sınır. Sermaye hareketlerinin önündeki her türlü sınırın kaldırılmasının, dünya fabrikasının ortaya çıkışının yaşama düzeyi dünya ortalamasının üzerinde olan ileri kapitalist ülke işçilerinin yaşam düzeyini, dünya ortalamasına yaklaştıracağı varsayım olarak kabul edilebilir. Ya sonra ne olacak?
Bunu bir kenara bırakalım. Üretici güçleri emeğin üretkenliğini geliştirmek yolundan çok, işçinin daha yoğun ve daha az ücretle çalıştırılması yolundan geliştirme yönelimi, aynı zamanda bir aşırı sermaye fazlalığının oluşmasına neden oldu. Gerçi her bunalım döneminde aşırı sermaye fazlasının ortaya çıkması, sermaye üretiminin doğasında vardır. Bunalım dönemlerinde ek sermaye ya eskisinden daha az kar getirir ya da hiç getirmez, sermaye kısırlaşır, bu nedenle de aşırı fazla sermaye haline gelir. Bu fazlalık kıyıma uğrar. Kâr oranlarının yeniden yükselmesine olanak verecek düzeyde sermaye kıyımından sonra, bunalım yerini yükselişe bırakır. Aşırı sermaye fazlalığı ortadan kalkar. Ama sermayenin tekelleşmesi öyle bir noktaya varır ki; yukarıda ifade edilen olgu, sermayenin üretken gücünde zayıflama bir genel durum, kronik bir hal alır. Bunun anlamı, bunalım olmamasına karşın yatırıma dönmeyen bir aşırı sermaye fazlasının oluşması, yani kronik aşırı sermaye fazlasının görülmesidir. Elbette bu ek sermayenin bütününün aşırı sermaye fazlasına dönüştüğü anlamına gelmez. Böyle bir durumla ancak bunalım anlarında karşılaşılabilir. Tekelleşme düzeyinin giderek yükselmesi ile birlikte ek sermayenin yatırıma dönmesi gereken bir bölümü, giderek artan oranda aşırı sermaye fazlasına dönüşür. Onun bunalım dönemlerinde görülen aşırı sermaye fazlasından önemli bir farkı vardır. Bunalım zamanlarındaki fazlalık hareketsizdir, buna karşın kronik aşırı sermaye fazlası normal sermaye fazlası gibiymiş davranır, mali araçlara dönüşerek paradan para kazanma serüvenine katılır. Dünyanın her tarafındaki birikimlerin bu soygun çetesinin kasasına kolayca akması, bir yerde şişen mali balonun doğal sınırına gelip dayandığında bir başka yerde yeniden oluşturulması için dünyanın tek bir mali araçlar ağı içinde birleştirilmesi, sermaye akımlarına sınırsız bir serbestlik tanınması bu sürecin doğal bir sonucudur. Emekli fonlarının sermayeleştirilmesinden her türlü perakende alışverişin dahi kredi konusu haline getirilmesi ile ücretlilerin geliri de mali ağın içine çekilerek mali sömürü nesnesi olarak değerlendirildi. Bütün bonolar bu alanda sermaye birikimine yeni bir itilim sağladı. Bin bir çeşit mali soygun aracıyla daha büyük sermayelerin daha küçüklerini yutması ve gelirin mali sömürü konusu yapılması bu alanda sermaye karlılığını yükseltti ve temerküzünü (bir yerde toplanması) hızlandırdı. Ama nereye kadar? Kapitalizme rahat bir nefes aldıran bu mali şişme nereye kadar sürdürülebilirdi ki?!
Mali araçlar kendi başına artı değer üretmez. Bu araçlar yoluyla meydana gelen birikim, zaten başkalarının elinde olan birikimlerin mali dalaverelerle daha büyüklerin elinde toplaşmasından başka bir anlama gelmez. Bir başka deyişle mali araçlarla sermaye birikimi, üretilen toplam sermayenin çoğalmasını ifade etmez, var olan sermayelerin bir yerden bir başka yere toplaşarak akışını tanımlar. Para parayı çeker, ama para ancak meta üretimi alanında, metada potansiyel halde bulunan artı değerin gelecekteki adı olarak, kendini genişletilmiş düzeyde üretebilir. Üretim alanında tıkanıklık başladığında paranın çekeceği para da tükenmeye başlar. Keza gelecekteki gelirin bugünden kredilendirilmesi de ücret düzeyi aşağı indiğinde daralır. Satılabileceğinden daha fazla meta üretimi gelip kapıya dayandığında kronik aşırı fazla sermaye akut bir hal alır. Böylece mali araçlarla başkasının elindekini çekip almanın da sınırlarına gelinmiş olur. Bu sınırın aşılması sermayenin kendini genişletilmiş yeniden üretme yeteneğine bağlıdır. Giderek daha çok kısırlaşan sermaye giderek daha kısırlaşmayı nasıl engelleyecek?
***
Tekelleşme derecesindeki yükselmeye bağlı olarak sermayenin kendi yıkım koşullarını bir o kadar olgunlaştırdığını daha önce belirtmiştik. Uluslararası tekellerin, dünya ekonomisi ölçeğinde faaliyet yürüten tekellere, yani birer dünya tekeline dönüşmesinin, sermayenin bu düzeyde yoğunlaşıp merkezileşmesinin, tekeller için artı kar kaynağı olan küçük kapitalistlerin, bireysel üreticilerin sayısında bir daralma anlamına geldiğini de göstermiştik. Hal böyle olduğu için dünya tekelleri emeğin üretkenliğini geliştirecek, yani sermayenin organik bileşimini teknik bileşimini yükselterek daha geri organik bileşimli sermayelerin karını soğurarak onları saf dışı bırakma olanaklarından giderek daha çok yoksun kaldıkça üretimi taşeronlaştırarak daha küçük sermayeleri kendine tabi kılma yoluna gitti. Böylece bağımsız varoluş imkânı gitgide tükenen küçük kapitalistler, bir yandan hızla iflasa sürüklenirken geri kalanlar da büyük tekellerin bağımlı sermayeleri haline getirildiler. Büyük tekellerin başvurduğu bu ikinci yol, gerçekte pazarı genişleterek -başkalarını iflasa sürükleyerek- kendini genişletmekten çok var olan pazarda kendi payına düşeni çoğaltmak anlamına geliyordu. Bu yönelimin başlıca iki sonucu oldu. Birincisi, makinenin üretkenliğini artırmak yerine aynı makineyle çalışan işçiyi daha yoğun çalıştırmak suretiyle sermayeyi genişletme çabası. Önemli düzeyde bir ek sermayenin sabit sermaye yatırımına dönmeyerek aşırı sermaye fazlası haline dönüşmesine yol açtı; tekellerin amansız rekabeti karşısında hızla mülksüzleşen milyarlarca küçük üretici, üretim araçlarından zorla koparılan bireysel üreticilerin bir bölümü, sermayenin üretken yatırım düzeyi mülksüzleşenleri emecek düzeyden uzak olduğu için emek gücünü satamadı, işsizleşti, böylece kapitalist üretim genişleme evresindeyken bile işsizlik kriz dönemlerindekine benzer bir düzeyde seyretti, bu kronik işsizlikti. İkincisi bu aynı süreç tek tek küçük sermayenin bağımsız varoluşunu giderek daha çok olanaksız kıldı, küçükten büyüğe doğru sermayeleri birbirine daha çok bağımlı hale getirdi, en küçükleri en büyüklerin bir bakıma bağımlı işçisi haline dönüştürdü. Ama nereye kadar? Kriz dünya çapında patlak verdiğinde her biri bir üsttekinin tedarikçisi haline gelen bu sermayeler, kaderleri bir üsttekine bu denli bağlıyken, korkunç bir yıkımla darmadağın olmayacaklar mıdır? Bu durumda süreç sermayenin daha yüksek düzeyde merkezileşmesiyle sonuçlanmayacak mıdır? Peki, sermaye bu denli merkezileştiğinde, eski biçimlerdeki sermaye üretimi ile bu merkezileşmeyi sürdürmek olası olmayacağına göre, kendisini genişletmek için nasıl bir yol bulacaktır?
Kapitalist emperyalizm, serbest rekabetçi kapitalizmin bir yadsınmasıdır. Nasıl ki serbest rekabetçi kapitalizmin bir ömrü vardı ise tekelci kapitalizmin de bir ömrü olmalıdır. Nihayet emperyalizm daha da olgunlaşarak emperyalist küreselleşmeye evrilmiş, uluslararası tekeller birer dünya tekeline dönüşerek ömürlerinin son baharını yaşamış, gelişimlerinin sınırlarını zorlayabildikleri kadar zorlamıştır. Şimdi sıra tekellerin yadsınmasındadır. Bu yadsınmanın tıpkı serbest rekabetin tekellerce yadsınmasında olduğu gibi kapitalist üretim ilişkileri altında gerçekleşmesinin olanakları var mıdır? Kapitalist üretim ilişkileri altında dünya tekelleri hangi biçim altında yadsınarak sermaye üretimi için daha ileri bir düzeye ulaşılabilir? Mesela, dünya tekelleri var olan tekelleşme düzeyinden çok daha ileri bir düzeye, tek tekel düzeyinde niteliksel bir dönüşüme uğrayabilirler mi? Bunun, sermayenin sermaye olarak kendini reddi anlamına geleceği için, sermayenin ancak çoklu var olabileceği gerçeği nedeniyle gerçekleşmesi söz konusu edilemez. Kaldı ki, eşitsiz gelişme yasası temelinde gelişen ve yeniden üretilen emperyalist rekabet, buna imkân tanımaz. Sermayenin uluslararasılaşması, kapitalist çıkarların da uluslararasılaşmasını getirmemekte, tam tersine, kapitalist çıkarlar ulusal kalmakta ve bu uluslararası emperyalist rekabeti görülmedik ölçüde şiddetlendirmektedir.
Açıktır ki dünya tekellerinin yadsınmasının bir tek yolu vardır: üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vererek, onların mülkiyetini toplumsallaştırarak üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak. O halde dünya tekellerinin yadsınması onların toplumsallaştırılmasından başka bir anlama gelmez.
Yadsımanın yadsınmasını başka açılardan da ele alabiliriz. Hisse senetli şirketler, bireysel özel mülkiyetin sermayenin sınırları içinde yadsınması demekti. Bugün hisse senetli şirketler öylesine yayıldı ki; ekonomi içindeki yeri giderek daha çok önemsiz hale gelen küçük ve orta işletmeler dışındaki neredeyse bütün işletmeler hisse senetli ortaklıklara dönüştü. Hisse senetli ortaklıkların kapitalist üretim ilişkileri altında gelişimi daha nereye kadar zorlanabilir ki!? Onun yeniden yadsınması ancak çelişkinin radikal çözümü ile, toplumsallaştırma ile gerçekleştirilebilir.
Aynı bakış açısıyla, mali enstrümanlara da değinebiliriz. Emperyalizm döneminde sanayi tekelleriyle kaynaşarak mali oligarşiyi oluşturan bankaların bu yeni pozisyonu serbest rekabet döneminde sanayicilerin dönemsel sermaye fazlalarının değerlendirilmesindeki “aracı” konumun reddiydi. Mali oligarşinin egemenliği öyle bir düzeye ulaştı ki, neredeyse her türlü üretimi egemenliği altına alır hale geldi. Örneğin adı “Yatırım Bankacılığı” olan gerçekte bankacılıkla hiçbir ilişkisi olmayan bu soygun türünün bankacılığın asıl işlevi haline gelmesi, bankaların üretimle ilişkilerindeki kopuşun bu biçimi, onların kapitalist üretim ilişkileri altında daha fazla geliştirilemeyeceğini gösterir. Onun yeniden yadsınması dünya çapında toplumsal üretimin aracı haline dönüştürülmesi ile mümkündür, ki bunun için sermayenin egemenliğine son verilmesi dışında bir yol yoktur. Mali işlemler esas alındığında serbest rekabetçi dönemin simgesi banka, tekelci kapitalizmin simgesi borsa ve emperyalist küreselleşme döneminde de borsayla birlikte “Yatırım bankacılığı”dır. Bu düzenbazlığın bundan öte sürdürülemeyeceği 2008 krizinde görüldü. Serbest rekabetçi dönemde kriz en şiddetli ilk işaretini banka çöküşlerinde gösteriyordu, emperyalizm döneminde borsada ve emperyalist küreselleşme zamanında ise “Yatırım bankacılığı”nda. “Yatırım bankacılığı” çöktü. “Yatırım bankacılığı”ndan daha asalak, daha çürümüş yeni bir araç bulunabilecek mi? Bu alanda yadsınma nasıl gerçekleşecek? Bu asalaklığa son vermek dışında bir yol kaldı mı?
***
Sermaye ölümcül bir bunalım sarmalına yakalanmıştır. Bu bugüne kadar sözü edilen “genel bunalım”dan farklı olarak “Sermayenin varoluşsal bunalımı”dır. Çünkü sermayenin üretici güçleri geliştirme yeteneği giderek öylesine zayıflamıştır ki, kendisini genişletme düzeyi sürekli düşmektedir. Sermaye daha çok yoğunlaşıp merkezileşerek, sömürüyü daha çok yoğunlaştırarak bunu kendi elleriyle hazırlamıştır ve bu onun kendi idam fermanını kendi elleriyle imzalamasından başka bir anlama gelmez. Denebilir ki, sermaye genişlemeye devam etmediği sürece mevcut varlığını dahi koruyamaz. Ne var ki, onun toplam genişlemesi onun birikim düzeyi ile kıyaslandığında görülecektir ki, genişleme düzeyi düşerken kronik aşırı sermaye fazlası artmaktadır. 2008 krizinin süreci tersine çevirmek yerine bu yönde derinleştireceği, kriz atlatılsa bile kronik aşırı sermaye fazlasının oransal olarak daha da çoğalacağı kolaylıkla ileri sürülebilir. Zira bu fazlalığın oluşmasını engellemenin biricik yolu onun yatırıma, üretici güçleri geliştirmek için kullanıma yönetilmesidir. Ama zaten bu alanda kâr oranlarının düşmesini telafi edemediği için fazlalık haline gelmemiş miydi? Sermaye çoğalmadan duramayacağına göre onun, emeğin sömürüsünü daha da yoğunlaştırmak ve nerede bireysel üretici, küçük ve orta kapitalist varsa oraya hücum etmek, sömürüyü daha da vahşileştirme ve mali soygun için yeni yollar aramak dışında bir çıkışı yoktur. Ama nereye kadar? Emek sömürüsünün ve mali soygunun da bir sınırı var. Açıktır ki, sermayenin önüne çıkış kapısı olarak çıkacak her kapı, onu cehenneme ulaştıracak yollara açılacaktır.
Sanayi devrimi, üretici güçlerin gelişiminde devasa bir atılıma neden olmuştu. Tekellerin ortaya çıkışı her ne kadar serbest rekabetin reddi olarak sermayenin üretim ateşine sekte vursa da, yoğunlaşmış ve merkezileşmiş sermayenin daha büyük üretici güçleri harekete geçirme yeteneği kazanması nedeniyle ve rekabetin tekelci düzeyde daha az kapitalist arasında daha keskin sürmesine bağlı olarak bu dönemde de üretici güçler gelişimini sürdürdü. Ama aynı tekelleşme, mali oligarşinin ortaya çıkışı sermayenin çürüme olgularının da giderek yoğunlaşmasına neden oluyordu. Emperyalist küreselleşme süreci ise bu çürüme öğelerinin sermayeyi nasıl sarıp sarmalar haline geldiğini görmemize olanak sağladı. Emperyalizm döneminde bir yandan üretici güçlerin gelişimi devam ediyor diğer yandan çürüme öğeleri büyüyordu. Emperyalist küreselleşme sürecinde ise çürüme genişlemeden baskın hale geldi. Ve nihayet buradan daha öteye devam edilmemesi nedeniyle dünya krizi patladı. Peki, bundan sonra ne olacak? Çürümenin başlıca eğilim ve genişlemenin bir ölüm çırpınışı olması dışında kapitalizm içinde bir çıkış yolu var mı? Sermaye dokunduğu her şeyi çürüterek kendini genişletecekse bu kendini yeniden üretecek koşulları üretme yeteneğinden ne derece yoksunlaştığını göstermekten başka bir anlama gelmeyecektir. Açıktır ki bütün bunlar sermayeye dayalı üretim tarzının tarihsel belirlenmişliğinin her bakımdan tamamlandığını, bundan sonrasının onun için yalnızca bir tükeniş zamanını ifade edeceğini gösterir.
***
Elbette bu tükeniş kendiliğinden bir ölümle sonuçlanmayacaktır. Bir üretim tarzı kendi doğal sınırlarına ne kadar çok dayanmışsa kendini yıkacak güçleri kendi bağrında o ölçüde büyütmüş demektir.
Kapitalist üretim tarzı “Son kertede, bütün bireylerin üretim araçlarından yoksun bırakılmasını, kendisine amaç edinmiştir. Toplumsal üretimin gelişmesiyle birlikte üretim araçları, özel üretimin araçları ve özel üretimin ürünleri olmaktan çıkar ve bundan sonra ancak bir araya gelmiş üreticilerin elinde, üretim araçları, yani bunların toplumsal ürünleri oldukları için gene bunların toplumsal mülkiyeti olabilirler. Ne var ki, bu mülksüzleştirme, kapitalist sistem içerisinde çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyetin bir azınlık tarafından ele geçirilmesi biçiminde görünür; ve kredi sistemi bu azınlığa git gide daha fazla sırf bir maceracılar topluluğu niteliği verir. Mülkiyet burada (hisse senetli şirketlerde -bn) hisse senedi biçiminde bulunduğu için, hareketi ve el değiştirmesi, tamamen, küçük balıkların köpek balıkları tarafından yutuldukları ve kuzuların borsa kurtları tarafından mideye indirildikleri, borsada oynanan bir kumar halini alır. Hisse senetli şirketlerde toplumsal üretim parçalarının özel mülkiyet gibi göründüğü eski biçime karşı bir düşmanlık vardır, ama hisse senedine dönüşme, hala kapitalizmin ağları içerisinde kapana sıkışmış haldedir; bu nedenle, servetin toplumsal servet ve özel servet olarak nitelikleri arasındaki zıtlığı aşacak yerde, bu şirketler bunu yalnızca yeni bir biçim içerisinde geliştirirler. ... Kapitalist hisse senetli şirketler kapitalist üretim tarzından ortaklaşa üretim tarzına geçişte geçici biçimler olarak kabul edilmelidir; oradaki tek ayrım zıtlığın, birisinde negatif diğerinde ise pozitif olarak çözümüdür. ... Kredi sisteminin, aşırı üretimin ve ticarette aşırı spekülasyonun ana manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan yeniden üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır; ve bu zorlamaya da, toplumsal sermayenin büyük bir kısmının, bunun sahibi olmayan ve dolayısıyla işleri, bizzat kendi işini yürüttüğü zaman kendi malı olan sermayenin sınırlarım dikkatle ölçüp biçtiği halde şimdi bambaşka bir biçimde ele alan kimseler tarafından kullanılmasına yol açar. Bu yalnızca şu olguyu gözler önüne serer ki, kapitalist üretimin çelişkili niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli bir noktaya kadar gerçek serbest bir gelişmeye izin verir ve böylece, aslında, sürekli olarak kredi istemi ile yıkılması ve kopartılması gereken kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -bunalımları- hızlandırır. Ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak öğeleri oluşturur.
Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi; kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık sistemi halini alıncaya kadar genişletmek; ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.” (Marks, Kapital Cilt III, s. 389-390)
***
Toplumsal mülkiyetin bir azınlık tarafından ele geçirilmesi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki buradan daha öteye ilerlemenin olanakları bizzat sermaye tarafından git gide tüketilmiştir. Kapitalist üretim tarihsel görevini, üretim araçlarını özel üretimin araçları ve ürünleri olmaktan çıkarma görevini tamamlamış, yeni bir üretim tarzının bütün tarihsel önkoşullarını kendi bağrında, kendisini var eden işleyiş yasalarının zorunlu bir sonucu olarak olgunlaştırmıştır. Komünizmin tarihsel önkoşullarının en somut, belirgin ve çıplak biçimde dünya tekellerinin bünyesinde oluştuğu kolaylıkla fark edilebilir. Dünya çapında üretimin ve dolaşımın organizasyonu, dünyanın bir ticari ve mali ağla birliğinin ulaştığı düzey kapitalistlerin bütününü, sanayicileri, tüccarları, bankerleri, artık üretimi geliştirmek bir yana üretimin sırtında bir yük olan bu fazlalıkların atılmasını olanaklı kılacak seviyeye ulaşmıştır. Sermayenin sayıları yüzlerle ifade edilen devasa tekellerin elinde dünya çapında yoğunlaşması, üretim araçlarının dünya ölçüsünde toplumsal üretimin araçları haline gelmesi, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bireysel biçiminin, onun bu ulaştığı toplumsallık düzeyiyle artık daha fazla yan yana bulunmasını giderek daha çok olanaksız kılmaktadır. Mülkiyetin bireyselliği ve üretimin toplumsallığının çelişkili birliğinin daha fazla devam etmesinin olanakları giderek daha çok azalmaktadır.
Salt üretim araçları açısından değil, onun kullanıcıları bakımından da komünizmin tarihsel önkoşulları, maddi teknik temeli yeterince olağanlaşmıştır. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi öyle bir noktaya erişmiştir ki; bireysel ve küçük üretim bir yana giderek orta ölçekli üretimin bağımsız varoluş imkânları tükenmiştir. Bu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sermayenin egemenliği altında ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildir. Emperyalist küreselleşme süreci bu mülksüzleştirmeye muazzam bir itilim sağlamış ve sadece birkaç on yıl içinde yüzmilyonlarca bireysel üretici ve küçük kapitalist proletaryanın saflarına sürülmüştür. Tekellerin dünya çapında üretim ve dağıtım yapacak seviyeye ulaşmasıyla dünyanın geri kapitalist ülkelerinde de ara katmanlar hızla erimiş, bir başka deyişle orta sınıflar giderek eski önemini yitirmiş, toplum hemen dünyanın birçok yerinde iki uca doğru daha çok savrulmuş, proletarya ve burjuvazi olarak daha keskin saflaşmıştır. Bir başka anlatımla bu saflaşma giderek şu ya da bu ülkeye özgü olmaktan çıkarak dünyasallaşmış; şu ya da bu ülkeye özgü toplum bir dünya toplumu haline gelmiştir. Bir yanda servetin git gide daha küçük bir kapitalistler grubu elinde toplaşması diğer yanda git gide daha sefil bir hayat sürmeye mecbur bırakılmış işçiler ve bütün emekçi tabakaları. Dağ gibi biriken servetin özel biçimi ve karşı kutupta dağ gibi biriken sefaletin toplumsal hali... En ilerisinden en gerisine kadar bütün ülkeler, zenginler ve yoksullar arasında bu büyüyen uçurum bakımından birbirlerine benzeşmektedirler.
Orta sınıflardaki bu erime salt tarım ve sanayinin küçük üretici ve tüccarlarının değil bütün küçük burjuva katmanların kaçınılmaz kaderi haline gelmiştir. Serbest meslek sahipleri bir küçük burjuva tabaka olmaktan giderek daha çok çıkmakta ve giderek bunların daha büyük bir kesimi sermayedar azınlık ve işçi çoğunluk olarak ayrışmaktadır.
Devlet hizmetlerinin bir bölümünün özel sermayenin yatırım alanına açılmasıyla, bu hizmetleri daha önce devlet bünyesinde memur olarak gören emekçiler -özel hastane ve okullarda olduğu gibi- sermaye için artıdeğer üreten işçiye dönüşmektedir. Yalnız onlar mı? Devlet tarafından üretilmeye devam edilen hizmetlerin kar amacına giderek daha çok tabi kılınmasıyla emekçi memur konumundaki ücretlilerin de giderek daha büyük bölümü proleterleşmektedir; kimileri memurluktan yarı-işçi yarı memurluğa ve oradan işçiliğe geçiş süreci yaşamaktadır.
Sermayenin tekelci hakimiyeti, orta sınıfları büyük yığınlar halinde proletarya saflarına iterken, aynı zamanda proleterler arasında bugüne dek oluşmuş tabakalaşmanın temellerini sarsmakta, böylece işçi olmasına karşın düşünüş ve yaşam biçimi orta sınıflara tekabül eden ayrıcalıklı kesimlerin de proletaryanın alt tabakalarına dökülmesine yol açmaktadır.
Üretici güçlerin hâlihazırda ulaştığı gelişkinlik düzeyi kafa ile kol emeği arasındaki mesafeyi daraltarak bu iki kesimi birbirine daha çok yakınlaştırmakta; bilimin teknolojiye uygulanmasının eskisi kadar kar getirmemesi, bilim emekçilerine yatırım düzeyini düşürmesine neden olmakta, bunların kaçınılmaz sonucu olarak kafa işçilerinin giderek daha büyük bölümü “ayrıcalıklı emekçi” olmaktan çıkarak “sıradan emekçi” durumuna düşürülmektedir.
Sermaye emeğin üretkenliğini yükselterek kâr oranlarının düşüşünü telafi etme yeteneğini yitirdikçe kazanılmış işçi haklarına gözünü daha fazla dikmektedir. Güvencesiz, esnek çalışma ve ücretlendirme giderek daha da baskın hale gelmekte, kronik işsizlik basıncı altındaki işçiler daha düşük ücretlerle daha kötü koşullarda çalışmaya zorlanmaktadır. Bunlar ayrıcalıklı işçi tabakalarının giderek daha büyük oranda ortalama işçi düzeyine gelmelerine neden olmaktadır İşçi sınıfının bu yeni düzeydeki “bir”liği yalnızca şu ya da bu ülke sınırları içinde bir “bir”liği değil, dünyanın bütün işçileri arasında bir “bir”liğe/aynılaşmaya doğru eğilimi ifade eder. Dünya çapındaki üretim ve ticaret kaçınılmaz olarak dünya işçisini yaratmıştır. 2008 krizi ile birlikte en ileri ülke işçi sınıfı ile daha geri ülke işçileri arasındaki benzeşme giderek daha belirgin hale gelecek, işçi ücretlerinin tespitinin de “ülke” ölçeğinden “dünya” ölçeğine doğru bir kayış daha çok yaşanacaktır. Daha bugünden sermaye işçiler arasındaki rekabeti dünyasallaştırarak ücretlerin genel düzeyini dünya çapında aşağı çekerken diğer yandan, “Dünyanın bütün işçileri birleşin” çağrısının nesnel temelini ete kemiğe daha çok büründürmektedir.
Bireysel üreticilerin ve küçük kapitalistlerin tekelci sermaye egemenliğinin ulaştığı düzey nedeniyle bağımsız varlıklarını üretme olanaklarını yitirmesi; bütün orta sınıfların sermayenin basıncı altında “küresel ısınma”ya tabi kılarak hızla erimesinin en önemli sonucu büyük sermayenin hakimiyeti koşullarında bireysel üretici ve küçük kapitalistlerin özel mülkiyetlerini koruma eksenli, tekelci sermayeyi reddetmeden “ara çözümler” peşinde koşmanın iktisadi olduğu kadar politik zemininin de kalmamasıdır. Aynı “ara çözüm” imkânsızlığı işçi sınıfının ayrıcalıklı tabakaları, ya da gelişmiş ülke işçi sınıfları için de geçerlidir. Ne işçi sınıfının ayrıcalıklı tabakalarının ne de ileri kapitalist ülkelerdeki işçilerin bütünün sermayenin tekelci hegemonyası altında yaşam tarzını eski düzeyde üretme şansı kalmamış, vasıflı ve vasıfsız işçilerde olduğu gibi ileri-geri ülkelerdeki işçilerin kaderi de sermaye tarafından giderek daha çok “bir”leştirilmiştir. Bugün dünyanın her yanında başlıca eğilim işgünün uzatılması, düşük ücretler, güvencesiz esnek çalışma, kazanılmış sosyal güvenlik haklarının gasp edilmesi yönündedir. Bir başka deyişle dünyanın bütün işçileri köle gibi çalıştırılmakta, yoksullukta, işsiz kalma korkusunda, geleceğe güvensizlikte, sosyal haklardan yoksunlukta daha çok birbirine benzeştirilmektedirler.
Görülmektir ki; hızla mülksüzleştirilmekte olan bütün emekçi tabakaların ve farklılaşması zayıflayan dünyanın bütün işçilerinin sermayenin egemenliğini yıkmanın ötesinde, bu egemenliği kabule dayalı ne bir “ara çözüm” bulma olanakları vardır, ne de sermayenin bu tür çözümler önermede yetenek esnekliği.
Nihayetinde denebilir ki,
a-Üretimin maddi gelişimi ile kapitalist biçimi arasındaki çelişkinin, emperyalist küreselleşmeyle birlikte son barutunu da tüketerek, sürdürülemez düzeye ulaşması; üretimin kapitalist biçiminin üretimin maddi gelişmesini daha ileriye taşıma yeteneğini yitirmesiyle sermayenin tarihsel belirlenmişliğinin sınırına gelinmesi,
b-Tekelci sermaye tarafından dünya pazarının geri dönülmez inşasının sermayenin bugünkü genişleme gücünün aşılması gereken sınırını oluşturmasına karşın, dünya pazarının iktisadi ve politik olarak tekeller ve onların güdümündeki devletler tarafından yapay bölünmesinin daha fazla sürdürülemez olması,
c-Küçük burjuvazinin, küçük mülk sahiplerinin giderek dünya çapında önemini kaybetmesi; sermayenin mülksüzleştirerek varlığını genişletmeye olanak bulduğu bu toplumsal zeminin giderek zayıflamasıyla bu toplumsal direğin sermayenin ağırlığını taşıma gücünden yoksunlaşması; yine buna bağlı olarak mülk sahibi sınıfların giderek azalmasıyla mülksüzleştirme koşullarının giderek yeniden üretilmesinin zorlaşması; ara tabakaların çözülmesinin “ara çözümler”i gündemden düşürmesiyle burjuvazinin ideolojik-politik hegemonyasının ve kendisini bu alanlarda yeniden üretmesini sağlayan temel toplumsal dayanaklardan giderek yoksunlaşması,
d-İşçi sınıfının dünyanın büyük bölümünde nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturur hale gelmesine karşın sermaye üretiminin kısırlaşması nedeniyle işçi sınıfının yaşam düzeyini yükseltmek bir yana giderek daha berbat koşullarda yaşamaya ve çalışmaya zorlanması; işçi sınıfı tabakaları arasındaki ayrışmanın giderek önemsizleşmesi; dünya işçisinin boy vermesi; kronik kitlesel işsizlik nedeniyle işçi nüfusunun önemli bir kesiminin çalışma hakkından mahrum kalması gibi olgular, sermayenin kendini tükettiği ölçüde yeni üretim tarzının maddi teknik temelini daha yüksek düzeyde oluşturduğunu gösterir.
Eğer bir benzetme yapmak gerekirse denilebilir ki sermaye için manüfaktür dönemi çocukluk, sanayi devrimi gençlik, tekelci kapitalizm olgunluk (ve elbette bu olgunlukla birlikte çürüme alametleri), nihayet emperyalist küreselleşme ise bu olgunluğun dibe vurmuş çürüme halidir.
Bu çürüme, sermayenin üretken niteliğini giderek daha çok yitirmesi ve emek sömürüsünün dünya çapında talana dönüşmesine, paradan para kazanma hırsı ile en soysuz yöntemlerle küçük birikimlerin yağmalanmasında ve bunlara bağlı olarak zenginlik, fakirlik uçurumunun bugüne dek görülmedik düzeyde derinleşmesinde kendini göstermekle kalmıyor; kadın emeğinin daha azgınca sömürülmesi bir yana, bir bütün olarak kadınlığın, tıpkı bir toprak ya da makine gibi sermaye için yatırım konusu haline getirilmesinde ve keza üretici güçleri gereğince geliştirme yeteneğini yitirmiş sermayenin daha fazla kar için doğayı ölçüsüzce tahrip etmesinde de kendini ortaya koyuyor. Bunun kaçınılmaz sonucu sermayenin kendisiyle birlikte emekçiyi, kadınlığı ve doğayı bir başka deyişle insanı toplumsal, cinsel ve çevresel çürütmeye uğratmasıdır.
***
Çürüme ve kurtlanmanın bu altyapı üzerinde yükselen bütün bir üstyapıyı sarmalına almaması nasıl düşünülebilir ki?! Toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısı nasıl git gide azalıyorsa, bu azınlığın devleti de git gide azalan bu kesimin elinde yoğunlaşıyor. Böylece onun emekçi sınıflar nezdinde aldatıcı görünümü ortadan kalkıyor. Burjuva devlet birkaç yüz dünya tekelinin ve onun işbirlikçi ortaklarının çıplak aracına dönüşüyor.
Burjuva demokrasisinin süslü kabuğu içerisinde gizlenen bütün burjuva politik çürüme unsurları artık kabuğu da sarmış, en gelişkin burjuva demokrasiler bile birer korku ve kontrol toplumuna dönüşmüş, demokratik hak ve özgürlükler tıpkı sosyal haklar gibi kısıtlanmaya başlamış, faşist ulusal güvenlik yasaları neredeyse her burjuva demokraside peş peşe yürürlüğe sokulmuştur. Sosyalizmin bir kazanımı olarak burjuva devletlerin bağrına saplanan “sosyal devlet” sermaye tekelleşmesinin ulaştığı düzeye bağlı olarak daha fazla sürdürülemez olmuş ve böylece burjuva devletin, eşitsizliği barındırsa da “herkesin devleti” olduğuna dair yaratılan illüzyon dağılmış ve onun “bir kaç büyük tekelin devleti” olduğu gerçeği bütün fazlalıklarından arınarak ortaya çıkmıştır. Sermayenin tekelleşme düzeyindeki yükselme kaçınılmaz olarak zihinsel üretim araçlarında da tekelleşme düzeyinin yükselmesine yol açmıştır. Burjuva medya bunun en bariz örneğidir. TV'ler, radyolar, gazeteler öylesine büyük yatırım gerektiren alanlara dönüşmüştür ki, küçük sermayelerin bu alanlarda varlığını sürdürmesinin çok dar yerel alanlar hariç olanağı kalmamıştır. “Basın özgürlüğü parası olanlar içindir” genel burjuva düzen eleştirisi artık “basın özgürlüğü tekelci sermayenin özgürlüğüdür” biçimini almıştır. Hal böyle olunca dünya tekelleri gibi dünya medyası da boy vermiş ve birkaç dünya tekelinin sesi dünyanın geri kalan bütün seslerini bastırır hale gelmiştir. Tekellerin çıkarlarını korumak adına gerçeklerin her türlü yalanla ters yüz edilmesi, görülmedik ölçüde düzeysizlik ve moral değerler dejenerasyonu, bu medyanın başlıca karakteristik özellikleri olmuştur. Nasıl ki, burjuva devlet görece özerk niteliğini git gide yitirerek, burjuva sınıfların kolektif çıkarlarını en zengin olanın lehine korumaktan, git gide birkaç on büyük tekelin çıkarlarının militan bekçisine dönüştüyse, burjuva medya da aynı evrimi izleyerek birkaç büyük tekelin borazanı haline geldi. Daha küçüklere hayat hakkı git gide daha çok daraltıldı.
Aynı gelişmeyi kitap basımı ya da diğer kültürel sanatsal araçlar için de gözleyebiliriz. Bütün bu araçların sermaye yatırımının dolaysız konusu olmaları bir yana, bu araçların üretimi giderek daha az büyük sermaye grubunun işi haline gelmektedir. Zihinsel araçlara dönük bu tekelleşmenin nasıl bir düşünsel-kültürel-sanatsal çoraklaşma yarattığı; düşünsel-kültürel ve sanatsal yaratımın bağımsız varoluş olanaklarının nasıl olanaksız hale getirilerek bu alanların çölleştirildiği görülebilir. Aynı çürütme ve çölleştirmeye bilim üretimi alanında da tanıklık edebiliriz. Eğitim hizmeti kâr amacına giderek daha çok bağlandı. Üniversiteler tekellerin organik uzantısına giderek daha çok dönüştürüldü. Böylelikle genel eğitimi ve üniversite kol ve zihin emekçilerinin sermayenin genel çıkarları doğrultusunda hazırlanması için devletçe üstlenilen karşılıksız bir hizmet olmaktan git gide daha çok çıktı. Genel eğitimin canlı robot üretim alanı halini alması, tekellere angaje olan üniversitelerde bilimsel üretim özgürlüğünün giderek daha çok daralması bu alandaki canlılığın neden giderek solduğunun hikâyesini anlatır bize.
Ama bilimsel kuraklığın asıl nedeni sermayenin üretim ateşinin sönmesidir. Bu da bilim üretim ateşinin sönmesine yol açıyor. Tekeller üniversiteleri yeni buluşlar yaparak bunu teknolojiye uygulamak için değil başkalarının buluş yapma alanlarını daraltmak için hakimiyeti altına alıyor. Hastalıklardan kırılan milyonlarca insanın sorunları bu yüzden çözülmüyor, küresel ısınmayı engelleyecek önlemler bu yüzden alınmıyor, enerji üretiminde devrimsel gelişmeler bu nedenle gerçekleşmiyor. Oysa bütün bunların çözümü için bilim üretim merkezlerinin, bilim insanlarının kar amacı gütmeksizin toplumsal çıkarlar için işbirliği yapmaları yeterli olacaktır.
Bilim üretimi alanında bu çürüme ve yozlaşma beraberinde dinin yeniden yükselişini getirmiştir. Burjuvazi bu dünyadan beklentileri giderek azalan işçileri avutmak için dini eskisinden daha çok seferber etmeye ihtiyaç duyarken, emperyalizmin esareti altındaki ezilen halklar da dinsel hayat tarzının egemen kılınmasına bir kurtuluş reçetesi olarak daha çok sarılır hale geldiler. Bilimin gerilediği, bilimsel özgürlüğün yok edildiği yerde dinin ve hurafenin yükselişinden daha doğal ne olabilir ki?!
Bu dünyadan umudunu kesen halkın önüne giderek dini daha çok sürmekle burjuvazi, yarattığı dünyanın ikna ediciliğinin de tükendiğini itiraf etmektedir aynı zamanda. Bugüne değin bilimsel birikimin ulaştığı düzey ile diğer yandan dinin ve hurafenin bu yükselişi, sermayenin üretici güçleri geliştirme yeteneğini yitirmesi ölçüsünde kendini ideolojik olarak da üretme yeteneğinden yoksunlaştırdığının bir başka göstergesidir.
İktisadi altyapı ve politik üstyapıdaki çürümenin toplumda genel bir moral değerler çöküntüsüne, insani değerlerde genel bir dejenerasyona; uyuşturucu ve alkol bağımlığının, kadın bedeninin satışının had safhaya çıkmasına, ruhsal hastalıkların etki alanının giderek genişlemesine, mafyatik çeteleşmenin toplumsal bir ur haline gelmesine yol açacak genel bir toplumsal çürüme bunalımına neden olmakta olduğu açıktır. Ve bu bunalımdan toplumun bir an önce çıkmak zorunda olduğu ve bu çıkışın ancak sermayenin egemenliğine son verilerek gerçekleştirilebileceği de bir o kadar açıktır.
***
Toplumun bu kurtuluşunun, sosyalizmin, dünya devriminin ve komünizmin maddi öğeleri bizzat sermaye tarafından yeterince olgunlaştırılmıştır. Ne var ki, buradan yola çıkarak dünya devrimi ve komünizmi tek bir hamle ve yekpare bir sürecin ürünü olacakmış gibi algılamak yanlıştır. Böyle bir algılayış hareketin, aynı anlama gelmek üzere diyalektiğin yasalarına, tarihsel materyalizme aldırış etmemeyi gerektirir.
Dünya sermayeler tarafından devletlere bölünmüştür, nihayet sermayelerin egemenliği bu politik araçla sürdürülmektedir. Emek-sermaye çelişkisi giderek daha çok dünyasallaşsa da, bu çelişki ancak her burjuva devletin tek tek yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması ile çözüm yoluna girebilir. Dünya sermaye tarafından öylesine bütünleştirilmiştir ki; ne bu dünyada bir ülkede yalnız kalan devrim bu yalnızlığı uzun süre devam ettirebilir, ne de bir yerde sermayenin egemenliğini tepetaklak eden bir devrimin başkalarını da tetikleyerek bir devrim dalgasına yol açması eskisi kadar engellenebilir. Böyledir, çünkü sermaye ile emek, ezenle-ezilen arasındaki çelişki dünyanın her yanında öylesine keskinleştirmiştir ki, dünyanın bütün ülkeleri, özelikle batının gelişkin kapitalist ülkeleri git gide daha çok “zayıf halka” haline gelmektedir. Depremin kapitalizmin en gelişkin ve daha düne kadar çelişkilerin en yumuşak olduğu ülkelerde patlamasının maddi öğeleri birikmiştir. Çünkü çelişkilerin keskinleşmesindeki hız, yaşam tarzı düzeyindeki ani düşüş ve düştüğü yerdeki haliyle yaşam tarzını korumaktaki zorluk, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçilerle onların en ayrıcalıklı olanları arasındaki farkın giderek önemsizleşmesi bu ülkelerde patlamanın maddi öğelerini bir hayli biriktirdiğinin kimi kanıtlarıdır. Elbette bu devrimin şu ya da bu ülkede patlak vereceğine dair kesin bir belirleme olarak anlaşılamaz, devrim herhangi bir yerde başlayabilir ve Batı'nın gelişkin ülkeleri de bu başlangıcın adayları, hem de güçlü adayları arasındadır. Sermayenin egemenliği için az çok önem taşıyan nerede bu egemenlik alt edilirse edilsin, bunun en ileri kapitalist ülke üzerindeki etkisinin yüzyıl öncesinden çok daha şiddetli olacağı bugünden görülebilir. Devrim eşitsiz gelişecektir ama estirdiği dalgaların dünyayı devrimde eşitlemesinin koşulları yüzyıl öncesine göre çok daha olgunlaşmıştır.
Komünizm, alt evresi sosyalizm olan bir üretim biçimdir. “Sosyalist üretim biçimi” olarak bağımsız bir üretim biçiminden söz edilemez. Sosyalizm, toplumu komünizmin üst evresine hazırlayan bir geçiş aşamasıdır. Bu geçişin hızı toplumsal üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi tarafından belirlenir. Sosyalizm her şeyden önce sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasını ve üretim araçları üzerindeki her türlü bireysel mülkiyete son vermeyi ve dünya devrimi yolunda çaba sarf etmeyi amaç edinir. Eğer devrim yapılan ülkede bireysel ve küçük kapitalist üretim çok yaygın, üretim araçlarının sermayenin egemenliği altında toplumsal üretimin araçları haline gelme düzeyi geri ise, bütün bu dağınık üretim araçlarının proletarya diktatörlüğü altında toplumsallaşması zor ve sancılı olacak ve uzun zaman alacaktır. Yine buna bağlı olarak meta ekonomisinin tasfiyesi çok daha meşakkatli olacaktır. Ama tersi de doğrudur. Bugünkü dünyanın çoğu ülkesinde bireysel üretim araçları toplumsal üretimin araçları ve ürününe öylesine yüksek düzeyde dönüşmüştür ki, tıpkı Marks'ın dediği gibi artık bütün sorun “bir gasp edicinin, halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmesi”yle kolayca ve hızla çözüme kavuşturulabilecektir.
Daha önce de sözü edildiği gibi tek tek ülkede başlayacak sosyalist devrimin bir devrim dalgasına dönüşerek egemenlik alanını genişletmesinin kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde patlak vermesinin ya da kapitalizmin en gelişkin kalelerini fethetmesinin ve giderek geri kalanını sosyalist kuşatma altına alarak sermayeye ölümcül darbeyi indirmesinin maddi koşulları yeterince olgunlaşmıştır.
Üretim araçları toplumsallaştırılsa bile bunu komünizmin üst evresine geçmek için yeterli olmayacağı çünkü üretimin henüz “herkese ihtiyacına göre” vermeyi karşılayacak düzeyde gelişmediği durumda “herkese emeğine göre” bölüşüm ilkesinin sürdürüleceği, bunu da insanın emek güçlerinin doğal eşitsizliği nedeniyle eşitsiz bölümüme yol açacağı doğrudur. Buna karşın üretici güçlerin hali hazırdaki gelişkinlik düzeyi ile bile üretim araçları sermaye olmaktan çıkarılarak toplumsal amaca bağlı olarak kullanıldığında üretken gücün büyük bölümünün makineye aktarılması mümkündür. İşte bu nedenle özel mülkiyet esaretinden kurtulan toplumsal üretim araçlarının ve sermayenin nesnesi olmaktan çıkan işçilerle birlikte bütün üretici güçlerin zincirlerinden boşalması ve komünizmin üst evresine geçişi gerçekleştirmeye hizmet edecek maddi koşulları hızla oluşturması için gerekli maddi temelin bugünden yeşerdiği de doğrudur.
***
“Özgürlük âlemi” der Marks, “ancak, emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alan, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. ... İnsanın gelişmesiyle birlikte, duyduğu gereksinimler artacağı için bu fiziksel gereksinimler alanı da genişler, ama aynı zamanda da bu gereksinimleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük ancak durağan kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan ilişkilerini rasyonel biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir üretim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir; ve bu, en az enerji harcamayla ve insan doğasına en uygun ve layık koşullar altında başarılır. ” (Kapital, Cilt III, s. 720)
Kapitalizm genişlik ve derinlik bakımından tarihinin en kapsamlı ve en yıkıcı bunalımıyla karşı karşıya kaldığı, muazzam bir özel servet için korkunç bir toplumsal sefalet atığının üretildiği bugün üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi, “en az enerji harcamayla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar altında” herkesin insanca bir yaşam sürdürmesine olanak yaratacak düzeye erişmiştir. Bütün iş, bunu gerçekleştirmenin biricik engeli sermaye üretimine dayalı üretim biçimini lağvetmektir. Bu bir zorunluluktur.
Ama bilinir ki özgürlük zorunluluğun bilincidir. Bilinç ancak bir iradeye dönüştüğünde işlevini yerine getirebilir. Kapitalizmi yerin dibine gömecek olan da bu irade olacaktır. Kim zorunluluğun bilincine varmaz, bilinci bir iradeye dönüştürmezse kapitalizmle birlikte çürüyüp gidecektir. Kapitalizm kendi kendine asla çökmeyecektir. Ama kapitalizm öylesine içi kof bir ağaca dönüşmüştür ki birkaç etkili vuruşla yerle bir olması için koşullar hiç bu kadar uygun hale gelmemiştir.
Devrimci irade ve kesintisizce hücum: Kapitalizmi cehennem ateşine atacak olan bunlardır.
Aynı yerde Marks, en az enerji harcamasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar altında ortaklaşa üreticiler tarafından doğayla ilişkilerin rasyonel biçimde düzenlenebileceğini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Ama gene de bu, bir zorunluluk âlemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük âlemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bir zorunluluk âlemi ile serpilip gelişebilir.” İşte insanlığın önünde çözmesi gereken temel sorun budur: İnsan enerjisinin kendi başına bir amaç haline gelmesi. Sermaye işçiyi makinenin emrine verdi. Komünizm alt evresi sosyalizm, makineyi insanın emrine verecek. Komünizmin üst evresi, üretkenliğin bütünüyle makineye aktarıldığı ve insan enerjisinin kendi başına bir amaç haline geldiği bir dünyanın adı olacak. Bu artık uzak bir hayal değil. İnsanlık bugün komünizm şafağına her zamankinden daha yakındır.
Kapitalist dünya krizi ortalığı toza dumana boğunca burjuva aydınlar Marks'ı keşfe çıktılar. Onlar keşfede dursun biz marksistlerin önündeki temel görev Marks'ı anlamak, içermek ve daha geniş ufuklara yürümektir. O halde, Marks'a, Engels'e ve onların ardıllarına, Lenin ve Stalin'e hücum; her marksistin parolası olmalıdır.