6 Aralık 2008'de 15 yaşındaki Alexandros Gregoropoulos'un (Alexis) polis tarafından katledilmesiyle başlayan ve kısa sürede bir ayaklanmaya dönüşen olaylar; üzerinden (bu makalenin yazıldığı tarih itibariyle) iki haftadan fazla bir zaman geçmesine rağmen henüz durulmuş değil. İsyan bazen şiddetlenerek, bazen hızını kaybederek de olsa devam ediyor. Ayaklanmanın hangi rotada ilerleyeceği henüz netlik kazanmasa da, daha şimdiden dünyanın bütün ezilenleri için bir işaret fişeği olmayı hak ettiği söylenebilir.
Burjuva basının ayaklanmayı sıradanlaştırma, birkaç yüz heyecanlı gencin agresif tepkisi, anarşizm, başıbozuk bir hareket olarak gösterme çabası ayaklanmanın kitleselliği, yaygınlığı, sürekliliği ve ayaklanmacıların kararlılığı karşısında etkisiz kaldı. Yine de burjuva basının gerçekleri saptırmaya dönük bu çabası Yunanistan dışındaki ülkelerin ilerici kuvvetleri üzerinde etkili olmadı değil. Burjuva basının her şeyi ters yüz ederek bilinçleri nasıl dumura uğrattığını Türkiyeli devrimciler iyi bilir. 1996 1 Mayısı canlı bir örnek olarak gözlerimizin önünde duruyor hala. Bırakalım burjuva basını, reformcu sol partilerin denetimindeki ilerici basın da o dönem egemenlerle ağız birliği etmiş, faşist devlet güçlerince üç işçinin hunharca katledilmesi, kitleye ateş açılması ve onlarcasının yaralanmasını değil, parklardaki lalelerin ezilmesini öne çıkarmıştı. Aynı dönem, kitlelerin öfke patlamasını “Vandalizm” olarak açıklayan bu çevreler, Yunanistan'da daha kapsamlı ve yıkıcı öfke volkanına ise hayırhah bir tutum almıştır. Devrimi, devrimci başkaldırıyı rüyalarından bile çıkaran bu kesimler Yunanistan ayaklanmasına 1996 1 Mayıs'ı gibi yaklaşma düşkünlüğü göstermeseler de, ayaklanmaya hak ettiği değeri vermediler. Birgün gazetesinin bu kez ayrıksı bir noktada durduğunu, gazetenin kimi yazarlarının olayları doğru yansıtmak için samimi bir çaba içinde olduklarını belirtmek gerekir. Özellikle Foti Benlisoy ve Y. Doğan Çetinkaya imzalı “Bir eylemin güncesi” başlıklı 12 Aralık tarihli yazısı gerek olayları yansıtmadaki başarısı, gerekse devrimci bir perspektifle kaleme alınması bakımından övgüye değerdir. Bu yazımızda da esasen “eylem güncesi”ni eksen alarak, oradaki anlatıma dayanarak gelişmeleri ele alacağız. Değerlendirme boyunca başvuracağımız bir başka materyal 19 Aralık Birgün'de yayınlanan Aristotelio Üniversitesi işgal bildirisidir. Yine aynı gazetenin 15 Aralık tarihli nüshasındaki Yunanistan Komünist Partisi (KKE) MK üyesi ile yapılan röportaj ile 13 Aralık'ta Atılım gazetesinde yayınlanan KOE (Yunanistan Komünist Örgütü) bildirisi (9 Aralık tarihli) ele alınacaktır. Kuşku yok ki, henüz devam etmekte olan ayaklanmayı her yönden ve bütünlüklü analiz etmenin olanağı yoktur. Bilgi eksikliğinden doğması muhtemel hataları göz ardı etmeden, ayaklanmayı en belirgin özelikleriyle ele almaya çalıştık.
Ayaklanma Nasıl Başladı?
Aristotelio üniversitesi işgal bildirisi şöyle başlıyor: “15 yaşındaki Alexandros Gregoropoulos’un polisler tarafından öldürülmesi bizim 9 gündür sokaklara dökülmemize neden oldu.” Nasıl oluyor da 15 yaşındaki bir gencin katledilmesi bütün bir ülkeyi bir anda ayağa kaldırabiliyor? Bilinir ki, tekil bir olayın kendi başına bir durumu, rutini, akışı değiştirmeye neden olması, ancak o tekil olayın o güne kadar süregelen durum, rutin ve akışın iyiden iyiye keskinleşmiş çelişkilerini patlatan ateşleyici fünye olması ile mümkündür. Belli ki, polisin bu cinayeti, Yunan toplumu içinde birikmiş çelişkilerin infilak etmesine neden olmuştur. Nitekim işgalcilerin bildirisinde bu durum şöyle izah ediliyor: “Devlet ve onun aygıtları tarafından desteklenen katiller, ya polisin işlediği olayları münferit gibi göstermekte; insanlık dışı çalışma koşullarının sebep olduğu iş kazaları, Avrupa Birliği sınırındaki göçmenlerin ölümüne neden olan katiller vb... Aslında bu olayların hepsi ortak bir sonuca sahip. Bu olayların hepsi devletin baskı aygıtlarına karşı duran herkese karşı izlenen cinayetlere kadar uzanıyor. Dahası, bağımsız yargı patronların etkisi altında, tüm toplumsal mücadeleleri sergileyenlere karşı ceza uygulamakta ve hapis cezası vererek sindirilmektedir.”
Bildiride ifade edilenlerden hareketle diyebiliriz ki; polis baskısı, insanlık dışı çalışma koşulları ve adalet mekanizması hedefe konulmuştur. Bir başka deyişle vahşi kapitalizm ve onun egemenlik aygıtı devlet doğrudan doğruya eleştiri oklarının menzilindedir. Çelişkilerin kızıştığı bir ortamda bir başka olayda örneğin bir iş cinayeti ya da bir başka polis saldırısı da ayaklanmayı tetikleyebilirdi. Kostas Karamanlis’in Yeni Demokrasi Hükümeti, neoliberal sömürü ve soygun politikalarının baş temsilcisi olarak, polis cinayetine karşı öfkenin de temel hedefi oldu. Keza Yunan halkı, sokaklarda tırmanan polis şiddetinin, emekçilere yönelik neoliberal saldırılarla bağını güçlü biçimde kavradı.
Ayaklanma Nereden Başladı?
Cumartesi gecesi Alexis'in öldürüldüğü Eksarhia semtinde çatışmalar başladı. Burası ilerici güçlerin etkin olduğu bir semttir. İlericilerin devletin hegemonyasını zaafa uğratan kimi meşru mevziler elde etmesinin sonucudur ki; devlet güçleri burada öyle elini kolunu sallayarak hareket edemiyor. Bu semt nezdinde ilerici güçlerle devlet arasında giderek şiddetlenen bir hakimiyet kavgası olduğu söylenebilir. Polis cinayetinin o gün orada o biçimde patlak vermesi ne kadar tesadüfse, bir o kadar da, bu hegemonya mücadelesinin bir biçimde patlayacağı anlamında, zorunluluğun ifadesiydi. O gün değil de bir başka gün, Alexis değil de bir başkası, cinayet değil de başka bir sebep olayların başlangıcı olabilirdi.
Asıl dikkat çekici yan: Emekçi semtlerin kapitalizmin görece gelişkin olduğu ülkelerde de çelişkilerin biriktiği patlama noktaları haline gelmesidir. İktisadi ve politik çelişkilerin kendisini en fazla emekçi semtlerde hissettirdiğine daha önce Fransa'da tanıklık edilmişti. Kapitalizmin merkezlerinde de yoksullar, işsizler, horlananlar, dışlananların, kısacası ezilenlerin yoğunlaştığı semtlerin sayısı giderek artmaktadır. Bu ille de yeni göçmen dalgalarıyla yeni semtlerin oluşması biçiminde gerçekleşmeyebilir. Daha önce görece refah içinde yaşayan emekçilerin eski konumlarını kaybetmesiyle de yaşam alanları sefalet merkezlerine dönüşebilir. Emperyalist küreselleşme sürecinin vahşi kapitalist uygulamaları, milyonlarca emekçinin eski konumlarından sökülüp atılmasına neden oldu. Yunanistan gibi kapitalist merkezin kıyılarında gezinen bir ülkede böylesi semtlerin daha fazla olması kadar, çelişkilerin daha keskin bir dereceye ulaşması işin doğası gereğidir. Dün orta sınıfların yaşam alanı olan bu semtler, yoksullaşan işçilerin, işçileşmeye zorlanan küçük burjuvaların, işsizlerin ve bütün bu kesimlerin eğitim görmekte olan çocuklarının; bu horlanan, dışlanan, ezilen tabakaların doğal toplaşma merkezleridir. Burada “yoksullaşma, horlanma” vb. nitelemeler bir başka ülkeyle kıyasla değil de o ülkedeki önceki dönemlere kıyasla meydana gelen değişimlere göre yapılmıştır. Emperyalist küreselleşme politikalarının bir sonucu olarak yaşam düzeyleri kötüleşen bu kesimler yaşam tarzları bakımından her zamankinden daha çok benzeşmekte, birbirine yakınlaşmakta, yoksullukta eşitlenmektedirler. Bunun ifadesidir ki; bu kesimlerin burjuva düzen ve devletle çelişkilerinin çözümü de her zamankinden daha çok ortaklaşmaktadır.
Ama neden bir başka semt değil de Eksarhia? Önceden de belirtildiği gibi bu semt ilerici devrimci güçlerin yoğunlaştığı bir merkezdir, bir nevi devrimci üstür burası. Burjuva devlet aygıtının en yoğunlaştığı büyük şehir merkezlerinde, devletin burnunun dibinde devlet hakimiyetinin devrimci iradeyle zayıflatıldığı bu tip üslerin yaratılabileceğini Yunanistan'da bir kez daha görmüş olduk. Hal böyle olunca patlamaya yol açan fünyenin bu devrimci üslerden birinde ateşlenmesinde şaşılacak bir yan yoktur.
Ayaklanma Nasıl Yayıldı?
Eksarhia semtinde başlayan şiddetli çatışmalar -ki başlangıçta sadece yerel, spontane çatışma niteliğindedir- kısa sürede kalabalık gösterilere dönüştü ve bazı üniversiteler işgal edildi. En büyük banka ve mağazaların sıralandığı adını ticaret tanrısından alan Ermu caddesinde banka ve büyük giyim mağazalarına saldırılar gerçekleşti; polisle çatışmalar meydana geldi. İşte bu ilk refleks çatışmanın ayaklanmaya dönüşmesinde temel rol oynadı. Eğer bu politik refleks gösterilmeseydi, eğer anında üniversite işgalleri yapılmasa, şehrin en merkezi yerinde kapitalizmin sembolleri devrimci kitle şiddetine maruz bırakılmasaydı Eksarhia'daki çatışma da başladığı yerde bitebilirdi. Politik refleksin toplantı kararları, uygun ittifaklar bulma gayretleri vb. geciktirici etmenlerle değil ancak “an”a yanıt verecek hızda olması ve herkesin bulunduğu yerden karar beklemeden kendi kararını oluşturarak harekete geçmesi halinde sürece müdahalede işlevli olacağı açıktır. Yunanlı devrimciler hemen o gece Ermu caddesine akıp devrimci kitle şiddetiyle tepkilerini ortaya koymasalardı, belki toplumsal bilinci ve öfkeyi daha sonrasında bu denli harlandıramayabilirlerdi. Bu hız ve şiddet ezilenlerde olduğu gibi devlette de şaşkınlığa yol açmış birincisinde sempati ve güven, ikincisinde ise bocalamaya neden olmuştur. Görülüyor ki; burada politik refleksin hızı kadar gösterilme biçimi de tayin edici rol oynamıştır. Eksarhia'da başlayan çatışmalara tepki vermek için ertesi gün beklenseydi ve bu tepki salt bir basın açıklaması -isterse kitlesel olsun- ile sınırlı kalsaydı herhalde hareketin bugün ulaştığı düzeye erişmesi söz konusu olmazdı. Öncü bireylerin perspektifinde “an”ında ve uygun biçimlerde refleks göstermek kadar, olası böyle tepkiler için düşünsel, organsal, araçsal ön hazırlıkların da öncesinden yapılmış olmasıyla ancak gerekli olan tepki verilebilir.
Refleksteki hız ve uygun biçim, ateşi harlandırır ve yayar ama ilk anda refleks olan tepki “an”ın gereklerine uygun olarak süreklileştirilmezse, ateş refleksin geri çekilmesiyle söner. Elbette bu süreklileştirme, her olay ya da eylem için söz konusu yapılamaz. Ama bu süreklileştirme perspektifi hemen her önemli gelişmede daha başlangıçta öncünün kafasında yer almalıdır. Yani daha başlangıçta refleks gösterip gitmek biçiminde değil de “refleks göstererek hareketi yaymak ve süreklileştirmek” yönlendirici saik olmalıdır. Böyle olması gerektiği içindir ki; refleks göstermek için görece dar güçler yeterliyken hareketi süreklileştirmek için kullanılacak biçimler daha geniş kitleyi harekete geçirmeye ve kapsamaya uygun olmalıdır. Yunanistan'da da böyle olmuştur. Hemen ertesi gün çok kısa sürede var olan her türlü iletişim ağı devreye sokularak tepki göstermek isteyenler Arkeoloji Müzesinin önüne çağrıldı. Gelenler birbirini tanımıyordu. Küçük bir kararsızlıktan sonra Emniyet Müdürlüğü, yürüyüşçülerin hedefi olarak seçildi.
Pazartesi günü ise lise ve ortaokul öğrencileri ile eğitimciler hareketin asıl kitle gücünü oluşturuyordu. Aynı gün Gümülcine'den Girit'e -deyim yerindeyse Edirne'den Kars'a- kasabalar bile isyana katılmıştı. Demek ki, böylesi zamanlarda çatışmaların patlak verdiği merkeze uzaklık bir tereddüdün, harekete geçmemenin gerekçesi yapılmamıştı. Bir başka deyişle az çok toplumun genelini ilgilendiren bir konuda başlayan bir harekete politik refleks göstermek ve hareketi süreklileştirmek salt olayın meydana geldiği bölgedeki insanların değil memleketin dört bir yanındaki politik unsurların görevi olarak kafalara yer etmemişse, pekâlâ ayaklanmaya dönüşme potansiyeli içeren bir çatışma ya da olay bir protesto olarak kalır ve sönüp gider. Denebilir ki, Yunanistan'ın en ucundaki adalarda bile isyana katılanlar, böyle bir perspektifle donatıldıkları için mi anında harekete geçtiler? Elbette her zaman böyle olması gerekmiyor. Bazen bir kıvılcım kendiliğinden her yanı sarabilir. Ama devrimcinin görevi bunu beklemek değildir, bilinci kendiliğindenciliğin kaderine terk etmemelidir. Kaldı ki böyle kaderci bir bekleyiş içinde olanlar, ancak hareket her yanı sardığında hareketin bir parçası olmayı hak edebilirler. Yunanlı devrimci örgütlerin de handikabı bu olsa gerek.
Ayaklanmayı Güçlü Kılan Neydi?
Ayaklanma, belirli bir yönetici merkezden ve ortaklaşmış bir programdan yoksun olmasına rağmen nasıl oldu da bu kadar geniş bir sahada farklı toplumsal kesimlerin desteğini alabildi? Herhalde bu sorunun birinci yanıtı, eylemin haklılığının kitle bilinci olarak yerleşmesi ve bu bilincin “an”ın ideolojisine dönüşmesidir. Tıpkı Tuzla'daki iş cinayetlerine karşı toplumun bütün emekçi ve duyarlı kesimlerinin az çok ortak bir bilince gelmesi gibi. Tabii ki bu haklılık bilinci kendiliğinden ve birden oluşmuyor. Burjuva devletin saldırganlığı, vahşi kapitalist uygulamalar yığınlarda bir dizi toplumsal duygular yaratıyor elbette. Ama bu bireysel ve birbirinden farklı tepkilerin bir ortak bilince dönüşmesi ancak yürütülegelen siyasi mücadelelerin ürünü olabilir. Bu da önceden sistemli, sürekli bir aydınlatma çalışması ile günlük siyasal eylemin kesintisizliğini gerektirir. Hem aydınlatma çalışmasında hem de eylemsel müdahalede politik refleks ve süreklilik başlıca önemdedir. Politik refleks, ancak bir alışkanlık haline gelmişse belirli bir andaki nicel gelişmeyi nitel sıçramaya dönüştürebilir. Başka bir deyişle politik refleks bir nicel birikim yaratacak ki kendisiyle birlikte belirli bir andaki hareketi de nitel sıçramaya dönüştürebilsin. Alexis'in öldürülmesinden daha birkaç gün önce yükseköğretimin piyasalaştırılmasına karşı gerçekleşen bir öğrenci eylemine polis müdahale etmiş ve kaldırım taşlarının polise fırlatıldığı, çöp bidonlarının yakıldığı çatışmalar meydana gelmişti. Tarih biraz daha geri sarıldığında böylesi birçok eylem art arda sıralanabilir. Söz konusu edilen sadece gençlik eylemleri değil. Örneğin, ayaklanma öncesindeki bir dizi grev ve genel grevin ardından Yunanistan 20 Aralık günü yeni bir genel greve hazırlanıyordu. Bütün bunların toplamıdır ki; Yunanistan'da ayaklanma patladı.
Çubuğu biraz daha derinlere daldırırsak görürüz ki, ayaklanmaya yol açan oluşturucu bilinç demokrasi bilincidir. Demokratik hak ve özgürlükler uğruna verilen sistemli ve sürekli mücadele olmazsa; burjuva devlet politikalarına ezilenler cephesinden dur durak demeden müdahale edilmezse; biçimsel burjuva demokrasisinin dahi olmadığı ya da çok dar uygulandığı ülkelerde politik özgürlük mücadelesi yükseltilmezse; bütün ezilen kesimlerin temel toplumsal ve siyasal hakları güncel savaşımın konusu yapılmazsa demokrasi bilinci nasıl oluşabilir ki?! Bu bilincin ezilenler bakımından özü; burjuva egemenliği karşısında ya da her türden gerici-faşist diktatörlük karşısında bütün ezilen tabaka ve toplumsal kesimlerin “hak” mücadelesi, bir başka deyişle “hak bilinci”dir. Yunanistan; ikinci emperyalist paylaşım savaşı yıllarında Yunanistan’ı işgal eden Nazi faşist ordusuna karşı komünistlerin önderliğinde verilen gerilla savaşından, faşistlerin kovulmasından sonra burjuva-faşist gerici güçlerle girişilen iç savaşa kadar; oradan Albaylar Cuntası’nı halk başkaldırısıyla yıkan antifaşist direnişe kadar derin bir demokratik mücadele geleneğine sahiptir. Bu demokrasi bilinci, “hak bilinci”nin kazanımları nedeniyledir ki; orada polis bir genci öldürdüğü için ayaklanma olur, buna karşın o bilincin yeterince gelişmemesi nedeniyledir ki Türkiye'nin Batı'sında polis bir yılda 18 kişiyi öldürür de birkaç cılız ses dışında etkili bir karşı koyuş olmaz. Yunanistan'daki demokrasi mücadelesinin kazanımları sonucudur ki; polis yalnız üniversitelere değil liselere de giremez. Bu sayede okullar politik eylem ve bilincin gelişmesi ölçüsünde devrimci üsler haline gelebiliyor. Bir kez daha anlaşıldı ki demokrasi ve sosyalizm mücadelesi iç içedir. Demokratik hak ve özgürlükler için, politik özgürlük için, ezilen bütün toplumsal ve sınıfsal tabakaların hak ve çıkarları için mücadelenin ön saflarında yerini almayanların sosyalizm mücadelesi lafazanlık ve pasifizimden başka bir şey üretmeyecektir.
Ayaklanmanın Sınıfsal Niteliği Hakkında Neler Söylenebilir?
Ayaklanmanın öncü gücünün kim olduğuna, hangi kesim tarafından desteklendiğine, hedef ve programına bakılarak sınıfsal nitelik çözümlenebilir. Ayaklanmanın ilk kıvılcımı bir fabrika ya da işçi kitle gösterisinde değil de bir semtte, o semtin gençliği tarafından çakıldı. Semtte çakılan kıvılcım önce üniversitelere ardından da lise ve ortaokul öğrencilerine yayıldı. Lise ve ortaokul öğrencileri bu andan itibaren ayaklanmanın başlıca kitle gücü, öncüsü ve ateşleyicisi oldular. Öğretmenler protesto gösterilerinin en kalabalık ikinci kesimini oluşturdu. Ayaklanma bir merkezi önderlikten yoksundu. Bir yandan mağaza camları indiriliyor, diğer yandan karakollar kuşatılıyor, emniyet müdürlüklerine saldırılar gerçekleştiriyordu. İlk başta küçük burjuva anarşizan bir başkaldırı izlenimi verildi. Burjuva medya bu izlenimi yaratmak için bir hayli çaba sarf etti.
Söz konusu ettiğimiz üniversite işgal bildirisinde şöyle deniyor: “Bizim bir talebimiz var, demokrasinin işgal orduları lağvedilsin ve polis silahsızlandırılsın. Bu talep bizim hayatımız, hayallerimiz, sosyal adalet, fırsat eşitliği, sağlık hakkı, eğitim ve sömürüsüz çalışma koşulları için vermiş olduğumuz mücadelenin sadece bir bölümünü ilgilendiriyor.” Elbette bir üniversite işgal bildirisinden yola çıkarak bütün bir hareketi değerlendiremeyiz. Ama ifade edilen temel talebin, yani polisin silahsızlandırılması, ülke sathına yayılmış bütün ayaklanmacılarca dile getirildiği biliniyor. Keza hemen ardından sayılan mücadele konuları; parasız eğitim, sosyal adalet, parasız sağlık vb. yıllardır yürütülegelen savaşımda bütün emekçi kesimlerin başlıca talepleridir. Bütün bunlar; polisin silahsızlandırılması, sömürüsüz çalışma koşulları, parasız eğitim, sağlık vb. işçi sınıfının da temel talepleri değil mi? Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve PASOK'un bütün geri çekme çabalarına karşın, 10 Aralık grevi iptal edilmemiş işçi sınıfı ve emekçilerle gençlik el ele vermiştir. Ayaklanmanın ilerleyen günlerinde temel birleştirici bir slogan ve talep de neoliberal Karamanlis hükümetinin istifası olmuştur.
Ayaklanmayı öğrenci gençlik tetikledi, işi sınıfı ve emekçiler de değişen düzeylerde ayaklanmaya katıldı. Belki de daha önemlisi şudur, halkın ezici çoğunluğu ayaklanmayı bir “sosyal patlama” olarak nitelemiş ve desteklediğini ifade etmiştir. Yunanistan'da ezilen emekçi tabakaların bir bölümü ayaklanmaya iştirak etmiş, bir bölümü katılmasa da desteklemiştir. Ama zaten hiçbir ayaklanma yoktur ki; bütün destekleyenleri harekete geçsin. Kısacası diyebiliriz ki; bu, merkezinde gençliğin durduğu devrimci demokratik bir ezilenler ayaklanmasıdır. Öne sürülen taleplerin özü burjuva devlet ve kapitalist düzen sınırlarını zorlamasına hatta yer yer antikapitalist niteliğe bürünmesine karşın hareketin devleti yıkma ve yeni düzen inşa etme hedefinden yoksunluğu açıktır.
Peki, nasıl oldu da bütün ezilen kesimler burjuva devlet ve kapitalist düzen sınırlarını zorlayıcı ya da düpedüz aşan talepler üzerinde, hareket merkezi bir yönlendiricilikten yoksun olmasına rağmen, az çok bir ortaklaşma sağlayabildi? Toplumsal eşitsizlikler öyle derinleşmiştir ki, yalnızca işçi sınıfı değil, orta sınıflar (küçük burjuva tabakalar) da giderek daha çok yoksullaşmakta, kapitalizm içinde varlıklarını sürdürme olanakları tükenmekte, gelecek güvencesi bütün emekçi tabakalar için ortadan kalkmakta, kaçınılmaz olarak bu emekçi tabakaların gençliği de vahşi kapitalizmin saldırılarından derinden etkilenmektedir. İşte bu nedenledir ki; işçi sınıfı dışındaki ezilen tabakaların talepleri işçi sınıfının talepleri ile her zamankinden daha çok antikapitalizm temelinde örtüşmektedir. Dünya çapındaki kapitalist bunalımın artan şiddeti ayaklanmayı oluşturan, hızlandıran ve yayan nesnel koşulları derinden etkilemekle kalmamış, taleplerin anti burjuva devlet ve antikapitalist rengini biraz daha koyulaştırmıştır. Ayaklanmanın bir devrim hedefine bağlanmamış olmasının yegâne nedeni, ona müdahale edecek ve hareketi merkezi bir önderlik etrafında birleştirecek devrimci ve komünist öncülerin sürece bunu gerçekleştirecek düzeyde bir etkide bulunamamış olmalarıdır. Ayaklanmanın en zayıf yanı budur. Bütün ezilen tabakaların proletaryanın etrafında toplanmasının bütün koşulları oluşsa da, bu yönde bir irade henüz etkili bir biçimde varlığını hissettirmemişse ayaklanmanın kaderi kaçınılmaz olarak ona etki edecek başka kuvvetler tarafından belirlenecektir.
Ayaklanma Toplumsal Safları Nasıl Ayrıştırdı?
Her büyük toplumsal sorun karşısında toplum belli politik güçler etrafında saflaşır. Yunanistan'daki ayaklanma sırasında da toplum düzen partisi, itfaiyeciler partisi ve ayaklanma partisi etrafında saflaştı.
Ayaklanma öyle bir hızla yayıldı ki; düzen partisi (başlıca temsilcileri Yeni Demokrasi ve PASOK olmak üzere) daha baştan inisiyatifi kaybetti. Hükmedenler hükmetmeye devam ediyordu ama yönetici rolünü yitirmişlerdi. Sokaklarda ve okullarda hakimiyet ayaklanmacılara geçmişti. Ama daha da önemlisi düzen partisinin toplumsal desteğini yitirmiş olmasıydı. “Anarşizm”, “terör”, “holiganizm” eleştirileri boşlukta kalıyor, “şiddet”i kınamaya dönük ulusal mutabakat dayatmaları amacına ulaşmıyordu. Medyanın yaratmaya çalıştığı terör ve korku havası kitlelerin sokağa çıkmasını engellemeye yetmiyordu. Polisin gaz bombası stoklarını tüketecek kadar çok şiddet aracına başvurması, yer yer ateşli silahlarla saldırıları da işe yaramamıştı. Düzen partisi, eylemcilerin kararlılığı ve dayandığı toplumsal desteğin genişliğini hesaba katarak ayaklanmayı ezmeye dönük bir girişimde bulunma cesareti gösterememişti. Gelinen aşamada burjuva hükümet ve burjuva muhalefeti ile düzen partisi, kontrolü kaybetmeden hareketin ateşini düşürmeye çalışmaktadırlar. Ayaklanmanın, temel taleplerine ulaşamadan kendiliğinden sönmesi halinde, düzen partisinin bir daha aynı durumla karşı karşıya kalmamak için gerici savunma tedbirlerine girişeceği ve karşı saldırganlığa geçeceği açıktır.
İtfaiyeciler partisi, her zamanki tarihsel rollerine uygun olan en aşağılık pozisyonu takındılar. Ayaklanmanın daha geniş yığınları kapsamaması ve bu yığınların daha ileri hedeflere yönelmemesinin başlıca sorumluları bunlardır. Yunanistan Komünist Partisi (KKE)'in tutumu tam da bu alçaklığın resmini veriyor bize. KKE'nin MK üyesi Bobis Angourohis'e göre gençlerin tepkileri haklıdır ama aralarına provokatörler karışmıştır; polis de sırf bu provokatörler işlerini görsün diye olaylara seyirci kalmıştır. İşte adı komünist olan bu parti ayaklanmayı provokatörlerin işi görecek ve devleti olaylara yeterli sertlikte müdahale etmediği için eleştirecek kadar düşkünleşebiliyor. Bu kadar da değil, ülkenin bir ucundan diğer bir ucuna onbinler ayaklanmışken bu burjuva uşakları tahrip edilen 365 dükkân nedeniyle gözyaşı döküyor ve esnafı yılbaşı öncesi umut etiği alışverişten yoksun bıraktıkları için ayaklanmacıları kınıyor. Bundan olsa gerek ki, hükümetin Çalışma Bakanı bu partiyi “sorumlu” tutumundan dolayı tebrik etmiştir. KKE, “maskelilere” karşı ajitasyon yaparak ve “yönetici değiştirmek istemiyoruz” sloganını hükümetin istifası talebinin karşısına çıkararak (sözde sistemi değiştirmek istiyorlar, kof radikalizme bakın!) düzen partisinin eteklerine yapışmıştır. KKE gençliği, okullarda işgalleri kırmaya çalışmış ama öfkeli gençlerce çiğnenip geçilmiştir. (Türkiye’de de TKP çizgisindeki Sol dergisi KKE’nin bu tavrını allayıp pullayan yayın yapmaktadır. Sözüm ona “örgütlü” bir hareket yaratmak adına takınılıyormuş bu tavırlar!)
KKE’nin itfaiyeci pozisyonu ve rolü, geniş kitlelerce kabul görmemiş, ayaklanma ateşini söndürmede başarılı olamamıştır.
Diğer sol parti koalisyonu Radikal Sol Koalisyonu-SYRIZA (aralarında Synospismos ve KOE’nin olduğu güçleri içerir) ayaklanma karşısında genel olarak olumlu bir tavır takınmıştır. Bu nedenle Meclisteki SYRIZA milletvekili Alekos Alavanos, KKE’nin ve faşist LAOS partisinin eleştiri ve saldırılarına hedef olmuştur.
Tek tek devrimci grupların ayaklanmayla ilişkilenme düzeyleri hakkında da ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ama görünen odur ki anarşist devrimci gruplarla kendisini komünist olarak tanımlayan devrimci gruplar ayaklanmanın içinde yer almışlardır. Bunlar arasında Yunanistan Komünist Örgütü’nü (KOE) sergilediği enerjik ve etkin katılım, ayaklanmanın kararlıca içinde yer alması nedeniyle özel olarak vurgulayabiliriz. KKE’nin düzenle işbirliği politikasını teşhir eden KOE (bu metni ekte yayımlıyoruz), güç ve olanakları ölçüsünde harekette yer aldı, hareketi “Katiller ve soyguncular hükümeti defol” sloganı etrafında birleştirmeye çalıştı.
Fakat nihayetinde Yunan devrimci hareketinin, ayaklanmada belli bir stratejik hedef doğrultusunda birleşik devrimci önderlik yaratma ve hareketi yönetme konusunda başarılı olduğu söylenemez. Bu da devrim partisinin -şu ya da bu bileşeninin- yakın dönemde bir devrimci patlama beklentisi içinde olmadıklarını gösterir. Ayaklanma başladıktan sonra da onu merkezileştirme yeteneği gösteremedikleri de açık. Öngörü ve bu öngörüler doğrultusunda bir hazırlıktan yoksun bir parti, güncel mücadelede ne denli girişken olursa olsun, bütün çalışmalarını devrimin sıçramalı gelişmesini eksen alan bir stratejiye bağlamaz ve her politik gelişmeyi uyguladığı taktiklerle bu stratejiyi uygulamanın bir unsuruna dönüştürmezse, böylesi ayaklanma anlarında hareketi dönüştürücü etkide bulunma yeteneği gösteremez.
Ayaklanmanın Özgün Yanları Nelerdir?
Bu konuda birçok şey söylenebilir. Henüz sürmekte olan bu hareketin -yazının kaleme alındığı günlerde 700'den fazla lise halen işgal atındaydı- herhangi bir durumdan ayırt edici üç özelliğinden söz edebiliriz.
Birincisi; lise ve ortaokul öğrencilerinin ayaklanmanın kitlesel gücünün belkemiğini oluşturması kadar hemen her yerde öncüsü olmasıdır. Bu bir “kuşak kopuşu” yaşandığını gösterir. Önceki sürecin bir devamlılığı kuşkusuz vardır ama onu aşan düzeyde yepyeni bir kuşağın harekete baskın rengi verdiği söylenebilir. “Bu çocuklar da nereden çıktı” şaşkınlığı yaşandığı açık. Daha önce Avrupa'nın birçok şehrinde, Latin Amerika'da lise mücadelesinin kitlesel boyutta ortaya çıktığı, işgallere girişildiği biliniyor. Ne var ki, bu kez hareketin, hepsini aşan bir militanlık, kitlesellik ve yaygınlıkta olması bir yana, lise ve ortaokul öğrencileri ayaklanmanın öncü gücü haline geldiler. Onlar birikmiş çelişkilerin ateşleyici fünyesi oldular. Hem de toplum içinde kendilerinden en çok şikâyet edilen, burjuva kültürün etkisinde en çok kaldığı söylenen, hatta neredeyse burjuva yozlaşma, bireycileşme, yabancılaşma cenderesinde yok olup gittiği düşünülen, bir “kayıp kuşak” olarak görülen bu gençler başardı bunu. Ve onlar, tarihin, bütün zikzaklarına karşın, hep ileriye doğru aktığını bir kez daha kanıtladılar.
Peki, bu “kayıp kuşak” nasıl oldu da öncü kuşak haline geldi?
Emperyalist küreselleşme politikaları, dünyanın her yerinde olduğu gibi Yunanistan'da da hayatları alt üst etti. Sınıfsal kutuplaşmalar keskinleşti. Temel toplumsal hizmetlerin piyasalaştırılması ve artan yoksullaşmayla birlikte geleceğe güvensizlik bütün emekçi tabakaların ortak yazgısı haline geldi. Bütün toplumsal yaşantı değişmeye yüz tutunca, bütün düşünce sistemi de kaçınılmaz olarak gözden geçirilecekti. Eskiden kopuşun ve yeniye hızla yönelişin, eski düşünce sistemi ve politik bağlantılardan en uzak lise ortaokul öğrencilerinde daha sert gerçekleşmesi bu nedenle doğal kabul edilmelidir.
Yunanistan, dünyanın aynasıdır. Bütün toplumsal yaşantıdaki bu değişmenin salt Yunanistan'a özgü olduğu ileri sürülebilir mi? Gelişmiş kapitalist ülkelerde daha belirgin olmak üzere dünyanın her yerinde, hele hele krizle birlikte çok daha sarsıcı olarak toplumsal yaşantıdaki bu değişmenin düşünce sistemlerinin gözden geçirilmesine yol açması kaçınılmazdır. Dolayısıyla burjuva ideolojik hegemonyadan kopuşun, başta gençlikte olmak üzere, dünya çapında açığa çıkacağını öngörmek kehanet olmasa gerek.
Yeri gelmişken ayaklanmada eğitimcilerin oynadıkları özel role değinmek gerekir. Öğretmenler sadece kendilerini ilgilendiren ekonomik-politik taleplerle sürecin en etkin unsurlarından biri olmakla kalmadılar; konumlarının doğasından gelen aydın karakterleri ile burjuva ideolojik hegemonyayı eylemsel eleştiriye tutan öncü güçlerden biri oldular. Liseliler gibi onların katılımı da eskiden kopuşun önemli belirtilerinden biriydi.
İkincisi; patlamaya yol açan çelişkilerin niteliğidir. Ana kitlesini gençlik oluşturmak üzere katılımcılar belirli bir sınıfsal katmanı temsil etmekten çok bütün emekçi tabakalardan insanları içeriyordu. Hem harekete geçirici gücü hem de talepler dikkate alındığında başlıca iki çelişkinin belirleyici olduğu görülür: burjuva devlet-bütün halk, kapitalizm-bütün emekçiler. Bir başka deyişle bütün ezilen emekçi sınıf ve tabakalarla kapitalist düzen ve burjuva devlet karşı karşıya gelmiştir.
Devletle halk arasındaki ilişkiler eski özünden önemli ölçüde sıyrılmıştır. Devlet “sosyal” niteliğini yitirdiği için ezilen tabakalara büsbütün yabancılaşmış ve bu yabancılaşma ölçüsünde daha katı ve şiddetli bir güvenlik örgütü ve burjuvazi adına soygun şebekesi haline gelmiştir. Devletin bir avuç kapitalistin elinde bu denli yoğunlaşması ve halkın günlük yaşamındaki “toplumsal yararlı” özelliklerini giderek daha çok yitirmesi, parlamentodaki burjuva partilerin emperyalist neoliberal programı uygulamakta aynılaşması; parasız eğitim ve sağlık hakkı toplumun elinden sökülüp alınırken hükümet üyelerinin devlet olanaklarını kişisel servetlerini artırma aracı olarak kullanması, bu yönde yolsuzluk, rüşvet, kayırma skandallarının art arda patlak vermesi, devletle ezilen bütün tabakalar, halk arasında çelişkileri şiddetlendirmiştir.
Aynı şey, vahşi kapitalizmin saldırıları nedeniyle gerçekleşmektedir ki, zaten bu ikincisi birincinin de oluşturucu nedenidir. Kapitalist tekelleşmenin ulaştığı düzey ve emperyalist küreselleşme politikaları bütün emekçi halk tabakalarının yaşamlarını derinden sarsmıştır. İşçiler yoksullaştırılmış, küçük burjuva tabakalar işçileştirilmiş ya da yaşama düzeyleri ortalama işçi düzeyine itilmiş, işsizlik durmadan kanayan bir yara haline gelmiştir. Öyle ki ne işçi sınıfının ne de giderek daha çok zayıflatılan küçük burjuva tabakaların kapitalizmin mevcut işleyişi içinde yaşama düzeylerini yükseltmek bir yana eski konumlarını dahi sürdürme olanağı bulması söz konusu değildir. İşte bunun ifadesidir ki; kapitalizmin orta direği yıkılmış en alttakiler birbirine daha çok yanaşmıştır. Bir başka deyişle, diğer ezilen tabakaların hem iktisadi hem de politik bakımdan, elbette nesnel olarak, kaderleri işçi sınıfıyla daha çok birleşmiştir. Emek-sermaye çelişkisi yalnızca işçi sınıfı için değil, kapitalizmin bugünkü işleyişi içinde umudunu yitiren bütün ezilen tabakalar için çözümü zorunlu bir çelişki haline gelmiştir. Demek ki, burada ezilen tabakalar kavramı merkezinde geniş işçi ve işsiz yığınların bulunduğu, tekelci hegemonya altında, kapitalizmin içinde eski yaşam düzeylerini yitirmekte olan bütün emekçi tabakaları kapsamaktadır. Bu aynı zamanda proletaryanın sosyalist ittifak zeminin giderek nasıl daha güçlendiğini gösterir. Buradan da şu sonuca ulaşıyoruz ki; toplumun ezilen tabakaları ile burjuva devlet ve kapitalist düzen arasındaki çelişkilerin yansımaları önemli ölçüde ortaklaştığı için bu tabakalardan birinde ateşlenen fünye diğer tabakalara da birden sirayet edebilmektedir. Deyim yerindeyse ezilen tabakalar kapitalizmin yıkıcı etkileri nedeniyle damarlarından birbirine bağlanmıştır. Yunanistan'daki ayaklanmanın bir anda en uçtaki adalara bile yayılması, orta sınıfların yoğunlaştığı alanlarda da etkili olması bu yüzdendir.
Bu şunu gösterir: Emek-sermaye çelişkisi bütün ezilen emekçi toplum katmanları için her zamankinden daha çok belirleyici olmaya başlamıştır. Burada söz konusu edilen sınıfsal içerik olarak “ezilenler” kavramı işçi sınıfının amorf (belirsiz) hale geldiğini değil; tam aksine orta sınıfların çözüşerek, belirsizleşerek işçi sınıfına doğru sürüklendiğini ifade eder. İşçi sınıfının bilinçli iradesi ayaklanmaya damgasını vuramadığı için, ayaklanma burjuva devleti ve kapitalist düzeni hedeflemesine rağmen, yeni bir devlet ve düzen programından yoksun kalmıştır. Hareketin anarşizan niteliğinin özü devrimci anarşistlerin hareket içinde yer almalarından değil, birleştirici bir programdan yoksunluktan kaynaklanmaktadır. Bu “yoksunluk” elbette “yok”luk anlamında değil hareketi yönlendirme gücünden yoksunluk anlamındadır.
Üçüncüsü; ilk iki özellikten çıkar. Sayılan ilk iki özellik salt Yunanistan'a özgü değildir. Bu özellikler gelişkin kapitalist ülkelerde daha belirgin olmak üzere dünyasaldır. Nasıl ayaklanmaya sebep olan çatışma şu ya da bu semtte değil de Eksarhia'da patladıysa, Yunanistan'da bir bakıma dünyanın Eksarhia'sıdır.
Örneğin “kopuş kuşağı” Batı'da, daha belirgin olmak üzere dünyanın birçok yerinde nesnel gerçekliktir. Hakeza burjuva devlet-halk, kapitalizm-bütün emekçiler (emek-sermaye) çelişkisi de öyle. Emek-sermaye çelişkisi öylesine keskinleşmiş, toplumun geniş kesimlerinin yaşam tarzında öylesine sarsıntılar yaratmış, emperyalist küreselleşmenin son krizi ile hayatlar öylesine altüst olmaya başlamıştır ki, sermaye egemenliğinin toplumsal rıza üretme yeteneği giderek daha çok tükenmiştir. Ayaklanma sonucu Yunanistan'da ortaya çıkan “hükümranın yönetme kabiliyetini yitirmesi” gerçeği kapitalist dünyanın bütünü için nesnel zemini oluşmuş bir gerçekliktir. Yunanistan hem kapitalizmin çaresizliği hem de emekçilerin kapitalizme başkaldırısı bakımından dünya ölçeğinde küçük bir laboratuvardır.
Tam da burada Yunanistan'daki ayaklanmayı Gramsci'nin kavramlarıyla tanımlayabiliriz. Gramsci toplumsal hareketleri konjonktürel (geçici, hemen hemen rastlantısal) ve organik (tarihsel ve toplumsal eleştiriye yol açan, oldukça sürekli) olarak ele alıyor. İkincisi, yani organik hareket toplum yapısında onulmaz çelişkilerin meydana çıktığının belirtisidir. Öyle ki, bu hareketin eleştiri kuvveti, hegemon gücü aşarak geniş topluluklara mal olur. İşte tam da bu anlamda, Yunanistan'daki ayaklanma organik hareketin bütün özelliklerini yansıtıyor. Organik hareket bazen on yıla varan bir sürece yayılabilir. Gramsci'ye göre 1789 Fransız devrimi ile yeşermiş olan bütün tohumlar 1871 Komünü ile tükenmişti. 1789'da burjuvazi eski (feodal aristokrasi) ile henüz ortaya çıkan yeni (proletarya) karşısında gücünü ispat etmişti. 1848'de ideolojik alanda geliştirilen bütün siyasal strateji ve taktiklerin etkinlikleri 1871'de kaybolmuştu. Bu tanımlamaya uyarak söyleyebiliriz ki, SSCB'nin ete kemiğe bürünmesinde ve onun dıştan yıkmanın olanaksızlığı ortaya çıktıktan sonra kapitalizmin geliştirdiği strateji, SSCB'nin tarihe gömülmesiyle ortaya konan politikalar Yunanistan'daki ayaklanmayla açığa çıktığı gibi tükenmiştir. Bu Yunanistan'a özgü değildir; Yunanistan dünya ölçeğinde ki bu tükenişin aynasıdır. Dünya çapında şöyle bir manzara ile karşı karşıyayız: Hükümran (sermaye) yönetme (politik-ideolojik-ekonomik) krizi içinde, yani eskisi gibi yönetemiyor; yeni eskiye kafa tutuyor ama henüz ne yapacağını bilemiyor.
İşte bu üç özellik aynı zamanda ayaklanmanın uluslararası niteliğini de ortaya koyar.
Ayaklanmanın '68 başkaldırısından ayırt edici özellikleri nelerdir?
'68 evrensel düzeyde bir hareketti. Ama esasen Batı damgalıydı ve dalga Doğu'ya uzandıkça her toplumun kendine özgü çelişkilerinin dışavurumunu sağladı. Hareket evrensel ama Batı'dan öte harekete geçirici saikler yerel, deyim yerindeyse konjonktüreldi. Yine gençlik baş oldeydi. Yine bir “kopuş kuşağı” sahnedeydi. Dünyanın dört bir yanında milyonlar harekete geçmişti. Bugünden farkı ise şuydu: Batı'da gençliğin düzen dışılığı ve düzen değiştirme çabası bütün emekçi tabakaların ortak arayışını ifade etmekten uzaktı. İşçi sınıfının ana gövdesi ve orta sınıfların kapitalizm içinde haklarını genişletme ve yaşama düzeylerini yükseltme imkânları henüz tükenmemişti. İşçi sınıfının önemli bölümü orta sınıf bir hayat sürüyordu. “Refah toplumu”nun nimetlerinden daha çok faydalanma arayışı bu kesimlerin politik mücadelesinin eksenini oluşturuyordu. '68'in öncü gençliğinde devrimci bir ruh, antikapitalist bir bilinç, devrimci kopuş belirleyici olsa da bütün bunlar emekçi yığınlardaki özlemin gençlik hareketine yansımasını ifade etmiyordu. Bu yığınlar kapitalizmi aşma değil politik ve ekonomik haklarını genişletme derdindeydi.
Bugün ise emekçi yığınlar uygulanagelen emperyalist küreselleşme politikalarının kesintisiz saldırıları sonucu, öyle bir savunma hattına geriletildiler ki, buradan daha geriye gitmeye “rıza” göstermeleri artık söz konusu edilemez. Burjuvazi de '68 sonrasında olduğu gibi yığınların ve gençliğin taleplerini kısmen karşılayarak tepkiyi emme yeteneğini bugün artık gösteremiyor. Sonuçta her iki taraf için de “eski yöntemler”, “eski stratejiler” işe yaramaz hale gelmeye başlamıştır. Burjuvazinin “zor”la emekçileri daha geri noktalara itmeye çalışmak ve emekçilerin de ancak “zor”la mevzilerini savunmak ve yeni mevziler kazanmak dışında bir şansı yoktur. 2008'i 1968'den ayırt eden budur.
Kuşkusuz 2008, hareket olarak henüz dünyasallaşmamıştır. Buna karşın, hareket şimdilik yerel ama harekete geçirici saikler dünyasaldır. '68 Batı'da bilinçli öncünün emekçi yığınları burjuva hegemonyasından bilinç kopuşuna “zor”lama stratejilerine kaynaklık etti. Bugün ise sorunun esası, burjuva hegemonyanın kendini emekçi yığınlar içinde yeniden üretme yeteneğini giderek yitirmesinin bir sonucu olarak kopuşan emekçilerin “burjuva zor”una “karşı zor”la yanıt verilmesi temelinde birleştirilmesidir. Şöyle de diyebiliriz, '68 gençliği, içinden çıkıp geldiği düzen içi köklerine bir isyandı, bugünkü isyancı gençlik içinden çıktığı düzen dışına itilmiş kitlenin çığlığıdır.
Ayaklanmaya Türkiye'den Neden Yeterli Katkı Sunulmadı?
Yunanistan'da ayaklanma patlak verdikten günlerce sonra Türkiyeli devrimci, demokrat güçler Yunan burjuva devletini protesto eden birkaç cılız basın açıklaması ile pozisyonlarını ortaya koydular. Bu duyarsızlığa dair bir dizi sebep alt alta sayılabilir. Demokrasi bilincinin yeterince gelişmemiş olması; yıllardır süregelen faşist yoğun baskı ve terörün bir yılgınlık yaratması ve hak alma bilincini dumura uğratması; “eylem”in salt bir protesto amacına bağlanır hale getirilmesi; politik refleks ve canlılığın körelmesi; reformistler bütünüyle eylemsizliğe yatarken devrimcilerin önemli bir bölümünün olağanüstü bir dogmatizm ve ezbercilikle kendilerini sakatlayarak güncel demokratik mücadeleden adeta kopmaları vb.'den söz edilebilir. Bu dogmatizm, öyle bir hal almıştır ki, örneğin Kürtlerin ulusal demokratik haklarının tanınmasına dönük düzenlenen barış mitingine “reformizme destek olmamak” adına katılmayacak, ya da “12 Eylül generalleri yargılansın” sloganında AKP destekçiliği arayacak kadar akıl ve izandan yoksun bir “solculuk” üretmiştir. Bir başka deyişle iç içe oldukları toplumun temel politik taleplerine karşı duyarsızlaşmış, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine yabancılaşmış, stratejilerini uygulamak bir yana, taktik geliştirme yeteneğini bu dogmatizm ve ezbercilikle sakatlamış olanların Yunanistan ayaklanmasını anlamasını, onunla enternasyonalist dayanışma içinde bulunmasını beklemek çok anlamlı değildir.
Gel gör ki ML komünistlerin de süreçle eylemsel ilişkisi “sıradan”lığı aşamadı. Komünistler her zamanki ayırt edici özeliklerini bu olayda sergileyemediler. Peki neden? Öyle görünüyor ki ayaklanmanın uluslararası önemi yeterince kavranamadı. Bu emperyalist küreselleşme krizinin, dünyadaki değişim ve gelişmelerin yeterince anlaşılamadığını gösterir. Oysa Yunanistan bir nevi dünyanın Gazi'siydi. Perspektif yalnızca Yunan devrimcilerine uluslararası destek ve dayanışma sağlamak değil, ayaklanmayı Türkiye sathına yaymanın yollarını aramak olmalıydı. Salt polis cinayetlerinin benzeşmesi bile ateşin Anadolu'ya sıçratılmasının vesilesi yapılabilirdi. Bu yapılsaydı, Yunanistan düzeyinde bir hareket yaratılamasa dahi, yine de bu yönde bir girişim Türkiye halklarının bilincini uyandırmada küçücük bir etki yaratsaydı bile bu büyük bir adım olacaktı.
Yunanistan bir laboratuvardır. Bir kopuş kuşağı vardır ve o kopuşun nedeni burjuva ideolojik hegemonyanın maddi temelinin tükenişidir. Ama bu aynı zamanda burjuva ideolojinin az çok kendisini yeniden üretebildiği dönemdeki strateji ve taktiklerin de yetmezliğinin ifadesidir. Ayaklanmanın etkili katılımcılarından Yunanistan Komünist Örgütü’nün (KOE) 9 Aralık tarihli açıklamasında ifade ettiği “‘Sol’un gösterilere katılması yeterli değildir. Sol halka önderlik etmelidir. Şimdi tereddüdün ve ‘kurumsal’ politikanın zamanı değildir” perspektifi doğru ve yerindedir. Ama belli ki, bu yönde istenen düzeyde, hareketin yönünü değiştirici çapta bir müdahale gerçekleştirilememiştir. Bu daha ayaklanmadan önce “yeni” olanı, toplumdaki değişimi yeterince kavrayamama ve öngörememenin ve bu çapta bir harekete hazırlıksız yakalanmanın göstergesidir. Bu türden tarihi fırsatları devrimci kopuşun manivelası yapmanın yegâne yolu bütün dikkat ve enerjiyi demagogların ve ezbercilerin kuru gürültülerine pabuç bırakmadan “yeni” olanı anlamaya, “yeni tarzı” daha da geliştirmeye vermektir. “Kopuş kuşağı”nı kucaklamayı önüne görev koyanlar her şeyden önce “eski tarz”dan bütünüyle kopuşmuş olmalıdır.
Her komünist Yunanistan Ayaklanmasına karşı gösterilen duyarsızlığın ideolojik-teorik-politik nedenlerini eleştiri konusu yapmalıdır. Bir “kopuş kuşağını” kucaklamak ancak “sıradan devrimcilik”ten, geri-dogmatik-ezberci anlayışlardan kopuşarak yeni bir dünyanın yaratıcı öznesi olmayı kafaya koyarak başarılabilir. Bundan ötesi kadercilikten başka bir şey üretmez.