2008’in ilk yarısına sığan politik ve toplumsal gelişmeler, hem rejim krizinin egemenler cephesinde daha yoğun ve dolaysız bir mücadeleyi koşullamaya evrildiğini, hem de işçi sınıfı ve ezilenler cephesi dinamiklerinin kendilerini daha etkili ve daha yaygın tarzda ortaya koyma sürecine girdiğini gözler önüne serdi.
Kimi gelişmeleri kısaca hatırlayalım.
Egemenler cephesi
Egemenler cephesi, 2008’e Kürt ulusal öncüsünün tasfiyesi, en azından onun, rejim krizini canlı tutan, keskinleştiren politik gücünün-iradesinin kırılması konsensüsüyle girmişti. Bu amaçla yürütülen topyekun savaşa ABD desteği sağlayınca, ulusal öncünün Güney Kürdistan’daki güçlerine ve üstlenme alanlarına karşı Aralık’ta başlatılan hava saldırısına, Şubat’ta, Zap’ı ele geçirmeyi hedefleyen kara saldırısını da ekledi.
Hedef ulusal varlığın tanınması ve anadilde eğitim başta olmak üzere, inkâra son verecek ulusal demokratik taleplerin boğulması, dolayısıyla bunların güncel politik sorunlar haline getirilmesine önderlik eden ulusal öncünün tasfiyesi veya iradesinin kırılarak bir köleci barışa sürüklenmesiydi. Buna göre, ulusal demokratik taleplerden vazgeçilir, kır yapısı dağıtılır ve mücadelenin zora dayalı biçimleri terk edilirse, bireysel kültürel hakların çerçevesi genişletilecek, “eve dönüş” adı verilen teslimiyet yasası esnetilerek uygulanacak, “bölgenin kalkınması için” özel ekonomik ve sosyal politikalar geliştirilecektir! Bu koşullara dayalı bir “barış”ın kabul edilmemesi, inkârın son bulmasında ısrar edilmesi halinde ise sömürgeci imha savaşı tırmandırılacaktır!
Kuşkusuz bu topyekûn savaş kararı ve planının merkezinde generaller partisi duruyordu. Ulusal yangının söndürülmesi, temelleri sarsılan sömürgeci egemenliğin sağlamlaştırılması için izlenecek taktikler, kullanılacak araçlar ve ulusal talepler karşısındaki taviz sınırları gibi konularda aralarındaki önemli-önemsiz görüş ayrılıklarına karşın egemenler cephesinin tüm aktörleri planın arkasında saf tuttular.
Ne var ki, gerillanın güçlü bir karşı koyuşla Zap saldırısını püskürtmesi ve kaçışın, ABD’nin işgalin iki haftadan daha uzun sürmemesi direktifinin ilan edildiği günlere denk gelmesi, egemenler cephesinde Aralık ortasından beri esasen kınında tutulan kılıçların çekilmesini koşulladı. Stratejik değerde zafere gidiyoruz diyenlerin uğradıkları ağır taktik ve moral yenilgi, tam bir şoka yol açtı. Generaller partisinin odağında durduğu inkârcı-imhacı blok çatladı. Genelkurmay ile CHP ve MHP, önünü alamadıkları bir karşıt duruşa ve görülmemiş bir söz düellosuna sürüklendiler. Durum öyle bir hal aldı ki, Genelkurmayı AKP, hükümeti Genelkurmay savunmak zorunda kaldı. Şovenizmin etkisindeki Türk halk yığınlarını da saran güçlü demoralizasyon karşısında, TÜSİAD, Genelkurmay’ın açıklamasına itibar edilmesi çağrısında bulunma zorunluluğu duydu.
Tartışmaların odaklanması beklenen ve üzerinde onca fırtına koparılan “Yeni anayasa” konusunda ise ilginç gelişmeler yaşandı. AKP’nin bir grup ‘uzman’a hazırlatıp kendi görüş açısından son biçimini verdiği taslak, bir aşamadan itibaren adeta gündemin dışına itildi. Nitekim R. Tayyip Erdoğan, ‘82 Anayasası’nın omurgasının korunacağını, fakat bu çerçevede “kapsamlı değişiklikler yapılacağı”nı açıkladı! Böylelikle “darbe anayasasının yerine sivil anayasa” istek ve vaadinin (hiç değilse bu aşamada) bir kenara bırakıldığını ortaya koydu. Bu durum, egemenler cephesi blokları arasındaki açık veya gizli, dolaylı ve doğrudan süregiden mücadelelerin yeni bir dışavurumu oldu.
Aynı dönemde, AKP, üniversitede türban yasağına son vermek için harekete geçti. Denilebilir ki bunu, adeta yeni anayasa iddiasını askıya alışı ile topyekûn savaşa ve Güney Kürdistan saldırısına açık desteğinin mükâfatı ya da diyeti olarak görüyordu. Keza, sömürgeci savaşın tırmandırıldığı koşullarda hasımlarının topyekûnluk halini bozarak “laik-şeriatçı” saflaştırması etrafında politika yapamayacaklarını, ABD’de patlak veren ve yansıması kaçınılmaz görünen mali kriz tehdidi koşullarında “siyasi istikrarın” tehlikeye atılamayacağını var saydığı da açıklamalarından anlaşılıyordu. Nitekim generaller partisinin baş sözcüsü Büyükanıt, alt perdeden bir konuşmayla, “görüşlerinin bilindiği”ni söylemekle yetindi. Belli ki, meseleyi, hiç değilse o aşamada blokun öteki bileşenlerine havale etmişti.
Türban hamlesinin oy sandıklarında toplanacak ganimetinden pay almak isteyen MHP’yle anlaşan AKP, gerekli anayasal değişiklikleri yapmakta gecikmedi. Genelkurmay’ın “sınır ötesine geçildi” açıklamasının yapıldığı akşam, Abdullah Gül de Çankaya’dan, yeni anayasa değişikliklerini onayladığını duyuruyordu. Beklendiği gibi CHP, Anayasa Mahkemesine başvurdu. YÖK iki ayrı ses verdi. Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) cepheden savaş açtı. TÜSİAD, yasağın kalkmasından değil fakat yaratabileceği politik gerilimden, dolayısıyla zamanlamasından ve yönteminden rahatsızlığını ifade etti. Burjuva medya başta olmak üzere, egemen sınıf ve güçlere ait değişik kurumlar irade beyanları temelinde saflaştılar.
Anayasa değişikliklerini izleyen ilk birkaç gün politik İslamcı medyada bir bayram havası esti. Kimi üniversiteler türbanlı öğrencilere kapılarını açtılar. YÖK Başkanı, değişikliklere uygun davranmayan üniversite yönetimlerine durumu düzeltme yönergesi yolladı. Ne var ki tartışmaların alevlenmesi, Danıştay’ın YÖK Başkanı’nın yayımladığı genelgenin yetkilerine uygun olmadığı kararı ve gerilen toplumsal atmosfer, yeni düzenlemeyi fiilen etkisizleştirdi. Üniversitelerin kapıları türbana yeniden kapatıldı. AKP, Anayasa Mahkemesi kararını beklemeyi sineye çekti. Nihayetinde Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğini iptal kararı, Meclis’e ‘sınırlarını’ hatırlatan bir veto oldu. Yeni ‘sivil’ bir anayasa yapma niyetlerini de fiilen bloke eden bir karar oldu bu. Kararla Anayasa Mahkemesi, her türlü anayasa değişikliğini, 1982 Anayasası'nın ilk dört maddesinin merceğinden inceleme ve veto etme yetkisini kendisine vermiş oldu.
Kontrgerillanın bir parçası olan, şimdilik Danıştay saldırısını ve Cumhuriyet Gazetesinin bombalanmasını organize ettiği açığa çıkan Veli Küçük ekibinin durdurulması da geride kalan ayların dikkat çekici gelişmelerinden biriydi. Genelkurmay, AKP’nin, “halkı hükümete karşı isyana teşvik etmek” suçlamasına dayalı bu hamlesine karşı çıkmadı. “Ordunun bir suç örgütü olmadığı”nı söyleyen Yaşar Büyükanıt, Veli Küçük ekibini artık “iyi çocuklar” ölçüsünde sahiplenmeyeceklerini ortaya koymuş oldu. Bu konuda AKP ve Genelkurmayı paralel bir duruşa getiren sebep ise, Veli Küçük grubunun; Orhan Pamuk, Ahmet Türk gibi özgün simgesel anlamlar kazanmış kimi şahsiyetlere suikast için harekete geçtiği bilgisi ve günümüz koşullarında böylesi katliamların içte ve uluslararası alanda rejimi büyük zorluklarla yüz yüze bırakacağı değerlendirmesindeki ortaklaşmaydı. AKP ve destekleyen güçler, bu aşamada “kızıl elma koalisyonu”yla çerçevelenen soruşturmayı, birinci AKP Hükümeti dönemindeki darbe girişimlerine, hiç değilse onların emekli elebaşlarına kadar vardırmayı arzu ederken, generaller partisi ise AKP’den bu konuda çizmeyi aşmamasını istemekte.
Sürecin egemenler cephesindeki iç mücadele açısından en önemli gelişmesi ise AKP hakkında açılan kapatma davası idi. Generaller partisi, 27 Nisan muhtırasıyla A. Gül’ün Çankaya’ya çıkışını veto etmiş, Anayasa Mahkemesinin 367 kararıyla da bunu yasallaştırarak, 22 Temmuz seçimlerini zorunlu hale getirmişti. ABD’nin ve sermaye oligarşisinin “güncelleşen irtica tehlikesi”ne karşı “rejimi koruma ve kollama görevi”ni yerine getirmesi konusunda destek vermediği koşullarda gerçekleşen seçimlerde, AKP’nin CHP ve MHP’nin toplam oylarının çok üstünde, yüzde 47’e varan bir destek sağlamasıyla elleri-kolları bağlanmış duruma düşen generaller, ikinci Çankaya muharebesini kaybettiklerini kabullendiler. Biçimsel tepkilerden sonra, süreci, “devletin kurumsal işleyişine saygı-riayet” çizgisinde ve halkın ikna edilmesini sağlamayı gözeten kontrollü bir mücadele hattında ilerletmeyi, keza geçmişte Ahmet Necdet Sezer’in yüklendiği “sigorta” işlevini yüksek yargı bürokrasisinin üstlenmesini sağlamayı öne çektiler. AKP de temkinli davranmayı esas aldı. 301, Kıbrıs gibi konularda, AB sürecinin ilerletilmesi için gerekli adımlarda bile yerinde saymayı tercih etti. Ulusal sorunda “tekçi” vurguları güçlendirdi. Türbanı gündeme almadı. A.Gül türbanlı eşini gözlerden uzak tutmaya özen gösterdi. Denilebilir ki, o dönemde kadrolaşmaya ve salt AB’ci yönelimiyle değil, politik İslamcı amaçlarıyla da uyumlu burjuva kesimleri güçlendirmeye ağırlık verdi. Seçimlerden sonraki 2 aylık sürecin ve AKP’nin türban hamlesinin ardından Yargıtay başsavcılığı kapatma davası açarak bloklar arasındaki kontrollü mücadeleyi yeni bir düzeye taşıdı. TÜSİAD, AB ve (kimi nüanslarla) ABD, durumun izah edilmezliğinde birleştiler. AB tutumunu, Barrasso’yu burjuva mecliste konuşmayı da kapsayacak görüşmelere yollayarak TÜSİAD odaklı bloku yüreklendirmeye, AKP’ye moral destek sunmaya kadar vardırdı. Generaller ise “irtica tehdidi” vurgularını yinelemeyi sürdürmelerine karşın, bu aşamada meseleyi “silahsız kuvvetler”e havale etmiş, çıkacak sonuçları bekliyor görünürken, ulusal sorun ve Kıbrıs konularında yeniden “kırmızı çizgiler”ini açıklamaya giriştiler. Büyükanıt ve İlker Başbuğ peş peşe gelen Kıbrıs teftişleri sırasında bu konularda çerçeveler çizmekten geri durmadılar. Özet olarak ulusal sorunda inkârdan vazgeçmeye izin vermeyeceklerini, bir anlaşma imzalansa bile, generaller partisinin her şey yolunda diyeceği güne kadar Kıbrıs’tan asker çekilmeyeceğini ilan ettiler!
Bu çerçevede şunu da kaydedelim: Türban ve kapatma davalarının tansiyonu iyice yükselttiği koşullarda TÜSİAD’ın “uzlaşma” çağrısının ve turlarının sonuçsuz, sahipsiz kalışı egemenler cephesindeki gerilim ve mücadelenin şiddetini yansıtmak bakımından önemli bir veriydi. Rejim krizinin şiddetlenerek sürdüğü günümüzden geleceğe bakarsak:
‘Topyekûn savaş’ konsensüsünün tüm iç gerilimlere rağmen korunacağı,
AKP’nin TÜSİAD ve AB’den gelen uyarıları dikkate alarak, politik İslamcı kimliğe alan açacak yasal ve anayasal değişikliklere öncelik vermekten vazgeçip (son 301 düzenlemelerinde görüldüğü gibi), ihtiyatlı biçimde de olsa “AB reformları” ve “sivil anayasa” hattına geri döneceği,
İki blok arasında “AB reformları” ve “sivil anayasa” dışında, Güney Bölgesel Kürt Federe Yönetimiyle ilişkiler, Afganistan’a asker gönderilmesi-askerlerin görev alanları ile, ada güçlerinin anlaşma eğilimlerine bağlı olarak Kıbrıs konularında sürtünmelerin artacağı,
Yeni bir faktör oluşmazsa, generaller partisinin AKP ve daha genel olarak Fethullah Gülen hareketini de kapsayacak biçimde politik İslamcı hasımlarına karşı izleyeceği yolu Anayasa Mahkemesi kararlarına göre biçimlendireceği,
Kürt ulusal öncüsünün, topyekûn savaşı sonuçsuz bırakması koşullarında, bu sorundaki konsensüsün de bozulacağı,
Rejim krizinin şiddeti nedeniyle iki blok arasında olduğu kadar, blokların kendi bileşenleri arasında ve hatta bunların her birinin içinde saflaşmaların gelişeceği,
Yansıması kaçınılmaz görünen ABD merkezli mali krizin patlak vermesine, yaratacağı mali-ekonomik sonuçlara ve toplumsal harekete bağlı olarak tüm politik aktörlerin yeni konumlanmışlara yönelebilecekleri,
AKP’yi kapatma davasından çıkacak karara bağlı olarak, bir erken seçimin gündeme gelebileceği öngörülebilir.
Egemenler cephesi tablosu incelendiğinde, rejim krizini burjuva çözümlerle aşmak şöyle dursun, krizi anlamlı düzeyde hafifletebilecek bir program ve iradenin bile şekillenmediği görülüyor. Bu, aynı zamanda sürecin işçi sınıfı ve ezilenlerin çözümlerine açık olacağını ortaya koyuyor.
İşçi sınıfı ve ezilenler cephesi
İşçi sınıfı ve ezilenler cephesinde mücadele alevleri büyürken, kazanmanın, başarmanın, direnmenin yarattığı moral üstünlük ve umut, uyuyanları uyandırmanın, harekete geçirmenin imkânlarını da güçlendirdi.
İnkarcı-sömürgeci savaş, Kuzey Kürdistan’ın kimi bölgelerinde fiili OHAL uygulaması, AKP’nin Alevileri tuzağa düşürmek için kurduğu Hızır Paşa sofrası, TEKEL’de özelleştirme terörü, SSGSS saldırısı, dar sınırlar içindeki sendikal örgütlülük ve grev hakkının bile pratikte kullanılamaz hale getirilmek istenişi, güdük demokratik hak ve özgürlüklerin bürokratik cendere veya militarist zorla etkisizleştirilmeye çalışılması, emekçi semtlerde halkın barınma hakkının elinden alınmak istenmesi, kırsal yaşam alanlarının uluslararası altın tekellerine peşkeş çekilmesi, emekçi köylülüğün her gün biraz daha yıkıma sürüklenmesi, resmi militarist güçlerin “yargısız infaz”lar dâhil sayısız görünüme bürünen zulmünün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın dört bir köşesine yayılması; demokratik haklarını kullanmak isteyen işçilere, gençlere, kadınlara, emekçi memurlara ve ezilenlerin öteki bölüklerine azgın saldırılar... Egemenler cephesinin 2008’in ilk birkaç ayındaki bu cendere ve zulmü daha büyük kavgaların yolunu döşeyen mücadeleler, itirazlar ve direnişlerle cevaplandı.
Ulusal demokratik kitle hareketinin ve ulusal öncünün inkâr ve imha çizgisindeki sömürgeci saldırılara verdiği kararlı ve güçlü yanıtlar, 2008’in ilk birkaç ayına damgasının vurdu. Politik özgüven ve moral üstünlük mevzisine yerleşen ulusal mücadele, umut ve irade kırmak isteyenleri demoralize etmekle kalmadı, onların bağrında belirli koşullarda boy vermesi kaçınılmaz olan yeni saflaşma tohumları ekti. Tüm bu süreç aynı zamanda Türk halk yığınlarında da yeni sorular uyandırdı, yeni düşüncelere kapı araladı.
Cizre’nin 16 yaşındaki genç şehidinde bayraklaşan yiğit silkinişinde, sokakların zapt edilmesinde, boykotlardan panzerlere meydan okuyuşlarda büyüyen 15 Şubat protestoları ve Edî Bes e kampanyası, sömürgeci saldırılara karşı İstanbul ve diğer kentlerde Gabar ve Cudi eteklerine binlerin yürüyüşü, “kara saldırısı”nın ardından yükselen kitle öfkesi, inkarcı-faşist şiddete cesaretle göğüs geren ve yine bir şehitle tarihe kaydolan 8 Mart gösterileri ve en önemlisi de tüm politik ve moral atmosferi etkileyen Zap Direnişi; aynı zamanda Newroz serhıldanına giden yolu açtılar.
Newroz, ulusal kitle hareketinin '90’ların ruhuyla ayağa kalkışının ifadesi oldu. Politik içeriği, kutlamaların yerine-gününe dair güçlü iradesi, coşkusu ve kitleselliğiyle, ulusal yangını söndürme peşindeki sömürgeciliğe ve ABD’nin başını çektiği emperyalist destekçilerine güçlü bir tokat indirdi. ‘Newroz serhildanı’ adını hak eden kutlamalar, inkarcı-tasfiyeci planlara açık bir cevaptı. Kürt halkımız dağlara sırtını dönmesini isteyenleri, meydanları dağ ruhuyla donanmış olarak zapt ederek yanıtladı. 22 Temmuz seçimlerinden sonra ortaya çıkan havayı dağıttı. İktisadi toplumsal geriliği, onu bir hammadde, bir tarım ürünleri ve ucuz işgücü deposu, bir meta sürüm alanı haline getiren Türk sömürgeciliğinin eseri olan Kuzey Kürdistan’ın aynı politikalarla yağmalanmasından başka bir anlam taşımayan AKP “paket”ini parçalayıp suratına çarptı. Özel olarak Amed Newroz'u; Kandil saldırılarını yürüten güçleri hedeflemesine karşın, halkı veya genel olarak zarar görmemesi gerekenleri gözetmekte zayıf bir düşünce ve planın, doğabilecek sonuçları “bütünüyle” hesaba katmayan politik sorumsuzluk ve kolaycılığın ürünü olan patlamanın yarattığı sarsıntı ve moral bozukluğunu fırsat haline getirerek kente üşüşen sömürgeciliğin akbabalarını, Erdoğan, Baykal ve diğerlerini, TÜSİAD Başkanı ve heyetini, CIA patentli halife adayı Fethullah Gülen’in patron bölüklerini derin bir hayal kırıklığına gömdü. Ve nihayet dört şehidiyle Kuzey Kürdistan’daki Newroz serhıldanı ve Türkiye’deki kutlamalar, birikmiş ve güçlenmiş mücadele arzusunu gözler önüne sererek ileri yürümek isteyen tüm ezilenlerin umudunu ve kavga azmini biledi. Newroz şehitlerinin kitlesel ve militan uğurlama törenleri, faşist sömürgeci terörün Kuzey Kürdistan koşullarında esasen direnişe benzin döktüğünü de ortaya koydu.
Newroz’da Türkiye cephesinde yeşeren gelişmelerden biri de, ulusal sorun, ulusal kitle hareketi ve öncüsü karşısında sosyal şoven zihniyeti alt edememiş, değişik zaman ve konularda bu zemine düşen bazı devrimci parti ve grupların kutlamalara katılma ve düzenlemelerde ortaklaşma adımı atmaları oldu.
Ele alınan sürecin ortaya koyduğu gibi, sömürgeciliğin ABD-İsrail destekli, AB onaylı, İran ve Suriye koordineli, inkarcı-tasfiyeci saldırılarına hem Kuzey’de, hem Güney’de gerilla gücü ve ulusal kitle hareketiyle karşı koymayı sürdüren Kürt ulusal mücadelesi, içinden geçtiği zorlu koşullara, yüz yüze olduğu tehlikelere karşın köleci barış planlarını boşa çıkarırken, emekçi çözüm imkanlarına da güç taşıyor.
2008’in ilk birkaç ayı, ulusal sorun dışında başta Türkiye cephesinde olmak üzere işçi sınıfı ve ezilenlerin değişik politik ve ekonomik talepli mücadelelere daha ekin katılışlarına ve morallerini yükselten başarılar kazanmalarına da tanıklık etti.
Hrant’ın katledilmesinin birinci yıl dönümü anması için onbinlerin yeniden Agos önünde toplanması, hem 2007’deki uğurlamanın taşıdığı sağlam anti-şovenist mayayı, hem de ezilenlerin faşist rejime duydukları öfkeyi ve yeni bir yaşam özlemlerini ortaya koydu.
22 Temmuz seçimlerinde MHP, AKP dâhil istisnasız tüm burjuva partilerin Alevi inanç ve kültüründen halkımıza yönelmeleri, burjuva basında yürütülen yalana dayalı propagandalar, faşist rejimin bir psikolojik savaş harekâtı olarak tarihe kaydolmuştu. AKP, süreci hükümet partisi olarak devam ettirdi. “Hızır paşa sofrası” kurmaya kalktı! Amaç, somut talepler etrafındaki Alevi hareketinin, işçi sınıfı ve ezilenler cephesinin bir bileşeni olan, diktatörlüğe yönelmiş demokratik enerjisini boğmanın, bunun en kestirme yolu olarak da onu Diyanet’e eklemlemenin koşullarını hazırlamaktı. Ne var ki, demokratik Alevi hareketi yıllardır temel taleplerini yok sayan, inanç ve kültürüne tasfiye etme kafasıyla yaklaşan AKP’yi ve faşist rejimi “Hızır paşa sofrası”nda kendisiyle baş başa bırakmakla kalmadı, protestolarını sokaklara, yürüyüşlere ve İstanbul mitingine taşıyarak mücadele dinamiklerini bir kez daha gözler önüne serdi. AKP’nin bu konudaki ikiyüzlülüğü, zalimlere el veren düşkün Reha Çamuroğlu’nun “Başbakan danışmanlığından” istifasıyla mühürlendi.
Özelleştirme saldırısına karşı harekete geçen TEKEL işçilerinin aylara yayılan inatçı mücadelesi, İstanbul, İzmir, Samsun, Tokat, Amed, Bitlis ve Malatya’daki gösterileri, fabrika işgalleri ile sonuncusu belleklere kazınan Ankara eylemleri hükümeti ve resmi militarist güçleri teşhir ederken; işçilerin birliği, sınıf kardeşliği düşüncesini, duygusunu güçlendirdi, halk dayanışmasını geliştirdi.
Aynı dönemde SSGSS’nin karşısına dikilen sokak barikatı ve taşeronluk kuşatması koşullarında öncü sendikacılığın Tuzla tersanelerinde ördüğü direniş ve havza grevi, işçi sınıfı ve emekçi memurların hükümet ve GİSBİR şahsında kapitalistlerin kolektif aygıtlarına karşı mücadelesi olarak yükseldi. “Zorlayıcı bir toplumsal güce sahip olma” gerçekliklerini gözler önüne seren işçiler, son yıllarda ezici çoğunluğu yenilgiyle sonuçlanan yalıtık demokratik ve ekonomik mücadelelerde yitirdikleri morallerini güçlendirmekte (tüm ezilenlere yansıyan) yeni başarılar elde ettiler. Havayolu, Telekom, Novamed grevlerinin kazanımlarının mevzilerini genişletip sağlamlaştırdılar.
Ocak’tan başlayan süreçle sınırlı tutarsak, sokak protestolarından, Ankara yürüyüşünden, iki saatlik iş bırakma eylemlerinden geçerek büyüyen, pek çok kent ve ilçede kitle toplantıları dâhil çeşitli biçimlerde gündemleştirilen SSGSS’nin püskürtülmesi mücadelesinin ayırt edici özelliği, sorun etrafında devrimci, anti-faşist, ilerici partilerin, sendikaların, meslek örgütlerinin ve grupların, merkezi eylem birliği oluşturmalarıydı. “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu” adı verilen bu ‘birleşik merkez’ tüm zaaflarına karşın, salt hazır enerjinin etkin seferberliğine değil, işçi sınıfı ve ezilenlerin bağrındaki potansiyel enerjinin de etkinleştirilmesine zemin hazırladı. Partilerin, sendikaların, meslek örgütlerinin, politik grupların birleşik veya ayrı ayrı gerçekleştirdikleri tüm pratikler aynı kanalı besledi, aynı hedefe vurdu, dolayısıyla etkisini güçlendirdi.
SSGSS’ye karşı yürütülen mücadelenin yaratığı basınç, yalın fakat çarpıcı ve ikna gücü yüksek aydınlatma çalışmalarının işçi ve emekçilerin en geniş bölüklerinde bu yasa taslağına, bu zalim saldırıya karşı durmanın haklılığı düşünce ve duygusu uyandırması, “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu”nun artan kararlılığı ve etkisi, Türk-İş’e üye ilerici sendikaların direnişin bir parçası olmaları, Kamu-Sen’i, keza hükümetin dolayısıyla da SSGSS’nin gizli destekçisi olan Türk-İş ve Hak-İş yönetimlerini, DİSK ve KESK’le birlikte tavır almaya mecbur etti. Bu, hükümet üzerinde daha büyük bir baskı kurmayı, 14 Mart’ta iki saatlik bir genel grevi ve çok sayıda kente, ilçeye yansıyan protesto gösterilerini olanaklı kıldı.
Şüphe yok ki; Türk-İş bir fırsatını bulduğunda mecbur kaldığı eylem birliğini bozacaktı, nitekim diğer şeylerin yanı sıra, esasen, taslakta 9 bin olan prim ödeme gün sayısının 7200’e indirilmesini SSGSS’yi onaylamak için yeterli saydı. Ne var ki, burada asıl önemli olan yürütülen mücadelenin Türk-İş’i kendine katması, AKP’yle özdeşleştirilen yeni genel başkan Mustafa Kumlu’nun Tayyip Erdoğan ve Bakan F. Çelik’in SSGSS’yle ilgili yalan ve demagojilerini TV’lerin, gazetelerin mikrofonları ve kameraları karşısında teşhire, Türk-İş üyesi işçilerin ve emekçi halklarımızın önünde gerçeği söylemeye mahkum oluşudur.
Nitekim Türk-İş, Hak-İş ve Kamu-Sen, SSGSS’ye karşı direnişin saflarını terk edip, işçi sınıfının ve emekçi memurların değil, IMF’nin, işbirlikçi sermaye oligarşisinin ve halk düşmanı hükümetin alkışlarını alırken, 1 Nisan’daki iş bırakma ve sokak gösterilerine katılan veya 6 Nisan’da Kadıköy Meydanı’nı dolduran, aralarında Türk-İş’e bağlı sendikalara üye binlerce işçinin de bulunduğu onbinlerce emekçi yollarına devam ettiler. Bugünden bakıldığında denebilir ki, SSGSS direnişi, mücadelenin somut amacına bağlı işlevi dışında, yeni işçi kuşağının eğitimi ve ruhsal şekillenişine katkısıyla önemli bir rol oynayacaktır. Sendikasız, sigortasız ve can güvenliğinden yoksun çalışma kamplarından birisinde, Tuzla tersanelerinde, önceki faaliyetlerine yeni adımlar ekleyen Limter-İş’in Ocak sonundaki Ankara Yürüyüşüyle, inatçı gösteriler ve değişik tipten etkinliklerle geliştirdiği mücadele, alçakça gözlerden saklanmak istenen işçi ölümlerini ve kölece çalışma koşullarını gündemleştirmeyi başardı. Burjuva medya, burjuva partiler ve burjuva meclis sorunu ele almak zorunda kaldı. Havzadaki “yetkili sendika”(!) patentli Dok Gemi-İş’in işyeri temsilcisinin iş cinayetine kurban gitmesini bile işçi sınıfından gizlediği koşullarda, GİSBİR’in, resmi militarist kurumların ve sivil faşistlerin baskı ve saldırılarına rağmen, taşeronluk cenderesindeki, örgütsüz, güvencesiz veya deyim uygunsa kilit altındaki işçilerin sesi, isyanı ve iradesi olma çizgisindeki öncü sendikacılık tarzıyla sınıf mücadelesinin geliştirilmesinin imkanlarını da ortaya koydu. Limter-İş Başkanı ve yöneticileri, havzanın işçi önderleri olarak güvenilirliklerini, saygınlıklarını pekiştirmekle kalmadılar, GİSBİR’in, Limter-İş’in yer alacağı bir toplantıya katılmama kararını da boşa çıkardılar. Grev sonrasında gerek protestolara ve greve katıldığı için işten atılan işçilerin geri alınması, gerekse de “ağır ve tehlikeli işkolu” yönetmeliğinin uygulanmasında Limter-İş’in kazandığı kısmi inisiyatif ve havzada oluşan coşku, taşeron sisteminin cenderesindeki işçilerin cesaretlerini de artırdı. Tuzla tersanelerindeki mücadele salt havzada yankılanmakla kalmadı, tüm işçi sınıfı ve ezilenlerin sempatisine yol açtı, onların moralini de güçlendirdi.
İşçi sınıfının sendikal örgütlülük hakkını kullanmasını işten atma terörüyle engelleyen patronlara karşı değişik kent ve ilçelerde giriştiği inatçı direnişlerin, SCT Turbo işçileri örneğindeki gibi iki yılık sürecin ardından kazanımla sonuçlanmaya, YÖRSAN örneğindeki gibi bölgesel destek kazanmaya yüz tutması, grev eğilimlerinin güçlenmeye başladığını gösteren işaretlerin artması da, gelişmelerin yönü saptanırken hesaba katılması gereken olgular arasında yer aldı.
Bütün bu dinamiklere kısaca şunları da eklemeliyiz.
Gerici düzen partilerinin etkisinin büyük olduğu İstanbul Başıbüyük’te yıkıma karşı gelişen ve TOKİ’nin semtte bina yapmasını da engelleme boyutlarına varan emekçi halk direnişi, ezilenlerin mücadele yeteneğini ve birikmiş öfkesini yansıtmak açısından öğreticidir.
Doğal çevreyi tahrip eden uluslararası maden tekellerine ve onlara bekçilik yapan hükümete karşı, son olarak Kaz Dağlarındaki altın aramaları nedeniyle geliştirilen emekçi köylü protestoları ve mitingi kırsal mücadele cephelerinden birinin süregidecek bir eğiliminin ifadesiyken; 2007’de %7.5 oranında mutlak küçülen tarımdaki yıkımın sulama (ya da kuraklık) problemiyle birleşerek yeni boyutlar kazanmasından en fazla etkilenen emekçi köylülerin üreticilikten gelen sorunları etrafında boy vermeye, eylemlerinin yeni dönemde artması eşyanın doğasına uygun olacaktır. Nitekim İzmir-Tire’deki köylü mitingi, uzun bir aradan sonra emekçi köylülüğün yeniden meydanlara çıkışının ifadesi olmuştur.
“Hatırla Sevgili” adlı televizyon dizisi vesilesiyle açığa çıkan, ancak geçen yılki yaygın ve kitlesel anmalarda da kendini hissettiren, ‘71 devrimci önderlerine, dönemin mücadelesine ve gerçeklerine gençlik saflarındaki ilgi artışı, devrimci eğilimin ve duyguların güçlenmesinin bir verisi sayılmalıdır.
Öğrenci gençlik hareketinin ele alınan süreçte, her üniversitelerde, hem liselerde göreceli de olsa toparlanmaya, canlanmaya yüz tuttuğuna dair işaretlerin artması da halklarımızın bağrında yeşeren eğilimle uyumludur.
Tarihi bir 1 Mayıs
Eğer dönem açısından işçi sınıfı ve ezilenlerin hareketindeki dinamikleri, gelişim imkânlarını ve yönü kavramak için bahardaki iki politik barometreden biri Newroz’sa, o sözünü söyledi! İkincisi, İstanbul 1 Mayıs’ıysa, Taksim yasağına vurulmuş bir kitle balyozu, işçi sınıfının bir irade ve kararlılık beyanı oldu. Tarihsel önemde bir 1 Mayıs yaşandı.
Taksim 1 Mayıs’ı etrafında, devletçi sendika Türk-İş’i dahi kapsayan bir cepheleşmenin oluşması, sınıf hareketinin ve ezilenlerin politik mücadelesinin gelişimi bakımından anlamlı bir veri olarak tarihe kaydolmuştur. İşçi sınıfının bu eylemi, etrafında toplumun tüm ezilen kesimlerinden geniş bir cepheleşmeyi de oluşturdu. Halkın yüzde 70-80’lik bir çoğunluğu 1 Mayıs’ın Taksim’de yapılmasını destekler konumdaydı.
Faşist diktatörlük ve onun hükümeti olarak davranan AKP, Taksim 1 Mayıs'ı üzerindeki işçi düşmanı, antikomünist yasağı, devlet terörünü aktif biçimde devreye sokarak sürdürmeye kalkıştı. Bu, Başbakan’ın ifadesiyle “ayakların baş olmasını” önlemenin barikatını Taksim’den çekmek anlamına geliyordu. 2008 1 Mayıs'ının yüzbinlerin katılımıyla Taksim'de kutlanması, işçi ve emekçilerin, ilerici, devrimci hareketin gücünü göstermesi, kuşkusuz işçi- emekçi hareketine özgüven kazandıracak, keza uyandıracağı enerjiyle harekete önemli bir itilim sağlayacaktı... Başbakan’ın son derece bilinçle seçilmiş kelimeleri, fiili ve meşru mücadele damarının burjuvazi ve devlet için bir “tehdit” olarak görülmeye başladığının ilanıydı. 2007 1 Mayıs'ının ardından geçen bir yılda, sınıf hareketinde yaşanan canlanmadan ders çıkaran burjuva devletin, yaklaşan kriz koşullarında sınıf hareketinin iradesini Taksim’den kırmaya yöneldiği görüldü.
Taksim, hem İstanbul’un merkezi, hem de bundan da önemlisi, sınıf mücadelesinin tarihsel bir sembolü olarak, çarpışmanın merkezi haline geldi. 1 Mayıs günü, polisin Taksim’i işgal etmesine, yürüyüş güzergahı olarak ilan edilen bütün bölgelerde fiili sıkıyönetim uygulamasına, DİSK Genel Merkezi’ni günün ilk ışıklarıyla birlikte basmasına, toplanan tüm gruplara gazlı-coplu-panzerli zorbalıkla saldırmasına rağmen, onbinlerce emekçinin akşam saatlerine kadar, ısrarla, kararlı ve özgüvenli bir biçimde Taksim’i zorlamasını engelleyemedi. İşçi-emekçi/ilerici-devrimci hareket ile hükümet arasındaki 1 Mayıs'ı/Taksim'i kazanma mücadelesi, bir irade savaşına dönüşmüştür. Devlet-hükümet ile işçi-emekçi-ilerici hareketin böylesine kesin biçimde karşı karşıya geldiği bir irade kapışmasının oluştuğu durumlarda, sonuç esas olarak siyasal olarak değerlendirilebilir, ölçülebilir. Bir başka ifade ile 1 Mayıs’taki irade kapışmasını kimin kazandığı, sonucun ne olduğu sorunu/konusu, Taksim'e onbinlerle çıkabildi mi, çıkılamadı mı sorusu ekseninde analiz edilemez! Bu soru önemsiz değildir, ihmal de edilemez; ama bu soru siyasi bir hareketi, teknik-fiziki bir anlamda askeri alana sıkıştırıp daraltmaktadır. Bu soru irade kapışmasını kavramıyor, kucaklayamıyor, dolayısıyla bu soru eksenli analizler de dar yapısı nedeniyle 1 Mayıs 2008 gerçeğini açıklama yeteneğinden yoksundur.
Bir bütün olarak düşünüldüğünde hem işçi bayramı olarak 1 Mayıs'ın toplumsal meşruiyeti, toplumsal kabul edilebilirliği, hem de Taksim'in 1 Mayıs'lara, işçi ve emekçilere açılmasının gerekliliği, haklılığı ve meşruiyeti güçlenmiştir... Yani işçiler ve emekçiler, 1 Mayıs'ın bir sömürü günü olmaktan kurtarılması (böylece 12 Eylül’ün gasp ettiği tatil gününün geri kazanılması), ücretli izin günü ve bayram ilan edilmesi, 1 Mayıs Taksim Alanı'nın işçilere açılması talepleri bakımından 2007'ye göre dikkate değer, “önemli”, “anlamlı” bir ilerleme sağlamış bulunuyorlar... Siyasal olarak işçiler kazanan taraftır... Evet, hükümet-devlet, Taksim'in işçilere, 1 Mayıs kutlamasına açılmasını önlemiş, Taksim yasağını sürdürmeyi başarmıştır... Ama bu öyle bir “başarıdır” ki, hükümeti destekleyen kuvvetler bile Taksim yasağını savunamaz hale gelmiştir. Siyasal olarak hükümet kaybetmiştir.
Türk-İş'in, “Artık Taksim'in işçilere açılması zamanı gelmiştir, biz de Taksim'i talep ediyoruz” tavrına gelmesi, hareketin mücadeleci kesimlerinin Türk-İş içerisinden ve dışarıdan yaptığı baskıyla deyim uygunsa Türk-İş'i 1 Mayıs'a, Taksim'e kazanması, işçi-emekçi, ilerici- devrimci hareketin 2008'de çok boyutlu, önemli başarısı/kazanımı olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir... Bunun “tereddütsüz”, “net” ve “kesin kararlı” bir tavır olmaması şaşırtıcı olmadığı gibi Türk-İş'teki söz konusu “gelişmeyi” önemsiz ve anlamsız da kılmaz. Her irade kapışmasının en kritik anlarında zayıf unsurlar, kararsızlar, sallantılı müttefikler krize yuvarlanırlar. Nitekim bu, Türk-İş'te çarpıcı biçimde açığa çıktı, yaşandı.
2008 1 Mayıs'ının öngününden bakmaya devam ederek, TÜSİAD'ın 1 Mayıs'ın bayram olması talebini desteklediğini açıklamasının da kaydedilmesi gerekir. 1 Mayıs talebinin TÜSİAD'a kabul ettirilmesi, işçi-emekçi hareketinin bir kazanımıdır.
Yine 2008 1 Mayıs'ının ön gününden TBMM'den bakıldığında; 1 Mayıs'ın işçi bayramı olması gerektiğine dair belirgin havayı, atmosferi belirtmek gerekir... Hatta MHP bile bu havaya dahildir, dahası D. Bahçeli, Taksim talebinin meşruiyetini kabul etmiş, birkaç yıl sonraya bırakılması görüşünü açıklamıştır. AKP Hükümeti’nin bu konuda yarattığı beklentilere karşın sonuçta güdük bir “Emek ve dayanışma günü” kararıyla işin içinden sıyrılması, hükümeti teşhir eden bir rol oynamıştır.
Sendikal hareketin 1 Mayıs'ta öne çıkan değişik temsilcileri, hükümetin bu kadar sert davranacağını beklemediklerini açıkladılar... Şu bir gerçektir ki, işçi-emekçi hareketinin ve sendikaların mücadeleci kesimlerinde AKP Hükümeti'nden demokrasi adına, özgürlük adına iyimser beklentiler, hayaller vardı. Hükümet, 2008 1 Mayıs'ında, 2007 1 Mayıs'ında yapamadığını yaptı. İşçi-emekçi hareketinde, sendikal harekette kendisiyle ilgili var olan hayalleri, gaz bombalarıyla, panzerlerin tazyikli suyuyla vb. vahşice saldırarak yıktı. Bu kuşkusuz, 2008 1 Mayıs'ının bir diğer büyük kazanımıdır.
Sadece 2008 1 Mayıs'ından ibaret olmayan, bir evveliyatı da bulunan, mücadeleci sendikalar ile devrimci hareket arasında “işbirliği”, “birlikte iş yapma” eğiliminin ve bağının da bir ürünüdür aynı zamanda, Taksim 1 Mayıs'ı. 2007 1 Mayıs'ında, Genç-Sen’in kuruluşunda, SSGSS karşıtı mücadelede, Tuzla grevinde de tanık olduğumuz bu köprü, sendikalara irade ve güç kazandırırken, devrimci hareketin de toplumsal alanını genişletmiştir. Bu nedenledir ki, 1 Mayıs’a giden süreç boyunca gerek Başbakan’ın gerekse İstanbul Valisi’nin hedefinde bu bağı koparmak, bu köprüyü yıkmak duruyordu. “Provokatörler”, “marjinal sol gruplar” söylemleri ekseninde konfederasyonlar, 1 Mayıs örgütleyicisi kurumlardan bir kısmına sırtlarını dönmeye zorlandılar. Sonuç itibariyle, konfederasyonların 1 Mayıs günü kendi başlarına aldıkları bir kararla eylemi sonlandırmaları ile kısmen yara alsa da, bu işbirliğinin ve birlikte çalışma zemininin 1 Mayıs’ın ardından da sürdüğünü, sürmekte olduğunu tespit edebiliriz. Taksim 1 Mayıs'ı, Batı’da sosyal yıkım saldırılarına karşı mayalanan toplumsal dinamiklerin bir kalkışmasıydı. İşçi sınıfının yanı sıra, bütün ezilen, baskı gören kesimleri de birleştiren bir potaydı. Kürt emekçilerinin ve gençliğinin gerek Taksim 1 Mayıs'ına gerekse, Diyarbakır başta gelmek üzere Kürt illerindeki 1 Mayıslara geçen seneyi aşan etkin katılımı da bu 1 Mayıs’ın anlamlı verileri arasındadır.
Taksim 1 Mayıs'ı, kent ayaklanmalarının güncelliğine işaret ettiği gibi, devrimci hareket ve tüm mücadeleci emek güçleri için de bir ayaklanma okulu oldu. Taksim’in dersleri temelinde, kitle hareketinin ‘şiddetli’, ‘patlamalı’ gelişimini yönlendirebilecek dersleri çıkarmak, faşizmin zorbalığına karşı kitle hareketinin önünü açabilecek zor biçimlerini uygulamada ustalaşmak, 1 Mayıs’tan çıkan bir görevdir.
Anti-faşist anti-şovenist birlik
Rejim krizinin şiddetlendiği, egemenler cephesinin bırakalım bir burjuva çözüm iradesi oluşturmayı, krizi hafifletebilecek bir yetenek bile sergileyemediği, buna karşın işçi sınıfı ve ezilenlerin saflarında mücadele istek ve yöneliminin büyüdüğü, “özgürlük, adalet, halklara eşitlik” talepleri etrafında yeni güçlerin biriktiği, ulusal demokratik dinamiğin tüm canlılığıyla ayakta olduğu koşullarda, devrimci hareketin iyimser olmak için yeterince nedeni var demektir.
Devrimci parti ve grupların sürece, sorunlara kendi politik mücadele ve politik önderlik tarzlarına, zihniyetlerine uygun biçimde, iradeleri ve güçleri ölçüsünde müdahalede duraksamamaları öncelikli ve doğaldır.
Ne var ki dönem, devrimci hareketin bu “rutin”in dışında, özel bir görevi, siyasal ve toplumsal koşullarda anlamlı bir durum değişikliğini zorlayacak “anti-faşist, anti-şovenist” bir ittifakı başarmasını da bekliyor. Devrimcileri, anti-faşistleri, yurtsever güçleri kapsamayı esas alması gereken böyle bir ittifakın, program, ilke ve yapısal işleyiş tartışmalarında boğulmaması için, örneğin SSGSS’ye karşı oluşturulan “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu” bir yoldur! Bir başka ifadeyle, tek tek somut sorunlar etrafında gerçekleştirilecek ve bileşenlerin bulunduğu tüm kent ve kasabalar için geçerli olacak bir çeşit merkezi eylem birliği oluşturulabilir. Devrimci istek ve bilinç açıklığı varsa, bu sorunun çözümünün önünde hiçbir engel yok demektir. Meselenin özü etkin bir birleşik enerji elde etmek, faşizme, şovenizme, inkara ve kapitalist yağmaya güçlü karşı koyuşlar ve hamleler örgütlemek, yeni güçlerin politik yaşama uyanmalarını sağlamak, politik etkinlik alanlarını geliştirmek ve somut kazanımlarla ilerlemekse, tıpkı SSGSS gibi tek tek sorunlar üzerinden kurulacak merkezi birlikler bugünün en elverişli biçimlerden birisi ve önde gelenidir. Kuşku yok ki, böylesi adımların yanı sıra çok daha kapsamlı güç birlikleri için çabalar da sürecektir. Mesele, gerçek bir ilerleme sağlamak ve başarılara dayanarak yeni adımlar atmaktır.
Kürt ulusal demokratik öncüsünün bu konuda salt kendi konjonktürel perspektiflerine dayalı taktiklere ve seçimlere endekslenmiş, Türkiye cephesinde anlamlı pratik gelişmelere katkı sunmayan ilişki biçimlerini ve zihniyeti bir yana bırakarak faşizme, şovenizme, inkâra ve kapitalist yağmaya karşı birleşik mücadele temelinde bir irade sergilenmesinin önemi yeterince açıktır. Seçim ittifakları bu türden birliklerin yerine ikame edilemez. Seçim ittifakı dönemin politik koşulları altında hem fikir olabilen partiler, gruplar arasında ayrıca çözülmesi gereken bir sorundur. Dolayısıyla bir anti-faşist, anti-şovenist birliğin alternatifi değildir ve olamaz.