Çanakkale Savaşı yıldönümlerinde, M. Kemal'in kahramanlığının yanı sıra, savaşın Osmanlı açısından “yurt/vatan savunması” olduğuna dair yoğun ajitasyon yapılıyor.
Geçmişte, Çanakkale Savaşı, ağırlıklı olarak İttihatçıların liderliğinde girilen emperyalist savaştan koparılarak ele alınıyor, ulusal kurtuluş savaşının ön muharebesi olarak yüceltiliyordu. Ancak bugün aynı burjuva akımların pek çoğu, İttihatçı diktatörlüğün Alman emperyalizmi safında emperyalist paylaşım savaşına girmesini, Çanakkale Savaşı’yla birlikte yurt savunması olarak kutsamaya başladı. Bu geniş şovenist birlik, Pantürkçülerden Türk-İslamcılara, panislamcılardan ırkçı milliyetçi cephenin başaktörlerinden CHP’li Kemalistlere ve neofaşist Perinçeklere değin uzanıyor.
Pantürkçü Enver Paşa'nın mezarının '80'li yılların sonunda devlet töreniyle Türkiye'ye getirilmesi, '90'lı yıllarda “eski Musul eyaleti” hevesinin canlandırılması, “Adriyatik'ten Çin Seddi'ne” nüfuz kurma hayalinin propaganda edilmesi, ABD'nin emrinde Bosna'dan Afganistan'a pek çok yere birlikler gönderilmesi, Talat Paşa'yı bayraklaştıran “akıncı” gösteriler, Türk burjuvazisinin emperyalizmin yedeğinde “bölgesel güç” olma hevesini ifade ediyordu. Bunun sonucudur ki burjuvazi, özellikle SSCB'nin yıkılmasının hemen ardından Enver'in kurtlanmış kemiklerine kendi bedenini giydirerek imparatorluk günlerinin şaşasına yeniden kavuşma hayaline kapıldı. Bu hayallerin kırılmış cam gibi tuzla buz olması için fazla zaman geçmesi gerekmedi. “Adriyatik'ten Çin Seddi'ne” ABD taşeronluğunda Türkçe konuşan halklar üzerinde kültürel nüfuz kullanarak nemalanma hevesi kursağında kaldı. Böyle olsa da, ABD çıkarları doğrultusunda Somali ve Bosna'dan Afganistan'a askeri saldırganlık, Balkanlar'dan Kafkasya'ya askeri-polisiye bugün için de “Enverizm” ajitasyonunu, burjuvazinin bütün kesimleri için gerekli kılıyor.
Bu duruma karşın, “Enverizm” generaller önderliğindeki ırkçı-milliyetçi cephe için salt bir ajitasyon, halkı aldatma aracı değil, geçmiş imparatorluğun dağılması korkusunun bugün, 21. yüzyıl başındaki Türkiye'sine tercüme edilmiş halidir. Edirne'den Kars'a egemenliğini korumakta zorlanan egemen sınıfların askeri temsilcilerinin cephesi, Talat-Enver sömürgeci politikalarını bugünün kangrenleşmiş sonuçlarına çözüm dayanağı olarak görüyor ve günümüze uyarlamaya çalışıyorlar. Sermaye oligarşisinin emperyalizmle tam uyum içinde “kapsayarak genişleme” politikasına karşı generaller partisi “ezerek korunma” ve fırsatçı yayılma arayışı içindedir. 20. yy.’da Talat-Enver çetesi için, “engel” olarak gördüğü Ermeniler vardı, bugünkülerin “engel” gördükleri Kürtler var. Talat-Enver çetesi Orta Asya steplerine doğru at koşturuyordu, bugünküler Kerkük'e tank sürmeyi düşlüyor olabilirler. Tüm bunların sonucudur ki, burjuvazinin bütün cepheleri için yıkım döneminin başkahramanları, bugünün egemenlerinin suretinde yeniden ete kemiğe bürünüyorlar, bu doğal ve anlaşılır bir durumdur da. Yıkım, bu kez egemenlik aygıtının kapısını çalmaktadır. Irkçı-şoven temeller üzerine kurulan egemenlik aygıtı çatırdarken geçmişine sarılıyor, ama o geçmiş bir daha geri gelmemek üzere yok olup gitti. Ne var ki bugünkü Enverler, o günün kafasını bugünün hastalıklı gövdesine monte etmek istiyorlar, elbette ortaya bir ucube çıkıyor. Mutlak surette bir an önce yok edilmesi gereken bir ucube, aksi takdirde kendisiyle birlikte herkesi felakete sürükleyeceği tarihsel tecrübelerin henüz canlı hatıralarıyla orta yerdedir.
Hal böyle olmasına rağmen egemen sınıflar, en başta da ırkçı-milliyetçi güruh, Ermeni soykırımı, Osmanlı İmparatorluğunun son yılları, Talat-Enver çetesi hakkında demagojiye başvuruyor, tarihsel gerçekleri ters yüz etme çabasına giriyorlar. Osmanlı İmparatorluğunun sömürgelerini elde tutma savaşını “vatan savunması”, Alman emperyalizminin baş işbirlikçisi Talat-Enver çetesini de “vatansever savaşçılar” olarak sunuyorlar artık.
Emperyalist Dünya Savaşı, Tüm Taraflar İçin Bir Yağma Savaşıydı
Ağustos 1914'te başlatılan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı; dünyayı hangi emperyalist haydut grubunun talan edeceği ve sömürgeleri gasp edeceği üzerine girişilen gerici, haksız bir savaştı.
Her iki emperyalist ittifak grubunun liderleri, itilaf grubunun liderleri İngiliz-Fransız emperyalistleri ile İttifak devletlerinin lideri Alman emperyalizmi, dünyaya egemen olmak için savaşı başlattılar. Bu emperyalist haydutların arkasında saf tutan diğer emperyalist, otokratik ve işbirlikçi burjuva devletlerin her biri de, bu kanlı soygun savaşına, kendi gerici/haksız çıkarları için girdi.
Örneğin, İtalyan emperyalistleri bu yağma savaşına önce “tarafsız” işgalci olarak katılırlarken, İtilaf Devletlerinin, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ilhakı altındaki Adriyatik bölgesinin ve işgal ettikleri Libya vb. yerleri rüşvet olarak sunması karşılığında, İtilaf emperyalist grubuna katıldılar.
Askeri-feodal bir emperyalist olan Rus Çarlığı, yalnızca ilhaklarını ve sömürgelerini korumak için değil, Boğazları ve İstanbul'u ele geçirmek için de İtilaf grubunun yanında savaşa girdi. Çok daha küçük çaplı burjuva devletler; örneğin Romanya, Macaristan'ın bazı bölgelerini yutma hevesiyle İtilaf grubu safında, Bulgaristan Çarlığı Makedonya'yı yutmak için İttifak Devletleri safında Almanya'nın arkasına bağlanarak savaşa girdiler.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ilhaklarını/sömürgelerini korumak, İngiliz emperyalistlerine kaptırmamak için, Alman emperyalistlerinin safında savaşa girdi, savaşı ilk başlatan olmaktan kaçınmadı.
İttihatçı iktidar altındaki Osmanlı İmparatorluğu, ilhaklarını korumak ve yitirdiklerinden bir kısmını yeniden ele geçirmek için Alman emperyalistlerinin safında savaşa girdi.
Elbette, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın her iki ittifak grubunun liderleri, İngiliz-Fransız emperyalistleri ve Alman emperyalizmiydi.
İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere İngiliz-Fransız emperyalistleri, sömürge imparatorluklarına sahiptiler. Uzak Doğu'dan, Güneydoğu Asya'dan Afrika'ya ve Latin Amerika'ya değin sömürgelere sahiptiler. Sömürgelerini, yeni ve hızlı gelişen, sömürge paylaşımında geç kalmış Alman emperyalistlerine karşı korumak için, dahası Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının ilhakı altındaki toprakları ile geçirmek için emperyalist savaşa girdiler.
İttifak Devletlerinin elebaşı Alman emperyalist haydudu ise, hızlı ekonomik gelişme sağlayarak güçlenmiş ama sömürge edinmede geç kalmıştı. Yeni güç ilişkilerine göre dünyayı yeniden paylaşma isteğindeydi. Kapitalist-emperyalist dünyanın ve sömürgelerin hali hazırdaki egemenleri olan İngiliz-Fransız emperyalistlerine karşı şiddetli rekabeti, dünya çapında savaşa tırmandırması buradan geliyordu.
Alman emperyalistleri, yanlarına Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarını alarak, İttifak Devletleri grubunu oluşturdular ve bir Sırp milliyetçisinin Avusturya veliahdına suikastını bahane ederek önce Avusturya-Macaristan'ın Sırbistan'a savaş ilanını sağladılar. Rus çarlığıyla Avusturya-Macaristan imparatorluklarını savaş ve seferberlik ilanlarına ittikten sonra, belli başlı rakiplerine karşı 3-4 Ağustos'ta savaş ilan ederek, paylaşım savaşını başlattılar.
ABD emperyalizmi hızlı gelişerek güçlenen başlıca emperyalist bir güç olarak, rakiplerinin savaşın şiddeti içinde yıpranmalarını sağladıktan sonra, savaşın sonuna doğru, 6 Nisan 1917'de Almanya ve sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na savaş ilan ederek galiplerin sofrasından pay kapmaya çalıştı. Ayrıca Wilson Prensipleri ilanıyla emperyalist barış görüşmelerinde ABD, mandacılığı ve himayeciliğini yaymaya çalıştı.
İttihatçı iktidar, Alman emperyalizminin arkasına bağlanarak, Almanların galip geleceklerine güvenerek onların safında ve birlikte planladıkları biçimde emperyalist savaşa girdi. Alman generalleriyle, ittihatçı liderler, Goeben ve Breslou kruvazörlerine Türk bayrakları çekip Karadeniz'e geçirdiler, 29 Ekim 1914'te Rus limanlarını bombalatarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu Almanların yanında savaşa soktular.
Emperyalist Savaş Ve İttihatçı İktidar
İttihat ve Terakki Partisi, halkçı olmayan 1908 burjuva devrimiyle iktidara geldi. Reformcu aydınların ve halkın padişahlığa tepkisini yedekledi. İktidarda Osmanlı hanedanlığıyla uzlaştı ve iktidar ortaklığı yaptı. Monarşist rejimi; 1908 Anayasasıyla (1876'da hazırlanıp uygulamadan kaldırılan Anayasayı yürürlüğe koyarak) ve parlamento kurarak, meşruti monarşi rejimine dönüştürdü.
İşçi sınıfının sendikal örgütlenme ve grev hakkının gerçekleştiği ve değişik uluslardan parlamenterlerin seçilebildiği ortam uzun sürmedi. Bir yıl gibi kısa bir süre sonra 1909'da, sendikal örgütlenme hakkı tamamen gasp edildi, grev hakkı büyük ölçüde kısıtlandı. Reformcu aydınlara karşı zindan ve imha politikası uygulandı. İttihat Terakki'nin triumvirası Enver, Talat, Cemal; gerici baskıları ve suikastları yükseltmeye paralel iktidarı ellerine aldılar, halklara baskıyı yoğunlaştırdılar. Hilafetçi 31 Mart ayaklanmasını ordu birlikleriyle bastırdılar. 1913'te silahlı baskın yoluyla, İngiliz yanlısı sadrazamı değiştirdiler. İttihat Terakkici Mahmut Şevket Paşa'yı sadrazamlığa getirdiler. Aynı yıl Mahmut Şevket Paşa'ya yapılan suikastı bahane ederek silahlı baskın yöntemiyle hükümeti tümüyle ele geçirdiler. İttihatçılar Balkan yenilgisinden sonra, Pantürkçü eğilimlerini ön çıkardılar. Müslüman halklar üzerindeki ilhaklarını korumak, kaybedilenlerin bir kısmını geri almak ve Turan hayali yönünde adım atma politikasında karar kıldılar.
Elbette Osmanlı İmparatorluğunun iktisadi temeli, sömürge/ilhakları sürdürmeye uygun değildi. Zayıf ve gecikmiş kapitalizmiyle Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist kapitalizmin yarı sömürgesiydi, feodalizm egemendi. İttihatçıların büyük askeri güce dayanarak imparatorluğu sürdürmesi olanaklı değildi. Oluşmakta olan Türk kapitalizminin temsilcisi İttihatçıların askeri güce dayanarak, milliyetçi, hatta Pantürkçü bir çizgide imparatorluğu sürdürme çabası ya olanaksız ya da dünya egemenliği için çatışan büyük emperyalist aktörlerden birinin himayesi altında “mümkündü.” Bu da onun yarı sömürgeleşmesinin derinleşmesi demekti. Nitekim kısa zamanda Osmanlı, Alman mali sermayesinin yarı sömürgesi haline geldi. İttihatçıların Osmanlı İmparatorluğunu koruyarak savaşa girmesi, bu emperyal ve işbirlikçi gerici içeriğe sahiptir.
İttihatçılar, Türk burjuvazisini geliştirmek için, Rum ve Ermeni burjuvaların mülkiyet ve sermayesini ele geçirme politikasını izledi. Daha önemlisi de Alman tekelleriyle işbirliği içinde Türk burjuvazisini geliştirme stratejisi izledi. İngiliz-Fransız tekellerine ait imtiyazları (kapitülasyonlar) kaldırırken Alman tekellerini teşvik etti. Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde Türk burjuvazisini palazlandırma stratejisi uyguladı. Daha 1898'de Bağdat Demiryolu imtiyazını elde eden Alman mali sermayesi, İttihat Terakki iktidarında Osmanlı'ya egemen emperyalist sermaye haline geldi. İttihatçı iktidar, Osmanlı hanedanlığını sürdürdüğü gibi, feodal toprak sistemine de dokunmadı.
İttihatçı iktidar amacı doğrultusunda, içte gerici bir diktatörlük kurdu. Dış politikada ise, işbirlikçisi olduğu Alman emperyalizminin vurucu gücü olarak, Pantürkçü çizgide emperyal bir politika izledi. Bununla, Osmanlı sömürge hakimiyetini koruyacağını ve yitirilen Mısır, Kıbrıs, Batı Trakya'yı elde edeceğini hesap ediyor; dahası petrol rezervlerine sahip Bakü'yü, İran Azerbaycanı ve Orta Asya Türki halklarının ülkelerini ilhak etmeyi umuyordu. Bu doğrultuda Pantürkçü ideolojiyi geliştiriyor, ayrıca Halifeliği ve İslami gerici ideolojiyi de Mısır gibi yerleri almak için kullanıyordu. İttihat Terakki'nin ideoloğu Ziya Gökalp, Pantürkçülüğün teorisyenliğini yapıyordu.
İttihatçı iktidar, Almanların yanında emperyalist savaşa emperyal politikasının devamı olarak da girdi ve başlayan savaşa dahil olmak için acele etmekten geri durmadı.
İtilaf devletleri emperyalist grubunun elbette Osmanlı topraklarını sömürgeleştirme amacı vardı ve zaten Mısır, İngiltere'nin sömürgesi haline 1880'li yıllarda gelmişti. Dahası, Ortadoğu ülkelerinin petrol rezervlerine sahip olduklarının açığa çıkmasıyla bölgeye yönelik İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeleştirme iştahı daha da kabarmıştı. Ancak savaş başladığında, Almanya karşısında avantajlı duruma geçmek isteyen İtilaf güçleri, Osmanlı'yı savaş dışında tutmak taktiğine başvurdular. O konjonktürel durumun yarattığı savaş dışında kalma imkânını reddetmeleri de İttihatçı liderlerin emperyal politikasını gösteriyor. İttihat Terakki'nin, İtilaf emperyalistleriyle “savaş dışında kalma” görüşmelerini yürüten ekipten olan Emir Şekip Aslan, anılarında bu görüşmeleri Almanların yanında savaşa girme hazırlıklarının öğrenilmesini gizleyen bir örtü olarak kullandıklarını açıklıyor.
Görüşmelerde, İtilaf Devletleri’nin, Osmanlı ilhaklarına dokunmama ve Rusya'nın 30 yıl boyunca Osmanlı'ya saldırmama güvencesi vermelerine rağmen, Mısır'ı yeniden Osmanlı'ya bağlama talebinde ısrar ederek savaş dışı kalma imkânını değerlendirmediklerini anlatırken de, İttihatçıların emperyalist politikayla savaşa girdikleri açığa çıkıyor: “En önemli sorun Mısır'dı. Türkiye, İngiltere'nin Mısır'dan çekilmesini ve Mısır'ın içişlerinde bağımsız, dışarda Osmanlı halife ve sultanına bağlı hale getirilmesini istedi.”
Almanya savaşı kazanırsa, İttihatçıların Mısır'a, Kıbrıs'a, Batı Trakya'ya ve Makedonya'ya sahip olmayı umduklarına Şerafettin Turan da değinmektedir. Nitekim 7 Kasım 1914'te yayımlanan cihat fetvası ile 11 Kasım'da yayınlanan Hattı-ı Hümayun'da, “Osmanlı yöneticilerinin böyle bir cihat ile yakın geçmişte kaybettikleri toprakların hiç olmazsa bir kısmını geri alabilecekleri” amacı dile getirilmektedir.
İttihatçıların Turan hayallerini Doğan Avcıoğlu gibi Kemalistler, Bülent Tanör gibi aydınlar dile getirmektedirler:
“Almanya'nın Osmanlı Devleti'ne bakışında çıkara dayalı bir sevecenlik vardı. Rusya ile Osmanlı'nın uğraşmasını istiyordu. Bunun ödülü de Orta Asya Türkleri ile birleşmesi konusunda yeşil ışık yakması ve Pantürkizmi desteklemesi olacaktı.” (Bülent Tanör) “Almanya, Rusya'ya karşı Osmanlı devletini yanına alabilmek için, Rusya'da yaşamakta olan Türklerin Osmanlı sınırları içine alınmasını amaçlayan Pantürkist hareketi de kışkırtmaktaydı. Osmanlı yöneticileri çıkacak bir savaşta, Rusya'nın yenilgisi ile bu ülkünün gerçekleşebileceğini umduklarında, Almanya'ya yanaştılar.” (Oral Sander)
Eski İttihatçı Pantürkçülerden Rahmi Apak da, Turancı yayılmacı amaçlarını sonraki yıllarda şöyle yazacaktı:
“Hem Panturanizm ve hem de Panislamizm hülyaları içinde yaşayan İttihatçılar (Kuzey İran ve Türkistan'a yönelik) böyle maceralara girişmek için yanıp tutuşuyorlardı. ... O zamanlar ben de heyecanlı bir Türkçü ve Turancı idim. Rütbem de üsteğmen idi. ...1914 sonbaharına doğru İstanbul'dan ayrılık hazırlıklarına başladık. Turan'a gidecektik. İran Azerbaycanı'na girip Azeri Türkleri ayaklandıracak, sonra Türkistan'a sızacak, oradaki Türklüğü silahlandıracak ve büyük Turan davası için çalışacaktık...”
Rus Çarlığının Türkmen halkları üzerindeki boyunduruğu sömürgeciydi. Rus Çarlığı, Boğazları ve İstanbul'u ele geçirme emperyalist politikasına sahipti. İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin, Osmanlı'nın ilhakı altındaki toprakları ele geçirme, sömürgeleştirme amaçları vardı. Bu gerçek, İttihatçıların Osmanlı ilhaklarını korumak, kaybedilenlerin bir kısmını geri almak ve Türki halklarının topraklarını ele geçirmek amaç ve politikasını emperyalist olmaktan çıkarmaz, “vatan savunması” asla kılmaz. Nitekim bu emperyalist savaşta tüm tarafların amacı, zaten yeni sömürgeler elde etmek veya eldeki sömürgeleri korumaktı. Hiçbirinin sömürgeci amaçları bir diğerini meşrulaştırmaz. Ancak emperyalist savaş yandaşları her zaman kendi egemenlerine desteklerini ‘düşman’ kamptaki emperyalistlerin sömürgeci planlarına dayandırmışlardır. Böylece “anavatan savunması” adı altında kendi egemen sınıflarını savunmuşlardır.
İttihatçılar, bu burjuva yayılmacı ve ilhakçı amaçlarla emperyalist savaşa girdiler; bugünün şovenist milliyetçilerinin sokak ağzıyla ifade edecek olursak, emperyalist savaşı “fırsat” bilip “bir koyup üç almaya” çalıştılar. Sonucun tersine Almanya zafer kazansaydı, “alacak”ları umdukları düzeyde mi, ya da daha az mı olurdu; bu, politikanın niteliğinin emperyalist olduğu gerçeğini değiştirmez, tersine kanıtı olurdu. Yenilen tarafta olmak sonucu, elbette savaşın ağır felaketini yalnızca işçi ve yoksul köylülerin yaşamasıyla sınırlı olmaktan çıkarmış, burjuva feodal egemenlerin de yıkılmasına yol açmıştır. Ama bu görünüşteki “mağduriyet” de, İttihatçıların savaştaki amaç ve politikasının emperyalist niteliği gerçeğini yok saymayı yanlış kılar.
Alman İşbirlikçiliğiyle Emperyalist Savaşçılık
İttihatçıların emperyalist savaşa girmelerinde, emperyalist politikasının yanı sıra, Alman işbirlikçisi olmalarının da temel bir rolü olmuştur.
İttihatçı iktidar, Türk burjuvazisinin gelişimini hızlandırma amacına bağlı belli başlı tedbirler aldı. Tatil-i Eşgal Kanunu'nu* iktidarının birinci yılında çıkardı. Bu yolla sermaye birikimini işçi sınıfının sırtından hızlandırmaya girişti. Teşvik-i Sanayi Kanunu'nu çıkararak yerli sermayeli şirketleşmeyi etkili bir şekilde destekledi ve yabancı sermayeyi, dış borçlanmayı teşvik etti. Geçmişte İngiliz, Fransız sermayesine tanınan imtiyazları kaldırırken, Alman sermayesinin hemen öncesi dönemde Bağdat Demiryolu imtiyazıyla atılım yapmaya başlamasından sonra, Alman tekelci sermayesiyle işbirliğini esas aldı.
Özellikle emperyalist savaşın başlamasıyla birlikte İttihatçılar içinde emperyalist sermaye ile işbirliği konusunda ortak hareket eden iki eğilimden, Alman “korumacı” modelini benimseyenler öne geçtiler. Gümrük vergilerini yükselten ve Alman sermayesiyle işbirliği yapan İttihatçı iktidar, savaşı finanse etme kaynaklarının % 26'sını Almanya ve Avusturya'dan aldığı avanslardan sağladı.
İttihatçıların ideologları Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp gibi isimlerin “milli iktisat” adını verdikleri bu kapitalist gelişme stratejisinin belirgin amacı, Türk olmayan ve özellikle Rum, Ermeni burjuvalardan sermaye mülkiyetinin Türk burjuvazisinin eline geçmesini sağlamaktı. “Milli İktisat” adlandırmasının anlamı da esasen buydu.
Aynı ideologlar; Türk burjuvalarının hızlı palazlanmasını, savaş koşullarında aynı zamanda da spekülasyon/vurgun yoluyla da “Ey Türk zengin ol” ajitasyonuyla teşvik ediyor, Türkmen ve diğer halklardan emekçilerin sırtından sağlamaya çalışıyorlardı.
İttihatçı liderlerin Alman emperyalizmiyle işbirliği çizgisinin çok daha belirgin boyutu, politik-askeri işbirliğiydi.
Hızlı gelişen Alman emperyalizmi sömürgeci açgözlülükle, yaşlı emperyalistlerle başlattığı dünyayı yeniden paylaşım savaşında, Osmanlı İmparatorluğu'nu iki bakımdan da kendi cephesi içine almayı gerekli görüyordu: Askeri bakımdan rakip İtilaf emperyalistlerinin ama özellikle de Rusya'nın askeri gücünü, Avrupa dışı alanlarda uğraştırarak Avrupa'da yoğunlaşmasını önlemek için Osmanlı ordusunu kullanmak. Ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarının sahip olduğu petrol rezervlerine konmak, hatta Bakü'ye konmak.
Bu emperyalist amaçla, İttihatçı iktidarın Osmanlı ilhaklarını koruma ihtiyaç ve hedefi çakıştığı için, İttihatçılar, Alman emperyalizmiyle işbirliğinde, Alman'dan daha çok Almancı kesildiler. İttihatçıların Pantürkçülüğü de benzer biçimde Almanların sömürgeciliğini yaygınlaştırmak ihtirasıyla çakışıyordu. Alman emperyalizmi savaştan çok önce, hatta 1890'lardan başlayarak Osmanlı ordusunun yenilenmesi/yeniden örgütlenmesinde etkinlik kurmaya başladı. Ordu, Prusya geleneği tarzında örgütlenirken, Alman askeri uzmanlarını çalıştırarak silahlanmada Almanlara bağlılık geliştirmeye başlamıştı.
İttihat Terakki'nin 1913 Bab-ı Ali darbesiyle iktidarı tam olarak ele geçirmesiyle Alman generaller, başlıca komutanlıklara atandılar. Enver Paşa'nın kendi kendisini başkomutanlığa (resmen vekiliydi ama fiilen başkomutandı, çünkü padişah resmi başkomutan olarak hiçbir rol oynamıyordu) atamasıyla, önemli orduların komutanlığına Alman generallerini atadı. Başkomutanlık Savaş Kurmaylığına -Genelkurmay Başkanlığı- Von Seeckt'i, 1. Ordu Komutanlığı'na Liman Von Sanders'i, sonra Goltz Paşa'yı, Filistin Cephesi Komutanlığı'na Von Falkenhayn'ı, Sina Cephesi'nin başına Von Kressein'i, Donanma Komutanlığı'na Amiral Souchon'u getirdi. Alman emperyalizmiyle İttihatçıların askeri işbirliği bu denli ilerlemişti. İttihat Terakki Partisi ve Hükümeti içinde, geleneksel “denge” politikasına yatkın ve savaş dışı kalmak isteyenleri Enver-Talat-Cemal üçlüsü, parti ve hükümette geri plana itti, etkisizleştirdi. Böylece, İttihatçı iktidarı Almanlarla politik işbirliğinde ve savaşa girme gözü dönüklüğünde kararlı hale getirdi. İttihatçı liderleri bugün “yurtseverlik” bayrağı olarak göndere çeken, “Talat Paşa” adına “Avrupa'ya akıncı seferleri” düzenleyen Perinçek ve diğer milliyetçi faşistler, sahiplendikleri bu mirasla gerçekte burjuva milliyetçiliğinin ne denli gözü dönükçe faşist saldırganlık olacağının kanıtını da sunmuş oluyorlar.
İttihatçılar, Alman emperyalizmiyle politik-askeri işbirlikçilikte o denli ileriydiler ki, 2 Ağustos 1914'te Almanlar ile Osmanlı topraklarını koruma taahhüdünü veren anlaşma yaptıktan sonra, 1. paylaşım savaşının başladığı 3-4 Ağustos'tan henüz 3 ay geçmemişti ki, 21 Ekim'de “Karadeniz'de Rus donanmasına saldırılması, Kafkasya ve Mısır cephelerinde seferleri içeren bir plan üzerinde anlaştılar.” Daha doğrusu bu plan üzerine Enver Paşa ile Bronsort Von Schellendorf gizlice anlaştılar. Zaten 2 Ağustos tarihli anlaşmada, Rusya’nın Avusturya’ya saldırması durumunda Osmanlı’nın Almanya’nın ve Avusturya’nın tarafında savaşa gireceği açıkça yazılıdır.**
Nitekim 29 Ekim 1914'te savaşın henüz 3. ayı dolmamışken, İtilaf emperyalistlerinin Osmanlı'yı o anki taktiği gereği savaş dışında tutmak için görüşmeleri bitmemişken, İttihatçı Paşalar ve Alman generalleri Goeben (Yavuz) Kruvazörü'yle Karadeniz'deki Rus limanlarını bombaladılar, savaşa girdiler.
Saydığımız diğer nedenlerin yanı sıra, Alman emperyalistleriyle işbirlikçiliğin bunda ağır basan bir etkisi vardı. Çünkü Avrupa'nın Doğu/Rusya'nın Batı cephesinde, Alman ve Avusturya-Macaristan askeri güçleri Rusya güçleri karşısında özellikle de Prusya'nın doğusunda zor duruma düşmüşlerdi.
Almanlar, Rus ordusunun bir kısmını Doğu'da tutarak gücünü bölmeye şiddetle ihtiyaç duyuyorlar ve Osmanlı'yı bu nedenle Kafkasya'da savaşa sokmayı acilen başlatmak istiyorlardı. İttihatçıların aşırı Alman işbirlikçiliği, onları savaşa bir an önce girmede aceleciliğe itiyordu. Nitekim Sarıkamış felaketi 1915 kışında yaşanacak ve emperyal maceracılıkta aceleciliğin faturasını gösterecekti.
Benzeri maceracı çıkışlar, sonra da İttihatçılar tarafından sergilendi. İttihatçılar, Galiçya'da ve Romanya'da 1916'da İtilaf güçlerince zor durumda bırakılan Alman ve Avusturya güçlerinin emrine Osmanlı ordusundan tümenler göndermekten geri durmadılar. Almanlardan daha çok Almancı konumuna düşmeleri, onların işbirlikçiliğinin düzeyini gösteriyor. Ve emperyalist savaşa girmelerinde Alman işbirlikçiliğinin rolünün ne denli ağırlık taşıdığının da ifadesi oluyordu. Enver Paşa, Alman Genelkurmayı'na “Tümenlerimiz emrinize hazırdır” teklifiyle ve bunu Osmanlı topraklarındaki savaşta zor durumdayken yapmasıyla efendilerini bile hayrete düşürüyordu.
Bütün bunlar, Türk burjuvazisinin temsilcisi İttihatçı iktidarının, emperyal hedeflerle ve işbirlikçiliği nedeniyle 1. Emperyalist paylaşım savaşına girdiğini kanıtlar. Ve savaşa girmesinin nitelik ve içeriğinin, haklı bir “vatan savaşı” olmadığını açık seçik gösterir. İtilaf emperyalistlerinin Osmanlı ilhaklarını sömürgeleştirme amaçları; İttihatçıların “ilhakları korumak” ve kaybedilmiş “ilhakların bir kısmını geri almak”, hatta Kafkas ve Orta Asya Türk halklarının topraklarını fethetmek amacıyla emperyalist savaşa girmelerini haklı kılmadığı gibi, emperyal niteliğini değiştirmez.
Zaten, aksi de mümkün değildir; feodal bir imparatorluk için “vatan” kavramı yabancıdır; tıpkı feodal toprak ağasının toprağa açlığı gibi, imparatorluk da fethe açtır. En zayıf düşmüş haliyle dahi, her feodal imparatorluk fetih hayaliyle yaşamıştır. Vatan, burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı bir kavramdır ve 1914’te halen pek çok milletin burjuva uyanışını karnında taşıyan bir feodal imparatorluk niteliğindeki Osmanlı’ya uzak bir kavramdır. Bir “vatan savunmasından” ancak Anadolu’nun emperyalist işgali sonrasında, ulusal kurtuluş savaşı bağlamında söz edilebilir. Aksi durumda, tutarlılık bakımından, Balkan Savaşları’nı, 1897 Osmanlı-Yunan savaşını, hatta Osmanlı’nın Balkanlar’daki halkların ulusal kurtuluş savaşlarına karşı giriştiği zalim bastırma seferlerini dahi “vatan savunması” saymak gerekecektir. Nitekim Kemalist tarih tezine göre; Bulgar, Yunan, Arnavut, Makedon, Sırp uluslarının Osmanlı’ya başkaldırıları ulusal kurtuluş savaşı statüsünde değildir, “Tarihteki ilk ulusal kurtuluş savaşı” Anadolu’da verilmiştir!
Feodal emperyalist Rus Çarlığını yıkan, önderlik ettikleri devrimin zaferiyle Çarlığın gizli anlaşmalarını, Boğazları ve İstanbul'u ele geçirme gizli politikalarını dünya halklarına açıklayan ve Çarlığın emperyalist savaşına son veren Bolşeviklerin analizi de, İttihatçıların emperyalist savaşa girmesinin haksız, gerici ve emperyalist niteliğine işaret eder. Ki Bolşevikler, emperyalist savaşa uzlaşmaz karşıtlıkları ve kararlı mücadeleciliğiyle İngiliz-Fransız emperyalistlerine karşı uzlaşmazlıkları ve savaşçılıklarıyla en güvenli tanıktırlar. Bolşevikler Rus ordusunu dağıtıp savaştan çektikten sonra, Gürcistan'da kurulan milliyetçi hükümete ilişkin 1918'de analiz yaparlarken Türk-Alman güçlerinin niteliğine de değiniyor. Ve şunları söylüyorlar:
“Tiflisli Menşeviklerin ve bunların hükümetinin Rus Devrimi'nden bağımsızlıkları kaçınılmaz olarak, Türk-Alman ‘uygar’ haydutlarına kölece bağımlılığa dönüşecektir. Bu, dümen başındaki Menşeviklerin, Türk-Alman emperyalistleri ile Rus devrimine karşı bir ittifakı olacaktır.”(1)
Nitekim aynı yıl içinde, Karadeniz'in Kuzey'inden Kafkasya'ya giren Alman emperyalistleri Gürcistan'ı işgal etti ve Gürcistan hükümetini himayeci sömürgeciliği altına aldı. Güney'den Osmanlı ordusu Kafkasya'ya girerek Ermenistan ile Azerbaycan'ı işgal etti. Alman ve Türk askeri güçleri, Sovyet iktidarı altında kalan Bakü'yü tehdit etmeye başladı. Fakat İran'ı işgal altında tutan İngiliz emperyalist güçleri, Kafkasya'ya girerek, bu ülkeleri Alman-Türk kuvvetlerinin elinden alarak işgal ettiler.
İttihatçı paşalar, Kafkas ülkelerini Alman emperyalistleriyle birlikte ve onlara Bakü petrolünün yolunu açarak sunarlarken, Pantürkçü amaçlarının en emperyalist ve işbirlikçi niteliğini de sergilemiş oluyorlardı. Talat Paşa, Enver’e çektiği telgrafta şunları belirtiyordu: “Almanlardan gerekli kuvvetleri isteyerek Karadeniz yoluyla Batum’a asker çıkarmak ve mümkün olur ise, Kafkasya’daki Müslümanlarla birleşerek harbin başlangıcındaki fikrimizi tatbik etmekten başka çare yoktur. Ruslar bütün Rusya adına sulhu imzaladıklarına göre, şeklen kendilerine asi vaziyette kalan Kafkasya Cumhuriyetine karşı yapılacak bu harekete itiraz etmemeleri gerekir.”(2)
Ancak “harbin başlangıcındaki fikir” bu kez de sosyalist ihtilalin Kafkasya’da tutunmasıyla suya düşecekti. Kafkas ülkeleri savaşın son yıllarında, Alman-Türk birlikleri ile İran'ı işgal altında tutan İngiliz emperyalist askeri birliklerinin işgali altında el değiştirmekten kutulamıyorlardı. Bu ülkelerin milliyetçileri de, Bolşeviklerin önderliğindeki sosyalist devrime karşı, hangi emperyalist işgalci güç üstünlüğü ele geçiriyorsa ya onlara yamanıyor veya savaşamayıp teslim oluyorlardı. İttihatçı paşaların, emperyalist niteliği Ermenistan işgallerinde yansıdığı gibi, Azerbaycan işgalinde Türk kültürel ortaklığını kullanmaları, bu niteliği ortadan kaldırmaz, Pantürkçülüğün İttihatçı burjuvazi tarafından Alman emperyalizminin çıkarına sunulan bir silah olduğunu gösterir. İşte bu gün nasyonalist faşistlerin “yurtsever” olarak bayraklaştırdıkları Enver-Talat-Cemal üçlüsü, Alman emperyalizminin emrindeki emperyalist savaşçı, ilhakçı ve fetihçi olmaktan başka bir şey değildi.
İttihatçı iktidar Arap halklarının yaşadığı topraklarda da aynı rolü oynadı. İngiliz emperyalistlerinin sömürgeleştirdiği Mısır'ı geri almak ve diğer yerleri ilhak altında tutmak için savaştı. Alman emperyalistleriyle planladığı Süveyş Kanalı seferini 1916'da başlattı. Sonuçta başarıya ulaşamadı. Yemen’de alevlenen ulusal Arap isyanına karşı İsmet Paşa komutasında bir bastırma seferi düzenledi, ama başarısızlığa uğradı.
Sonuç olarak; Osmanlı İmparatorluğu ve onun İttihatçı hükümeti, yoksul Türk ve diğer halkların genç evlatlarının yüzbinlercesini bu ilhakçı ve Almancı amaç için savaşta kırdırdı. Lenin bu gerçeği, “Alman mali sermayecileri, İngiltere'yi Mısır'dan atmak için bir Türk seferi düzenliyorlar”(3) sözleriyle berrak biçimde dile getirdi.
İttihatçı burjuvazi, tüm ilhakçı ve emperyal amaçlarına ve bu amaçlar için emperyalist savaşçılıklarına rağmen, bağımsız gelişen kapitalist emperyalist güç olarak değil, Alman emperyalizminin bağımlılığı altında kapitalist bir güç olarak gelişebilirdi. Kapitalist-emperyalist dünya sisteminde, zayıf burjuvazilerin doğası şu ya da bu emperyalist büyük gücün işbirlikçisi olmalarını kaçınılmaz kılar. Bunun bir ifadesidir ki, ırkçı-milliyetçi İttihat Terakki, sırtını Alman emperyalizmine dayamışken, diğerleri Hürriyet İtilaf Partisi aracılığıyla İngilizlere bağımlılığı savunuyorlardı.
İttihatçı iktidar altında Osmanlı'nın o yıllardaki durumu, Lenin'in vurguladığı gibi, “Almanya'nın şu anda Türkiye'yi kendisine gerek mali, gerekse de askeri uydusu haline getirdiği gerçeği” idi. (4) İttihatçıların Pantürkist milliyetçiliği, bu gerçeği Türk-Müslüman halkımızın görmesini engellemek dışında bir rol oynamıyordu. Bugün, nasyonal faşist Perinçek “milliyetçiliğin devrimcilik olduğu” yalanıyla, “Talat Paşa” seferleri düzenleyerek, burjuvaziye ve asker temsilcilerine yamanma/yol gösterme rolü oynayarak özsel olarak aynı şeyi yapıyor.
Çanakkale Savaşı; Emperyalist Savaşın Bir Muharebesi
Çanakkale Savaşı, Türk halkımızın yaşadığı ülke üzerinde cereyan ettiği ve halkımızca kolaylıkla öyle algılandığı için, bütün burjuva kesimler tarafından emperyalist savaştan koparılarak anayurdun işgaline karşı milli bağımsızlık savaşı olarak yutturuluyor.
Oysa Çanakkale Savaşı, İttihatçıların Almanlar liderliğinde girdikleri emperyalist savaşın değişik cephelerinde süren muharebelerinden biriydi. Bu muharebenin çok şiddetli bir savaş olarak geçmesi, can kaybının büyüklüğü, dahası bugünkü Türkiye topraklarının bir parçası üzerinde geçmiş olması, onu milli bir direniş kılmaz.
Çanakkale Savaşı, 4 yıl süren emperyalist savaşın henüz 1. yılı içinde cereyan etmiş, sonrası süreçte, emperyalist savaş bitmeden, sonuçta yol açabileceği olası bazı ulusal kurtuluş mücadelelerine dönüşmekten süreç henüz çok uzaktayken gerçekleşmiştir.
Çanakkale Savaşı'ndan sonra 1916'da olgu haline gelen Almanya'nın Romanya gibi küçük bir ülkeyi başkent Bükreş dahil işgal etmesi ve savaş sonuna değin bu işgalin sürmesi dahi, savaşı Romanya açısından milli bir direniş savaşı, ulusal bağımsızlık savaşı kılmadı. Romanya, burjuva-feodal egemenleri eliyle, Avusturya-Macaristan'dan Transilvanya bölgesini ele geçirmeyi de amaçlayarak, İtilaf emperyalistlerinin yanında savaşa girdi. Aralık 1916'da Alman birlikleri tarafından işgal edildi. İşgalden ancak savaşın sonuna doğru 1918 sonunda, İtilaf güçlerinin galip gelmesiyle kurtulabildi. İtilaf emperyalistlerince, Transilvanya bölgesini “ilhak”ına izin verilmesiyle ödüllendirildi. (Ama aynı zamanda 1919 Macar sosyalist devrimini ezmesi işiyle görevlendirildi). Birkaç yıl süren işgale karşı, Romanya burjuva- feodal egemenlerinin “mücadelesi” yine de, ilhakçı ve işbirlikçi karakterde kalmaya devam etti. Peki, Çanakkale Savaşı'nın, Romanya'daki, -Romanya halkları açısından- savaştan farkı ne? Açık ki, hiçbir farkı yok.
Dahası, Osmanlı egemen sınıflarının gücüyle Romanya'nın gücü kıyas kabul etmez farklılık taşımaktaydı. Romen burjuva-feodal yönetim, İtilaf emperyalistlerinin işbirlikçisi olması ve bir iki bölgeyi “ilhak” amacı nedeniyle girdiği savaşta gerici ve yayılmacı/ilhakçı bir rol oynuyordu; “ülke işgal altında” kalsa da, savaşının niteliği buydu. İttihatçıların ise, geniş ilhakları korumak, kaybedilmiş olanların bir kısmını yeniden ele geçirmek ve yeni bölgeler -Kafkasya ve Orta Asya'da- ilhak etmek amacı nedeniyle girdikleri savaşın niteliği gerici-emperyalistti, Çanakkale işgal saldırısına uğrasa da savaşın niteliği değişmezdi, aynıydı. İttihatçı iktidar, Almanların yanında ve teşvikiyle acele ederek Rus limanlarını bombalayarak savaşa girmiş, Kafkas cephesinde savaş başladıktan yaklaşık 3 ay sonra İtilaf emperyalistlerinin saldırısıyla Çanakkale Savaşı 19 Şubat 1915'te başlamıştı. Öncesi ve sonrasıyla 4 yıl süren emperyalist savaşın başlangıcından 7 ay, Osmanlı'nın savaşa girmesinden 3.5 ay sonra gerçekleşen Çanakkale Savaşı'ndan sonra da, Osmanlı ordusu, 1916'da Süveyş Kanal seferinden 1918'e değin Ortadoğu cephelerinde, yine 1918 sonuna değin Kafkas cephesinde emperyalist savaşı sürdürdü. Dahası Galiçya ve Romanya cephesinde savaşmak üzere Almanların emrine tümenler verdi. Bütün acımasızlığı ve ağır bedelleri halklarımız, çeşitli ülkelerden işçi ve emekçiler ödemesine rağmen Çanakkale Savaşı, bu emperyalist savaş seferi/muharebeleri zincirinin yalnızca bir halkasıdır, böyle olduğu için de ondan koparılarak ele alınıp değerlendirilemez.
Emperyalist seferler/muharebeler zincirinin niteliği ne ise Çanakkale muharebesinin niteliği de olur. Çanakkale'ye İtilaf emperyalistlerinin saldırısının özgün nedeni, savaş güçlerinin strateji ve taktikleriydi. Savaşın yoğunlaştığı Avrupa'da Rus ordusunun yoğun güçleri karşısında Prusya ve Galiçya'da zor duruma düşen Almanya, güçlerini avantajlı duruma getirmek için, Rus ordularının bir bölümünü Kafkasya cephesine çekip bölmek stratejisiyle, Osmanlı ordusunu savaşa soktu. İngiliz ve Fransız emperyalist savaş kurmayı da, Rusya'nın Kafkas cephesinde Sarıkamış'a değin ilerleyişini korumak amacıyla Batı'dan Osmanlı'ya saldırılması talebini karşılamak; dahası Osmanlı güçlerini savaş dışı bırakarak Rusya'nın Avrupa'da Alman ve Avusturya-Macaristan güçlerine karşı yoğunlaşması ve Boğazlar ve İstanbul'a girerek Alman güçlerinin Bulgaristan ve Türkiye'den tecridini sağlamak istiyordu. Böylece Rusya'nın Kafkas Cephesi güçlerini rahatlatmanın yanı sıra, Alman güçlerini Türkiye ve Bulgaristan'dan tecrit edip, savaşın yoğun olduğu bölgelerden biri olan Sırbistan'ın ve güneydoğusunu tehlike dışında tutarak, Avrupa'da yoğunlaşmış savaşı erken bir zaferle bitirmeyi hedefliyordu. Bu stratejik hedefle Gelibolu'ya saldırdı.
Bu bakımdan Çanakkale savaşının arka planındaki gerçek güçler bakımından bir İngiliz- Alman savaşı olduğu söylenebilir.
Alman ve Osmanlı generallerinin komutasındaki Osmanlı ordusuna karşı Çanakkale Savaşı'nda, istedikleri başarıyı elde edemeyince İngiliz güçleri, yenilgiyi kabullenip 9 Ocak 1916'da Gelibolu'yu boşaltıp geri çekilmek zorunda kaldılar. Almanya, halklarımızın ağır bedeller ödemesi sayesinde Avrupa'nın doğusunda, Balkanlar'da savaşı daha elverişli koşullarda sürdürdü. 1916'da Romanya'yı işgal etti. Doğu Avrupa'da Ruslara karşı başarılar kazanabildi.
İttihatçılar, Çanakkale Savaşı'ndan sonra da emperyalist savaşta Almanların emrinde savaşı sürdürdüler. 1916'da Süveyş Kanalı seferine giriştiler. Ancak yenildiler. İngiliz ve Fransız güçleriyle Kanal'dan Arabistan ve Irak'a değin çok sayıda savaşa girdiler.
Kafkas cephesinde, Sarıkamış bozgunundan sonra, Osmanlı ordusuna karşı Ruslar, Trabzon'dan Van'a uzanan bir hatta kadar ilerlemişlerdi. 1917 Rus devrimi çarlığı yıkınca ve Ekim Devrimi savaşa son verip Çarlık ordusunu dağıtınca, İttihatçılar bu durumdan Kafkasya'yı işgal etmek için yararlandılar. Önceki bölümlerde vurguladığımız gibi Ermenistan ve Azerbaycan'ı işgal ettiler, Alman birliklerinin Gürcistan'a girmesiyle onlarla birleştiler. Turan hayali bu savaş yorgunluğunda gerçekleşme imkânına sahip değildiyse bile, Kafkasya işgal ve ilhakı gerçekleşmişti. 1918'de İran'ı işgali altında tutan İngiliz birlikleri Kafkasya'ya girinceye değin İttihatçılar buradaki işgali sürdürdüler.
Demek ki, Çanakkale Savaşı'nın sonrasındaki bütün bu emperyalist ve Alman işbirlikçisi savaşlar, Çanakkale Savaşı'nın niteliğinin ulusal olmadığını gösteriyor. Çanakkale Savaşı'nın, bir emperyalist grubun (İngilizlerin liderliğindeki İtilaf grubu) rakibine karşı (Alman emperyalistlerine) savaşı erken bir zaferle bitirmesi imkânını bozmuş, onların erken zaferini engellemiştir, o kadar.
Bazılarının ileri sürdüğü bir tez de, Çanakkale Savaşı'nda Türkiye'nin zaferle çıkmasının, İngiliz, Rus güçlerinin birleşmesini engelleyerek, Rus devriminin koşullarını elverişli kıldığı görüşüdür. Bu görüş de doğru değildir. Çünkü Karadeniz üzerinden İngiliz savaş gemilerinin yardımını Çanakkale'de Osmanlı ordusunun direnişi engellemesine rağmen, 1917'ye değin 2 yıl boyunca Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'de ilerlemişlerdir. Her büyük çaplı savaşların tümünde olduğu gibi, Rus çarlık ordusu da, Doğu Avrupa ve Kafkasya'daki savaşlarda kayıplar verdikçe, savaşın başlangıcında Rus halkında yaratılan şovenist yükseliş, yerini yoksul halkın gerçekleri görmesine bırakmıştır. Halk gençliği ve halklar ödetilen ağır bedellerin, açlık ve ölümlerin, kendi sınıfları için değil burjuva feodal emperyalistlerin çıkarları için olduğunu görmüş, Bolşeviklerin savaşa karşı mücadele ve örgütlenmesinin etkisiyle Çarlığa karşı ayaklanmışlardır. Devrime yol açan nedenlerin bazıları bunlardır.
Kaldı ki, İngilizler Çanakkale'yi varsayalım ki geçip İstanbul'a üslenselerdi bile, Rus ordusuna yardım yaparlar ama Rusya'nın talep ettiği İstanbul'u Rus Çarlığına vermezlerdi. Bu durumda, Çarlığın bu yolla şovenist atmosferi yüksekte tutarak iktidarını koruması olanağından yine mahrum bırakırdı.
Sonuç olarak, Çanakkale muharebesi, 1914-18 emperyalist savaşında, baştan sona emperyalist savaşlar, muharebeler zincirinin halkalarından biridir, ulusal nitelikte bir savaş değildir. Yenilgi sonrası İttihatçı liderlerin barınağı, Alman emperyalizminin denizaltısı olmuştur. Talat Paşa, postu Almanya'ya kaçarak kurtarmış ama soykırım suçunun günahını bir Ermeni ulusalcısının kurşunuyla ödemiştir. Cemal Paşa, Kafkasya'da aynı akıbete uğradı. Enver Paşa ise, yenildiği İtilaf emperyalistlerine karşı kısa bir süre devrimin Rusya'sından yararlanma oyunu oynadıktan sonra, Türki halklarındaki devrimi ezmeye çalışarak bu kez de çarlık artığı generallere ve İtilaf emperyalistlerine hizmet etti, hayatını bu gerici çatışmayla sona erdirdi. İttihatçıları bugün “milliyetçiliğin” kaynağı olarak yüceltenler, İP'ten MHP'ye, CHP'den generallere değin bütün milliyetçiler, gerçekte Türk halkımızı şovenizmle zehirleyenler, yeni boğazlaşmalar ve yayılmacı savaş felaketleri hazırlıyorlar. Ama aynı zamanda emperyalist savaşçılığın ve işbirlikçiliğin mirasçılığını yapıyorlar. İç gericiliği, faşist milliyetçiliği geliştirmek için, “vatan savunması” aldatmacasıyla, emperyalist savaşın bir parçası olan Çanakkale Savaşı'nı daha çok kullanıyorlar.
Proletaryanın ve halklarımızın devrimci güçleri; evlatlarını Alman işbirlikçiliği ve Türk burjuvazisinin yayılmacı çıkarları için kırdıran, halkları felaket acılara boğan Pantürkçü ve her türden şoven milliyetçiliğe karşı gerçekleri açıklamayı şaşmaz kararlılıkla sürdürecekler. ABD ve NATO'nun emrinde geçmişte Kore'de olduğu gibi bugün Bosna, Kosova, Afganistan ve Lübnan'da savaşa sürülmeye karşı çıkmak ve Güney Kürdistan'a olası bir maceracı saldırıya karşı direnmek için bu devrimci tavır zorunludur. Dahası, halklarımızın özgürce ve kardeşçe birliği, kapitalizme ve emperyalizme karşı birliği ve sosyalist kurtuluş yolunda birliği için bu gereklidir.
Mustafa Suphi'nin, İttihatçıların savaş suçuna karşı sözleriyle tavrımızı bağlayalım: “Ama elçilik Müslüman Doğu dünyasını ikiyüzlü sorularıyla aldatmak isteyince, biz Türk komünistleri dünyanın vatanımız, insanlığın da milletimiz olduğunu büyük bir ciddiyetle bildirdik.” Mustafa Suphilerin yolunda yürüyen biz komünistler, Talat ve Enverlerin yolundan yürüyen şovenist milliyetçilerle mücadeleyi sürdüreceğiz.
*Tatil-i Eşgal Kanunu, 1908'de meşrutiyetin ilanından hemen sonra yaygınlaşan, bir biçimde başlayan grev ve işçi hareketlerine tepki olarak çıkarılan ve sendikalaşmayı yasaklayıp grev hakkını kısıtlayan kanundu.
**Gizli anlaşmanın metni şöyledir:
1. Anlaşma tarafları Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki mevcut ihtilafta tarafsız kalmayı taahhüt eder.
2. Rusya faal askeri adımlarla müdahale eder ve Avusturya-Macaristan dolayısıyla casus foederis ile Almanya’yı karşısına alırsa, Osmanlı Devleti de casus foederis’e tabidir.
3. Almanya savaş durumunda askeri misyonunu Osmanlı Devleti’nde bırakacaktır. Anında yürürlüğe girmiş olan, Osmanlı Savaş Bakanı Ekselansları ve [Alman] Askeri Misyon Şefi arasında gerçekleşen önceki anlaşmalara göre, Osmanlı Devleti adı geçen askeri misyonun Osmanlı ordusunun genel komutasında etkin nüfuz sahibi olacağını garanti eder.
4. Tehdit durumunda ve gerekli olduğunda Almanya Osmanlı İmparatorluğu topraklarını silahlı kuvvetlerle savunmayı taahhüt eder.
5. İşbu anlaşma iki ülkeyi mevcut ihtilaftan doğabilecek uluslararası karışıklıklardan korumak için yapılmıştır; belirtilmiş tam yetkili kişiler tarafından imzalandığı andan itibaren yürürlüğe girer ve 31 Aralık 1918 tarihine kadar, mevcut tüm kararlarla bağlayıcıdır.
6. İmza taraflarından herhangi biri anlaşma bitim tarihinden altı ay öncesine kadar anlaşmanın iptal olacağını bildirmezse anlaşma beş yıl daha uzamış olur.
Dipnotlar
1- Stalin, Eserler C. 4, s. 94
2- Aktaran Stefanos Yerasimos, Türk-Sovyet İlişkileri, s. 18
3- Seçme Eserler, C. 5, s. 206
4- Seçme Eserler, C. 2, s. 269