Hedefte Kadın Bedeni Var
Türban, başörtüsü, sıkma baş... Tesettür kavramlarının odağında kadının örtünmesi, kapatılması durur. Kadının kapatılmasının temel gerekçesi de, kadının bedeninin, cinselliğinin erkeği baştan çıkardığı, onu günah işlemeye teşvik ettiği anlayışlarında somutlaşır. Kadının cinselliğinin gizlenmesinden yola çıkan İslam dini, İslamiyeti benimseyenlere kadınların örtünmesi gerektiğini emrederek; kendi toplum projesini oluşturur. Bu örtünmenin sınırlarını, biçimlerini belirler ve erkeği suç, günah işlemekten azade kılacak biricik yöntemi hem Kur’an’da, hem de yorumlarında açıklar, temellendirir.
İslam dininde de kadının örtünmesinin gerekliliği Adem ile Havva’nın öyküsüne dayandırılmıştır. Çünkü her üç büyük dinde ortak olan mitlerden biridir, Adem ile Havva miti. Adem’in kaburga kemiğinden doğan Havva’nın yeryüzünün ilk erkeği Ademi baştan çıkarıp, cennetteki yasak meyveyi yemeleriyle Havva, bütün kötülüklerin anası olarak ilan edilmiştir. Kadın/Havva baştan çıkarandır, erkeği suça itendir. Lanetlenip cennetten kovulmalarına sebep olandır. Bu nedenle erkeği kötülüklerden, suçtan, günah işlemekten uzak tutmanın yolu olarak kadının kapatılması İslam dinince de emredilmiştir. Ancak, genel olarak cinselliğin, cinsel ilişkinin özelde de kadın cinselliğini üremeyle sınırlı tutan Hıristiyanlıktaki anlayış, İslam dininde genişlemiş, dinin meşru olarak kabul ettiği evlilikle üremenin de ötesine taşmıştır. Yalnız bu farklılaşmada kadın ile erkek arasındaki ayrım; sınıflı toplumların tek eşli ailedeki erkeğe sunduğu sınırsız aldatma hakkının kutsanması, kadına tek eşlilik dayatmasının sürdürülmesi biçiminde olmuştur. İslam dini erkeğe çok eşliliği tanımış, meşru kılmıştır.
Adem ile Havva’nın öyküsü Kuran’da şöyle dile getirilmektedir. “…Eğer onların örtünmek için bir niyetleri olmasaydı, Allah-u Teala bu hususu önemsemezdi. Bununla birlikte Allah’a itaatte devamlı olsaydılar, onlara sadece Allah’ın yardım edebileceği göstermek istenmiştir. Onlar itaat sınırını aşar aşmaz o da himayesini geri aldı ve onları kendi hallerine bıraktı.”(1) İslam dininin kadının cinselliğine yaklaşımına dair bazı yorumları paylaşmakta yarar var. Adem ile Havva’nın öyküsünden yola çıkan Abdelwahab Boudhiba’nın yorumu da şöyle: “Ölümlülük ve Ebedi Güç ağacından tattıktan sonra, çift hemen ‘ayıp yerler’inin (suatihimal) çıplaklığının farkına vardılar. Kendilerine çok pahalıya mal olan bu gerçek, sonunda cinsel gerçek olarak ortaya çıktı! Daha en başında ilk çift örtünmeyi ‘keşfetti’; bir başka deyişle yeryüzüne inişe, yani toplumsal yaşama girişe haddi zatında ayıp duygusu eşlik etmektedir. Burada suç ve günah nosyonlarına yer yoktur. Lanet mevcut değildir. Tam tersine; tanrı insanına acımış ve ona giyinebilme yeteneği vermiştir. Giyinme ayıbı ortadan kaldırmaktadır ancak insanı toplumsal yaşama sokmaktadır.”(2)
Görülebileceği gibi suç, günah, yasak gibi kavramlar kadının cinselliğiyle yan yana gelmektedir. Giyinme ise (genel olarak) ayıbın ortadan kaldırılması olarak görülmekte, Boudhiba’da bu aynı zamanda insanın toplumsal alanda var olması/var edilmesiyle de birleşmektedir.
Adem ile Havva’nın öyküsü İslamcı yazar Cihan Aktaş tarafından ise şöyle yorumlanmaktadır: “Önceleri ise Allah, onların çıplaklıklarını örterek bu çıplaklığın çirkinliğini fark etmelerini engellemişti. Yasağın ihlalinden sonra ise o, yardımını kaldırdı ve insanları çıplaklıklarının utancını gidermek üzere kendi çabalarıyla baş başa bıraktı”.(3)
İlk insanlığın doğuşunu Adem ile Havva’nın öyküsüyle açıklayan dinler, özelde de İslam dininde, insanın giyinme ihtiyacının ilk insandan başlayarak, doğadan-soğuktan korunma güdüsünden kaynaklandığını da kabul etmez. Tarihsel Materyalizmin insanlığın gelişimini, tarihsel serüvenini açıklarken, ilk insanda var olan soğuktan korunmak için giyinme güdüsünün, eyleminin tekniğin, toplumların gelişim seyri içerisinde koruma güdüsünü aşarak bir tüketim sektörüne, modaya dönüştürüldüğünü de ortaya koymuştur. Ancak yukarıda Cihan Aktaş’tan aktardığımız küçük pasajda da görülebileceği gibi insanın çıplaklığı, bedenin “çirkinliğine” yapılan vurgular boşuna değildir. Zira insan bedeninin çıplaklığı eşittir cinsellik olarak algılanmaktadır. Her ne kadar İslam dini diğer iki büyük dinde olduğu gibi cinsel ilişkiyi yasaklar katına yükseltmemiş olsa da, kadını erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gideren bir nesne olarak görmektedir/sunmaktadır. Genel olarak kadının, insan olarak değil de “dişi” olarak görülmesinin bir sonucudur bu yaklaşım. İslamcı yazarlar (özellikle de kadın yazarları kastettiğimizi vurgulamalıyız) kadının örtünmesinin, kadının özgürleşmesi, cinsel obje olmaktan çıkarılması anlamına geldiği fikrinde ısrar etseler de (ki, sorunun bu boyutunu yazımızın sonraki bölümlerinde ele alacağız) ancak kadının güzelliğinin, cinselliğinin yalnızca eşe saklanması gerektiği anlayışına takılıveriyorlar. Çünkü onlara göre, modern bir kıyafet taşıyan kadının aynı zamanda kendini başka erkeklere sunması olarak algılanmakta, görülmektedir.
İslam’da kadının bir insan olarak değil de “dişi” olarak algılandığı, tanımlandığı görüşünü Selahaddin Asım, “Türk kadınlığının Tereddisi yah’ud Karılaşmak” adlı kitabında dile getirmiştir. Modern Mahrem Kitabında S. Asım’ın görüşlerini Nilüfer Göle’nin özetiyle paylaşmak istiyoruz:
“Asım, kadınların dinsel yasalara uygun olarak yalnızca zevce ve çocuk anası olarak yaşamasını ve böylelikle kadının toplumsal işlevlerinden kopmasını eleştirmiştir. Şehvet ve üremeye hizmetten başka bir şeye yaramayan kadınlığın bu haline ‘karılaşmak’ adını vererek, kadınların ‘dişilikten’ kurtulması ve ‘insanlık’ mertebesine eriştirilmesi gerekliliğini savunmuştur. Bunun bir medeniyet ve kadınlık meselesi olduğunu yazan Asım, sosyal bir hastalığın ifadesi olan ‘Türk karıcılaşmasında’ en büyük etken olarak dini görmektedir.”(4)
İslam dininin kadına, kadının cinselliğine dair yaklaşımları konusundan örnekler fazlasıyla mevcuttur. Bu yazımızda amacımız genel olarak İslam dininin kadına yaklaşımını ele almak olmadığı için kendimizi sınırlandırmayı tercih ettik. İslam dininin kadına cinselliğini gizlemesi gerektiğine dair yaklaşımlarıyla devam edelim.
Kadın Bedeni Neden Gizlenmelidir?
Bütün dinlerin mantığında olduğu gibi, İslam dini de İslamiyeti kabul edenlere bir yaşam biçimi sunar. Ve kendinden önceki dinler gibi İslam dininin odağında da, kadının köleleştirilmesinin kutsanması vardır. Toplumsal yaşamda erkek egemenliğiyle baskı altına alınmış, ikinci sınıf insan statüsüne indirgenmiş kadın cinsinin bu durumu/statüsü daha da ağırlaştırılmış olarak dinler katında kendine yer bulmuştur/bulur. Bunun nedeni ise, dinlerin de toplumsal yapının(ların) bir üstyapı kurumu olarak var olması, toplumdaki erkek egemenliğinin burada da hakim olmasını koşullamaktadır. Tek tanrılı dinlerin tümü, erkek egemen toplumların ‘kutsal’ yansımaları olarak, kadının köleliğini kutsamış, erkeğin egemenliğini Tanrı buyruğu haline getirmiştir. Dolayısıyla dinlerde, özelde de İslamiyet’te kadına biçilen rol, kadının yeri, erkeğe hizmet ve çocuk doğurup büyütmekle sınırlandırılmıştır. Sınıflı toplumların baskı altına aldığı kadının durumu, kadının değişmeyen ve değişmeyecek yazgısı olarak sunulmaktadır.
İslam dininde kadının örtünmesi emredilir, istenir. Kur’an’da buna dair anlayışlar, emirler yer almıştır. Ahzab Suresi kadının örtünmesi gerektiğini şöyle ifade etmektedir:
“Ey Peygamberler! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle, bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Genel olarak kadının cinselliği ile namus-iffet kavramları bir arada telaffuz edilmektedir. Kadınların örtünmelerini onların daha özgür, namuslu bilinmelerinin garantisi olarak gösterilmektedir. Ve bütün bu öğütlerin kadınlar için yapılmasının İslam dinindeki yeri de mantığı da bellidir. Bu mantığı biraz daha açığa çıkarmak için örneklerimize devam edelim.
“Ey Muhammed!... Mü’min kadınlara söyle; gözlerini bakılması yasak alandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Sözlerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar...”(5)
İslamcı kadın yazarlardan Cihan Aktaş ise Kur’an’daki kadının örtünmesine ilişkin yaklaşımları şöyle yorumlamaktadır:
“Kadının örtüsü, onun toplum içinde kadınsı çekiciliğiyle yer almak istemediğini, istememesi gerektiğini ve iffetli oluşunu ifade eder. Bundan başka, kadın ve erkek giyimleri cinsler arasında ayrılığı ifade edebilmeli ve bu ayrılığı koruyabilmelidir.”(6) (*)
İslam dininin kadına ve kadının cinselliğine bakışı temeli üzerinden yükselen bu fikir, kadının kapatılması fikrini “Kadının çekiciliğiyle toplumda yer almak istememesi” biçiminde, kadının tercih etmemesi gereken bir durum olarak dikte etmektedir. Ve hiç kuşkusuz tartışmaların odağında duran türban meselesi, İslam dininde kadının örtünmesine dair belirtilen kuralların yalnızca bir kısmını; kadının saçını, kafa, ense ve omuzların kapatılmasını kapsar... Oysa dini kurallar kadının tepeden tırnağa örtünmesini emreder ve burada yatan mantığı yazımızın başından beri vurguladık. Erkeği baştan çıkaranın, onu günah işlemeye, zinaya yöneltenin kadın bedeni olduğu her fırsatta vurgulanmaktadır. Erkeği bütün bunlardan azade kılacak biricik yöntem olarak kadının kapatılması istenmektedir.
Örtünme, kadının kapatılması İran örneğinde olduğu gibi tek-tip kara çarşaf da olabilir. Türkiye örneğinde olduğu gibi topuklara dek uzanan, vücut hatlarını tümü ile gizleyen pardösü ile saç ve kafayı, omuzları kapatan türban, başörtüsü şeklinde de olabilir.
Bu örtünmede kural; saçın gizlenmesi, kolların bacakların, vücut hatlarının bol giysiler altında saklanmasıdır. Bu giyim tarzında renk ve model bireysel tercihe bırakılmıştır. Ve bu noktada “tesettür modası” denilen sektör de yıllar öncesinden oluşmuştur, devreye girmiştir. Dolayısıyla, bu tarz bir tesettürde hem İslam dininin gerekleri yerine getirilmiş oluyor, hem de dinin emrettiği kadının “namus”unun korunması sağlanıyor, hem de kendince “şık”, “modern” bir tarz yakalanmış oluyor. Tabii Türkiye’de tesettürün bu biçimi dışında kalan, çarşafı bir örtü biçimi olarak gören, sokağa çıkan kadının yalnızca gözlerini açık bırakacak şekilde tesettürü tercih eden tarikatlar olduğunu da belirtmeliyiz. İnanan kadının rolünü daha çok mücahide olarak öne çıkaran, tanımlayan İslamcı kadın dergilerinden Mektup dergisinde yer alan “Evde cici dışarıda öcü olmalıyız” tanımlaması, dışarıda kara çarşafı ve peçeyi örtünme biçimi olarak benimseyen anlayışların bakışını özetliyor. Kadınların kapatılmasına ilişkin İslamcıların yaklaşımını yine kendi yorumlarından yola çıkarak özetlemek gerekirse: İslamcılar kadının örtünmesini bir zaruret olarak görüyorlar. Kadının iffeti kadının ev dışındaki yaşamdan uzak oluşuyla doğru orantılıdır. Bu nedenle eşe hizmet, çocuk doğurup yetiştirmek kadının biricik görevleri olarak belirlenmiştir. Kadının evden dışarı çıkışının yolu olarak örtünmesi gerektiğinden asla taviz verilmesi istenmez. Bakmak, İslamcıların ifadesiyle göz zinasına girer ki bu da fitneyi doğurur, şehveti tahrik eder. Şehvet ise, haramın işlenmesine yol açar. Kadının elbisesi şayet vücut hatlarını belli ediyorsa, ona bakılmaması gerektiği salık verilir, kadının dışarı çıkması belli kurallara bağlanmıştır. Kadınlarla erkeklerin bir arada bulunması onlara göre fuhuşu arttırıcı bir etkendir, yine bir arada kalması serbest olmayan (ki İslam dini bunu da belirlemiştir) kadın ve erkeğin yalnız kalmaları da yasaklanmıştır. Bu kapsamda kadın ve erkeğin tokalaşması da yasaklar arasındadır. Ta ki kadının şehvetinin, cinselliğinin tükendiği, ihtiyarladığı zaman tokalaşmasında bir sakınca görülmez.
Tıpkı mayınlı bir tarlaya benzeyen bütün yasakların kadına dair formülasyonuyla kadının, sosyal, siyasal, kültürel yaşamdan uzaklaştırılmalarının gerekçeleridir bunlar. 1980’li yıllarda üniversitelerdeki türban yasaklarına karşı çıkan öğrenci kadınların hareketi İslam dininin farklı yorumlarını, yorumlanmasını da sağladı. Her ne kadar bütün bu yorumlarda da kadının kapatılması, kapanması çok özel bir yerde dursa da; kadının yaşam içerisindeki rolünü, beklentilerini değişikliğe uğrattı. Sorgulama sürecini başlattı. Kadınların kapanmasının aynı zamanda Batı’ya karşı bir direnç, direniş ifade ettiğini iddia eden C. Aktaş bunun anlamını şöyle ifade etmektedir:
“Batılaşmayla ilgili tartışmaların dönüp dolaşıp tesettür konusunda düğümlenişi oldukça anlamlıydı. Bir kere Müslüman kadının örtüsü, batılı ve doğulu emperyalistleri doğrudan ilgilendiriyordu. Onlar, örtüsünden sıyrılmış kadınların bulunduğu Müslüman toplumlarda inanç ve değer bağlarının daha çabuk gevşeyeceğini, inkâr edilen temel değerlerin yerlerinin kolayca doldurulamayacağını ve böylece toplumun çözülmeye gideceğini düşünüyorlardı. Müslüman kadının örtüsü onun iffetini simgelemekle kalmıyor, doğrudan Kur’an buyruğuna uyduğunu da gösteriyordu. Bu örtüden koparılmış Müslüman kadın, kolayca Batı emperyalizminin pazarlarında zihinsel ve fiziksel açıdan ucuz bir işçi, bir tüketim gönüllüsü ve eşyası olmaya hazır hale gelecekti. Zihinde kimlik çatışmasını yaşamakta olan Müslüman kadının Batılı örneğe uygun giyinmişliği, halkı Müslüman ülkelerin manzarasını, İslamilik karakterini değiştirecekti.”(7)
Kadının kapatılmasına Batı karşısında direnme, çözülmeme marifetini yükleyen bu yaklaşımda; kadının İslami toplumun direniş noktasında durduğu görülmektedir. Yani sorun yalnızca İslam dininin inananlardan istediği yaşam biçimine uygun yaşamanın ötesinde, Doğu ile Batı arasında ki çatışmada da, kadınların kapanmasına özel bir rol, misyon yüklediği anlamına gelmektedir. Bu konudaki tartışmaları Nilüfer Göle şöyle açıklamakta, özetlemektedir:
“Nasıl ki Batıcılar için kadının peçesini kaldırması, ev dışına çıkması ve özgürleşmesi ‘medeniyet’in bir ön şartıysa; kadının İslami ahlaka uygun giyinmesi ve davranması da İslamcılar için ‘içtimai’ yaşamı, gelenekleri korumanın bir teminatıydı. Her ikisi için de kadının cinsel kimliği ile toplumsal konumunun nasıl tanımlanacağı esastı. Kadın meselesi üzerinden şekillenen bu siyasi kavga, Batı medeniyeti ile Doğu İslamiyeti arasındaki en dirençli farklılığın toplumsal örgütlenme ve biçiminden ve bunun cinsiyetle arasındaki ayrışmalardan kaynaklandığını görmekteydi. İçerisi/dışarısı, mahrem/namahrem olan arasındaki sınır çizgisini kadının gövdesi, kadının görünemezliği çizmekteydi. Hangi medeniyetin yörüngesine girileceğini, mahrem ile namahrem daireleri arasındaki yeri belirlemekteydi.”(8)
Kadının kapatılması; sadece İslam dininin inananlardan istediği, bireylerin dini gereklerini, isteklerini yerine getirdiği basit kişisel bir sorun olarak algılanıp sunulamaz. Zira İslam’ın isteklerinin İslami kurala uygun yaşam biçiminin onun toplumsal projesi olarak algılanması, görülmesi gerekmektedir. Bu bakımdan İslamcıların bu durumu tartışma tarzı, iktidarla ilişkisini gizleme çabası olduğu gibi, iktidarı ele geçirdiklerinde inanmayanlar bakımından özgürlükçü yaklaşmayacaklarının, en somut örneklerinden biridir İran örneği.
Kadının kapatılmasındaki bakışa damgasını vuranın kadını baskı altına almak olduğunu vurgulayan Faslı feminist yazar Fatma Mernüsi’den alacağımız bir pasajla bu bölümü noktalayalım:
“Ortodoks Sünniliğin savunduğu ideal kadınlık modeli, fiziksel olarak edepli, itaatkâr bir kadındır... Böyle bir kadın, yasalara ve düzene karşı çıkmaz. Vücudunu örter ve onu yalnızca kocasının kullanımı için saklar. Örtünme, önemli bir özellik olan iffetlilikle yan yana gider ve kadınların mekânsal olarak sınırlanmalarının anlamı budur. Mekânsal sınırlama, kadınların, bilgi ve iktidarın alanı olan kamu alanında dışlanmalarının fiziksel ifadesidir. Müminler adına karar verme ve onlara rehberlik etme iddiasıyla İslam’ı disipliner bir çerçeve olarak tahrif eden muhafazakâr Müslüman eylemcilerin, kadınların iffeti konusundaki ısrarlarının nedeni budur. Kadın iffetinin daha kapsamlı bir sembolik işlevi vardır. Bu inanan açısından, inisiyatifini ve eleştirel muhakemesini dizginleme gereğine ilişkindir.”(9)
Türkiye’de Kadının Kapatılmasına Kısa Bir Bakış
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Mustafa Kemal’in Batılaşma hareketinde, kadınlar “özel” bir yere konmuştur. Kadınlara tanınan bazı siyasal haklar, yine kadınların eğitim, sosyal ve kültürel yaşamla ilişkilenişlerinde bir değişim de söz konusu olmuştur.
Ancak Kemalist burjuvazinin üstyapı alanındaki tarihsel bakımdan ilerici adımlarının kısıtlılığının temelinde, bunların halksız dönüşümler olması, halkın mücadelesine dayanmaması, Kemalistlerin toprak ağalarıyla ittifak yapması ve feodal üretim ilişkilerini yıkmaya yönelmemesi yatar. Kemalizm toprak ağaları sınıfını devrimci biçimde dağıtmaya asla yönelmediği gibi, cılızlığından dolayı bu sınıfla ittifaka sıkı sıkıya sarılmıştır. Ancak feodal üretim ilişkilerinin üstyapıdaki yansımalarına karşı ise ‘amansız’(!) bir mücadele yürütmüştür. Feodal üretim ilişkilerine kılıç darbesi vurulmamış, ama aynı kılıç, şapka takmayan halkın başlarını kesmiştir. Kemalist burjuvazi reformları her zaman tepeden, halkın politik katılımı olmaksızın, tabandaki feodal ilişkileri onyıllara yayılan evrimci tarzda dönüştürerek gerçekleştirmiştir. Böylece kültürün, kılık-kıyafetin bu denli önem kazanması kaçınılmaz olmuştur!
Bu durum, kadının özgürleşmesi alanında da söz konusudur. Kemalizm, kadının toplumsal durumunu yasalardaki değişikliklerle, kültür reformlarıyla, eğitimle vb. değiştireceğini ilan etmiş, kadının gerçek toplumsal durumu ise nüfusun ezici çoğunluğu bakımından esasta dokunulmadan kalmıştır. Kadını kuşatan gerici toplumsal değer yargıları varlığını koruyup sürdürmüştür. Kadınların bizzat öznesi olduğu bir demokratik kadın hareketi ise söz konusu dahi olmamış, ancak birkaç büyük şehirde burjuva ve küçük burjuva kadınları kapsayan hükümete tabi dernekler var olmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim hakkından ailelerin tercihleri nedeniyle yararlanamayan kız öğrencilerin durumuna ilişkin tabloya dair bilgiler Cihan Aktaş’ın “Kılık Kıyafet İktidar” kitabının ikinci cildinde şöyle özetlenmektedir:
“Cumhuriyet kurulduktan sonra, okullarda kız öğrencilerin başlarını örtmelerine izin verilmeyişi gibi nedenlerle Müslüman ailelerin çoğunluğu kız çocuklarını okula yollamaktan kaçınmıştı. Birkaç on sene devlet okullarına gönderilmeyen kız çocuklarının öğrenimleri ve eğitimleri o yılların koşullarında, büyük ölçüde illegal denilebilecek Kur’an kursları etrafında sürdürüldü. Kur’an-ı Kerim okumayı bilen kadınlar, evlerinde gizli gizli mahalle çocuklarına Kur’an okumayı öğrettiler, temel dini bilgiler verdiler. Sonuç olarak da Cumhuriyetin ilk kuşak okumuş kadınları başörtülü öğrenci diye bir sorun kendini hissettirmedi.”(10)
Aslında bu satırlar onyıllar boyunca eğitim/okuma hakkı fiilen gasp edilmiş kız öğrencinin bilgiye ulaşmasının nasıl engellendiğinin özetidir. Yalnızca Kuran’ı öğrenmeleri, dünyayla- yaşamla kurdukları ilişkinin de sınırlarının darlığını göstermektedir. Eğitimdeki kılık kıyafet dayatmasının zor yoluyla sağlayamadığı bu kural kadınları vuran bir silaha dönüşmüştür. 1951’den sonra devlet, Diyanet İşleri ve sınırlı sayıdaki İmam Hatip okullarıyla din eğitimini de kendi eliyle gerçekleştirmeyi hedeflemiş olsa da, o günden bugüne bu alanda ifade ettiği biçim ve düzeye ulaşamamıştır. Ve bilindiği gibi 70’lerin ilk yarısına kadar bu okullarda yalnızca erkek çocuklar eğitim almışlardır.
1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren İslam dininin emrettiği biçimde örtünmeyi tercih eden kadınların eğitim hakkından yararlanma istek ve pratikleri o günden bugüne uzanan türban, tesettür tartışmalarının da kaynağını oluşturmuştur. O yıllarda etek boylarının kısa olması, kentli kadınların giyimine Batılı tarzın egemen olması, bu tarz giyime karşı İslamcıların gerici tutum geliştirmeleri de gündeme girmiştir. 1966 sonlarında Konya’da yapılan Müftüler Semineri’nde kadınların giyimi ele alınır ve “…kadınların garp taklitçiliğinden kurtarılarak, dini milli adap ve ahlaka riayetlerinin sağlanması, ahlak bozucu sinema vs. yerlere gitmelerine mani olunması, açık seçik gezmelerinin önlenmesi” biçiminde görüşler etrafında tartışılmıştır.
Yine 1968 Martında Türkiye İslam Enstitüsü Talebe Federasyonu tarafından dağıtılan “Müslüman Türk Kadınlarına Hitap” başlıklı bildiride de kadınların örtünmesine ilişkin gerici tutumları yer almıştır.
“Ne yazık ki, 20. asrın madde ve medeniyeti kadının namus ve iffetine ve şerefine pek ağır bir darbe indirmiş, ona yaratılışı ile bağdaşmayan ters bir istikamet vermiştir. Kadın hakları, hürriyetleri teraneleri altında onun yaratılışına zıt bir hayat tarzına sürüklenmiş, aile müessesesini zayıflatmış, fuhuş ve zinayı kolaylaştırmış, bunun adı da hürriyet konmuş.”(11) Cihan Aktaş’ın kitabında yer verdiği bu satırlar; aslında kadınların bütün haklarının İslam dininin gerici, erkek egemen mantığıyla yorumlanarak, bir çırpıda fuhuşla vs. vb. izah edilerek kenara atılışının; dolayısıyla da İslami gericiliğin kadına bakışının özetidir aslında. Her ne kadar kadınlar adına bu erkekler, inanan kadınların yaşam çerçevesini çizmiş olsalar da, niteliksel olarak düşük düzeylerde de olsa eğitim hakkından yararlanmak, tıpkı çağdaş hemcinsleri gibi çalışma yaşamına katılmak isteyen inanan kadınlar da vardı ve üniversitelerde okuyorlardı.
1968 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden Hatice Babacan’ın örtünmesiyle tartışmalar başlar. Fakülte hocaları Babacan’ın “Tarikatlar tarafından gönderildiğini ve başka amaçlar için örtündüğünü” söylerler, derslere başörtülü girmesine izin vermezler.
O yıllarda üniversitelerdeki duruma dair bir fikir vermesi bakımından İslam Tarihi Hocası Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın sözlerini paylaşmakta yarar var.
“Ben on otuz senedir bu sıralarda karşımda kapalı bir kız görmedim, bundan sonra da görmek istemem, ya başını açarsın veya sınıftan çıkarsın.”
Hatice Babacan’ın başını açmamaktaki ısrarı okuldan atılışıyla sonuçlanır. Yürüttüğü hukuk mücadelesi yeniden sınavlara girip üniversiteye başlamasıyla sürer. Bu süreçte arkadaşlarının dersleri boykot etmesinden, oturma ve açlık grevi eylemleriyle desteğini görür Babacan. Zira o, türban yasağına karşı çıkan ilk kadın öğrencidir.
Türbanlı kadınların mücadelesi bakımından bir diğer ilk de, 1965 yılında kendi isteğiyle kapanan gazeteci Şule Yüksel Şenler’dir. Şenler’in tesettür konusundaki yazıları, konuşmaları ve 1970’lerde onun Cumhurbaşkanı’na yazdığı açık mektupta, Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanmasına ve 13 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılmasına neden olmuştur Eğitim haklarını kullanmak isteyen üniversiteli türbanlı kadın öğrencilerin eylemleri ve yasaklar kendi mecrasında akarken; bir diğer tartışma-çatışma konusu da, İmam Hatipler olmuştur. 1951 de açılan İmam Hatip Okullarına henüz kız öğrenci alınmıyordu. Kız İmam Hatip Okullarının açılması talepleri gündeme gelir. Kız İmam Hatip Okullarının açılması için ilk kez Isparta’da İmam Hatip Okulları Derneği 1968 yılında açılır. Bir yıl sonra da Ankara’da İmam Hatip ve İlahiyat’a Kız Öğrenci Yetiştirme Derneği kurulmuştur. Bu dernekte aynı zamanda kız öğrenciler için kurslar düzenlenir. 1970’lere gelindiğinde ise İmam Hatiplerin kapısı kız öğrencilere açılır.
12 Mart askeri faşist darbesinin İslamcılarla ilgili yaptığı; “Birkaç yüzyıldan beri milletin temiz milli duygularını tahrik ederek onu bir ortaçağ taassubuna sürüklemek isteyen geri kafalılar” değerlendirmesi, İslamcıların köktenci tutumlarında derinleşmeleriyle devam eder. Ve bu derinleşmede en görünür yanlardan biri; kılık kıyafet olmuştur.
1980 askeri faşist darbesi sonrasındaki yıllarda İmam Hatip Okullarındaki sayısal artış dikkat çekmiş olsa da, Türk-İslam sentezinin bu dönemde yükselmiş olması; üniversitelerde 12 Eylül’ün yasakçı, baskıcı zihniyetinin uygulayıcısı, 20 Aralık 1980’de YÖK’ün kurulması türbanlı öğrenciler için de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. YÖK sonrası başörtüsü ya da türban yasaklarına ilişkin belli başlı gelişmelere kısaca bakmakta yarar var:
-1981 Aralık’ında öğretmen ve öğrencilerin kılık kıyafetlerine ilişkin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan 8/3349 karar sayılı yönetmelikle dar bir çerçeve çizildi. Bu yönetmelik aslında askeri faşist diktatörlüğün açık faşizan baskıcı uygulamalarının, aynı zamanda toplumu tektipleştirmenin bir parçasıydı. MEB’in bu yönetmeliğinin hedeflerinden biri olan İmam Hatip Okullarındaki kız öğrencilerdi. Kızlarını başı açık okula göndermek istemeyen aileler bu yönetmelikle bir yol ayrımına gelmişlerdi. Bu karara karşı çıkan veliler çeşitli girişimlerde bulunsalar da; fiilen başını açmamakta direnenlerin eğitim hakları gasp edilmiştir.
-YÖK, üniversitelerde kılık kıyafete ilişkin yayımladığı genelgede, kız öğrencilerin açık bir baş ve düzgün taranmış saçlarla okula gelmeleri, erkek öğretim üyeleri ve öğrencilerin ise sakal bırakmamaları talimatları yer almıştır. İlahiyat Fakültesinde okuyan kız öğrencilere ise yalnızca Kuran derslerinde başlarını örtme serbestisi tanınmıştır.
-10.5.1984 tarihinde YÖK aldığı 84, 85, 527 sayılı kararla isteyen öğrencilerin üniversitelerde “modern bir kıyafet olan türbanla derse girebileceklerini ve bina içinde dolaşabileceklerini” açıkladı.
-Üniversite Disiplin Yönetmeliğinin (h) fıkrasında; “Yükseköğretim kurumlarının dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur.” kararıyla yasakçı zihniyette başa dönmüştür.
-1 Kasım 1988’de YÖK’ün çıkardığı genelgede yeniden çağdaş bir kıyafet olarak tanımlanmış olsa da, uygulamada ortaya çıkan farklılıklar sorun olmuştur.
-8 Mart 1989’da Anayasa Mahkemesi “Üniversitelerde dini inanç sebebiyle boyun ve saçların türbanla örtülmesini” serbest bırakan yasayı iptal ettiğini” açıklamış; bu açıklamanın ardından Danıştay’da durdurulması için bir grup öğretim üyesi tarafından açılmış olan davayı sonuçlandırarak; türbanı serbest bırakan YÖK Yönetmelik Hükmü’nü iptal etmiştir.
Türban yasağı kadın öğrencileri ya başlarını açarak okula devam etmelerini ya da eğitim hakkından vazgeçmeleri gibi bir ikilemle/tercihle karşı karşıya bırakmıştır. Bazı öğrenciler tercihlerini başlarını açarak ya da türbanı ikame edecek peruk, şapka gibi araçlar kullanarak okula devam etme doğrultusunda kullanırken; önemli bir kısmı ise yasaklara karşı eylemlerde yer almışlardır.
Türban yasağı özellikle İlahiyat Fakültelerinde öğrenimin aksamasına yol açmış; 1987 Şubat’ında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yasak nedeniyle okula giremeyen 203 öğrenci ve onlara destek veren 850 civarında erkek öğrenci derslere girmeme kararı alırlar. Bursa’da başlarını açmayı kabul etmeyen 103 türbanlı öğrenci İlahiyat Fakültesinden ayrılmak zorunda kalır.
Derslere girmeyen öğrenciler çeşitli kurumlara protesto telgrafları çekip, imza kampanyaları düzenlerler. Oturma eylemleri, basın açıklamaları ve açlık grevleriyle türban yasağını protesto ederler. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 58 türbanlı öğrencinin uzaklaştırılması üzerine öğrenciler açlık grevine başlarlar. Fakülte bahçesinden polis zoruyla çıkarılan öğrenciler eylemlerine Emek Parkında devam ederler. Açlık grevleri Bursa İlahiyat Fakültesi; Ankara Hukuk ve Dil Tarih Fakültelerinde de yapılır.
Ankara, İstanbul ve İzmir’de gerçekleştirilen oturma eylemleriyle yasak protesto edilir. Özellikle İstanbul Üniversitesi önünde gerçekleşen eylemin dışarıdan desteklenerek büyümesi dikkatleri çeker. Yine bu süreçte açılan toplu davalar, davaların AİHM’e taşınması da eylemlerin bir parçası olmuştur.
Türbanlı öğrencilerin türban yasağına karşı eylemleri sürerken; 1987’de Zaman gazetesinde bazı İslamcı kadınlar, kadın sorununu gündeme getirmek amacıyla bir yıla yayılan bir zaman diliminde yazılar yazarak, çeşitli polemikler yapmışlardır.
Türkiye’de bütün insan hak ve özgürlüklerinde devletin saldırıları ile “iyileştirme”, “çözme” politikalarında mehteran takımını andıran, hatta ondan da beter pratiği, türban meselesinde de benzer bir seyir izlemiştir. Dolayısıyla türbanlı kadın öğrenciler bir yandan devletin YÖK eliyle uyguladığı yasaklara karşı eylemler yaparken, bu baskılar karşısında bazı öğrenciler geri adım atarak başlarını açmış, bir kısmı da okuldan ayrılmak zorunda kalmıştır. Zengin aile çocukları ya da sırtı kalın olanlar eğitimlerini yurt dışındaki üniversitelerde tamamlarken, emekçi çocukları bu karşı koyuşun bedelini ödemişlerdir. İslamcı erkekler mi; her zaman olduğu gibi, bu işte de bedel ödemeyi kadınlara bırakarak yollarına devam etmişlerdir. (12)
Gerçekte Türkiye Hiç Laik Oldu Mu?
Laiklik din ile devlet işlerinin kesin bir biçimde ayrışması demektir. Mustafa Kemal’in cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Batılılaşma çabalarından birini de din ve devlet işlerinin ayrıştırılması olmuştur. Bunun bir diğer parçası da, kılık kıyafetle ilgili reformlardır. Her ne kadar 1926 yılında ceza kanununun 163. maddesiyle “dini” siyaset aracı olarak kullanma eylemi “yasaklanmış” olsa da Cumhuriyet’in bütün tarihinde, din, özel olarak ta çoğunluğun benimsediği Sünni İslam, devlet tarafından himaye altına alınmış ve düpedüz politik amaçlarla kullanılmıştır.
Laiklik tanımının sağa sola çekilmeyecek kadar açık ifade ettiği gibi dinin devletin alanına, kurumlarına girmemesi bir kuraldır. Devletin bütün inananlar ve inanmayanla ya da farklı inançtan yurttaşlar karşısında yansız olması istenir, beklenir. Herhangi bir inanç grubunun bir başka inanç grubuna baskı yapmasına izin verilmemesi, olanak tanınmaması gerekir. Devlet bütün yurttaşların inanç özgürlüğünü güvenceye almak zorundadır. Laik bir devletin çok genel bu ayrıştırıcı özellikleri bize Türkiye’nin hiçbir zaman din ve devlet işlerini ayrıştırmadığını söylemektedir.
Türkiye, evet bir din devleti olmamıştır; ama tersinden bir devlet dini vardır; din devletleştirilmiştir. Sünni-İslam’ın devletçe yapılan bir yorumu, egemen din olarak tüm yurttaşlara dayatılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren açık Hristiyan düşmanı kimliği, yanı sıra Alevi inancının ezilen konumda olması, nüfus cüzdanlarına konulan din hanesi vb. bu olguya işaret eder.
Dev bütçesiyle on bini bulan çalışanıyla/memuruyla Diyanet İşleri Başkanlığı, devlet dini olgusunun somut elle tutulur odağı, kurumsallaşmasıdır. Türkiye, her caminin devlet dairesi, her imamın devlet memuru olduğu bir ülkedir. Ancak kiliseler desteklenmek ne kelime, her zaman bir tehdit olarak görülmüş, cem evleri yasaklanmıştır.
Laik bir devlette devlet görevlileri, memurları her hangi bir dini sembol, simge taşıyamazlar, taşımamaları gerekir. Bu devletin dinsel kimlik taşımamasının gereğidir. Aksi bir durum, “başörtülülerin mağduriyetini giderme” adına, devlet dini olgusunun güçlendirilmesi ve devletin Sünni-İslam kimliğinin açıkça ilanı anlamına gelecektir. Atanmışların başörtüsü ya da başka her hangi dini simge, sembol taşımaları kabul edilemezdir, inanç ve inancın gereklerinin yerine getirilmesi kişisel bir sorundur; din ile devlet işlerinin kesin bir biçimde ayrışması bunu teminat altına almanın yollarından biridir.
Siyasal Bir Simge Türban
Türban sorununda, türbanın siyasal bir simge olup olmadığı üzerine yürütülen tartışmalar önemli bir yer tutmaktadır. Bu tartışmaların Ankara merkezli olanında; ordunun merkezde durduğu milliyetçi faşist cephe bakımından tartışmaları çok kısaca şöyle özetleyebiliriz.
“Laik devlet tehlike altıdadır.”, “M. Kemal’in ‘devrimleri’ elden gidiyor.”, “Devlete sahip çıkmak gerekir.”, “Türbanlılar her tarafı sardı.”, “Türban siyasal bir simgedir.” “Bu nedenle kamusal alan da türban yasağının tavizsizce uygulanması gerekir.” “Modern, çağdaş giysiyi kabul etmeyen kadınlar evlerinde otursunlar” vs. vb. Bu fikirler üzerinde yükselen yasaklar... yasaklar... yasaklar...
Bu bakış açısıyla resmi bayramlarda eşi türbanlı olanların eşsiz katılımları dayatılmış; Cumhurbaşkanı ya da Genelkurmay’ın verdiği resepsiyona eşleri türbanlı olan milletvekillerine, bakanlara ve başbakana eşsiz davetiye gönderilmiştir/gönderiliyor. Ve her defasında türbanlı kadınlar üzerinden onların, söz söylemediği, söyleyemediği tartışmalar yaptılar/yapıyorlar. Bu tartışmalarda onları aşağılayan, yer yer bunu hakarete vardıran pratiklere tanık olduk. Laik cenahın/cephenin öne çıkardığı Kemalist kadın dernekleri üstelik kadın hakları savunuculuğu adına, türbanlılara evlerinde oturmaları öğüdünü vererek ne kadar “kadın hakları savunucusu” olduklarını ispatladılar! Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ve sonrasında Hayrunnisa Gül üzerinden yapılan tartışmaları da hatırlayacak olursak; yasağı koyanlar ve destekleyenler siyasal İslamın simgesi olan türban yasağı devam etmelidir fikrinde ortaklaştılar. Modern giysileri giymeyi reddeden kadınlar kamusal alandan temizlenmelidir; yani türbanlı kadınlar evlerine dönmelidir dediler. Ordu-AKP çatışmasında zaman zaman bazı tavizler ya da görmezden gelinenler vb.ni bu tartışmanın dışında tuttuğumuzu belirtmeliyiz.
Ankara merkezli tartışmaların diğer ucunda ise RP’yle başlayan ve Milli Görüş geleneğinden gelen AKP’liler bakımından çeşitli handikaplar söz konusu. AKP türban yasağına karşı. Bu yasağı kaldırmak için kendisine “özgürlükçü” bir retoriği şiar edindi. Ancak AKP demokratik bir parti olmadığı gibi, bu sorundaki yaklaşımının da demokratik olması beklenemezdi. AKP, bütün inanç ve vicdan özgürlüğü sorunları içinde bir sorun olan başörtüsü yasağını bu bütünden kopararak tek yanlı biçimde ele aldı. Böylece örneğin inanç özgürlüğü sorununun başörtüsünden çok daha temel bir boyutu olan Alevi inancına yönelik baskıları aynen sürdürürken, sadece üniversitelerdeki türban yasağını kaldırmaya yöneldi. Tek yanlı olarak başörtüsü özgürlüğünü sağlayarak, Sünni-İslam egemenliğini derinleştirmeye, siyasal islamın önünü açmaya girişti.
AKP türbanın siyasal simge olmadığını; annemizin, ninelerimizin taktıkları geleneksel başörtüsünden farklı olmadığını tekrar edip durmuştur... Oysa Tayyip Erdoğan başta gelmek üzere AKP’liler, türbanın siyasal bir simge olduğunu biliyor ve günlük yaşamda da bunu siyasal amaçları doğrultusunda kullanıyorlar. Ancak bunu açıkça ifade etmekten uzak duruyorlar. Kısaca özetlemeye çalıştığımız Ankara merkezli türban tartışmaları bu kapsamda yürüyor. Ve merkezde yürütülen bu tartışmalar da türbanlı kadınlar hiçbir şekilde var olamıyorlar. Onların gıyabında tartışmalar yapılıyor. Özcesi; Kemalist kadın dernekleri dışında erkekler arasında yürüyor bu tartışmalar. Türbanlı kadınlar da tartışmaları dışarıdan izlemekle yetiniyorlar. Zira laikleri de AKP’lileri de türbanlı kadınların fikirleri ilgilendirmiyor. Bu davranış biçimi elbette erkek egemen bakışta bir yere oturuyor.
Türban meselesinde yöneltilmesi gereken bir soruyla devam edelim. Türban taktıkları için aşağılanan, yasaklar zinciriyle eğitim hakları ellerinden alınarak evlerine, dört duvar arasına gönderilen kadınlar ne düşünüyorlar? Onlar türbanı yalnızca inançlarının bir gereği olarak mı görüyorlar? Yoksa aynı zamanda türban siyasal bir simge midir?
Sorumuzun yanıtına geçmeden önce; 1970’li yıllardan itibaren Müslüman ülkelerde Batı’ya, modernizme karşı ortaya çıkan radikal İslamcı parti, örgüt ve hareketlerin coğrafyamızda da özel bir etki yarattığını, etkili olduğunu belirtmeliyiz. Türkiye tarihinde din orijinli gerici siyasi partiler gerçeği de unutulmamalıdır. Kadınların radikal İslamcı hareketlerde, gerici-dinci partilerde giderek pasif bir oy veren ya da pasif bir destekçi konumundan çıktıkları bu gün rahatlıkla görülebilir. Dolayısıyla inanan kadınların eğitim haklarını kullanma istek ve iradelerinden başlayarak, siyasal, toplumsal yaşamda özneleşme çabaları, onları geleneksel inanan kadın tipinden ayrıştırmıştır/ayrıştırıyor. Ayrıca küçük bir not olarak, İran İslam Devriminin geride kalan yıllarında ve bugünkü durumunun radikal İslamcı örgütlerce örnek alındığını belirtmeliyiz.
Cihan Aktaş, türbanlı öğrencilerin İslam’a yönelmelerini iki grupta inceliyor. Birinci grupta yer alan öğrenciler ailelerinin İslami gelenekten gelmesi nedeniyle daha başından itibaren başlarını kapatmışlar. Bu öğrenciler, daha orta öğrenim sıralarında İmam Hatipte okuyup ya da dışarıdan orta öğrenimlerini bitirmişler. Bu gruptaki öğrenciler türban yasağı karşısında başlarını açmamakta ısrar edip, aileleri tarafından desteklenmiş olmanın avantajını da yaşamışlar ve bunlar içerisinde küçük yaştan itibaren başlarını kapatmış olsalar da, üniversitede o güne kadar örtünmelerinin geleneksel olduğu sonucuna varıp bilinçli örtünme pozisyonuna geçmişlerdir. Türbanlı öğrencilerin yer aldığı diğer grupta ise, ailesi istediği için değil de, tamamen kendi isteği için kapanan öğrenciler var. Ve Aktaş’ın iddiasına göre üniversitelerdeki başörtülü öğrencilerin büyük çoğunluğu, aileden gördüğü ya da ailesi destek verdiği için örtünmediklerini ifade etmişler. Bu tartışmada bir diğer veri de; 200 öğrenciden sorulara yanıt veren 75 öğrenciden 48’inin normal lise, 11’inin imam hatip, 10’unun yatılı lise, 3’ünün meslek lisesi ve 3 kişinin de dışardan liseyi bitirmiş olmasıdır. Öğrencilerin örtünmelerinde aileden alınan eğitimin üçüncü sırada yer alması; arkadaş çevresinin ilk sırada olması ve okuma-araştırmanın ikinci sırada yer alması bizce örtünmenin bireysel bir tercihten öte, siyasal bir muhteva taşıdığına işaret etmektedir.
Örtünmedeki farklılık basit bir baş örtmeye indirgenemez. Bunun sıradan bir görüntü farklılığı olmadığını ifade eden Nilüfer Göle iki biçim arasındaki bu farkı; “Örtünme biçimleri arasında görülen farklılıklar geleneksel halk ile İslamcı genç kızlar arasındaki ayrımı simgelemektedir. Türbanlı kızların gözünde başa eşarp bağlayıp saçları ve boyunları açıkta bırakan geleneksel halk, İslami alandaki cehaleti nedeniyle kendileri gibi örtünmemekteydi”(13) biçiminde ortaya koymaktadır.
Bu tartışma kapsamında Cihan Aktaş’ın Bolvadinli türbanlı öğrenciyle yaptığı bir röportaj da dikkate değer.
“İlk ve orta öğrenimimi Bolvadin’de yaptım, imam hatip lisesi mezunuyum. Bolvadin, halkı dindar olan bir ilçe. Adetler ve gelenekler genellikle İslami kurallara uygunluk gösteriyor. Ben İstanbul’a ilk geldiğim zaman önce İstanbul’da İslami yaşamın çok zor olduğunu düşünmüştüm. Ama zamanla gördüm ki Bolvadin’de din İslami bir gelenek olarak hayatta yerini alıyor. İstanbul’da ise Müslümanlar bilinçlenmeye çalışıyorlar, kendilerini geliştirmeye çaba gösteriyorlar...”(14)
Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak kendimizi sınırlandırmayı tercih ettik. Bütün bu örnekler; üniversiteli türbanlı kadınların örtünmeyi tercihi ile siyasallaşmaları arasında direk bir bağ olduğuna işaret etmektedir. Evet, onlar, İslam dininin kurallarına göre yaşamak istiyorlar. Onlar bunun için eğitim haklarını kullanmak istiyorlar. Çocuklarını bu bilinçle eğitmek istiyorlar. İslamın bilinçli yayıcıları/örgütleyicileri olmak istiyorlar. Bunun için sıradan evlilik yerine ideolojik temele dayanan evlilik anlayışını savunuyorlar. Ve türban tesettür onlar için dinin gereklerini sıradan yerine getirme biçimi olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla başa dönecek olursak, türbanlı öğrenciler açıkça ifade etmeseler de, aslında bütün söyledikleri türbanın siyasal bir simge olduğunu göstermektedir. İster açıkça ifade etsinler, isterse de AKP’nin yaklaşımında olduğu gibi durumu geleneksellikle açıklamaya çalışsınlar; türban siyasal bir simgedir, diyelim ve küçük bir ifadeyle bu bölümü noktalayalım:
“...Başörtüsü Müslüman bir hanım için (ya da Müslümanlar için) her şey değildir ama, her şey olabilir. Başörtüsünün her şey olabilmesi, Müslüman hanımların elindedir. ‘En hayırlı örtü, takva örtüsüdür.’ En değerli örtü, takvanın kendisini hissettirdiği ve uğrunda çaba sarf edilen, mücadele edilen, İslami bilinci yansıtan ve yayan, kişideki katışıksız Müslümanlığı çağrıştıran örtü olmalıdır.”(15)
“Kozasından Çıktı Mıydı Tırtıl, Kozaya Geri Girmez Artık!”
Yazımızın başından itibaren, İslam dininin kadınların kapatılmasına dair yaklaşımlarını ele aldık ve bu yaklaşımlara damgasını vuran erkek egemen bakış açısının kadını nasıl nesneleştirdiği gerçeğine işaret ettik. Ancak bütün bu sorunlar kapsamında var olan nesnel bir gerçeği/durumu da yok sayamayız, görmezden gelemeyiz, İslam dininin gerici, tutucu kuralları, kadına örtünmeden/kapanmadan sokağa çıkamazsın diyor. Kadın bu kuralı ister geleneksel olarak, isterse de kendi iradesiyle kabullensin sonuç değişmiyor. Bu durumda, türban olmadan inanan kadın sokağa nasıl çıkacak, sosyal, siyasal ve çalışma yaşamına nasıl katılacaktır sorusu yanıtlanmak zorundadır. Kadının ailesinin, çevresinin inancını dikkate aldığımızda; türban eşe, çevreye, babaya, kardeşe vb. karşı, kadının sokağa çıkabilmesinin güvencesidir/aracıdır. İnanan kapanmış/kapatılmış kadının eğitim hakkından yararlanmasının, üretime katılmasının, toplumsal, siyasal ve kültürel vb. yaşama katılımının bir aracıdır türban. Dolayısıyla, bugünkü haliyle türbanlı kadının evin dışındaki yaşama katılımı aynı zaman da türbanlı kadının dünyasının değişmesini, genişlemesini ve büyümesini sağlar. Bu da doğal olarak kadınların değişip dönüşmesinde önemli bir yerde durur.
Şimdi burada kendimize bir başka soru daha yöneltebiliriz... Türban özgürlüğün simgesi olarak görülebilir mi? Bu soruya ilk anda vereceğimiz yanıt türbanın özgürlüğün simgesi olmadığı, olamayacağıdır. Ancak bu soruyu yanıtlarken soruya nereden ve nasıl baktığınız önemlidir. Şayet soruna örtünen, eve kapanan kadının penceresinden bakacak olursak; bu durumda kadının gerçek özgürlüğüne dair yapılacak doğru vurguların, gerici dini yargıların kıskacındaki inanan kadınlar bakımından, onun nesnel durumunda bir etki, değişim sağlamayacağını rahatlıkla görebiliriz. Bu anlamda sistematik bir aydınlanma faaliyetini örgütlemek ve yürütmek sosyalist kadınların görevleri arasındadır. Ancak şu an için türban inanan kadınların sokağa çıkmalarını siyasal, sosyal ve kültürel yaşama katılmalarını, çalışmalarını sağlayan bir araç olarak, onların özgürlüklerini simgeler. Bir başka açıdan baktığımızda ise türban, kadına güvensizliğin, kadın bedeninin cinselliğinin aşağılanmasının, kadını erkeğe kul, köle kılan, kadının tutsaklığının simgesidir yanıtını verebiliriz. Ve tabii ki türban genel olarak kadının özgürleşmesinin önündeki engellerden biridir...
İster üniversiteli genç kadınlar bakımından, isterse de bu kesim dışında kalan türbanlı kadınların geleneksel örtünmeden uzaklaşmaları, bir yanıyla onları radikal İslamcı harekete yaklaştırırken; aynı zamanda bilgiye ulaşmalarının önündeki engellerin kaldırılması, onların çalışma yaşamında, siyasal, toplumsal ve kültürel yaşama katılmaları, nesnel olarak onların sorunlarla ilişkisini de değiştirmiştir/değiştiriyor. Kadınların dünyalarının değişmesi, büyümesi her zaman özel bir yerde durur.
1980’li yıllarda başlayan türban yasağına karşı eğitim hakkını savunan türbanlı öğrencilerin eylemleri, geleneksel örtünmeden kopuşan türbanlı kadınların o yıllarda yürüttükleri tartışmalar, türbanlı kadınlar bakımından değişim ve dönüşümlerinin de eşiği olmuştur. Yeni kuşaktaki İslam’ı okuyarak benimseme pratiği, İslam’ın geleneksel uygulamada ki görüngüleri tartışmalarını ve karşı çıkmalarını sağlamıştır. Her ne kadar bu kesimde aile kurumu ve kadının yaşamdaki rolü noktalarında dinin gerici kuralları ve anlayışlarının etkisi altında olmaya devam etse de; Kur’an’ın erkek egemen bakış açısıyla yorumlandığı fikrine ulaşmış olmalarını basit, sıradan bir değişim olarak göremeyiz. Yani bugün İslam dininin erkek egemen bakışa sahip olduğu, bu bakış üzerinde yükseldiği gerçeğine ulaşamamış olmaları bu gerçeği değiştirmez. Herhangi biçimde bir alanda sorgulamaya başlamışsa, insanlar ya da konumuz kapsamında kadınlar; bu süreç eninde sonunda onları sonuçlarına götürecektir. Kadınlar İslam dininin gerçeğini sorgulayarak bir gün Kur’an’a da dokunacaklardır.
İslamcı kadınların 1987 yılında Zaman gazetesinde başlattıkları ve bir yıla yayılan tartışma sürecinin de bir kadınlık bilinci oluşturmalarında önemli katkılar sağladığını yine türbanlı kadınların değerlendirmelerinde görüyoruz.
Kuran’ın, İslam dininin kadın ile erkeği eşit gördüğü fikrine sahip olsa da bu kadınlar; gerçek ilişkilerin, yaşamın ortaya çıkardığı eşitsizlikler, adaletsizlikler karşısında kafalarındaki sorular da çoğalmıştır. Türbanlı öğrencilerin yasaklar karşısında okulu bırakıp geleneksel aile yaşamına dönmek yerine, ideolojik temele dayalı evlilikleri bir kurtuluş/çözüm yolu olarak görmeleri hayatın gerçeklerinin yüzlerine çarpması. Bu konuda röportaj yapılan kadınların verdikleri yanıtlarda; ilk anda ideolojik temele dayalı evlilik yaptıklarını ama yaşadıklarının sıradan bir evlilikle aynı olduğunu gördüklerinde uğradıkları hüsran karşısında bir kısmının kırılıp durumu kabullendiği; bir kısmının durumu sorguladığı, hatta ayrılmayı seçenlerin olduğu belirtiliyor. Yine bu süreçte kadın kitaplarının çıkması, kadın dergileri türbanlı kadınların düşünsel alandaki çabalarının ürünleri olmuştur. Bütün bunlara çalışma yaşamında türbanlı kadınların istisna olmaktan çıkmalarını da eklemeliyiz.
Türbanlı kadınların çalışma yaşamına ilişkin yaptıkları tartışmalar da aslında İslam’ın kadının çalışma yaşamına (ki bütün bu alanları İslam erkeğin alanı olarak görür) ilişkin saptamalarının etkin olduğu açığa çıkmıştır. Zira onlar için hala aile ve çocuk doğurup büyütmek ilk sırada gelmektedir.
İslamcı kadın yazarlardan Cihan Aktaş; kadının çalışma yaşamına katılımını kapitalizme yönelttiği eleştirilerle birleştirmektedir. Türbanlı öğrencilerle gerçekleştirdiği mülakatta; “pek çok öğrenci gibi başörtülü öğrenciler de öğrenim görerek kendini yetiştirmenin yanında bu yolla geçerli bir meslek sahibi olmak için üniversite kapılarına gelmiştir...”(16) sonucunu çıkarmış olsa da; kadınları bekleyen çalışma yaşamının olumsuz koşullarına takılıveriyor. Dolayısıyla buradan bir çözüm üretemiyor. Ancak bu mülakata katılan kadınların hem dinsel inanışlarının gereklerini yerine getirme istekleri ile hem de meslekleriyle oluşturdukları bağ onlar açısından bir iç çatışmanın da temelini oluşturmaktadır. Ve her şeye rağmen türbanlı kadınlar çalışmak, bütün yönleriyle hayata katılmak istiyorlar/katılıyorlar.
Türbanlı kadınların siyasal yaşamdaki durumlarına da kısaca göz atmamızda yarar var. İster RP’nin parlak yıllarında olsun; isterse de 2002 seçimlerinden bu yana AKP’nin tabanında türbanlı kadınların siyasal yaşama katılmaları olsun; bu tabloda türbanlı kadınların aktifleşmeleri var. Bu tabloda gerici dinci partiler içerisinde siyasal faaliyete katılan türbanlı kadınların özneleşme çabaları, özneleşmeleri var. 2002 seçimlerinde türbanlı kadınların omuzlarına basarak birinci parti konumuna yükselen, hükümeti yalnız başına kuran AKP; ilk yerel seçimlerde belediye başkanlığı, yöneticilik gibi görevler beklememelerini söyledi kadınlara. Bu istek, bizzat AKP Genel Başkanı ve dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan tarafından dile getirildi. Bu istek, değişik düzeylerde de olsa AKP’li kadınlar tarafından bir biçimde tartışılmıştır. Farz edelim dün tartışmadılar. Tartışmaya muhtaç bu ve buna benzer pratiklerin öyle ya da böyle kadınların gündemine gireceğini söylemeliyiz.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde Erdoğan’ın söyleminde pratiğinde de bir fark oldu. Erdoğan’ı bu noktaya getiren dış etmenlerden birinin de AKP’li kadınların özne olma istek ve çabasıyla ilgili olduğunu belirtmeliyiz. Tabii milletvekili aday adaylarının belirlenmesindeki kirlenmişlikleri, sayı yetersizliklerini burada tartışmayacağız. Ancak bütün adayların başı açık kadınlardan seçilmiş olmasına ilişkin AKP’nin açıklamalarının bir yere kadar, türbanlı kadınları oyalayacağını belirtmeliyiz. Ayrıca küçük bir not olarak belirtmekte yarar gördüğümüz bir başka örnek de Merve Kavakçı’nın RP tarafından nasıl ortada bırakıldığıdır. Her ne kadar “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı hakim olsa da bu durumun sorgulanmadığı anlamına gelmez. Toparlayacak olursak; “Kozasından çıktı mıydı tırtıl, kozasına geri dönmez artık” sözü genel olarak kopuşmanın güzelliğine işaret eder. Evin dört duvarından çıkan, eğitim hakkını kullanan, önüne yasaklar dikildiğinde bunun için mücadele eden, siyasal, toplumsal ve kültürel alanda var olma mücadelesi veren inanan kadınlar bakımından gelecek, ikinci etaba gebedir. Onlar için ikinci etap; politik İslamın güçlenip büyümesiyle; kadınların da ön plana çıkarıldığı ya da çıkmasına izin verildiği bir zamandır içinde bulunduğumuz süreç. Ancak, bu yükseliş ve büyümenin aynı zamanda inanan kadınlar bakımından geleneksel konumlarına geri dönüş anlamına geldiğini belirtmeliyiz. Dün ya da bugün ihtiyaç duyduğu için kadınların örgütlenerek sokağa çıkmasına izin veren radikal İslami hareket ya da gerici dinci partilerin, yarın ihtiyacı kalmadığında kadınları evlerine göndermekte asla tereddüt etmeyeceklerinin altını çizmeliyiz. Çünkü Kur’an’ın İslam dininin toplumsal projesinde kadının yeri evi olarak belirlenmiştir. Bugünkü değişiklik de tümüyle somut ihtiyaçtan çıkmıştır. Kapattıkları kadınların bugün sokağa çıkmasında, siyasal, sosyal ve kültürel yaşama katılmalarında sakınca görmeyen radikal İslamcı hareketin koyduğu sınırların aşılmasına müsaade etmediğini biliyoruz.
Gonca Kuriş’in Hizbullah tarafından katledilmesi tipik bir örnektir. Hizbullah’ın gözaltına alınan militanlarının bu katliamla ilgili verdiği ifadeyi hatırlatmakta yarar var. Gonca Kuriş inanan bir kadındı ve Kur’an’ın kadın bakış açısıyla yorumlanması gerektiğini, erkeklerin Kur’an’ı kendi çıkarları doğrultusunda yorumladığını belirtip tartışmalar yürütüyordu. Kuriş’in çeşitli TV programlarında, gazete röportajlarında bu fikirlerini dile getirmesi, Hizbullah’ın Kuriş’in ölüm fermanını imzalayıp uygulamasına yetmiştir. Hizbullah, Kuriş’i katlederek, “Müslüman kadınları hem bir tehlikeden kurtarmıştır, hem de yoldan çıkmaya meyilli olanlara ibretlik ders vermiştir.”
Bu ikinci etapta inanan kadınlar bu kez ilkinden çok daha farklı, başka bir yol ayrımına geleceklerdir... Ya eve geri dönmek, ya da dinin kadını köleleştiren, erkeğe kul/köle kılan anlayışlarına karşı isyanda ısrarcı olmak zorunda kalacaktır, yani “Tırtıl kozasına geri dönmeyecektir”!..
Dipnotlar
*Kullandığımız alıntılarda iffet ve namus kavramlarının kadına, kadının cinselliğine indirgenmiş olması yanlışına dair burada özel bir tartışma yapmanın yazıyı dağıtıcı olacağından uygun görmedik. Ancak bu kavramların kullanılış biçimlerine, kavramlara yüklenen anlama karşı olduğumuzu belirtmeliyiz.
1- Mevdudi, Tefhimcil Kur’an, c. 2, s. 20-22’den aktaran Cihan Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, cilt 1, Nehir Yay., s. 29
2- A. Boudhiba’dan aktaran Aynur İlyasoğlu, Modern Mahrem, Metis Yay., s. 60
3- Cihan Aktaş, Kıllık Kıyafet İktidar, cilt 1 s. 28
4- Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yay., s. 27
5- C. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, s. 30-31
6- C. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, c. 1, s. 31
7- C. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, c. 1, s. 20-21
8- Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yayınları, s. 32-33
9- Fatma Mernüsi, Kadınların İsyanı ve İslami Hafıza, Epos Yay., s. 165
10- C. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, s. 292-293
11- Age, s. 240-241
12- Age, c. 1, s. 240
13- Nilüfer Göle, age, s. 87
14- Cihan Aktaş, Tesettür ve Toplum, s. 59
15- C. Aktaş, Kılık Kıyafet İktidar, c. 2, s. 414
16- C. Aktaş, Tesettür ve Toplum, s. 120