Gıda fiyatları inanılmaz bir hızla yükseliyor. Dünya Bankası verilerine göre 2007 Mart'ından 2008 Mart'ına son bir yılda buğday fiyatı yüzde 181, soya yüzde 87, pirinç yüzde 74, mısır yüzde 31 arttı. Son üç yılda ise gıda fiyatları artış ortalaması yüzde 83. DB Başkanı'ndan BM Genel Sekreteri'ne kapitalistlerin kolektif kurum temsilcileri açlık tehlikesine dair alarm zilleri çalıyor. Eğer acil önlem alınmazsa ilk elde 100 milyondan fazla insanın açlıkla yüz yüze kalacağından söz ettiler. Zor durumdaki Hint köylülerinin ucuz saç boyası içerek intihara yöneldiği ve bu nedenle Hindistan'da saç boyası satışının yasaklandığı, keza ABD'de 1929'dan bu yana açlık ve yoksulluk nedeniyle karne alanların, yani muhtaçların sayısının en yüksek noktaya ulaştığı gazetelere yansıdı.
Türkiye'de de durum farklı değil. Sadece son üç aylık dönemde yağ yüzde 125, bakliyat yüzde 75, makarna yüzde 50, süt ve süt ürünleri yüzde 37, sebze yüzde 30 ve üzerinde zamlandı. TMO önünde ucuz pirinç kuyrukları görülmeye başlandı. Açlık korkusu, Türkiyeli emekçilerin de gündemine girdi.
Sanılmasın ki bu yalnızca Türkiye ve ondan da geri kapitalist ülke emekçilerini saran bir korkudur. Hindistan Maliye Bakanı'nın ifade ettiği gibi, “Gelişmemiş ve diğer ülkeler ayrımı olmaksızın tüm ülkeler bir şekilde bundan yara alacaktır.” Yoksul ülkelerde ayaklanmalar patlak verdi bile. Kamerun, Mısır, Etiyopya, Haiti, Endonezya, Fildişi Sahili, Madagaskar, Moritanya, Filipinler'de başkaldırılar yaşandı. Pakistan ve Tayland'da topraklar ve depolar yağmalandı. Burkina Faso'da genel grev ilan edildi. Ayaklanmalar, el koymalar, büyük protestolar, genel grev hız kesmeden yayılıyor.
Ne Oldu Birdenbire?
Tarihin sonu nutukları atılıyordu daha düne kadar. Sanayi sonrası topluma geçildiğinden söz edenler vardı. Artı değer sömürüsüne dayalı sermaye birikim devri kapandı artık, “bilgi çağı”ndayız söylevleri veriliyordu. Sonuç: BM 2008'i “patates yılı” ilan edeceğini açıkladı. İşte kapitalizme dair bütün ideolojik safsataları yerle bir eden ironik gerçek!
Gıda fiyatlarında yükselme ve spekülasyonla birlikte baş gösteren gıda krizinin nedenlerine dair bir dizi tartışma yapılıyor. Bunlardan biri olarak üretimdeki gerileme gösteriliyor. Bazı ürün stoklarında gerileme olduğu doğrudur. Örneğin 155 milyon ton olan dünya buğday stokunun 111 milyona düştüğü söyleniyor. Buna karşın 2003'te toplam bakliyat üretimi 390 milyon ton ve tüketim 413 milyon tonken, 2007'de üretim 423 milyon ton ve tüketim 422.5 milyon ton oldu. 2007'de 2003'e göre üretimin tüketimi karşılama oranı fazla bile verdi. Toplam stok miktarı 2003'de 82.1'den 2004'te 74.4 (milyon ton) düşse de, 2007'de 2004'e göre bir miktar artarak 75.1 seviyesine ulaştı. Görülüyor ki, fiyatlarındaki ani yükselmeyi üretim ya da stok miktarı ile açıklamak olanaklı değil. Eğer sebep bu olsaydı, 2004'de ya da 2005'de fiyatların tıpkı bugünkü gibi, hatta daha fazla yükselmesi gerekirdi. Çünkü bu yıllarda üretim tüketimden daha az gerçekleşmiştir. O halde asıl etkenlere daha yakından bakalım.
Üretim Sürecinin Kontrolü Tekellere Geçiyor
“Üretim sürecinin kontrolü şirketlere geçti. 1.5 YTL'ye tüketilen domatesin sorumlusu çiftçi değil. 200 kuruşun üstünde domates satmadık hiç. Aradaki fark komisyoncuya ya da şirkete gidiyor.” Bu sözler, Hububat Üreticileri Sendikası Genel Başkanı Abdullah Aysu'ya ait. Yine Aysu'nun belirttiğine göre tekelci kontrolün sonucudur ki, Türkiye'de 50 saniyede 1 çiftçi iflas ediyor, yılda 680 bin çiftçi kente göçüyor. Fiyatların yükselmesi de küçük çiftçiyi ihya etmiyor. Çünkü asıl kazanç ürünü elinde bekletme gücü olan ve dünyanın herhangi bir yerine satma ya da herhangi bir yerinden alma olanağı bulan tekellerin kasasına akıyor.
Tekelci hakimiyet yalnızca fiyat kontrolü biçiminde gerçekleşmiyor. Genetiği değiştirilmiş tohum üretme ayrıcalığı da tekellere ait. Bu öyle bir tohumdur ki, ortaya çıkan üründen tekrar tohum elde edilemiyor, yani çiftçiler her yıl tarım tekellerinden tohum satın almak zorunda bırakılıyor. Elbette tohum fiyatlarını da bu tekeller belirliyor. Ürünü pazarlama, piyasa kontrolü de tekellerde olduğu için bağımsız çiftçi, tekellerin seçtiği ürün çeşidini onun tahsis ettiği tohumla, onun sınırlarını çizdiği miktarda ve onun belirlediği üretim fiyatında üretiyor. Ürünün piyasada paraya çevrilme işi de yine aynı tekellere kalıyor. Böylece çiftçi için üretim fiyatı tekel için maliyet fiyatı halini alıyor. Haliyle maliyet fiyatını düşürmek tekelin başlıca amacı haline geliyor. Bağımsız çiftçi tekellerin basit bir üretim aracına dönüşüyor. Bu tekelci hakimiyet tarım ürünlerinde bir tekel fiyatı oluşmasına neden olduğu gibi ortalama kârın üstünde bir artı kâr oluşmasına kaynaklık ediyor. Bunun bir başka sonucu da artı kâr getiren ürünlere hızlı bir sermaye akışı nedeniyle toprağın aşırı tüketimi, yoksullaştırılması ile toprağın çoraklaştırılarak veriminin düşürülmesidir. Tekeller için bunun herhangi bir önemi yok. Dünyanın her yerine kolayca ulaştıkları için, çölleştirdikleri yerden bir başka yere, daha verimli bakir topraklara geçebilir, o da olmadı sermayelerini tarımdan çekerek daha karlı bir alana yatırabilirler. Arkalarında bıraktıkları mülksüzleşmiş milyonlarca çiftçi ailesi ise sermayenin doğal “maliyet”lerindendir. Ama bu öyle bir “maliyet”tir ki, tıpkı bir mal üretilirken zorunlu olarak arta kalan kırpıntılar gibi üretken olmayan ama doğal maliyettir. Değeri ürüne geçmiştir ve kırpıntıların yeri çöp bidonudur.
Biyoyakıt Üretimi Açlığa Davetiye Çıkarıyor
Gıda maddeleri üretim ortalamasında keskin bir düşüş yok ama bu ürünlerin bir kısmı biyoyakıt üretiminde tüketildiği için kaçınılmaz olarak gıda için ürün kıtlığı baş gösterebiliyor. BM 'Gıda Hakkı' programı raportörü, çok miktarda biyoyakıt üretiminin insanlık suçu olduğunu ve bu tür yakıt üretiminin gıda için tarım yapılabilecek alanların miktarını azalttığını anlatıyor. Hatırlanacak olursa aynı uyarıyı, bundan bir yıl önce Fidel Castro yapmıştı*. Biyoyakıt üretmek için şeker kamışı, mısır ve jatropa başta gelmek üzere; kanola, ayçiçeği, soya, pamuk gibi bitkiler kullanılıyor. ABD'nin Irak'ı işgali sırasında 25 dolar olan petrol fiyatı, bugün 115 dolara ulaştı. Bu nedenle, petrol fiyatları yükseldikçe, daha ucuz yakıt arayışı sonucu gıda maddelerinin yakıt üretimi için ayrılan kısmı çoğalıyor. Düşük maliyet-kar marjı, petrol fiyatlarının artması ile giderek yükseldiği için her yıl daha büyük tarım alanları biyoyakıt üretimi için ayrılıyor. Özel olarak da ABD’nin ‘petrole bağımlılıktan kurtulma’ politikası, biyoyakıt çılgınlığını körüklüyor**. Başta Brezilya olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca dönüm toprak bu amaçla değerlendiriliyor. Hindistan hükümeti, 14 milyon hektarlık alanı jatropa üretimine ayıracağından bahsediyor, İnter Amerikan Kalkınma Bankası Brezilya’nın 120 milyon biyoyakıt üretimine elverişli arazisi olduğunu açıkladı, biyoyakıt lobisinin sözcüleri, 15 Afrika ülkesinde 379 milyon hektar toprağın biyoyakıt üretimine elverişli olduğunu söylüyorlar. Hali hazırda, dünya mısır üretiminin yüzde 10’u etanol üretimine gidiyor. Sadece ABD değil, AB emperyalistleri de önlerine yüksek düzeyde etanol üretimi ve tüketimi hedefleri koyuyorlar.
İlk zamanlar enerji üretiminde düşük maliyet avantajı yaratıyor görünse de yiyecek üretimi alanlarını daralttığı ölçüde gıda kıtlığına davetiye çıkarıyor ve elbette “toplumsal maliyeti” çok yüksek oluyor. Biyoyakıt üretimi, su kaynakları için de müthiş bir tehdit oluşturuyor. Sadece fabrika aşamasında, bir galon biyoyakıt için 4 galon su kullanılması gerekiyor. Biyoyakıt tarlası açmak için yağmur ormanlarının kesilmesi de cabası.
Kapitalizmin gelişmesiyle sanayileşme ve şehirleşme düzeyine bağlı olarak kullanılan verimli tarım alanlarının bir kısım kaçınılmaz olarak yok olur. Fakat sanayi ile birlikte tarımsal üretimde kullanılan üretim araçlarının gelişimi verimliliği yükselttiği için gıda üretimi ve sanayi mamulleri üretim dengesi bir biçimde sağlanmış olur. Biyoyakıt üretimi ise dengeyi bozuyor. Çünkü petrolün yerine biyoyakıt kullanımı üretici güçlerde herhangi bir ilerleme anlamına gelmiyor, değişmeyen sermaye giderlerinde sağladığı düşmeye bağlı olarak kâr oranını yükseltiyor. Yani kâr üretkenliğin artışından değil, yatırım maliyetlerinin düşmesinden doğuyor. Buna karşın bu giderek daha büyük tarım alanlarının yiyecek üretiminin dışına çıkması sonucunu doğuruyor. Böyle bir durumda tarımsal ürün fiyatlarının yükselerek tekellerin kasalarını şişirmesi emekçi köylüler ile işçilerin yaşam seviyesinin giderek daha düşmesi kaçınılmaz oluyor. ABD’nin petrol ihtiyacının tümüyle biyoyakıtla karşılanması, dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 75’inin sadece bu işe ayrılmasını gerektirecek. Biyoyakıt üretimi için tarım arazilerinin istilası, kapitalizmin çürümüşlüğünün yeni bir alametidir.
Spekülatif Saldırı
Yukarıda bahsi geçen iki neden yiyecek kıtlığı ve fiyatların yükselmesinde başlıca iki temel faktördür. Yine de bu son birkaç aylık ani yükselişi açıklamaya yetmez. Çünkü aynı koşullar birkaç ay öncesi için de geçerliydi. Sözü edilen iki neden nispeten daha yavaş ve orta vadede etki edebilecek faktörlerdir. Örneğin bunlara çok daha uzun dönemde ve daha yavaş etki gösteren küresel ısınmanın yol açtığı iklim değişikliği ve kuraklık da eklenebilir. Bu, kapitalizmin vahşi saldırısının, doğanın gözükür tahribinin insanlığın başına nasıl bir bela açtığına somut bir örnektir. Ne var ki, bugünkü gelişmeleri küresel ısınmayla izah etmek de “asıl” olandan gözleri kaçırmak anlamına gelir.
Bir gazete haberinden şunları okuyoruz: “En önemli pirinç ihracatçılarından olan Tayland'da Bangkok Borsası'nda Mart ayında başlayan spekülasyon zinciri, dalga dalga pirincin alınıp satıldığı tüm emtia borsalarına sıçradı. Dünyanın dört bir tarafına yayılan ‘pirinç stoku kalmadı’ manipülasyonuyla, fiyatlar sadece son bir ayda yüzde 60, son 3 ayda yüzde 100 arttı. Ton fiyatı yılbaşından bu yana 400 dolardan 800 dolara dayanırken, aradaki fark Hedge fonlarına 'kar', temel gıda maddesi pirinç olan 3.5 milyon insana ise 'açlık tehdidi' olarak geri döndü.”
Bu yılın başından itibaren büyük yatırımlar hisse senedi piyasalarından çıkarak emtia borsalarına yöneldi. Çünkü ABD'den başlayarak dünyayı saran mali kriz nedeniyle milyarlarca dolarlık sermaye hisse senetlerinden kaçarcasına uzaklaşarak daha karlı alanlara yöneldi. Bunun sonucudur ki, Şikago emtia borsasında 100 libre (yaklaşık 45 kg.) pirincin fiyatı 3 ayda 14 dolardan 22 dolara fırladı. Buraya yatırım yapan Hedge'lerin karı da üç ayda yüzde 57'ye sıçradı.
Tarım ürünlerindeki fiyat patlamasının temellerinin emperyalist küreselleşme sürecinin yıkım politikalarıyla atıldığı ama patlamanın bugün açığa çıkmasını, süregelmekte olan mali krizin tetiklediği açıkça görülüyor.
Ne Yapmalı?
DB Başkanı BM'ye bağlı Dünya Gıda Programı'na acilen 500 milyon dolar harcamaları gerektiğini aksi takdirde on milyonlarca insanın açlıkla burun buruna kalacağını belirtti ve gelişmiş kapitalist ülkelere gıda programına acil para yardımı dışında, “yeni düzen” benzeri bir ekonomik-toplumsal programı uygulamalarını önerdi. Hatırlanacağı gibi “yeni düzen” (New Deal) 1929-30 bunalımının ardından Roosevelt yönetimindeki ABD'de uygulandı. Bu program istihdamın artırılmasını, ücretlerde ve çalışma şartlarında asgari standartların uygulanmasını, sosyal güvenlik sisteminin hayata geçirilmesini ve bunlarla birlikte yoksullara gıda yardımı yapılmasını içeriyordu.
Dünyanın kapitalist efendilerinin baş temsilcilerinin ardı ardına yaptığı bu ve benzeri açıklamalar kapitalist neoliberal politikaların iflasının ilanından başka nedir ki? Bugüne kadar yücelttikleri o sahte cennet şimdi gerçek bir cehennem olarak kendileriyle birlikte bütün emekçilerin tepesine çöküyor. Burjuvazi için işler hiç de kolay değil. Üstelik onlar için “yeni düzen” arayışları artık bir çözüm olmaktan çok uzak.
O günlerde çalışma şartlarında (ücret ve sosyal güvenlik) belirli bir iyileşme sağlayarak milyonlarca bireysel üreticinin işçileşmesi, böylece sanayide atılım yapılması, piyasanın (iç) genişlemesi olanak dahilindeydi. 2. Paylaşım Savaşı'ndan sonra sosyalizme yönelen ülkelerin dünyanın üçte birine ulaşması (coğrafi büyüklük) ve kapitalist pazarın dışına çıkması diğer kapitalist ülkeleri de ABD'ye benzer politikalar uygulamak zorunda bırakmıştı. Emperyalist sömürü mekanizmalarının yanı sıra bu politikaların hayata geçmesi, Batı Avrupa ve Japonya'da milyonlarca küçük tacir ve üreticinin işçileşmesi yoluyla sermayenin kendini genişletmesine itilim sağlamıştı.
Kapitalist sistem 1970'lerde tıkandı ve krize girdi. 1980'lerde giderek daha kapsamlı hale getirilen ve 1990'larda dünyayı saran emperyalist küreselleşme hamlesiyle, sermayenin dünyanın her yanında özgürce dolaşmasının önündeki bütün engellerin kaldırılması ve bağımlı ülkelerin mali-ekonomik sömürgelere dönüştürülmesi yoluyla kriz aşılmaya çalışıldı. Bu yeni yönelim sermayeye yeni bir itilim ve yeni bir genişleme olanağı sağladı. Ama bu aynı zamanda yoksulluğun Batı metropollerini de kapsayarak küreselleşmesi, vahşi sömürü, kazanılmış hakların gasp edilmesi demekti. 1950'lerdeki genişlemenin tam tersine bir süreçti bu. Bir yanda bir avuç süper dünya tekelinin dünya üretim, ticaret ve maliyesi üzerinde tam hakimiyet kuracak şekilde sermayenin yoğunlaşması; diğer yandan vahşi kapitalist yöntemlerle doğrudan ve borsa üzerinden vahşi rekabetle dolaylı yollardan artı değer sömürüsü katlandıkça katlandı. Yine aynı süreçte bu vahşi sömürünün ürünüdür ki, giderek daha yüksek oranda sermaye fazlası meydana geldi. Bu, bir yanda işsizlik ve yoksulluk dağ gibi büyürken doğrudan yatırım yerine daha kârlı olduğu için spekülasyona yönelen sermaye miktarını büyüttükçe büyüttü. Sermaye kârlı bir spekülatif alan yaratıyor, orayı olabildiğince şişirdikten sonra başka bir alana yöneliyor, her seferinde arkasında bıraktığı mali krizle milyonlarca doların el değiştirmesine yol açıyor ve yine her seferinde sermayenin daha yüksek düzeyde merkezileşmesine neden oluyordu.
Örneğin 1998 yılında 15 dolardan halka arz edilen İnfospace adlı teknoloji hisselerinin değeri 1.5 yıl içinde 1305 dolara kadar çıkmıştı. O dönem internet ve teknoloji hisselerine hücum vardı. Ve bu “bilgi ve bilişim çağı”na herkes şapka çıkarıyordu. İnsanlar, gelecekte muazzam gelirler getireceği beklentisiyle varını yoğunu bu hisselere yatırıyordu. Oysa görünür gelecekte bu denli yüksek bir gelir elde edileceğine dair bir belirti yoktu. Yine de bilişim hisselerine akın çılgınlık boyutuna ulaştı. İlk işlem gününde Globe Cam hisseleri 9 dolardan 97 dolara (%978), VA. Linux 30 dolardan 238 dolara (%693), Webmethats 35 dolardan 212 dolara (%506), Volve Amica 23 dolardan 74 dolara (%223) sıçrayarak olağanüstü artışlar göstermişti. Daha özet bir anlatımla 1997-1998 yıllarında halka arz edilen 76 adet internet ve teknoloji şirketi 3 milyar dolar kaynak elde ederken, 1999-2000 yılları arasında kaynak 44 milyar dolara bu tür şirket sayısı 443'e çıkmıştı. Nasdaq Borsası 1999'da yüzde 90 yükselerek 3000 puanın üstüne, 2000 yılında ise 4760 puanın üzerine çıkmıştı. 2002 yılının sonunda ise balon patladı. Borsa endeksi 2000 yılı Nisan ayının yüzde 73 altına inmişti. Bu çöküşle birlikte internet şirketleri adeta batan geminin malları gibi büyük mali tekellerce ucuza kapatıldı.
Bu kez vurgun alanı emlak piyasası olacaktı. 1997-2006 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde ev fiyatları ABD'de yüzde 171, İrlanda'da yüzde 251, İngiltere'de yüzde 211, İspanya'da yüzde 189 arttı. Oysa 1996'da yüzde 6 olan dünya enflasyon oranı, 2005'te yüzde 4 civarına inmişti. Sermaye binbir türlü değerli kâğıt biçiminde emlak spekülasyonuna yöneldi. Örneğin ABD'de 2000 yılı başında 4.3 trilyon dolar olan hanehalkı ipotek kredisi hacmi, 2007 yılında 10.2 trilyona yükseldi. 2002 yılında yüzde 68 olan ipotek kredilerinin harcanabilir gelire oranı 2007'de yüzde 100'e çıkmıştı. Bu artık bu piyasanın da spekülasyon hacminin doygunluğa ulaştığını gösteriyordu. Ve balon bir kez daha patladı. Milyonlarca emekçinin birikimi mali spekülatörlerin kasasına aktı.
Şimdi de sermaye gıda spekülasyonuna yöneldi. Fiyatlar olağanüstü yükseldi. Ama bu daha başlangıç. Kapitalistler süregelen mali krizdeki kayıplarını gıda spekülasyonu ile kapatmaya çalışıyorlar. Sermayenin kıyımına engel olmak için insanlara kıyıyorlar. Gıda spekülasyonunun sonuçları diğerlerinden çok daha ağır olacaktır.
Vahşetin Çağrısı
Ağır olacaktır çünkü, gıda fiyatlarındaki aşırı yükselme ücretle geçinen emekçilerde tam bir yıkıma neden olacaktır. Yoksul ülkelerde ücretliler gelirlerinin yüzde 75'ini gıda harcamalarına ayırmaktadırlar. Zengin ülkelerin yoksul tabakaları için de durum farklı değil. Son 1 yılda gıda fiyatlarında görülen ortalama yüzde 83'lük artış yoksul ülke emekçilerinin reel ücretlerinde neredeyse yarıya yakın bir düşüş anlamına gelmektedir. Ama mesele yalnızca reel ücretlerde düşme bunun sonucu olarak talep yetersizliğinin büyümesi ve arz yığılması değildir. Gıda ürünlerine yönelen sermayenin spekülatif saldırısı bir bütün olarak emekçi köylü tabakaları, feci bir sona hazırlamaktadır. Bu yeni bir mülksüzleşme dalgasıdır, ne var ki öncekilerden farklı olacaktır. Çünkü sanayi üretimindeki gelişme, ücretlerdeki yükselme ile köylülüğün mülksüzleşerek işçileşme süreci değildir bu.
Tıpkı tarlalara dalıp buğdayı mahveden katil çekirgeler gibi spekülatif sermaye tarımı yağmalıyor, mülksüzleşen köylüler için onları ücretli işçilere dönüştürecek bir üretken sermaye yatırımı olmadığı gibi, köylüler varlıklarını sürdürme olanağı dahi bulmakta zorlanacaklardır.
Kimi köylüler artan fiyatlardan kendileri için mutlu sonuçlar çıkarabilir. Geçim amaçlı tarım üretimi yapanlar için değişen bir şey olmaz, zira kendi ürünlerini pahalıya satsalar da başkalarının ürünlerini de pahalıya alacaklardır. Küçük sermaye birikimi olanların ürün elde tutma ve fiyat artışı ile birlikte tarıma daha yoğun sermaye girişi ile rekabet şansları olmadığı için onlara da varlıklarını sürdürme çabası dışında bir şey düşmez. Ama asıl acı sonuç spekülasyon balonu şişerken değil, patlarken görülecek. İflas etmiş emekçi köylü işletmelerinin ‘cesetleri’, ovalara sığmayacak o zaman. Nasdaq balonu patlayınca ona yatırım yapanlar doğrudan ve diğerleri dolaylı olarak, keza ev balonu patlarken ev hisselerine yatırım yapanlar doğrudan ve diğerleri dolaylı olarak kayıplara uğradı. Gıda spekülasyonu patladığında ise sadece ona yatırım yapan nispeten küçük birikim sahipleri değil, işçi-işsiz-köylü bütün emekçi sınıf ve tabakaları doğrudan etkilenecek. Daha fiyatların yükselişinin henüz başındayken bile görülüyor bu.
Böylesi bir gelişmenin genel olarak kapitalist sistemi felakete sürükleyeceğini kapitalistler görmüyor mu? Elbette görüyor. O nedenle emperyalist tekellerin kolektif kapitalist örgütleri DB, IMF, BM durmadan uyarı üstüne uyarı yapıyor. Ne var ki, tek tek patronlar karınlarından yükselen açlık gurultularından bu uyarı seslerini işitmiyorlar bile. Nihayet bir kapitalist o iple kendisinin asılacağını bilse bile, ipi celladına satmaktan geri durmaz, bugün yapılan tam da budur.
Bütün bunlar sermayenin ne denli çürüdüğünü; üretici güçlerin gelişmesinin önünde giderek daha da büyüyen bir engel haline geldiğini; üretici güçleri geliştirerek kendini genişletme yeteneğini giderek daha çok yitirdiğini; üretici güçleri geliştirmek yerine daha vahşi sömürü yöntemleri, doğanın daha alçakça tahribi, daha çok spekülasyon, hile, dalavere ile kâr oranını arttırmaya yöneldiği ve bütün bunların sermayenin kendisiyle birlikte bütün bir insanlığı da tükenişe sürüklemek anlamına geldiğini gösteriyor.
Ve elbette emekçi insanlığın buna razı olmayacağını da. Kapitalistler “patates yılı” ilan ede dursunlar, ezilenler “isyan çağı”nı başlattılar bile, hem de eş zamanlı ayaklanmalarla. Bu, cümlenin girişi; en güzel söz söylenmedi daha!
*Castro’nun 2007 Mayısında yayımlanan bu yazısının Türkçe tercümesi, http://www.atilim.org/haberler/2007/05/17/Fidel Castro Ruz.html internet adresinden okunabilir.
**George Bush, 2006 yılında yaptığı yıllık “Birliğin Durumu” konuşmasında ABD’nin “petrole bağımlı” olduğunu açıkladı ve 2025 yılında, ithal edilen petrolün yüzde 75’ini alternatif enerji kaynaklarıyla değiştirme hedefini açıkladı. Tabii ki ‘alternatif enerjiden kast edilen güneş, rüzgâr enerjileri değil, tekellere büyük karlar vaat eden biyoyakıt enerjisiydi.