Tuzla tersanelerinde 27-28 Şubat 2008’de tarihsel önemde bir grev yaşandı. Taşeronlaşmaya, güvencesiz çalışmaya ve bunun en sivri sonucu olarak iş cinayetlerine karşı işçiler yumruklarını grevle birleştirdi. Biz de bu deneyim üzerine ‘sıcağı sıcağına ’ sohbet etmek için ses kayıt cihazımızı aldık, Tuzla’nın yolunu tuttuk. Limter-İş yöneticilerinden; Genel Başkan Cem Dinç, Genel Sekreter Kanber Saygılı ve Genel Başkanvekili Hakkı Demiral ile röportaj yaptık.
*Tersanelerde süregiden iş koşullarının ağırlığı kamuoyunun artık öğrendiği bir olgu. Siz bu koşulları nasıl değerlendiriyorsunuz? Tersane işçisi ne yaşıyor? Tuzla tersanelerini ölüm ocaklarına çeviren nedir?
Hakkı Demiral: 93'ten sonra, Limter-İş'in tersanelerde faaliyet yürütmesi ile birlikte, dönem dönem kamuoyuna çıktı tersaneler. Buradaki iş kazalarının, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmayışı, tersane patronlarının tüm sorumluluğu kendilerinden atarak, götürücü, taşeron, alt işveren şeklinde tanımladıkları işletmelerin önünün açılması, burada iş kazalarının da önünü açmıştır. Kuralsız ve sigortasız çalıştırmanın önü açılmıştır. Tabii Limter-İş yıllardır bu kuralsızlığa karşı mücadele veren bir sendika.
Burada son zamanlarda tersaneler çok büyük siparişler almaya başladı. İş hacmi yükseldi. Tersanelerin 2015'e kadar dolu olduğu söyleniyor. ‘Daha erken ne kadar gemi bitirebiliriz’ hırsı hakim olmaya başladı. Yani burada kuralsızlık artık, kar hırsına dönüştü ve kontrolden çıktı.
Kanber Saygılı: Bu havza kurulduğu andan itibaren, özellikle 80 sonrasını ele alırsak, neoliberal politikaların uygulanmış olduğu bir yer. Onlar açısından bir laboratuvar. Dolayısıyla herkes açısından, işçi sınıfı açısından da bir laboratuvara dönüşmüş durumda.
12 Eylül sonrasında, yani örgütlerin, sendikaların dağıtıldığı bir süreç yaşandı. Tersaneler buraya geldiği andan itibaren, sömürünün üzerine kuruluyor. Aynı zamanda parçalanmışlığın, taşeronluğun üzerinde kuruluyor. Dolayısıyla bu kuralsızlık ortamı örgütsüzlükle birleşince, gittikçe artan bir kuralsızlığa dönüşüyor. Siparişler artıyor, teknik gelişmesine rağmen, tabi bu teknikte hiçbir zaman talebe denk düşecek bir gelişme sağlanmıyor. Burada müthiş bir şeklinde emek yoğunluğu var.
Yani kuralsızlık, örgütsüzlük ve 12 Eylül sürecinin üzerine oturtulduğu zaman bu azami kâr hırsı çok daha vahşileşmiş bir hal alıyor. Patronlar burada yüzde yüz karı gördükleri için babalarını dahi kesebilecek kapasitede bir sömürü saldırısı söz konusu. 12 Eylül’den sendikamızın açıldığı sürece kadar böyle gelmiştir. Bu sonrasında da devam etmiştir tabii. Fakat sendikamızın da yürüttüğü mücadele tam da bu kuralsızlığa karşı olagelmiştir.
Tabii ki kapitalizmin kendisine özgü yasaları var. Bunlarla işletiliyor ama burada kapitalistlerin kendi koyduğu mesela önceki 1475, şimdi ki 4857 no’lu yasalar dahi işletilmiyor. Bu ne demektir? Kendi yasalarını inkar eden bir çalıştırma yöntemi hakim burada.
*Kamuoyunda şöyle bir görüş oluştu. Sanki iş kazaları sadece Tuzla'da oluyor gibi. Bunu sanırız sendikanın mücadelesi görünür kılıyor.
Kanber Saygılı: Aslında araştırılsa tersaneler gibi belki çok daha fazla bile iş kazasının, iş cinayetinin yaşandığı iş kolları var. Burada önemli olan şu. Sendikamızın yıllardır iş cinayetlerine karşı yürüttüğü mücadele tersanelerin durumunu kamuoyuna yansıtmıştır. Buranın zayıf halkası, ölümlerden, iş cinayetlerinden yakalanmıştır. Haklı olarak, tersaneleri iş cinayetlerinin yaşandığı bir alan olarak göstermiştir. Her dönemde kamuoyunu bu konuda bilgilendirmiştir. Hem de yönünü tersanelere çevirmesi için müthiş bir çaba sarf etmiştir. Bugünkü gibi olmasa bile kamuoyunun ilgi ve alakası hep tersanelerde olmuştur. Yani tersanelerin iş cinayetleri merkezi olarak görülüyor olması sendikamızın verdiği mücadele ile sağlanmıştır. Ve gerçekten de böyledir, iş cinayeti merkezilerinden birisidir burası.
Tersane patronları diğer ülkelerdeki tersaneler ile kıyaslıyorlar. Çin'de, Hindistan'da, Pakistan'da daha çok ölüm oluyor diye işçileri ve kamuoyunu kandırmaya çalışıyor. Ama başka ülkelerde de tersaneler var. İşçilerin örgütlü oldukları tersanelerde, mesela Almanya Hamburg'da iş cinayetlerine sık rastlanmaz. Neden? Örgütlü bir işçi kitlesi var.
Cem Dinç: Örneğin Norveç’te iki işçi öldü ve bu genel grev nedeni sayıldı.
*İşçilerin çalışma koşullarını biraz daha ayrıntılandırırsak…
Cem Dinç: Şöyle söyleyeyim. Tersanelerde, çalışma koşullarına bakıldığında bizim her zaman söylediğimiz 4857 no’lu yasanın uygulanmaması görülür. Ayrıca burada şunu da belirtmekte fayda var, Limter-İş Sendikası olarak 4857 no’lu İş Yasası’nı baştan beri “Kölelik Yasası” olarak adlandırıyoruz, eleştiriyoruz, karşı çıkıyoruz. Ama burada bu yasanın kendisi bile uygulanmıyor. Ancak burada 19. yüzyılın çalışma koşulları hakim. Biz yasanın burada uygulanması için mücadele ediyoruz.
Çalışma koşullarını biraz ayrıntılandırırsak: Burada çalışma koşulları 10-12 saat, bazen 24 saat, sabaha kadar bile çalışma olabiliyor. Sigortalar ya hiç ödenmiyor, ya da bazı yerlerde eksik ödeniyor. İşçi aylarca çalışıyor ama yalnızca bir gün sigorta ödenmiş gösterilmiş çıkıyor, o da asgari ücret üzerinden. En iyi ödenenler 5-10 gün ödenmiş çıkıyor. On yıl çalışmış bir işçinin bin-bin 200 gün sigortası çıkıyor.
İkincisi; kıdem, ihbar gibi tazminat hakları verilmiyor. İşçi ile patron arasında herhangi bir sözleşme yok çoğunlukla. Çay molaları, işçi servisleri gibi şeyler de yok. Yemekhanelere bakarsak, işçiler ya konteynerler içinde yerler, yemekhanesi olan yerler ise sağlıksız, rezil yerlerdir. Tavanlardan su damlar, tuvalet boruları geçer, yemekler de çok kalitesizdir.
Bunların dışında iş güvenliği önlemleri alınmaz. İstemek işten çıkarılma nedenin olur. Zaten taşeronlar şöyle söyler; “Çalışırsan çalış, çalışmazsan kahvede adam çok.”
İşçiler çalıştıkları zamanlara ait ücretleri alacağından bile tereddütlüdür. Çalıştıkları halde ücretleri ödenmeyen çok sayıda işçi arkadaşımız oldu. Bunun için birçok direniş yaptık, en büyüğü Desan direnişidir. Desan'da biz tutuklandık da aynı zamanda. 40 gün cezaevinde kaldık. İşçilerin ücretlerini ödemeyen patronlara dokunmayan mahkemeler, bu direnişten dolayı bana ve Genel Sekreterimize 14 ay hapis cezası verdi.
Buradaki sisteme gelirsek; taşeronluk o kadar yaygındır ki, yüzde 95 üretimi taşeronlar yapar. Öyle ki taşeronların altında bile taşeronlar vardır. Armatör tersaneye verir işi, tersane alır taşerona verir, taşeron alır işleri büyüklüğüne göre parçalar, altındaki taşerona verir, ya da işçilere yaptırır. Bazı işçiler taşeron firmaları bilmez çoğunlukla, “Ben Ahmet'in işçisiyim. Ona çalışıyorum” der. Taşeronlar da çoğunlukla kendi köylülerini, arkadaşı, akrabalarını çalıştırır. İşçi karşı çıksa kime çıkacak, ya amcasına ya dayısına. Yani tamamen parçalanmış bir sistem bu. İşçilerin sınıf bilinci de yok denecek kadar az.
Kanber Saygılı: Burada şunu eklemek lazım, işçilerin çalıştırılması bakımından burada var olan yapılanma; mafya türü bir örgütlenme. İşçiler de “Ben filancanın adamıyım.” der. Mafya elemanları da böyle der. Bu işçilerin bilinçlerini dumura uğratan bir özellik. ‘Ben işçiyim, karşımdaki taşerondur ya da patrondur’dan ziyade; 'filanca abi, filanca dayı' gibi, gerçekte de işçilerin işçi gibi düşünmesini engelleyen bir durum bu. Bu durum, patronların sömürüsünü büyütürken, önünü açarken, işçileri de birey olarak düşünmeye zorluyor.
Cem Dinç: İşçilerin çalışma koşularına ekleyebileceğimiz, bir de yaşam koşulları var. Hak alma bilincinin olmayışı, örgütsüz ve dağınık duruş hakim. Burada yıllardır bekâr evleri var. Bizler gidiyoruz, işçilerin arasında çalışmalar yapıyoruz.
İnsanların sağlıklı biçimde, yaşamlarını sürdürebilecekleri koşulda değil bu evler. 8-10 kişinin aynı odada kaldığı evler ya da dükkânlar buralar. Ve çok pahalı. Aylık kişi başına 125 YTL'den başlıyor burada kiralar. Mutfak bölümü varsa, ranzası varsa kira daha da yükseliyor. Evlerin de gene tersane patronları ile bağlantıları var. Çoğunlukla taşeronların evleri oluyor buralar. Çoğunlukla evlerde aynı kentlerden gelen işçiler kalır.
Hakkı Demiral: Mesela Samsunlular boya pasta işi yapıyor. Kendi köylerinden işçileri toplayıp getiriyor. Bir dükkân tutup, bekâr evi yapıyor. Ve çalıştırıyor. Bir iki aylık iş bitince, buranın kirasını artık siz ödeyeceksiniz diyor. Kirası da budur aranızda paylaşın diyor. Yani işçiyi getirip, bir boşluğun içine bırakıyor. Burada böyle yüzlerce ev var; duş alma yeri, mutfağı, lavabosu olmayan.
Cem Dinç: Şöyle diyebiliriz, iş cinayetleri buranın yumuşak karnı. Her gün, işçiler kazalar geçiriyor, düşüyorlar yaralanıyorlar, bir yerleri kırılıyor. Her gün hemen hemen yüz kişi en azından yaralanıyor.
Ölümler daha önceden ayda ortalama bir yaşanıyordu, şimdi iki oldu. Burada 4857 kölelik yasası dahi çok görülüyor. Biz patronları sıkıştırıyoruz, buna zorluyoruz. Koşullar normal olsa bu kadar kazanç sağlayamazlar. Bundan dolayı biz çalışma saatlerinin 7.5 saat olmasını, mesai saatlerinin yüzde 50 zamlı olmasını, cumartesi pazar günlerinin tatil olmasını, işçilerin sigortalarının tam ödenmesini istiyoruz. İşçiler arasında da bu talepler destekleniyor. Örgütlü mücadeleye ilgisini artırıyor.
Limter-İş Sendikası kurulduğundan bu yana burada dişe diş bir mücadele veriyor. Sendikamız iki defa molotoflandı, eğitim uzmanımız Süleyman Yeter katledildi. Hakkımızda onlarca defa dava açıldı. Tutuklanmamız, tehditler, bunların hiçbiri boşa değil. Durduğumuz noktadan geri adım attırmak için polis de devrede ve yoğun bir çaba sarf ediyor. Emniyet Müdürü eline megafonu alıp, bizim hakkımızda “Bunlar sizi yasadışı işlere sürüklüyor.” diyebiliyor. Patronların polis ile olan ilişkisinin bir örneğini vereceksek, Tuzla Emniyet Müdürlüğü'ne 16 tane ekip otosu alındı tersane patronları tarafından.
Doğal olarak burada yasalar işlemiyor. Normal bir mücadelenin koşulları ile burada hak alınamayacağını çok iyi biliyoruz. Tersane işçileri açısından tek seçenek fiili meşru mücadele hattı. Tersane patronları GİSBİR ile yaptığımız görüşmede, bize “Siz çok sertsiniz. Biraz yumuşak olun. Bakın Dok Gemi-İş ile ne güzel anlaşıyoruz. Biz toplu sözleşmeyi yazıyoruz. Onlar da imzalıyor. Siz de öyle olun sizle de anlaşalım.” dediler. Biz asla öyle bir sendikacılık yapmayacağız, varlık koşulumuz, işçi sınıfının haklarını dişe diş mücadeleyle koparıp almaktır.
*Tuzla; taşeronlaştırma ve güvencesiz çalışmanın bir sembolü haline geldi. Kayıt dışı çalıştırılan tersane işçilerinin örgütlendiği bir sendika olarak hangi talepleri ortaya koyuyorsunuz?
Kanber Saygılı: Bizim en temel taleplerimizden biri yaşam hakkıdır. Dikkat ederseniz, tersane işçisi deyince hemen akla iş cinayetleri geliyor. Dolayısıyla burada yaşam hakkının korunması gibi çok temel bir talebimiz var. Diğer taleplerimiz ise esasen yaşam hakkını garantiye alabilecek taleplerdir. Yani burada kuralsızlık devam ettikçe, iş cinayetleri de devam eder anlamına geliyor bu. Yaşam hakkı için, zaman içerisinde değiştirilebilir bu ayrı bir şey, ama buranın kuralları olan bir çalışma alanı haline gelmesi gerekiyor. Bu sahada top oynayacaksak, bu sahanın geneli bağlayan kuralları olması gerekiyor.
Bu mücadele sadece tersane işçilerinin çalıştığı alanlarla da sınırlı olmamalı. Yaşam alanlarını da içerisine almalı. Sigortaların ana firma tarafından tam ücret üzerinden yatırılması, ücretlerin tersane patronları tarafından ödenmesi, işçilere sağlıklı barınma koşullarının sağlanması taleplerimizdir.
Burada fiili meşru mücadele ile kazanılan fakat halen yasa katına çıkarılmamış çok sayıda kazanım elde ettik. 2005-2006 yıllarında ücretlerin ödenmemesi gibi çok ciddi sorunlar yaşanıyordu. Biz tersane kapılarını mesken tutmuştuk. Bugün gelinen aşamada bunlar tek tük yaşanıyor. Ücretlerin ödenmesi talebiyle on ayrı tersane önünde yaptığımız eylemlerle fiili olarak bu hakkı kazandık.
Yaşam hakkının garantiye alınması, iş güvenliği tedbirlerinin alınması ve bunların kazanılması sendikamızın tersane patronları tarafından kabul görmesi gerekiyor. Sendikamız, GİSBİR, Çalışma Bakanlığı, TMMOB ve TTB gibi kurumların içinde bulunduğu bir komisyon oluşturulması ayrıca bir talep bizim için. Diğer taleplerimizi ise, tersanelerin komisyon tarafından izlenmesi, denetlenmesi ve de olmazsa olmaz olarak tersanelerde sendikamızın temsilciliğinin olması. Sendikamızın, tersanelerin düzenlenmesinde tersane patronları kadar yetkili olmasını da istiyoruz.
Cem Dinç: Burada işçiler yıllardan beri mücadele eden Limter-İş'e güveniyorlar. Her sorunda biz onların yanında olduk. Sendika yöneticilerimiz de tersane işçisi. İşçiler sorunları olduğu zaman sendikamıza geliyor. Birlikte mücadele ediyoruz. Yaşam hakkı talebine ek olarak örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılmasını ekleyebiliriz. Taşeronluk ortadan kaldırılmalı.
Hakkı Demiral: Limter-İş’in mücadele taleplerini insanca çalışma ve yaşam koşullarının sağlanması olarak ele alabiliriz. Bu ülkede antidemokratik yasalar var. Bunların kaldırılmasını istiyoruz. Limter-İş, her zaman bu tür hak gasplarına karşı demokratik tavrını ortaya koymuştur. Limter-İş 1 Mayıs'ta da bu taleplerini ortaya koymuştur. Newroz alanlarında da bu tavrını ortaya koymuştur. Savaşa karşı da tavrını ortaya koymuştur.
Cem Dinç: Ülkede gelişen antidemokratik uygulamalara karşı tavrımızı ortaya koyuyoruz. Biz sıradan bir sendikacı değiliz. Biz sosyalistiz. Bunu açıkça ortaya koyuyoruz. Sosyalist sendikacılık yapıyoruz. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya görüşümüz var.
Kürt sorunu varsa, Kürt halkı kurtulmadan, kendi kaderini tayin hakkını almadan işçiler de kurtulamaz. Bizim kaderimiz ortak. Kürt sorununun emekçi çözümü için mücadele ediyoruz. Bu konuda işçileri aydınlatmaya çalışıyoruz. Sokaklardayız aynı zamanda. Newroz alanlarında, basın açıklamalarında yerimizi alıyoruz.
Öğrencilerin özerk demokratik üniversite taleplerinin ve bu yönlü mücadelesinin yanındayız. Onlara desteklerimiz sunuyoruz. Emekçi semtlerinde gecekondu sorunu varsa, bu bizi de ilgilendiriyor. Çünkü burada çalışan işçilerin büyük bir bölümünün sorunlarıdır bunlar. 2821-22 ve 4857 sayılı iş kanunlarına muhalefet ettiğimiz gibi antidemokratik yasalara da karşıyız. Terörle Mücadele Yasası karşıtı muhalefetin direk muhatabıyız. Biz de bu kapsamda tutuklandık, F Tiplerinde kaldık. Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'na, polisin sokaklarda insan avlamasına karşıyız. F tiplerine ve tecrit uygulamalarına karşı da mücadele ediyoruz. Çünkü bu ülkede mücadele eden herkesin tutuklanıp gönderildiği yer orası.
Aynı zamanda Genel Sağlık Sigortası yasası çıkıyor.
Öte yandan Irak'ta devam eden işgale karşı, dünyadaki tüm emperyalist savaşlara karşı işçi sınıfının tersane bölüğünü aydınlatıyoruz.
*Sanırım NATO sürecinde bazı kampanyalar örgütlemiştiniz.
Cem Dinç: Evet, NATO toplantısının İstanbul'da yapılmasından önce oldukça etkin kampanyalar örgütledik. Tersaneleri de ablukaya almışlardı o zaman. İşçi sınıfının diğer işkollarında yürüttüğü mücadeleleri de aktif olarak destekliyoruz. Hangi işkolunda bir sorun yaşanıyorsa hemen yanlarında oluyoruz.
Kanber Saygılı: Sırf ekonomik mücadele ile işçi sınıfı kalıcı adımlar atamaz. Bu asla mümkün olmayacaktır. Esasen işçi sınıfını ileriye taşımakla mümkün olacaktır. Dolayısıyla bizim buradaki mücadelemiz baştan beri demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin, politik mücadelenin bir parçası olarak ele alınmıştır. Zaten hem tersanelerde, hem de bu ülkede en küçük ekonomik bir talep dahi politikleşmeye yüz tutan taleplerdir. Hemen hemen birçok alanda böyledir bu. Bu neden böyledir? Tüm yasalar demokratik hak ve özgürlükleri gasp etmeyi amaçlamış durumdadır çünkü. Mücadelenin önü zaten yasalar tarafından kapatılmış durumda. Dolayısıyla tüm talepler bu yasalara çarpıyor. Ekonomik mücadele ile politik mücadele fiilen birleşmek zorunda kalıyor.
*27-28 Şubat’ta yaptığınız “Fiili Grev” çağrısıyla tersanelerde üretimi durdurmayı başardınız. Grev sürecini okurlarımızla paylaşır mısınız? Grev nasıl hazırlandı? 27-28 Şubat’ta Tuzla’da neler yaşandı?
Cem Dinç: 27-28 Şubat'ta yaşanan iki günlük grev aslında 15 yıllık mücadele birikiminin üzerinde gelişen bir süreç. Bir kere, Tuzla tersanelerinde yaşanan çalışma koşulları gerçekten de protestoculukla düzelmez. Biz 2005 yılında Ekrem Bektaş, Torgem Tersanesi'nde iş cinayetine kurban gittiğinde yarım günlük kitlesel bir eylem yaptık. Yarım gün iş durdu o zaman tersanelerde. O gün o eylem bitirildi ve göğüs göğse de bir çarpışma değildi. Etkisi de bir iki ay sürdü.
27-28 Şubat'ta tam bir işçi iradesi ortaya kondu. Baştan beri grev kararını alırken de işçilerle birlikte aldık. Basını ve kamuoyunu bu konuda aydınlattık. Bu işi fiili bir grevin çözebileceğini de anlattık. Karşımızdaki tüm güçlere de şunu söyledik, “Biz burada grev yapacağız, bunu bilin buna göre gelin.”
Bu süreçte bir bakıma da herkesin safı da belli oldu. Tersane patronları, hükümet ve gangster sendika Dok Gemi-İş safını belirledi ve ortak bir açıklama yaptı. Tersane işçileri olarak bizler de tersanelerin yanı sıra işçilerin yaşadıkları mahallelerde afişlerimizle, bildirilerimizle 27-28 Şubat'taki grevin duyurusunu yaptık. O gün işin olmayacağını, herkesin Tuzla Gemi önünde toplanacağını söyledik.
Her şeyi işçilerle birlikte yaptık. Taleplerimizi en geniş işçi kitlelerine çok net bir şekilde anlattık. İki günlük bir grev olduğunu, GİSBİR ile görüşmeden oradan ayrılmayacağımız da söyledik. İşçilerle yaptığımız toplantının ürünü orada ortaya çıktı.
Kanber Saygılı: Bu grev pat diye ortaya çıkan bir grev değildi. Verdiğimiz muharebelerin toplamında, tersaneleri ilgilendiren bir grevdir bu. Bizim hayallerimizi süsleyen burada havzasal bir grev ve direniştir. Nihayetinde şimdiye kadar ki mücadelelerimiz sonucunda 2728 Şubat tersane grevimiz çıkmıştır.
2007 Ağustos- Eylül ayı, iş cinayetlerinin şaha kalktığı bir süreçtir. Ve aynı zamanda kamuoyunun dikkatlerinin buranın üzerine çekildiği bir ortam oluşturduk. Tersane patronlarının çok rahatsız oldukları bir ortamdı. Hükümetin harekete geçmek zorunda kaldığı bir süreçtir bu zaman aralığı. Bu zaman dilimi aynı zamanda, tersane işçilerini temsilen Limter-İş Sendikası'nın da bir taraf olarak kendini ortaya koyduğu bir süreçtir.
İşçi ölümleri konusunda kamuoyunu bilgilendirme ve işçileri harekete geçirme konusunda ciddi bir çaba sarf ettik. Bunu bir anlamıyla şöyle açıklayabiliriz. Yıllardır biz filli meşru bir mücadele veriyoruz. Pek çok işkolunda örgütlü sendikaların önü de esasen yasa sınırlarında kapatılmış durumda. İleriye atılmak isteyen sendikalar, yönlerini tam olarak olmasa bile fiili meşru mücadele dönmüş durumdalar. Şöyle de söyleyebiliriz; fiili meşru mücadelenin önü açılıyor da diyebiliriz. 2007 1 Mayısından beri en geniş işçi kesimlerinin gördüğü açık bir gerçek var: Bu koşullarda başarmanın yegâne yolu fiili-meşru mücadeledir. Haklar ancak böyle alınır.
Buraya dışarıdan etki eden faktörleri de ortaya koymak lazım. Mesela Türk Hava Yolları'ndaki grev kararı, Telekom'da ki göğüs göğse mücadele ve kazanım, aynı zamanda Novamed, bunlar bugünü değerlendirirken grevimizin işçi hareketinin gelmiş olduğu noktadan kopuk olmadığını gösteriyor. Yani Abide-i Hürriyet'ten Saraçhane'ye, oradan Kadıköy'e, Kadıköy'den ise Taksim'e yürüyen işçi hareketinin bir yükselişi var.
Bunları, burada iş cinayetlerine ve kuralsız çalışmaya karşı mücadele ile birleştirdiğimiz zaman, DİSK'in 13. Genel Kurulu'nda fiili meşru mücadeleye yaptığı vurgu, aynı zamanda yeniden bir ayağa kalkış olarak nitelenen “yeniden devrim” fikri, DİSK'in iki günlük çadır eylemi, DİSK'in kendi geleceğini ve grev anında buraya gelen yüzlerce kurumun kendi geleceklerini tersanelerde görmelerinin bir sonucu bu. Geleceğin tersanelerde görülmesi demek, fiili meşru mücadelede görülmesi demek çünkü. “Bu bir olgunluk aşamasıdır.” dedik ve iki günlük grev kararını tüm bunların üzerine oturttuk. Bu süreci doğru okumak anlamına geliyordu. Grevin sonrasında yaşanan gelişmeler de bunu gösteriyor.
Hakkı Demiral: Grev öncesi Ankara'ya Meclise gitmemiz, Çalışma Bakanı ile görüşmemiz, imza kampanyalarının sürmesi, komisyon kurulması ve bir rapor yayınlanması, tersaneler gerçeğinin kitaplaştırılarak kamuoyuna yansıtılması, tersane işçilerinin basında yer alması, işçileri belli bir noktaya getirdi.
Bizim bir planımız vardı. Bu belki daha sonra hayata geçebilirdi. DİSK'in aldığı oturma eylemi önemli bir fırsat doğurdu. Grevin artık bir ihtiyaç olduğu, kazanım getireceği ortaya çıktı. Pek çok tersaneden işçilerin katılımıyla yaptığımız toplantıda kurulan komitelerle grev kararı alındı. Fiili meşru mücadele zaten böyle gelişir, doğru kararlar doğru zamanda hayata geçirildiğinde beraberinde kazanımı getirir. 27-28 Şubat grevi tam da böyle oldu işte.
Kanber Saygılı: Bizim grev kararı almamızda, bizim bazı planlarımız olmasına rağmen, tersane işçilerinin çok büyük bir rolü var. Eylül ayından bu yana işçilerde bir değişim söz konusu. Sendikanın vermiş olduğu mücadele ile işçilerin yakınlaşması ile tersane işçilerindeki değişim isteğini gerçekten gördük.
Bu istek grevin ardından oluşabilecek bir şey değil, öncesinde başlayan ve grevle birlikte artık geriye dönüşü olmayan bir noktaya gelmiştir. Bu grev kararında tersane işçilerinin iradelerinden, arzularından bir etki olduğu açık. İşçiler “Mutlaka iş bırakmak lazım. Kendimizi dayatmamız gerekir, gerekirse bir gün, gerekirse iki gün.” diyorlardı.
*Dışarıdan bakanlarda, biraz apar topar aldılar bu kararı gibi düşünceler vardı. Hatta bu kadar hızlı grev mi olur diye kendince ahkâm kesenler de oldu. Oysa görülüyor ki, bazen günler haftalara, aylara bedel olabiliyor. Grevin karar alma ve uygulanması arasında bir hafta mı var?
Cem Dinç: Bu grevi yıllardır düşünüyoruz, tartışıyoruz. Hakkı Usta söyledi tüm çalışmalarımızı da buna göre yapıyorduk. TMMOB, TTB gibi kurumları yanımıza çektik ve rapor hazırladık.
Sınıf mücadelesi böyle bir şey, çok kısa zamanda başka şeyler de çıkarabiliyor karşına. Oturduk bunların hepsini değerlendirdik. İşçiler bildirileri, grev kararını kendileri götürüp dağıttılar. Tersanelerde bu grev konuşulmaya başlandı.
DİSK'in oturma grevini büyük bir eylemle taçlandırmayı düşündük. ILO'dan geleceklerdi, uluslararası sendikacılar gelecekti, herkes burada olacaktı. Başka bir şeyle taçlandırmak gerekiyordu. Neydi bu, fiili bir grevdi. İşçilerin güvenini ve kazanma arzusunu gördük.
Kanber Saygılı: Tersane işçileri Limter-İş'ten korkmaz. Sever, sayar. 15 yıllık bir tarih. Tersane işçileri her başları ağrıdığında sendikayı yanı başlarında görmüşlerdir. Eyleme önderlik etme konusunda da bir sıkıntı yaşamadık. Çünkü Limter-İş burada onlarca eyleme imza attı. Tersane işçilerinin ruhu, eğilimi bizim açımızdan önemli.
Bu grevde eksikler vardır. Ama hiçbir şey asla tesadüf değildir. Günler öncesinden kamuoyuna ilan edilmiş. Bu konuda tersane patronları gardını almıştır. Tutumlarını açıklamıştır. Patronlar ve polis grevi engellemek için ellerinden geleni yapmıştır. Limter-İş de elinden geleni yapmıştır. Talepleri vardır bu grevin, şunlar şunlar sağlanacak denmiştir. Yani kuş gidip taşa değmemiştir. Çok bilinçli bir şekilde hedef vurulmuştur. Üç dört insanın kahramanlığı değil, Limter-İş'in büyük bir kazanımıdır bu. Böyle değerlendirmek lazım. Grevin tesadüfen tutması gibi bir söylem doğru değildir. Böyle bir ülkede, böyle bir havzada grev tesadüfen nasıl tutuyor, başkaları yapsın da görelim. Böyle bir şey yok. Limter-İş öncesinde ilan ettiği gibi, gitmiştir grev alanına kurulmuştur. Ve grevi hayata uygulamıştır. Başarıya ulaşmıştır.
Özellikle burjuva medyada grev sonrasında ne vardı? İşçilerin eylem yaptığını kabul ediyorlardı, ama grev kavramına adeta sansür gelmişti. Grev gerçeğini, üretimin durdurulduğunu elbirliğiyle gizlemeye saklamaya çalıştılar. Kötü örnek olmasından korktular.
*Tabii, bu grev işçi sınıfının diğer kesimleri açısından da bir örnek. Taşeron sorunu buradan ibaret değil. Çok yaygın bir taşeron örgütlenme söz konusu. Kapitalist üretim böyle Türkiye'de. Dolayısıyla şöyle şeyler duyuyoruz. Nasıl başardılar? Hangi araçları kullandılar, hangi yöntemleri, mücadele biçimlerini kullandılar da tersanelerde yüzde 70 oranında üretimi durdurabildiler?
Kanber Saygılı: Aslında biraz da bunları tartışmak lazım. Dönüp dönüp 15 yıllık tarih demek gerekiyor. Bu grevimiz 15 yıllık tarihimizde gizli. 15 yıllık mücadelemizde gizli. Biz bu tersanelerde normal olarak Türkiye'deki sendikacılık anlayışı ile hareket etmiş olsa idik, bizim özgürlük gibi, devrim gibi, sosyalizm gibi, sınıfsızlık gibi hedefleri olmayan bir anlayışla hareket etmiş olsaydık, böyle bir grevde yaşanmazdı.
Bu grevle, bizim yıllardır “Bu mücadele verilecekse böyle verilecek” dememizin haklılığı ortaya çıktı. Bu mücadeleden dolayı biz dışlandık, “marjinal sendikacılık” denildi, “bunlar kendilerine oynuyor” denildi. Ancak grev bizim hiç de kendimize oynamadığımız, hiç de marjinal davranmadığımız ama marjinalliği de göze almadan böylesine tarihsel gelişmelere imza atmanın da mümkün olmadığını gösterdi. Ve biz aynı zamanda bu tersanelerin tümünü tek bir fabrika gibi görüyoruz. Ayrı ayrı tersaneler ve toplamda 40 bin kişilik bir fabrikadır. Ve bunların temsilcisi GİSBİR'dir. Biz burada, kırk bin kişiye yaşam hakkı tanımayan tersane patronlarına karşı mücadele yürütüyoruz yıllardır. Havza çapında grev ve direnişle patronların karşısına dikilip, toplu sözleşmemizi yapacağımız anlayışı ile hareket ediyoruz. Şimdiye kadar irili ufaklı onlarca muharebemizi, çarpışmamızı bu hedefin altını doldurmak için yürütüyoruz.
Yılların birikimi ile iki günlük bir grev çıktı. Ancak tümünün toplamında bu havzada bir genel grev genel direniş çıkacaktır. Taleplerimizin konuşulduğu, tartışıldığı ve kabul gördüğü zamanda bu şekilde olacaktır.
Hakkı Demiral: Sendikalar sadece işyerinde toplu sözleşmeye yönelik hareket ettiği sürece Türkiye'de taşeron sistemini ortadan kaldırmak mümkün değildir. DİSK'te, Türk-İş'te, Hak- İş'te örgütlü olan birçok sendikada, örgütlülük TİS anlamına geliyor. Pek çoğu 14 Mart eyleminde iki saatlik iş bırakmayı kitlesel biçimde gerçekleştiremediler. Eylemlerin çoğu işyerlerinde bildiri okuma ile geçti.
Sadece yasalarla sınırlı olmamalı. Bir fabrikada bin tane işçi çalışıyorsa, kendilerini sınırlı sayıda kadrolu işçiyle sıkıştırıyor, diğer işçiler kapsama girmiyor. Bu belediye işkolunda çok sık yaşanıyor. Oysaki taşeron işçilerin örgütlenmesi demek aynı zamanda taşeronun da ortadan kalkması demek.
Bizim derdimiz burada patronu GİSBİR olan 40 bin tane işçiyi kadrolu ya da kadrosuz sendikal haklar için mücadeleye çekmektir. Önemli olan tersanelerde kadrolu, taşeron ve geçici işçileri kapsayabilmek.
*Taşeron işçilerin örgütlenmesi meselesi turnusol kağıdı gibi. Sendikaların rengini belli eden bir durum...
Hakkı Demiral: Evet, öyle. Bir işkolu düşünün, on binlerce taşeron işçisi var. Sen onları üye yapmıyorsun. Dolayısıyla onların hiçbir sorunu ile ilişkilenmiyorsun. Taşeronluk zaten sendikaların önündeki engellerin artırılması anlamına geliyor. Fakat sendikalar ise bu konuda ciddi bir adım atmış değil.
Kanber Saygılı: Sorun, sınıfsallık sorunu. Sınıfsal bakmadığın oranda bir fabrikada 200 tane kadrolu işçiyi örgütlersin ama yanındaki 2 bin tane taşeron işçisini örgütlemezsin. Bu açıdan önemli olan sınıfsal bir bakış açısı ile soruna yaklaşmak. Diğer tür anlayışla, yarın semt yoksulunun sorunları ile de uğraşmazsın. Öğrencinin de, emekçi memurların da, Kürt halkının da sorunları senin sorunun olmaz. Buradan bakmadığın sürece, başarı şansın, ileri atılma şansın yok yani gerçekten.
Cem Dinç: Tuzla tersanelerinde bu sendika süreklilik arz ediyor. Bir dünya görüşümüz var. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya istiyoruz. Bu çok önemli. Bir sendikacının bir dünya görüşü yoksa; ne tüm zorlukları göğüsleyebilir, ne de bu işleri örgütleyebilir.
Yaptığımız tüm eylemleri hak almak için yapıyoruz ve buradan kazanıyoruz. Tüm işçileri sendikada birleşmeye çağırıyoruz. Burası işçilerin bir çatısı. Nasıl tersane işçilerinin bir çatısı olarak GİSBİR varsa, bizim de işçiler olarak çatımız Limter-İş'tir.
Grev hazırlığında materyallerimizi çok iyi değerlendirdik. Dilimizi işçilerin anlayacağı bir dilden tutturmaya çok özen gösterdik.
Sorunların çözümü için işçilere, altında çalıştıkları taşeronları değil, “Bizim muhatabımız taşeronlar değildir.” diyerek hedef olarak GİSBİR'in alınması gerektiğini anlattık. Bir tersanede sorun yaşanıyorsa, diğer tersanelerdeki işçilere onları yalnız bırakmamaları gerektiğini anlatıyoruz. Tersan Tersanesi'nde işçilerin ücretleri ödenmediği için diğer işçilere çağrı yaptık. “Arkadaşlarımızın ücretleri ödenene kadar işe gitmiyoruz.” dedik bir saat çalışmadık. Tersane patronları gelip, görüştüler. “Tamam, ücretleri ödeyeceğiz.” dediler hemen. Oradaki işçiler arkadaşları için direnmeyi öğrendiler.
Biz her sabah işçiler 07.00'de işe giderken onların yanında oluyoruz. “Günaydın”laşıyoruz. Oturup bir çay içiyoruz. Komiteler kurduk. İşyeri komiteleri, semt komiteleri kuruyoruz. 1 Mayıs gibi ya da farklı eylemleri işçilere anlatıyor, onların da katılmalarını istiyoruz.
*Grev günlerinden unutamadığınız birer anıyı bizimle paylaşır mısınız?
Cem Dinç: Grev hazırlığı sürerken, her zamanki gibi 07.30'da işçiler işe gidiyor ve tersane önlerinde yoğunluk oluşuyor. Grev kararı tüm tersane patronlarını ürküttü. İşçilerden telefonlar geliyor sürekli. Bir işçi aradı; “Patron bizimle toplantı yaptı. Saat 06.30'da işe çağırdı. 07.00'de işbaşı yapacağız. Bilginiz olsun” dedi.
Bir gün önce akşam toplantı yapıyoruz. Grev çağrısını 07.30’a yapmıştık. Ama bu durumda erken gitmemiz gerekiyor. Sonuç olarak 06.00'da biz oradaydık. Erken gitmemiz polisin erken müdahale etmesine yol açtı. Deneyimlerimize bağlı kalsaydık, bizim de grev alanında olmamız ve gözaltına alınmamamız gerekirdi.
Ama işçiler çok heyecanlı idi. “Bu iş olacak. Bu ip burada kopacak.” diyorlardı. Biz de işçi arkadaşlarımıza “Arkadaşlar bize uyun” diyorduk. İşçiler gidip orada durdular, yolu kendileri kestiler. Polis ilk bize saldırıp, gözaltına alındığımızda, baktım işçiler polisle göğüs göğse çarpışıyordu. Yere düşen pankartı alıp yolun ortasına geçtiler, tekrar açtılar.
Bir işçi polise “Ölümden korkmuyoruz senden mi korkacağız” diyordu.
İşçiler gerçekten sana güvendiğinde, neler başarılabileceği orada ortaya çıktı. Yapılan hiçbir şeyin boşuna olmadığını bir kez daha kanıtladı. Ve bir anda patladığında işçi sınıfının önünde hiçbir şeyin duramayacağını gösterdi.
Hakkı Demiral: İlk yolu kestiğimizde sabah epey erkendi. Herkes heyecanlıydı. Ama herkeste bir inanç vardı. Polis bize saldırdığında arkada biriken işçilerin bizi kurtarmak amacıyla koşup geldiklerini gördüm. Ben ve TÜMTİS üyesi dostlarımız tam gözaltına alınırken, Aydıntepe tarafından gelen işçilerin slogan seslerini duydum. Çok heyecanlandım. “Biz gözaltına alınsak da, bu işçiler burayı kesecek.” diye düşündüm. Gerçekten de öyle oldu. Sendikamız üyesi arkadaşlarla birlikte gelen işçiler yolu kestiler. Grevden bir sonraki cumartesi günü sendikada yaptığımız toplantıda işçiler sendika salonuna sığmayarak, sendika çatısında buluştuğunu gösterdi.
Kanber Saygılı: Grev kararı aldıktan sonra bizi bir heyecan kapladı. Gerçekten tarihsel bir karardı. Ben en çok heyecanı, grev kararını işçi arkadaşlarla birlikte sendikada aldığımızda yaşadım. Toplantıda işçiler içeri sığmıyor. Her şey tartışılıyor. O anlar bana DİSK'in doğduğu 60'lı yılları hatırlattı.
Toplantıda grevi oylama çağrısı yapıldı. Bütün işçi arkadaşlar ellerini kaldırdılar. Sonra alkışlandı hep birlikte. Orada ben çok heyecanlandım.
O zamandan sonra her günümüzü aynı heyecanla yaşadık. Grev alanına önceden plan yapmaya gittiğimizde, yolları biliyoruz ama bir kez daha arkadaşlarla gidip baktık. Nereden girilip nereden çıkılacak, bunları kontrol ettik. Yolu kesecek ekibin gözaltına alınacağı, ama arkadan gelen işçilerin yarım kalan işi tamamlayacağı öngörüsüyle hareket ettik.
Gözaltı yaşanınca, Aydıntepe nasıl yürüyecek, İçmeler'den yürüyüş nasıl başlatılacak, bunların hepsinin planları yapıldı.
Tek amacımız ne olursa olsun, grevin başarıya ulaştırılması idi. Sabah erken gitmemiz bizi biraz bocalattı. Yolu kesince hemen polis gelecekti. Biraz oyalandık. Sonra yol kesildi. Polis geldi. O zaman pazarlığı uzun tutmaya çalıştık. Bir gözümüz köprüdeydi. Gelen araçlarda. TÜMTİS üyesi arkadaşların bizimle o saatte oraya gelmesi, direnişte yer almaları çok önemli. Tanık olan bir arkadaşımız daha sonra söyledi. TÜMTİS yöneticisi bir arkadaş, gözaltı esnasında “TÜMTİS öne geçsin” demiş. Bunu duyunca çok sevindim.
2004 1 Mayıs'ında Saraçhane'ye gidiliyordu. İki otobüsle giderken Kavacık'ta yol kapatılmıştı. Kimseyi göndermiyorlardı. O zamanda pazarlık esnasında bizim “Bütün tersane işçileri öne gelsin” çağrımız olmuştu. O zaman polisin iradesi kırılmıştı. Grev anında bunu hatırladım.
Grev anında kazanmaya kilitlenmiştik. O anda senden tarafta olanların hepsini kazanmak için çaba sarf ediyorsun. Düşman da senin kazanmak istediğin kesimleri korkutuyor. O an gözler, sözler hepsi bir anlam teşkil ediyor. İşçi ile karşı karşıya kalıyorsun. Bazıları polisten korkuyor. Bilinçli olarak tavır alanlar da oluyor. İşçi ile göz göze geldiğinde, o an onu gözlerinle, sözlerinle, mimiklerinle ikna etmek zorundasın.
Grev alanında bir işçi gitmekten vazgeçtiği an, ben en büyük sevincimi yaşıyordum. Bire bir işçileri ikna etmekle de uğraştık. Mesela, Musa dayı var. O karşıda, polislerin arasında çekmiş gidiyor. Ben o an “Sen de mi Musa Dayı?!” dedim. Biraz durakladı sonra saflarımıza katıldı. Bir işi başarmanın yolu, mutlaka ona odaklanmaktan geçiyor. Kazanmaya odaklanmamışsan, elindeki kuvvetlerin çok fazla olması, bazen hiçbir şeye yaramıyor. Hâlbuki az kuvvetle de, eğer kazanmaya odaklanmışsan, ona uygun bir çalışma sürdürmüşsen, kazanabilirsin.
*Grev sürecine işçi ailelerinin, özelde kadınların katılımı doğrultusunda bir çalışmanız oldu mu? Bundan sonrası için, endişeli işçi eşlerini mücadeleye çekmek için bir açılımınız olacak mı?
Kanber Saygılı: Yıllardır yapmaya çalıştığımız ama bir türlü süreklilik kazandıramadığımız, işçi ailelerini kazanma mücadelemiz... Sendikamızın, işçi ailelerini kazanmadığımız oranda buradaki mücadelenin bir ayağının eksik kalacağı konusunda bir fikir birliği var. Bu konuya grevlerin, direnişlerin yaşandığı dönemlerde ağırlık da verilmiştir. Sadıkoğlu (o zaman ki ismiyle Erkal) tersanesinde yapılan 105 günlük grev zamanında, 6-7 ay süren Yonca grevi esnasında işçi ailelerini kazanmaya yönelik bir çalışma sürdürülmüştür. Dönem dönem grevlerin dışında da sürdürüldü fakat bir süreklilik kazanma, örgütlülüğü et kemiğe büründürme, işçi ailelerini tersanedeki mücadelemizin bir parçası haline getirme noktasındaki çabamız esasen başarıya ulaşmamıştır.
Bu grev öncesinde de belli bir çabamız olmuştur. On binlerce tersane işçisinin ailesini; eşini iş cinayetinde kaybeden Ruhiye abla (Ruhiye Levent -bn.) temsil etmiştir. Bu bizim için önemli kazanımdır. Bu tersane işçilerinin sendika etrafında toplanmasının önünü de açmıştır. 15 yıllık tarihimiz boyunca kadınları alanlara sevk eden bir durumumuz söz konusu değildir ama grev böyle bir adımı fiilen ortaya çıkarmıştır. İlk defa 2008 8 Mart'ında tersane işçilerinin aileleri pankartları ile alandaki yerlerini almışlardır. Sayıları az olabilir, ama nitelik olarak bizim için çok önemli bir kazanımdır bu. Ailelerimizi mücadelemizin bir parçası yapmak için bundan sonra da ciddi bir çabamız olacak.
*Burada işçi eşlerinin bir endişesi söz konusu. Ölümlerin bu kadar televizyonlara yansıdığı bir süreçte, herhalde işçi eşleri de her sabah işe yollarken endişe yaşıyordur…
Cem Dinç: 80 yaşındaki bir kadın kapı komşusuna bile “Tersanelerde ölümler yaşanıyormuş” diyerek dikkatli olmasını istiyor. Bunu komşu söylüyorsa, o işçinin eşi, çocukları mutlaka daha fazlasını yaşıyordur. Burada, örgütlenme bilincinin gelişmesi gerekiyor.
Kanber Saygılı: Doğru, mesela ben dört yıldır bu tersanelerde çalışıyorum. Anam bir gün olsun beni aramamıştır. Ama ölümlerin ortaya çıkması, televizyonda görmesi üzerine beni aradı, “Aman dikkat et” diye. Geçenlerde Kıranlar tersanesinde yaşanan kazadan sonra yaralanan işçileri ziyaret için hastaneye giderken, telefonlar geliyordu. Dolmuşta arkada oturan üç dört tane kadın, tersanelerdeki iş kazalarıyla ilgili bu telefon sohbetlerimize kulak kabarttılar, bize hemen “geçmiş olsun” dediler. Bu geniş çevrede bu sorunlara ilişkin ilginin arttığını da gösteriyor.
Cem Dinç: Tuzla tersanelerinde yaklaşık 40 bin işi çalışıyor. Aynı zamanda burası yan sanayiyi, 5 işkolunu besliyor. Bire altı veriyor. Yani tersanede çalışan bir işçi başına yan sanayide altı işçi istihdam ediliyor. Bu başta Tuzla olmak üzere, toplumda 1 milyon kişiyi bire bir ilgilendiriyor. Burayı örgütlemek 1 milyon kişiyi örgütlemek anlamına geliyor.
*Yaptığınız grevle sadece tersane işçilerine değil, tüm Türkiye işçi sınıfına umut oldunuz. Zira ilk kez bu taşeronlaşmış bir havzada, resmi sendikal örgütlülük olmaksızın bir “havza grevi ” gerçekleştirildi. Tüm havzayı tek bir fabrika gibi ele alıp grevi uyguladınız. İşçi sınıfının başka kesimleri de “havza grevi”ni kullanabilir mi? Sendikal krizin çözümünde “havza grevi” ve “havza çapında örgütlenme” bir katkı sağlayabilir mi?
Cem Dinç: Taşeronluk sisteminin Türkiye'nin tüm üretim alanlarına yayıldığını düşündüğümüzde, süreç aslında bizi buna zorluyor. Bugün tarım işçileri, örgütsüz ve dağınık. Sonuç, cesetleri yollara saçılıyor. Maden işçileri göçük altında kalıyor. Davutpaşa'da gördüğümüz gibi tekstil işçileri. Türkiye'nin her tarafında işçilerin yaşadıkları sorunlar açısında sorunlar aynı. Örgütsüzleştirme, kuralsız ve kayıt dışı çalıştırma yaygın hak grevleri artık kesinlikle her tarafta örgütlenmeli. Önceden şu soruluyordu, “Taşeron işçiler nasıl yapsın?” Burada bir deneyim yaşandı artık. Daha öncede söylediğimiz gibi tersane patronları kendi yasalarını uygulamıyor ki. Yasada yazıyor, “Asıl işi taşerona veremez. Ancak teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işleri verebilir.” diyor. Tuzla tersanelerinde tüm iş taşeronlara veriliyor.
Burada asıl nokta, üretimini durdurulmasıdır. O zaman bütün iş bitmiştir.
Burada işçiler her gün ölüyor. Marks diyor ya “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yok” diye. Tersane işçilerinin de öyle, kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Ölüyorlar, bunun daha ötesi yok. Farklı işkollarında bazı meslek hastalıkları vardır, deride, tekstilde kimyasallarla temas oluyor, toz yutuyorlar. Burada direk ölüyorlar. Madenlerde göçük altında kalıyorlar. Evine de ekmek götüremiyorlar. Bazıları ücretleri bile alamıyor. İlbek Tekstil işçileri işte ücret ve tazminat hakları için direniyorlar. Burada önemli olan öncünün koyacağı iradedir. İşçiler artık hak kazanılacağını gösterdiler.
*Havzasal örgütlenmeyi nasıl ele alıyorsunuz? Sanırım bunu biraz tartışırsak, sorunun da önü biraz açılacak. Filanca, filanca taşeron işçisi şekline ele almıyorsunuz, tüm işçilerin örgütü adına taşeronla değil, GİSBİR ile muhatap olmaya çalışıyorsunuz. Şimdiki sendikalar yasasında böyle bir şey yok, yasalara rağmen gelişiyor.
Cem Dinç: Grup toplu iş sözleşmelerini bilirsiniz. Bu biraz buna benziyor. Tüm tersaneleri kapsayan, belirli maddeleri, talepleri olan ve bunları imza altına aldırttıran bir şey. Ama sonuçta bizim karşımızda bir sendika yok. Bizim karşımızda sendika gibi bir birlik var.
Aynı zamanda bizim karşımızda bini aşkın taşeron şirket var. İşin zorluğu burada. Parçalanmış, bölünmüş, 48 tane tersane patronu var. Bir kere bunlara karşı koyacaksın, bunun altında bini aşkın taşerona da karşı duracaksın.
İşçilerin durumu da günlük düşünmeye itiyor. Bizim çalışmamızın zorluğu biraz buradan oluyor ama normal örgütlenme çalışmaları aynı. Klasik bir örgütlenme gibi, tek bir iş yerinde örgütlenme hedefimiz de var, bunu da gerçekleştiriyoruz fakat buradan çok fazla sonuç alınamıyor.
Şu bir deneyimdir; Erkal tersanesinde 105 günlük grev yaptık, karşımızda kimi bulduk; GİSBİR'i. O tersanede hiçbir üretim yapılmasa da, tersanenin tüm masraflarını GİSBİR karşılıyordu. Türkter Tersanesi'nde keza aynı. Yonca Tersanesi'nde yedi ay yasalara bağlı kalarak grev yaptık, orada tersane patronları hiçbir üretim yapılmasa da, ellerindeki işleri başka tersanelere verdi. Orada üretime devam etti.
Evet, biz de sonuç olarak reddetmiyoruz, bu yaşananlar işçilere tek tek işyerlerinde yürünecek yolu gösteriyor. Desan direnişi gibi de yani.
Tüm tersane işçilerinin birleştiği ve buradan tüm tersane patronları ile grup toplu iş sözleşmesi gibi bir taleplerimizin imza altına attırıp ve buralarda her tersanede sendikamızın bir temsilciliğinin olduğu bir sözleşme imzalattırmaya çalışıyoruz. Böyle bir örgütlenme modeli çiziyoruz.
Kanber Saygılı: Aslında biz biraz şöyle ele almalıyız. Yaşam bize şöyle bir şey dayatıyor. Artık havzasal, bölgesel, sektörel ve dünyasal düşünmek zorundayız. Artık eski anlayışlarla bir sendikal faaliyet yürütemeyiz. Gelişmeler bize başka bir şey söylüyor.
Arjantin'de işsizler hareketi var. Brezilya'da topraksızlar hareketi var. Konutsuzlar hareketi var. Yeni mücadeleler doğuyor. Yeni tipte örgütlenmeler doğuyor. Bu kapitalizmdeki değişimlerden olduğu gibi, çürümenin vardığı boyuttan, toplumsal dışlanmışlıklardan da kaynaklanıyor.
Nihayetinde senin burada bir sektörde vurmuş olduğun bir darbe Afrika'yı etkiliyor. Oradaki durum burayı da etkiliyor. Çünkü artık dünyadaki üretim birleşti. Amerika'daki patron burada, buradaki orada. Dolayısıyla artık biz, dünyasal mücadeleye yönelirken tabii ki bulunduğumuz alanlarda örnekler yaratarak ilerleyeceğiz.
Biz eğer burada bir değişiklik gerçekleştirmek istiyorsak, tüm Tuzla tersanelerini tek bir fabrika gibi ele almak zorundayız. Yasal mevzuatlara dayanarak bizim burayı örgütleme şansımız zaten yok.
Bu havzanın anlayacağı dilden bir hareket planı geliştirmemiz gerekiyor. Tüm tersane patronlarını karşımıza almamız gerekiyor. Çünkü Yonca grevinde gördüğümüz gibi, tüm tersane patronları birleşti. Yonca patronuna, “Biz senin tüm masraflarını öderiz. Dolayısıyla sen bu sendikayı buraya yerleştirmeyeceksin.” dedi. İşte bu tersane patronlarının ortak hareketidir.
GİSBİR'in de, aynı zamanda Dok Gemi-İş'inde rolü budur, mücadeleci sendikayı buraya sokmamak. Tersane patronları sadece çıplak sermayesiyle hareket etmiyor, aynı zamanda sendikası ile birlikte hareket ediyor.
Bizim buradaki mücadelemizin hedefi, sigortalı, sigortasız, sendikalı, sendikasız tüm işçileri, varsa burada çalışan memurları da kapsayan fiili meşru bir örgütlenme yaratmak.
Biz komünistler fiili meşru mücadeleden yanayız diye böyle söylemiyoruz, zaten yaşam bize bunu dayatıyor. Yaşamın dilini Türkçe'ye çevirince bu çıkıyor karşımıza. Havzasal, bölgesel örgütlenirsek burada başarıya ulaşabiliriz diyoruz.
Tek bir fabrika ve tek bir patron gibi düşünüyoruz ama bu, bu arada ortaya çıkan kimi olanakları da değerlendiremeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Fiili meşru mücadele de böyle bir şeydir işte, etrafı yasaların belirlediği sınırlarla çizilmemiş, tamamen olanakları değerlendiren, bunun üzerinden sürece müdahale eden bir anlayıştır. Yani şöyle düşünmüyoruz. Burada nasıl olsa, tersane patronlarının tümüne karşı mücadele ediyoruz, nasıl olsa burada tüm işçilerin katıldığı havzasal bir ayaklanma başlayacak biz o zamana kadar bekleyelim, işçiler hazırlansın demiyoruz. Parça parça dövüşlerin toplamında, havzasal bir örgütlenme ve havzasal toplu sözleşmeyi hedefliyoruz.
*Diyalektik bir bağı da var aslında. Geçmişte yapılan tek tek mücadeleler bugünkü grevin hazırlığıydı, şimdi bu grevde önümüzdeki dönem açısından tek tek mücadeleler açısından yepyeni bir alan açtı.
Kanber Saygılı: Aynı zamanda şu çok önemli: Birincisi sermaye, örgütlerimizi elimizden aldı. Yani sendikal örgütlülüğü felce uğrattı. Kendi yasal mevzuatını oluşturdu.
Şimdi bizim durumumuz tersanelerdeki örgütlenme açısından pek çok alandan belli oranlarda da avantajlı konumdayız. Hemen hemen tüm alanlarda neoliberal politika uygulanmaya başlandı. Özelleştirme, ardından taşeronlaştırma. Pek çok alanda taşeronlara karşı mücadele yeni başlıyor. Biz 15 yıllık bir deneyimi arkamıza alarak mücadele ediyoruz. Dolayısıyla taşeronlara karşı mücadeleye yeni başlayan alanların buradan öğreneceği çok şey var. Mutlaka burayı bir tecrübe olarak ele almalılar.
Sadece ve sadece tersane havzalarını örgütlemek yeterli değil. Eğer biz Tuzla havzasını hesaba katan bir örgütlenmeden doğru hareket etmezsek başaramayız. Metal sektörü ile, tekstil sektörü ile, deri sektörü ile, aynı zamanda işsiziyle birleşmek zorundayız. Sermayeye karşı mücadelede örgütlenmeyi yaratırken, işçi ve işsiz tümünü içinde toplayan bir örgütü yaratmak zorundayız.
Biz büyük kitleleri harekete geçiren fiili meşru bir mücadele yaratmadığımız sürece ne patronları dize getirmemiz, ne de kendi yasalarımızı yazmamız mümkün olmayacaktır.
*Yol kesme eylemleri giderek dünya işçi hareketinde daha sık gördüğümüz bir biçim. Özellikle Arjantin’de piketero/işsiz işçi hareketi bu aracı etkince kullanmıştı. Sizin grevinizde “yol kesme" eylemi nasıl bir rol oynadı?
Kanber Saygılı: Burada örgütlenme mafya türü olduğu için, işçiyi korkutuyor ürkütüyor. Tam burada yol kesme eylemi, patronlarını bu amansız ve kuralsız tutumlarına karşı onların anlayacağı dilden bir cevap. Burada yaşam bize, şu yolu kestiğinde onun üretim damarı kestiğini söylüyor. Buradaki damar kesilince sadece senin hedefindeki patronun damarını kesmek anlamına da gelmiyor. Aynı zamanda bütün alandaki akışı durdurabilecek bir irade ortaya çıkıyor. Emekçilerin dikkatlerinin burada toplanmasını sağlıyor. Sorunlar üzerine düşünmeyenlerin de düşünmelerini sağlıyor. Dikkatlerini topluyor.
Yol kesme eylemi, işçilerin yoğun sömürüye karşı tepkilerinin şekillendiği alanlar oluşturuyor. Kapsamlı bir şeklide kullanılması gerekiyor. Birde Tuzla'da yapılan böyle bir eylem, Gebze'den, deri sanayinden ve İstanbul'dan doğru birçok alanda üretimi etkileyen bir faktör oluşturuyor.
Patronların arasındaki çelişkileri de ortaya çıkarıyor. Mesela nasıl oluyor, tersaneler dışındaki bazı patronlar buradakilere “kardeşim sizde çok kuralsızsınız. Birçok yasayı uygulamıyorsunuz” dedirtiyor. En azından bazı adımlar atın da burada işler rayına girsin, diyorlar.
Fiili ve etkili bir eylem. Genelleştirdiğinde üretimi de tüketimi de engelliyor. Dolayısıyla yaşamı zora sokan bir eylem türü. Önümüzdeki dönemlerde bu yol kesme eylemleri işçilerin emekçilerin en önemli mücadele araçlarından biri haline gelecek.
Biz grev sabahı yolu kesemedik. Biz gözaltına alındıktan sonra gelenler yolu kestiler ama daha öncekiler gibi değildi. Bir yol kesildi ama burada greve katılmak için hazırlanmış, gelmiş bir işçi kitlesi vardı.
Cem Dinç: Desan direnişi esnasında yol da kesildi, gemi de işgal edildi. Bu başka bir eylem aracı da olabilirdi. Hayat her türlü eylemi ortaya çıkartıyor. İşçiler birleşiyor; işi yavaşlatıyorlar, üretimi de durduruyorlar, grev kırıcısının evine gidip onu dövüyorlar. Bütün eylem biçimleri var olan sürecin içinden çıkıyor.
Hakkı Demiral: Harb-İş üyesi arkadaşlarımız da 14 Mart’ta E-5 yolunu kestiler, sosyal güvenlik hakkına sahip çıkmak için. E-5 kesilince toplumun geniş kesimlerini etkiliyor. Farklı pek çok tarafa tepki gösteren, tüm kamuoyunu etkileyen bir eylem oluyor. Tersanede yapılan ise tersane patronlarını hedefleyen bir eylem. Burada yol kesilmesi idi grev olmaz mıydı, katılım değişebilirdi. Yol kesme eylemi sadece işçileri değil, aynı zamanda patronların da, taşeronların da araçlarını engelleyen tersane bölgesine kimsenin girmesine izin vermeyen bir eylem, fiili bir durum yaratıyor böylece.
Cem Dinç: Grev günü yapılan yol kesme eylemine şöyle bir ek de yapmak lazım, yol kesildi işçiler işe gitmedi ama o gün hiç tersaneler bölgesine gelmeyen de çok sayıda işçi vardı. Ada ve Tersan tersanelerinde gemi indirilecekti ama yapılamadı. İşçilerin bir kısmı greve gelmedi ama o gün işe de gitmedi. Yani grev çağrısına daha pasif bir yanıt verdiler. Toplamda yüzde 70’e varan oranda üretim durduruldu.
Harb-İş'in yaptığı eylemde GSS ile ilgili orada etki altına alınan herkes öğrendi. Kamuoyu yaratıldı.
*Artık patronlarla masaya oturan, grev örgütleyen bir sendika olarak, sendikanızın yeni bir düzeye ulaştığı söylenebilir mi? Eğer bu doğruysa, bu yeni düzeye denk gelecek ne gibi adımlar atmayı uygun buluyorsunuz? Ya da şöyle soralım: Fiili grev, fiili sözleşme... Sırada ne var?
Hakkı Demiral: Buradaki çalışma koşullarından bahsederken, kural dışı diyoruz yani aslında yasadışı anlamında. Hükümet, devlet burada yasaların uygulanmadığını biliyorlar. Yasalara uyarak bu süreci örgütlemeye gitmek zaten tamamıyla işverenlerin ekmeğine yağ sürmek olur. Onun için Limter-İş olarak fiili meşru mücadele yoluyla bu sorunu aşacağımızı ve bütün bu grev sürecinde çalışmalarımız bu anlamda yürüttük.
Şimdi buradaki işçilerden imza toplayarak Çalışma Bakanlığı'na gittiğimizde, insan hakları komisyonu kurulması için Meclise gittiğimizde bizi muhatap almasalardı, Dok Gemi-İş yetkili derlerdi. Bizim verdiğimiz fiili meşru mücadele sonucunda kamuoyunun da tersaneler gerçeğini gördüğü için; burada bizim en yetkili sendika olduğumuzun, onları bizim temsil ettiğimizin ve işçilerin taleplerini en ileri biçimde ortaya koyduğumuzun bilincindeler. Bu anlamda da bizim haklılığımızdan ve meşruiyetimizden dolayı bizi muhatap almak zorunda kaldılar. Çalışma Bakanı ile yapılan görüşmeye çağrılmamız da fiili mücadelemizin sonucudur.
Yasalar doğrultusunda hangi sendika yetkilidir, hangisi yetkisizdir bunu tartışacaksak; 40 bin tane işçinin çalıştığı tuzla tersanelerinde; bin işçinin çalıştığı bir tersanede 100 tane kadrolu işçiyi sendikalı yapıp, 900 güvencesiz işçiyi sendikasız bırakmak yetki almak demek ise biz baştan bunu istemiyoruz. Biz bu koşulda yetkisiz kalmayı savunuruz. Biz, tersanedeki işçilerin tümünün örgütlendiği bir yetkiyi istiyoruz. Bunun için mücadele veriyoruz.
Tersane patronları da taşeronlar da sorunun çözümü için muhatabın Limter-İş olduğunu tartışıyor, biliyor.
Fiili sözleşme dediğimiz şey şöyle özetlenebilir: 80'li yıllardan bu yana 10 saate varan çalışma süreleri ile üretimi sürdüren sendikaların, mücadelenin karşısında Ağır ve Tehlikeli İşkolu Yönetmeliği'ndeki 7.5 saat çalışmaya dönmesi fiili bir sözleşmedir. Hem de bu sözleşme bir saat içerisinde imzalanmıştır.
Kanber Saygılı: Dünyanın hiçbir yerinde sermaye gücü ya da devleti durduk yere mücadeleci bir sendikayı, işçi temsilcilerini çağırıp, “Gelin sizle bir anlaşma yapalım.” dediğini ne gördüm, ne de duydum. Aksine yıllarca dışlamaya çalışmışlardır. Tabii, bizim mücadelemizin önünü kesmek için tersanelere patronlar tarafından sokulan Dok Gemi İş gibi işbirlikçi gangster sendikalar hariç!
Bir tane hükümet, onun çalışma bakanı, tersane patronları Limter-İş Sendikası'nı da çağırıp, masaya oturuyorsa, -bizim toplu sözleşmemiz, yetkimiz yok doğrudur- niye çağırıyor o zaman bizi?! Bizim sosyalist sendikacılık yaptığımızı, sınıf sendikacılığını esas aldığımızı biliyorlar. Patronların işçileri sevmediği kadar; bizim de patronları sevmediğimizi açık seçik ortaya koyan bir sendika olduğumuzu yıllardır herkes biliyor.
Şu çok açık, devlet katında sen muhatap alınıyorsan; işte bu fiili meşru mücadelenin gücüdür. Tabii ki tersane patronları mırın kırın edecektir ama, bunun yolu artık açılmıştır.
Biz geldiğimiz aşamada, tersane patronları cephesinde bir yarık açtık. Bu ne bir kurşun, ne bir bıçak nede bir yumruk yarasıdır. Bu suyun yıllarca vura vura taşı delmesi gibi bir şey. Bu yarık artık kapanmaz.
Biz bundan sonra sözleşme yapacak mıyız? Tabii ki yapacağız. 27-28 Şubat'la birlikte 20 yıllık gelenek değişti burada. Devlet katında muhatap görülen sosyalist sendikacılar var. Yıllarca fazla çalıştırmaya karşı çıkması, 7.5 saat çalışmak istemesi ve bunu kazanması. 20 yıllık uygulamaları biz değiştirdik. Bunu bizimle masaya oturup yapıp yapmamaları hiç önemli değil. Şimdi bunu yaptılar mı, yaptılar. Bu Limter-İş Sendikası'nın yıllarca verdiği mücadelenin onları getirdiği noktadır.
İleride masaya oturacaklar mı? Oturacaklar tabi. Onlar da şunu iyi biliyorlar ki, bizimle masaya oturmadıkları sürece gün gelecek bu tersanelerde üretim tamamen duracak. Önümüzdeki süreçte taleplerimiz kabul edilmezse, daha güçlü eylemler yapacağımızı biliyorlar.
Cem Dinç: Artık burada hiçbir şey 27-28 Şubat öncesindeki gibi değil. Her şey değişiyor.
*Limter-İş “fiili grev”le “fiili yetkiyi” aldı diyebilir miyiz?
Cem Dinç: Kesinlikle, işçiler yetkiyi bize verdiler. Tersane patronları da bizimle masaya oturacaklarını biliyorlar ama kontrol altına almak istiyorlar. Tersane patronları arasında da çatlaklar var. Desan Tersanesi sendikamıza ve komisyona denetim için kapılarını açtı işte. Hem de orada Dok Gemi-İş sendikası örgütlü olmasına rağmen. Limter-İş gidiyor, orada incelemeler yapıyor.
Bazı patronlar sendikayı muhatap almayalım diyor, kimileri de “Tersane işçileri onların çağrılarına uyuyor, bakanlıkla görüşüyorlar, biz niye görüşmeyelim” diyor. Onlar şimdi bunun kavgasını veriyorlar.
Kanber Saygılı: Biraz önce Limter-İş yetkiyi aldı mı diye sordunuz ya, bu çok önemli bir şey aslında. Bir anlamıyla yetkiyi aldık diyebiliriz. Tam aldık demek ise abartılı olur.
Tersane işçileri yıllardır bizim burada mücadele ederek zaman zaman gözaltına alındığımızı, tutuklandığımızı ama tüm bunlardan yılmayarak sendika çalışmalarını sürdürdüğümüzü görerek, yeri geldiğinde tokalaşarak, yeri geldiğinde “Helal olsun. Biz biraz daha arkanızda olabilsek burası daha da değişecek.” diyerek tepkilerini veriyor. Biz onay aldık evet işçilerden.
Şimdi iki tane güç, iki tane irade var. Bir tarafta tersane patronları ve türevleri, bir tarafta ise tersane işçileri ve Limter-İş Sendikası. Burada göğüs göğse bir mücadele veriyor. Ama son kavgada yeri biz belirledik, araçları biz belirledik. Yani bu tersane işçilerinin iradesi olarak bizim sahaya girmemiz anlamındadır. Bu tersane patronlarına “Artık bu saatten sonra tek kale oynayamazsınız” demektir. Bütün futbolcularımız iyi oyuncular mı? Zayıflıklarımız olabilir. Ama önemli olan sahaya inmektir. Bu saatten sonra bize daha iyisini yapmak düşüyor. Grev de çok açık biçimde tersane işçileri açısından kesinlikle kazanılmış bir grevdir. Önümüzdeki zamanlarda yapılacak toplu sözleşmenin de önünü açmıştır.
Tarihte de toplu sözleşme, önce sokakta yazılmıştır. Ne sermayedarlar, ne de işçiler bundan farklı biçimde yazmamışlardır. Önce sokakta yazılmıştır, sonra yasa katına çıkmıştır. Sonra patronların eli titreyerek de olsa kâğıt üzerine geçirilmiştir.
Artık çok açık ifade ile tersanelerde 7.5 saat çalışma uygulanmaya başlanmıştır, fiili yoldan kazanılmıştır.
*Grev sonrasında bir örgütlenme/üyelik kampanyası gibi bir fikriniz var mı? Bu konuda engel oluşturan noter şartı nasıl aşılabilir? DİSK genel kurulunda noter şartını fiili olarak delelim çağrısı yaptınız?
Cem Dinç: Noter şartı 12 Eylül'den sonra gelen bir yasa ve sendikal mücadele önündeki en büyük engellerden biridir. Çalışan bir işçinin, sendikaya üye olmak için mesai saatleri içinde zaten notere gitme şansı yok. Gitti diyelim sonra üyelikler, Çalışma Bakanlığına gidecek. Bakanlık yetki verecek. Uzun bir prosedür. 33 YTL’lik noter ücreti de bu engellerin bir parçası. İşçilerin verecek durumu olmaması bir yana, sendikanın bunu üstlenmesi halinde bin üye yapmak için 33 bin YTL gibi bir mali kaynağa ihtiyacınız var. Böylece noter şartını getiren 12 Eylülcülerin nasıl bir işçi düşmanlığı yaptığı daha net açığa çıkıyor.
Aslında burada gerekli olan şu: Fiili durum, fiili üyelikle olur. “Örgütlenme hakkı vardır” diyen Anayasa'nın 90. maddesini gündemine alan, fiili üyeliği dayatan bir tutumla bu yasakçılığı delelim dedik DİSK'e. DİSK de ILO yasalarına göre bu hakkı kullanacağını söyledi ama DİSK'e bağlı sendikalar içinde bunu yaratan sendikalar fazla yok. Herkes bizim sektörümüzde olmaz diyor. Neden olmasın?
Belediye işkolunda olmaz mı, fiili durum yaratılamaz mı? Bizce yaratılır. Binlerce taşeron işçisi var. Metalde de böyle. Geçmişte yapılan bazı Başkanlar Kurulu toplantılarında, bu konunun önemli olduğuna ilişkin konuşmalar yapıldı. Ön açıcı olmak gerektiği karar altına alındı.
Şimdi bir milletvekili bir partiden istifa edip başka bir partiye geçiyor, buna kimse noter şartı aramıyor. Derneklere üye olurken böyle bir şey gerekmiyor. Bu işçiler örgütlenmesin diye konulmuş bir kanundur. Sendikalarını üye olmasınlar diye. Bunu başta sendikacıların kabul etmemesi lazım. Ama bu konuda bir uzlaşma oluşmuş durumda. Mademki uluslararası sözleşmelere imza atılmışsa bu kalkmak zorunda. Bu konuda çalışmalar yürütülmeli.
İşkolu barajı da var tabi bu da büyük bir engel.
Burada bir işçi meclisimiz var. Periyodik olarak toplantılar yapıyoruz ve kararlarımızı buradan alıyoruz. Tüm işçiler düşünceleri özgürce ifade ediyor. Önerilerini sunuyorlar. Bu fiili üyeliktir işte. Ancak böyle antidemokratik yasalar delinebilir.
Hakkı Demiral: Biz grevin ardından tersanelerdeki kadrolu ya da kadrosuz, sigortalı ya da sigortasız işçileri Limter-İş'e fiili olarak üye yapıyoruz, yapacağız. Grevin ardından yüzlerce işçi geldi üye oldu. Bu çalışma bundan sonra da devam edecek. En önemli planlarımızdan birim şu; üyelik kampanyası başlatacağız. Fiili meşru mücadelemizi, fiili üyeliklerle devam ettireceğiz.
*Grev sürecinde böyle bir çalışma yürütüldü mü?
Hakkı Demiral: Grev anında böyle bir eksiklik oldu. Grev anında kesinlikle masa kurularak, çok fazla işçi üye yapılabilirdi.
*Grev esnasında Çalışma Bakanı Faruk Çelik; “İki sendika var. Birisi yetkili sendika. Birisi yetkisiz sendika. Limter-İş ideolojik sendikacılık yapıyor” dedi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kanber Saygılı: 12 Eylül işçileri politikadan soyundurdu. Herkese şöyle dedi: Sendikacılık yapacaksanız, işçilerin üç kuruşluk yaşam koşullarına ilişkin çalışma yapacaksınız. Siz üç kuruşluk ücreti dört kuruşa çıkardığınızda, biz de mallara zam yapacağız. Bu böyle sürüp gidecek. Yani ekonomik sendikacılığı, düzen için sendikacılığı dayattılar. Sistemin sana sunmuş olduğu ne olanak varsa bu düzen içinde nemalanacaksın. Bunun dışında hiçbir şey düşünmeyeceksin. Düşüneceksen kapitalizmin sınırları içinde düşüneceksin. İdeolojin olmayacak, siyaset yapmayacaksın.
Zaten 12 Eylül öncesi ile sonrası sendikacılık arasındaki farkta burada. 12 Eylül askeri darbesinin öncesinde işçiler politika ile uğraşıyordu. Bu ülkenin gündemine, geleceğine dair sözler söylüyordu. 12 Eylül bunu ortadan kaldırdı. İçi boşalmış bir sendikal hareket yarattı. Bundan sonra sendikacılar şöyle açıklamalar yapmaya başladılar; “Biz ideolojik sendikacılık yapmıyoruz. İnsani taleplerle uğraşıyoruz.” dediler. Ama bu konuda devlet, hükümet, patronlar çok çok ideolojik davrandı ve davranıyorlar da. Tabii patronların ideolojisinin olması, politika yapmaları, bu çok doğal bir şey.
Ama aynı durum işçiler, sendikalar açısından da geçerli. Doğru, sendikalar ekonomik mücadele örgütleri olarak kurulmuşlardır ama süreç içinde bunlar geleceğe dair, kapitalizme karşı mücadele eden örgütlere dönüşmüşlerdir. Tabii ki sendikalar parti değillerdir, bir parti gibi hareket etmezler. Ama asla ideolojisiz değillerdir. Bir işçinin taraf olması kadar doğal ne var. Patron sendikalarının da olduğu gibi işçi sendikalarının da ideolojileri vardır. Ve bu işçi sınıfının ideolojisidir. Sosyalizmdir. Dolayısıyla politika yapmaları gerekiyor. Kapitalizmin kendilerine sunduğu olanaklarla sınırlı olmaması, asıl olarak kapitalizme karşı mücadele yürütmeliler.
Günümüzde “benim bir ideolojim var. Ben işçi sınıfının ideolojisi ile hareket ediyorum” diyen sendikaların sayısı şüphesiz ki az. Bunlar sınıf sendikacılığı yapan sendikalardır. Ama sayılarının az olması gerçekleri ortadan kaldırmıyor. Şimdi bu ideolojiye sahip çıkmamız gerekiyor. Yani ideolojik davranmamız lazım.
*Hükümet son derece ideolojik mesela. Serbest piyasa ideolojisini, liberalizmi, neoliberalizmi savunuyor. Hiç tartıştırmıyorlar bile.
Kanber Saygılı: Bu işçi sınıfına düşman bir ideolojidir. Mesela Sosyal Güvenlik Yasası tamamen ideolojik bir yasadır. İşçiye, emekçiye sağlık için ayrılan paraya “kara delik” gözüyle bakıyor. Tüm paraları doymak bilmez sermaye için ayırmak istiyor. İşte parasız sağlık hakkını yok ediyor. Biz ise merkezinde insanın durduğu, üretimin toplumsal ihtiyaçlar için yapıldığı sosyalizmi savunuyoruz. Tabii bunun yansıması, herkese insanca, parasız sağlık hizmeti talep etmemizdir.
Yani sermayenin saldırılarını bertaraf edebilmek için kendi ideolojinle ona karşı durman gerekir. Senin bir ideolojinin yoksa, şeklin yok anlamına gelir. Buda kapitalizmin sana çizdiği sınırlarla ne kadar yaşayabiliyorsan işte o kadar yaşayacaksın demektir.
İdeolojin olmazsa, kendin için dövüşmezsin, kendin için mücadele etmezsin. Başkaları için, düşmanın için mücadele edersin. Onun kulvarında dolaşırsın. Kapitalistler nereye hareket etmeni istiyorsa, nereye yönlendiriyorlarsa, oraya gidersin. O zamanda sen, sen olmaktan çıkarsın. İşte 12 Eylül işçi sınıfını, işçi sınıfı olmaktan çıkardı. İdeolojisinden soyundurttu. Ve sendikalarda 'bizim ideolojimiz var” demekten korkmaya başladı. Bu açıdan sınıf sendikacılığının en önemli gereklerinden biri de, işçilerin bir sınıf gibi hareket etmesi için mücadele yürütmesi olmalı.
Bu vahşi emek sömürüsünün karşısında mücadelenin gelecek görüş açısı sosyalizm olmalıdır diyoruz. Sosyalizm, ayakların baş olması demektir. Sosyalizm sömürüsüz bir toplumdur. İnsanın insana kulluğunun yok edilmesi demektir.
Kapitalizm ise sömürüdür, iş cinayetidir. Bunun için Bakan istediği kadar bizi suçlasın. Biz de en az onun kadar ideolojik bakıyoruz. Ama farklı sınıfların ideolojileri. Onlar sermayenin kılıcını sallıyorlar, biz işçi sınıfının!