Birikim Dergisi'nin Mayıs 2007 tarihli 217. sayısında “Somuttan Soyuta Emeğin Halleri” inceleniyor. Kapitalist gelişmenin ulaştığı düzeyin emek cephesindeki yansımalarını ele alma iddiasındaki makaleler, Marksizm sosuna batırılmış liberal sol'un teorik sefaletini ortaya koyması bakımından ilgiye değer. Kendini haklı çıkarmak için Marks'ı çarpıtmak, “Marksizan” olma iddiasındaki bütün antimarksistlerin, biline gelen “sahtekârlık halleri”ndendir. Kapitalizmin yıkılarak yerine yeni bir toplumsal düzenin kurulmasının olanaksızlığını ispat etmeye kendilerini adayan bu pek bilgiç “Marksizan”ların bütün çabası proletaryanın burjuva düzeni alaşağı edecek yegâne güç olduğu gerçeğini karartmaktır. Nihayet, Birikim Dergisi ve konuyla ilgili beslendiği kaynakların -Negri, Deleuze, Arendt vb.- çabası bu yöndedir.
İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkilerin her geçen gün daha da keskinleştiği günümüzde, Birikim yazarlarından Aras Özgün, “İşçi sınıfı artık kapitalizme zincirlerle değil, kaybettiğinde geriye kendinden bir şey kalmayacak şekilde, arzuları ve hayalleriyle bağlıdır”(1) diyebiliyor. Onun bakış açısına göre artık, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfı yoktur; çünkü o “artık arzuları ve hayalleriyle” kapitalizme bağlıdır. Birikim yazarlarına inanacak olursak bilinen anlamda “işçi” geçmişte kaldı; yalnızca işçi değil, onların üretim yaptığı yer olan fabrika da buharlaştı, ürünün üretiliş biçimi de, ürünün değişim değerini oluşturan yapı taşı da başkalaştı. O halde, yeni bir toplumsal düzen tasarımı kapitalizmi dışlayan “eski fikirler”e dayanılarak oluşturulamaz. Zira, bu tasarımın tarihsel zorunlu temel oluşturucu kuvveti olduğu iddia edilen işçi sınıfı, artık kapitalizmi yıkma heveslisi bir güç değildir ve olamaz da. Bu durumda geriye, burjuvazinin egemenliği altında ilelebet kapitalizmle birlikte yaşamayı önsel olarak kabul eden projeler kalıyor. Zeynep Gambetti'nin Arendt'ten benimseyerek aktardığı gibi, zaten “İşçi sınıfının kapitalizmi yıkma ve sömürüsüz bir dünya kurma kapasitesi emeğine içkin değildir.” Kapitalist üretim ilişkilerinin bütün içsel çelişkilerini bir çırpıda yok sayan, emek ile sermayeyi aynı bütünün iki karşıt ucu olarak değil de, birbirinden bağımsız varlıklarmış gibi ele alan bu yaklaşıma, ilk şapka çıkartanlar herhalde burjuva patronlar olmuştur. Gambetti'nin aktarımıyla Arendt söyle devam ediyor: “Siyasal mücadele içine giren işçi sınıfı hem emeğiyle, hem eylemiyle tanımlanır hale gelir. Örgütlenen işçi, artık siyasal bir aktördür, salt 'işçi' değil. Dünyayı değiştirecek olan da emeği değil, eylemidir.”(2) Ne parlak, militan, keskin sözler! Ama içleri boşaltılmış. Madem yeni bir dünya kurma kapasitesi işçi sınıfının emeğine içkin değil, onu bir köylüden, bir küçük burjuvadan ya da herhangi bir burjuva ya da lümpenden ayıran nedir? Yeni bir dünya kurma kapasitesi işçi sınıfının emeğine içkin olmadığına göre, o, yıkıcı ve yeniyi kurucu pozisyonunu üretim ilişkileri içindeki sermayeye karşıt konumundan almıyor demektir. Görünüşte siyasal eylemciliğe yapılan keskin vurgu, gerçekte eylemciliği kapitalist üretim ilişkilerini yok etmeye yönelen bir devrimci eylem olmaktan çıkararak, burjuva düzen koşullarında sermayeye ilişmeden kendini var etme, indirgeme çabasıdır. Böylece sınıf mücadelesi, tarihsel materyalizm, politik-ekonomi yasaları bir çırpıda reddedilmiş oluyor.
Elbette, Marks'tan bu yana kapitalist üretim biçimini etkileyen birçok değişiklik meydana gelmiş ve işçi sınıfının yapısında da buna bağlı olarak değişiklikler ortaya çıkmıştır. Ne var ki, bunların hiçbiri, “gerçeğin özü”nü, eşyanın tabiatını, kapitalist üretime içkin temel yasa ve eğilimleri, burjuvazi ve proletaryanın birbirine karşıt iki sınıf olduğu gerçeğini, kapitalizmin kendisini yok edecek sınıfı durmaksızın daha da çoğalttığını (zira kendisini ancak bu şekilde ayakta tutabileceği gerçeğini), onun kendi elleriyle kendi sonunu hazırlamasını; kendi mezarını kazmasının bir tercih, bir temenni değil, kaçınılmaz zorunluluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Üretken Ve Üretken Olmayan Emek
A. Özgün'ün ilgili makalesinde belirtildiğine göre, “1947-1977 arasında ABD ekonomisinde üretken olmayan emekçilerin sayısı, üretken emekçilere oranla yüzde 82 artmış durumda. 1977'de ise kapitalist işletmelerin ödediği toplam ücretlerin yarısı, üretken olmayan emek sarf eden insanlara ödenmişti.” Bir başka deyişle, “Üretken emeğin ürettiği artık değerin yarıdan fazlası, üretken olmayan emeğin ücretini ödemek için kullanılmıştı ya da tersinden söylemek gerekirse toplam artık değerin yarısından azı, sermaye birikimi ya da başka amaçlar için kullanılmıştı.” Bir kez eğilim bu yönde olunca, demek oluyor ki, üretken olmayan emekçilerin oranı üretken olanlara ters istikamette artacaktı(!) Nitekim, “Üretken olmayan emekçilerin üretken emekçilere oranı, 1977-1987 arasında yüzde 20 daha arttı. 1987'de üretken olmayan emekçiler ABD çalışanlarının yüzde 44'ünü oluşturuyordu.” Bu oran yetersiz bulunmuş olsa gerek ki; “Bazıları daha 1980'lerin başında bu oranın yüzde 60'ın üzerinde olduğunu iddia ediyorlar.” Eğer bu hesaplama biçimini baz alacak olursak bu oranın bugünlerde, yüzde 80-90 düzeyine ulaşması gerekir. Nasıl oluyor da işçilerin üretken olan yüzde 10-20'si yalnızca patrona artı-değer yaratıyor, aynı zamanda hiçbir artı-değer üretmeyen işçilerin yüzde 80'inin ücretlerinin karşılığını da yaratıyor. Aras Özgün'ü bilemeyiz ama hiçbir patron aptal ya da enayi değil, 10-20 işçiden elde ettiği artı-değerin büyük bir bölümünü, geriye kalan 80-90 işçiye dağıtacak “hayırsever” patron, dünyanın hiçbir yerinde bulunmaz.
A. Özgün ve onun gibilerin anlamadıkları ya da bilinçli olarak çarpıttıkları üretken olan ve olmayan emek tanımıdır. A. Özgün Marks'a başvuruyor ve Marks'ın konuya dair verdiği bir örneği referans gösteriyor; “Fabrikada saatlik ücretle çalışıp piyano yapan marangoz, sonrasında kapitalistin (üretim araçlarını satın alma dolayımıyla) el koyacağı artık değeri üretir bu süreçte; halbuki barda piyano çalan müzisyen böyle bir artık değer üretmez ve emeğinin karşılığında aldığı bahşiş aslında doğrudan kapitalistin karının bir parçasıdır.”(3) A. Özgün, yaptığı bu tarifi Marks'ın Artıdeğer Teorileri kitabından yaptığı bir alıntıyla perçinliyor: “Üretken emek, mallar üreten emektir.”
Gerçekten öyle mi; “Üretken emek, mallar üreten emek” midir? Birazdan konuyu daha detaylı ele alacağız, ama öncelikle Marks'ın “mal” değil, “meta” dediğini, “meta”dan kastedilenin ise “sermaye” olduğunu; “Üretken emek meta üreten emektir”, başka değişle, “Üretken emek sermaye üreten emektir.” dediğini belirtelim. A. Özgün'ün “Mallar üreten emek”ten kastı, “Maddi mallar üreten emek”tir. O halde; maddi mallar üretmeyen üretken emekçi değildir, bir piyano sanatçısının üretken emekçi olamayacağı gibi. Bir kez tarif böyle yapılınca bütün hizmet işçileri, zihin emekçileri üretken emekçi kavramından dışlanmış oluyor. Bu bakış açısına göre kapitalizm ne denli gelişirse üretken olmayan emekçilerin sayısı o denli artar. Öyle ki, işçi sınıfının “Çekirdek üretken bölümü” giderek etkisini yitirir. Hal böyle olunca kapitalizmin gelişmesiyle doğru orantılı olarak işçi sınıfı güçlenmez, tam aksine hareket ters yönde olur ve işçi sınıfı güçlenmek yerine zayıflar; kapitalizmi yıkma zorunluluğu yerine işçi sınıfı onu gereksinir. Postmodernist liberal sol'un, bilimsel sosyalizme yöneltilmiş çok yönlü ideolojik saldırısı ya da zırvalıkları; şu ya da bu ölçüde, dünyayı yalnızca yorumlamayı değil de değiştirmeyi hedefleyen Marksist olma iddiasındaki çeşitli aydınları ve partileri de etkilemektedir. “İşçi sınıfının yapısında meydana gelen değişiklikler” başlığı altında girişilen tartışmalar çoğunlukla, bu postmodernist gerici kuşatmanın etkisi altında yürütülmektedir. Kuşku yok ki, en küçük değişim dahi incelemeye değer, ama bu inceleme çürümeye terk edilmesi gereken burjuva bakış açısına göre değil, bilimsel sosyalizm rehber alınarak yapıldığında sınıf mücadelesi için bir anlam kazanır.
Marks Nasıl Ele Alıyor
Marks, üretken emeği iki açıdan ele alır; emek süreci ve sermaye açısından.(*)
Emek sürecinde insan etkinliği emek araçlarının yardımı ile üzerinde çalışılan malzemede, başlangıçta tasarlanan bir değişikliği meydana getirir. Süreç, üründe sona erer ve ürün bir kullanım değeridir. Doğanın sağladığı malzeme bir biçim değişikliğiyle insan gereksinimlerine uyarlanır. Emek maddeleştirilmiş, konu dönüştürülmüştür. İşçide hareket olarak ortaya çıkan şey şimdi üründe hareketsiz, sabit bir nitelik olarak görülür. Demirci, döver ve ürün dövülmüş demirdir.(4)
Emek süreci tamamen bireysel olduğu sürece bir ve aynı emekçi, sonradan ayrılarak bütün işlevleri kendinde birleştirir. Kişi doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişiyi yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonraları başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında, gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirine bağlanması gibi, emek süreci de el emeğini kafa emeği ile birleştirir. Sonraları birbirinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kolektif emekçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri emek konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan, bir emekçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Emek sürecinin bu ortaklaşa niteliği gitgide daha belirgin hale geldikçe bunun zorunlu bir sonucu olarak, bizdeki üretken emek ve bunu uygulayan üretken emekçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir. Üretken emeğin yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesneler üretiminin asıl niteliğinden çıkarılan ilk tanımı, bütünüyle alındığında kolektif emekçi için de doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliliğini yitirir.(5)
Emekçinin artık kolektif emekçi haline gelmesi nedeniyledir ki, üretken emekçi asıl makine işinden yöneticiye ya da mühendise kadar şu ya da bu biçimde, metanın üretimine katkıda bulunanların hepsidir.(6) Emek süreci açısından konuyu ele aldığımızda görülür ki, metanın üretimine şu ya da bu düzeyde katılan, şoförden temizlikçiye, mühendisten makine işçisine, ara işleri yapanlardan, işin organizasyonu için gerekli iş yöneticisi-idarecisine kadar, meta üretiminde katkıda bulunan her türden kafa ve kol işçisi üretken emekçidir.
Bizi asıl ilgilendiren, sermaye açısından üretken emekçi kavramıdır. Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı-değer üretimidir. Emekçi kendi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle artık yalnızca üretmesi yetmez, artık-değer de üretmek zorundadır. Bir tek kapitalist için artık-değer üreten, böylece sermayenin kendisini genişletmesi için çalışan emekçi, üretkendir. Üretken emekçi kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki arasındaki, emekçi ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğru ve işçiye doğrudan artı-değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor.(7)
Sermayenin tüm üretimi ele geçirmesi ölçüsünde, yani tüm metaların anında tüketilmek üzere değil, pazar için üretilmesi ve buna koşut olarak emek üretkenliğinin artışı ölçüsünde üretken emekle üretken olmayan emek arasında giderek daha fazla maddi farklılık ortaya çıkacaktır; ufak tefek ayrıksılıklar dışında üretken emek, yalnızca ona özgü olmak üzere meta üretecektir; üretken olmayan emek ise ufak tefek ayrıksı durumlar dışında, yalnızca kişisel hizmetler üstlenecektir.(8)
O halde, yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir.(9) Emekçiler, efendilerinin sermayesini büyüttükleri ölçüde gerçekten üretken olur; emeklerinin maddi sonucu olarak üretken değildirler.(10) Üretken işçi sermayeyi doğrudan çoğaltan kişidir. (11) Kimileri yalnız artı-değer üreten emek üretkendir derken, artı-değerin maddi bir üründe dile gelmesi gerektiğini ileri sürürler. Oysa bu yanlıştır. Örneğin komedyenler üretken işçilerdir, oyun üretenler olarak değil, işverenlerin servetini artıranlar olarak. Bununla birlikte, hangi tür emeğin geçtiği; yani emeğin hangi biçimde maddileştiği, bu ilişki için kesinlikle önemli değildir.(12)
Marks’ın yaklaşımlarından ortaya çıkan sonuç açıktır; kapitalist üretim koşullarında birbirinden bağımsız tek tek emekçilerden değil, kolektif emekçiden söz edilebilir. Ortaya çıkan ürün tek bir emekçinin değil, birçok emekçinin ortak ürünüdür. Bu üretime hangi tür emekle katılırsa katılsın kolektif emek sürecine katılan bütün emekçiler, üretken emekçidir. Bu bakımdan kafa-kol emeği ayrımı, makine işçisi-temizlikçi ayrımı yapılmaz. Hepsi tek bir işçinin ayrı ayrı organları gibi kolektif emekçide birleşmiştir. Her biri ürünün üretilmesi için gereklidir. Demek oluyor ki, salt emek süreci bakımından konuyu ele aldığımızda bile, makine işçilerinin sayısının azalmasından hareketle ya da kol işçisinin azalmasına karşın, zihin emekçilerinin artmasından yola çıkarak üretken emekçilerin azaldığını ileri sürmek, kapitalist üretim biçiminin temel gerçeklerini yok saymak anlamına gelir.
Sermayeye dayalı üretim biçiminde üretken emekçi ya da üretken emek, emek süreci yönünden ele alınamaz, çünkü sermaye açısından ürünün kendi başına bir önemi yoktur. Onu yalnızca ilgilendiren emekçiye ödediği ücret dışında kendisine kalan paraya çevrilebilir artı emek zamanıdır, kapitalist için işçinin üretkenliğinin ölçüsü ürün değil, bu artı zamandır. Buradan da şu sonuca ulaşıyoruz ki; sermaye için artı-değer üreten kolektif emekçinin her bir bireyi üretken emekçidir.
Kapitalist üretim ilişkileri altında üretken emek yalnızca sermaye açısından ele alınabilir. Örneğin, emek süreci bakımından üretken olan bir emek, yani bir ürün üzerinde bilinçli bir biçim değişikliği yapan herhangi bir emek sermaye açısından hiç de üretken olmayabilir. Ücreti devlet hazinesinden ödenen bir yol yapım işçisi, yol yapımcısı olarak üretken emekçidir, ama ücreti sermaye tarafından ödenmediği, sermayeye artı-değer yaratmadığı için üretken emekçi değildir. Oysa aynı işçi bir müteahhitlik şirketine bağlı olarak çalışsaydı üretken emekçi olurdu.
Üretken Emekle Üretken Olmayan Emek Arasındaki Fark
Üretken olmayan emek sermaye ile değil, doğrudan gelirle, yani ücret ve karla değişilen emektir. Örneğin, kapitalistin evine giden ve pantolonunu onaran bir terzi, kapitalist için yalnızca basit bir kullanım değeri ürettiği için, üretken olmayan bir emekçidir.(13) Terzi aynı hizmeti, bir mühendis, bir öğretmen ya da bir işçiye de ücret karşılığı sunabilirdi. Her durumda bir terzi sermaye değil, sadece kullanım değeri üretmek amacıyla ücret aldığı için üretken emekçi değildir.
Üretken emekçiyle üretken olmayan emekçi arasındaki fark şudur: Birincisinin emeği sermaye ile değişilmiştir, ikincisinin gelirle. Birinin emeği artı-değer üretir. İkincisinde gelir harcanır.(14)
Görülüyor ki, üretken olan ve olmayan emek, emekçi açısından değil, ama para sahibi açısından, kapitalist açısından işlemektedir. Bir yazar fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmasını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli işçisiyse üretken emekçidir.(15) Bir aşçıyla bir garsonun emeği, otel sahibi için sermayeye dönüştürüldüğü ölçüde onlar üretken emekçidirler. Ama aynı kişiler, ben onların hizmetinden bir sermaye yaratmadığım, ama gelirimi ona harcadığım ölçüde, hizmetkârlar olarak üretken olmayan emekçilerdir.(16)
Üretken emekçinin emek gücü, emekçinin kendisi için bir metadır. Üretken olmayan emekçininki de öyle. Her ikisi de emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan emekçidir. Ne var ki, üretken emekçi, onun emek gücünü satın alan için meta üretir. Üretken olmayan emekçi ise, onun için meta değil, yalnızca kullanım değeri, hayali ya da gerçek bir kullanım değeri üretir. Üretken olmayan emekçinin özelliği, kendisini satın alana meta üretmemesi, gerçekte ondan meta almasıdır.(17)
Örneğin; bir piyano yapımcısının çalıştırdığı işçi, üretken işçidir. Onun emeği, yalnızca tükettiği ücreti yeniden üretmekle kalmaz ama piyano yapımcısının sattığı üründe, piyanoda, metada ücretin üstünde ve ötesinde bir artı-değer bırakır. Ama bunun tersine, bir piyano için gereken tüm malzemeyi satın aldığını ve mağazadan piyano almak yerine bu piyanoyu evinde yaptırdığını varsayalım; bu durumda piyanoyu yapan üretken olmayan bir emekçidir. Çünkü onun emeği, benim gelirimden doğrudan ödenmiştir.(18)
Üretken emek yalnızca sermaye üreten emektir. Piyano yapımcısı, üretken işçi aracılığıyla sermayesini yeniden ve daha çok üretir. Ya piyano çalan? Piyano çalan yalnızca gelire karşı emeğini değişir. Ancak piyano çalan müzik üretir ve ses duyumuzu tatmin eder de, onu bir ölçüde üretmez mi? Gerçekte, üretir; onun emeği bir şey üretiyor; bundan dolayı (O, bir kullanım değeri üretmiş olsa da) ekonomik anlamda üretken değildir; bunun gibi bazı hayaller üreten bir şaklabanın emeği de üretken değildir. Emek yalnızca, kendi karşıtını üreterek üretken olur. Yalnızca sermaye üreten emeğin üretken olduğu; böylece bunu yapmayan emeğin, ne kadar yararlı olursa olsun sermayeleştirme için üretken olmadığı, dolayısıyla üretken olmayan emek olduğu da kabul edilmiş olur.(19) Eğer piyano sanatçısı kapitalist için bir müzik şirketinde çalışıyor olsaydı, o bir üretken emekçi haline gelirdi. Çünkü o, (isterse çok berbat bir sanatçı olsun) kapitalist için artı-değer üretiyorsa, kapitalistin bakış açısından en usta piyano sanatçısından daha kıymetlidir.
Özetle, bir artı-değer üreten, ücret olarak aldığı eşdeğerin ötesinde yeni bir değer üreten emek, üretken emektir.(20) Üretken emek meta üreten emektir, üretken olmayan emek, kişiye özel hizmetler üreten emektir. Birinci tür emek satılabilir bir nesnede temsil edilir; ikincisi hizmetin görüldüğü anda tüketilmelidir. Birincisi (emek gücünü yaratan emek gücü hariç) nesneler biçiminde var olan tüm maddi ve entelektüel zenginliği -et kadar kitap da- içerir; ikincisini belirleyen herhangi bir hayali ya da gerçek gereksinimi karşılayan her tür emeği kapsar.(21) Şarkısını kendi hesabına satan bir şarkıcı, üretken olmayan bir emekçidir. Ama bir girişimci tarafından, kendisine para kazandırması için tutulan şarkıcıya üretken emekçi denir; çünkü sermaye üretir.(22) Örneğin, eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurumun girişimcisi için yalnızca birer ücretli emekçi olabilirler, İngiltere'de bu tür birçok eğitsel fabrika vardır. Gerçi öğrenciler söz konusu olunca bu öğretmenler, üretken emekçi değildirler; ama işverenler söz konusu olduğunda üretken emekçidirler. O kendi sermayesini onların emek gücüyle değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence yerleri vb. için de durum aynıdır.(23)
Marks'ın konuya yaklaşımı yeterince nettir. Birikim’ciler ya da onların besin kaynaklarının ileri sürdüğü gibi ABD ya da dünyanın bir başka yerinde, üretken emekçilerinin sayısının azaldığı görüşü, tam bir saçmalıktır. Zira kapitalizmin en başat eğilimlerinden biri her türlü emeği, sermaye üreten emek haline getirmesidir. Öyle ki; dün yararlı emek kategorisinde değerlendirilen, sermaye üretimi/kâr elde etme amacı gütmeyen toplumsal yararlı işler, sermaye üretimi konusu haline getirildi. Dünyanın her yerinde sayıları giderek artan biçimde okul fabrikaları, hastane fabrikaları, eğlence fabrikaları yükseliyor. Bütün bu alanlarda dün üretken olmayan emek bugün sermaye için üretken emek haline geliyor. Keza, hizmet sektörünün maddi mallar üretimine nazaran daha hızlı gelişmesine bakarak üretken emeğin ve üretken emekçinin azaldığını ileri sürmek, kapitalizmden hiçbir şey anlamamak demektir. Sermaye açısından bir emeğin üretken olup olmadığını belirleyen tek kıstas, artı-değer üretip üretmediğidir. Bu nedenle sermayenin yol yapımına mı, bilgisayar üretimine mi, şarkı yazarlığına mı, yayıncılığa mı, otel işletmeciliğine mi yatırıldığının hiçbir önemi yoktur. Ücreti sermayeden ödenen her tür emek üretken, ücreti gelirden ödenen her tür emek üretken olmayan emektir. Hizmetler sektörünün de üretken olup olmadığı bu ayrıma göre tespit edilir.
Hizmetler Sektörü Ve Üretken Emek
Hizmetinin değişiminin karşılığı sermayeden ise üretken, gelirden ise -kişisel ya da devlet geliri fark etmez- üretken olmayan emekçidir. Fakat her iki durumda da emekçi bir ücret karşılığı çalışmaktadır. Eski toplumlarda bu tür ücret ödemenin ortaya çıktığı biçimlerden biri askerliktir. Normal askerin ücreti de en aşağı indirilir. Yalnızca onun sağladığı maliyet tarafından belirlenir. Ama onun hizmetinin değişiminin karşılığı ise sermaye değil, devletin geliridir.(24) Örneğin, Roma'da tüm emek zamanlarını bir ücret karşılığında devlete satan askerler tam da işçinin kapitalistle yaptığı gibi, tüm emek güçlerini yaşamlarını sürdürmek için, gerekli bir ücret karşılığında değişiyorlar. (...) Burada da, asker açısından emeğin serbest satışı var. Ama devlet bunu değer üretimi amacıyla satın almaz (...) Bu ödeme sistemi, ücretli emekten farklıdır. Devletin güç ve zenginlik artışı için orduyu kullanması bakımından benzerlik vardır.(25)
Burjuva toplumun kendisinde kişisel hizmetlerin tüm değişimi bu bölüme girer -kişisel tüketim için yemek pişirme, dikiş vb. için emek, bahçe işleri vb. üretken olmayan bütün sınıfların, devlet hizmetlilerine, hekimlere, avukatlara, bilim adamlarına vb. kadar gelire karşı hizmetler bu kategoridedir.(26) Belirleme nettir; amacı sermaye üretmek olmayan, kişisel ya da devlet gelirinden ücretlendirilen emekçiler üretken değildir. Daha önce de belirtildiği gibi sermayenin eğilimi, gelişmesi ölçüsünde, ücretleri kişisel gelirden ya da devlet gelirinden karşılanan bütün emekçileri sermaye için üretken emekçi haline getirmektir. Çocuk bakımı ve ev temizliği işi yapan bireysel emekçinin bu alana yatırım yapan bir bakım ve temizlik şirketinin ücretli işçisi haline gelmesi ya da her türden toplumsal yararlı devlet hizmetinin - eğitim, sağlık vb- sermaye yatırım alanına dönüştürülmesi vb. bu kapsamda ele alınmalıdır.
Kamusal işlerin devletten ayrılması ve bunların sermayenin kendisi tarafından yüklenilen işler alanına girmesi, gerçek topluluğun kendini sermaye biçiminde hangi düzeyde yapılandırdığını gösterir.(27) Yollar, kanallar vb. tüm genel üretim koşulları ister dolaşımı kolaylaştırsın ya da hatta olanaklı kılsın, ya da ister üretken gücü artırsın, topluluğu temsil eden hükümet yerine sermaye tarafından yüklenilmesi için, sermaye üzerine kurulu üretimin pek yüksek gelişmesini gerektirir.(28)
Bu belirlemeyi esas alırsak, sermaye üzerine kurulu üretimin bugün bir hayli gelişmiş olduğunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz; yalnızca alt yapı hizmetleri değil, temel devlet hizmetlerinin pek çoğu, eğitimden sağlığa, iletişimden toplu taşımaya sermaye üretiminin konusu haline gelmiştir. Bunlar bir yana; kimi ülkelerde özel hapishaneler, şirket orduları ya da özel ordu şirketleri vb. yoluyla yalnızca devlet hizmetleri değil, doğrudan devletin kendisi sermaye üretiminin nesnesi haline dönüştürülüyor. Henüz bireysel kapitalistin eline geçmeyip devlet tarafından yürütülmeye devam edilen hizmetler de, ücretlendirilerek kâr amacına bağlanıyor. Devlet hizmet değil, kar üretmeyi amaç haline getiriyor, devlet hizmetleri birer kapitalist fabrikaya dönüşüyor. Belediyelerin her türlü su ve temizlik işlerini yürütme biçimi de budur.
Devletin geleneksel olarak sermaye karşısında üstün konumunu hala sürdürdüğü yerde, kapitalistler topluluğunu, aynı zamanda üretimin geleneksel koşulları olarak ve dolayısıyla şu ya da bu kapitalist için özel koşullar olarak değil, görünen genel yararı olan bu tür işlere, sermayesinin değil, gelirlerinin bu kısmını ayırmaya zorlayacak otorite ve istence hala sahip olduğu yerde -ve hisse senetli ortaklık biçimini almadığı sürece, sermaye, her zaman gerçekleşmesinin özel koşullarını arar ve komünal koşulların yükünü ülkenin gereksinimleri olarak bütün ülkenin üstüne yıkar.(29) Bu nedenle yollar, kanallar, okullar, hastaneler, su ve kanalizasyon şebekeleri vb. yapımı ve işletilmesi; sermaye adına üretim koşullarını olanaklı kılmak ve genişletmek için devlet hizmeti olarak, yerine getirilir ve giderleri tüm toplumun sırtına yıkılır.
Sermaye üretiminin bütün bu genel kolektif koşullarını geliştirmek için gerekli masraflar, ülke gelirinin bir kısmından -hazineden- karşılanır. Bu alanlarda çalışan emekçiler, sermayenin üretken gücünü artırmanın koşullarını oluşturur ya da büyütürler, fakat üretken emekçiler olarak ortaya çıkmazlar. Çünkü burada emek fonu sermaye değil, devlet geliridir -asıl olarak da vergiler-. Emekçiler, ötekiler gibi ücretli olmakla birlikte, ekonomik bakımdan başka bir ilişki içinde bulunur.
Bunun içindir ki; sermaye en yüksek gelişmesine, toplumsal üretim sürecinin genel koşulları, toplumsal gelirden yapılan kesintiden, devlet vergilerinden değil, sermaye olarak sermayeden ödendiği zaman ulaşır. Bu bir ölçüde, sermayenin toplumsal üretimin bütün koşullarını ne ölçüde kendine tabi kıldığına ve dolayısıyla öte yandan da toplumsal yeniden üretken servetin ne ölçüde sermayeleştiğini ve bütün gereksinimlerin değişim biçimi altında ne ölçüde karşılandığını gösterir; aynı zamanda bireyin toplumsal bakımdan ortaya çıkmış gereksinimlerinin, yeni toplumda yalıtık olarak değil, ama ötekilerle ortaklaşa olarak tükettiğinin ve gereksindiğinin -bunların tüketim tarzı, şeylerin doğası gereği toplumsal tarzdır- değişim yoluyla, bireysel değişim yoluyla ne ölçüde yalnız tüketilmeyip üretildiğini gösterir.(30)
Bugünkü durum nedir ve nereye doğru gitmektedir? Yukarıda değindik, tekrarlamakta fayda var; sermayenin gelişim düzeyi henüz zayıfken, devlet sermaye karşısında henüz üstün konumunu sürdürüyor iken, sermaye üretiminin genel koşullarını oluşturmak ve geliştirmek için gerekli hizmetler devlet eliyle yürütülür. Masrafları, vergiler yoluyla tüm topluma ödetilir. Kâr ya da bir başka deyişle doğrudan sermaye üretme amacı yoktur. Sermaye geliştikçe bu hizmetlerin bir kısmı, sermaye üretimi kapsamına alınır. Kendini toplumsal yararlı işte somutlaştıran önemli bölümü ise henüz kapitalist üretim kapsamı içine girmez. Çünkü sermaye bütün bu alanları kapsayacak denli bir gelişkinliğe ulaşmamıştır.
Bugün durum tamamen farklıdır; bütün bu toplumsal yararlı hizmetler -gerçekte sermaye üretiminin koşullarını geliştirmeye hizmet eder- sermayenin kapsamı alanına alınıyor. Aynı zamanda dünya işçi sınıfının savaşımının ve sosyalist kampın varlığının sonucu olarak, devletçe birer sosyal hak olarak tanınan ve geçmişte bedelsiz yerine getirilen hizmetler (eğitim, sağlık vb.) de artık özelleştirilerek sermaye üretiminin alanlarına dönüştürülüyor.
Bu tip hizmetlerin sermaye üretimi için kapitalistlere devredilmesinin yanı sıra, bu hizmetleri devlet yürütmeye devam ettiği sürece, hizmet üretiminin devlet eliyle sermaye üretiminin konusu haline getirilmesiyle de gerçekleşiyor. Sonuçta devlet hizmetleri ya özelleştiriliyor ya da devlet tarafından kapitalistçe yürütülüyor; hizmet üretim birimleri özel sermaye ya da devlet eliyle birer fabrikaya dönüştürülüyor. Henüz tam olarak bu düzeye ulaşmaması gerçeği değiştirmez, gidişatın yönü nedir ve hangi hızda ilerlemektedir, bizi asıl ilgilendiren bu sorudur.
En kestirme biçimde şöyle yanıt verebiliriz; her türden üretim sermayenin kapsamına girmektedir, hem de artan bir hızla. Üretimin tümünü sermayenin ele geçirdiğini -bugün bu önemli ölçüde gerçekleşmiştir-, yalnızca kapitalistin meta üreticisi olduğunu varsayalım. Hizmetler dolayısıyla gelire karşılık değişilebilir. Sağlanan hizmetler, bu hizmetlerin üreticileri açısından metalardır.(31) Dolayısıyla bu alanlarda çalışan işçiler de üretken emekçidir. Bir başka deyişle, gelirden sermayenin ürettiği metalara harcanan pay ne kadar büyükse, üretken olmayan emekçilerin hizmetleri için harcanan pay o kadar azdır ve tersi.(32) Bugün bütün üretimi kapsaması bakımından sermayenin egemenliği her zamankinden çok daha yüksek düzeyde ve hareketin yönü bu egemenliğin daha da perçinlenmesine doğru olduğuna göre, üretken emekçilerin sayısı artarken, üretken olmayan emekçilerin sayısı giderek önemsiz bir nicelik derekesine inmektedir. Bu kaçınılmazdır çünkü, bütün noktalarda üretim tarzını kendine uydurmak, onu sermayenin egemenliği altına almak, sermayenin zorunlu eğilimidir.(33)
Şimdi yeniden A. Özgün'e ya da onun referans aldığı yazarlara döndüğümüzde, onların “Daha 1980'lerde, ABD'de üretken olmayan işçilerin üretken işçilere oranı yüzde 60'tı.” Belirlemesini, hem de Marks'ın kavramlarını kullanarak, ileri sürmelerini nasıl değerlendirmek gerekir? Onların düşüncelerine dair neden “sefil” ve “safsata” nitelemelerini kullandığımız, umarız ki daha açıklığa kavuşmuştur.
Gayri Maddi Ya Da Duygulanımsal Emek
“Safsata” yalnızca üretken emekçi tanımında ortaya çıkmıyor. Üretken emeği salt maddi mallar üretimine bir kez indirgediğiniz zaman, geriye kalan üretimi ve bu üretimde çalışanları yeni kavramlarla nitelemeniz gerekir. Birikim yazarları ve onların sefil referanslarından kimilerine göre bu; “Gayri maddi emek”tir, diğer bazıları ise bunu “Duygulanımsal emek” olarak tarif etmektedir.
Onlara göre, her şeyden önce toplum, “Endüstri sonrası ekonomi” aşamasındadır. Çünkü maddi mallar üretimi belirleyici olmaktan çıkmış, “Gayri maddi üretim” belirleyici hale gelmiştir. “Endüstri sonrası ekonominin bütün karakteristikleri, gayri maddi üretimin geleneksel biçimlerinde yüksek oranda mevcuttur; görsel, işitsel ürünler, reklam, moda, yazılım üretimi, fotoğraf, kültürel faaliyetler ve diğerleri.” A. Özgün, bunları belirtirken karşıt bir kanıtı da ortaya koymaktan geri durmuyor. Yayımlanan bir rapora göre; 2010'da bilişim sektöründe çalışanların toplam çalışan işgücü içindeki payı, yalnızca yüzde 2.4 olacak. Ama bu Özgün'ü durdurmaya yetmiyor. O, elle tutulur bir mal üretmeyen her türlü emeği “gayri maddi” olarak tanımlıyor. Oysa belirtilen ürünlerin hiçbiri “gayri maddi” olarak nitelendirilemez. Marks'ın döne döne açıkladığı gibi; sermaye üretmek için yatırım yapılan her türlü faaliyet sonucu elde edilen ürün, maddidir. Bu maddilik ürünün kendisinde değil, ürettiği sermayede, sonuçta patronun cebine girecek parada karşılık bulur. Kapitalistin sermayesi ister bir şarkıcıya, ister bir tiyatroya ya da çelik üretimine yatırılsın, bunun kapitalist için hiçbir önemi yoktur. Kapitalist filme, modaya, bilgisayar yazılımına, gömlek üretimine, otomobil imalatına sermaye yatırımı yapar, sermayesinin bir bölümünü bu alanlarda çalıştırılacak işçilerin emek gücüyle değiştirir; ortaya çıkan ürünü seyirciye, dinleyiciye, kullanıcıya vb. satar; sonuçta onu ilgilendiren tek şey, artı-değerin realize olması, başta yatırdığı paranın daha büyük miktarının kendisine geri dönmesidir. Her türden faaliyet- yatırım bu amacın aracıdır. Kapitaliste geri dönen kâr, her şeyiyle “maddi”dir.
A. Özgün, Deleuze'den aktarımla şöyle diyor; kapitalizm insanları “Kullanıma hazır, bitmiş ürünler değil, bileşik hizmetler, yaşam biçimleri, markalar, imgeler, 'olaylar' ve 'deneyimler' satmaya yöneltmektedir.” Ekonomik değer biçimi artık, bir metanın üretilmesi için gerekli toplumsal emek zamanı değil de, “Sinerji, gösterge değeri, marka değeri” halini alıyor. Örneğin, Apple bilgisayarın her bir parçası dünyanın değişik yerlerinde üretiliyor, Çin, Tayvan ya da bir başka ülkede. Ama alıcısı için ona asıl değerini veren, “Designed in California”, Kaliforniya'da tasarlanmıştır damgasıdır. A. Özgün ya da Deleuze gibiler kendilerini kandırabilirler, fakat Apple patronunu kandırmaları mümkün değil. Bilgisayar parçalarını neden ABD'de değil de Çin, Tayvan vb. işgücünün ucuz olduğu ülkelerde imal etmeyi tercih ediyor bu patron? O çok iyi biliyor ki, aynı mamulü başkalarına göre ne kadar ucuz üretirse, rakiplerine o kadar üstünlük sağlayacaktır. Tasarım ve onun için kullanılan kalifiye emek, aynı ürün için sermaye yatırımının bir bölümüdür. Sonuçta aynı tür bilgisayar daha ucuz olmak koşuluyla California'da değil de, Nepal'de de tasarlansa, alıcısı için aynı kalitenin daha ucuzu tercih sebebi olacaktır. Nihayet kalite aynı olduktan sonra ucuzluğa neden olan şey de, kullanılan kalifiye emek gücüne ödenen ücretin daha düşük olmasıdır. Sırf bu nedenledir ki, bilgisayar şirketleri emek gücü daha ucuz olduğu için Hindistan'da yazılım fabrikaları kurmuşlardır.
Gösterge, reklam, moda, marka vb.nin sermaye egemenliği geliştikçe, daha önemli hale geldiği doğrudur. Çünkü kapitalist üretimde, üretimin ürettiği şey yalnızca tüketimin nesnesi değildir; aynı zamanda tüketim tarzıdır da ve bu da yalnızca nesnel değil, aynı zamanda öznel tarzda yapılmaktadır.(34) Üretim tüketimin nesnesini, tüketim tarzını, tüketim güdüsünü yaratmaktadır.(35) Moda, gösterge, marka vb. bu güdüyü durmaksızın kışkırtmanın araçlarıdır. Kapitalist üretim, doğası gereği genişledikçe bu araçlara daha çok ihtiyaç duyar, aksi takdirde bu araçları kullanmaksızın rakipleri karşısında rekabet şansı zayıflar. Çünkü kendi tüketicisini yaratamayan üretim, sahneden çekilmek zorunda kalır. Kapitalist üretimin anarşik niteliği gereği, aynı tür kullanım değerini birden çok kapitalist üretir. Benzer niteliklere sahip ürün daha ucuza üretilene kadar ürün fiyatları birbirine yakın olsa da; biçim, güven duygusu ve ürünün tanıtımı tüketici tercihinde etkili olur. Üretimin dünyasallaştığı bugünkü tekeller çağında, marka, gösterge, moda vb. giderek daha etkin hale gelmektedir. Tüketim güdüsünü kışkırtma ve aynı nitelikteki ürünlere göre tercih üretme işlevi gören bu tür araçlar, daha baştan tasarlanan ürünün doğal bir bileşeni olarak sermaye yatırımının konusu olurlar. Ürünün içeriği kadar biçimi de kendini sattırmak için, her türlü hokkabazlığı barındırmak zorundadır. Bu tüketim güdüsünü kışkırtma unsurlarından kimisi, örneğin ambalajlama, ürüne yeni bir değer katar, kimisi ise yeni bir değer katmaz, sadece yatırım maliyeti ölçüsünde ürüne yansır, örneğin reklam masrafları. Buna karşın bir reklam şirketinde çalışan işçiler üretken emekçidir. Reklam sektörü de herhangi bir sermaye yatırım alanıdır, amacı yatırılan sermayeyi artırmaktır.
Üretim kapasitesi tekelleşmeye bağlı olarak büyümesi ile birlikte ürün daha büyük bir tüketici kitlesinin güdülerini kışkırtacak niteliklere sahip olmak zorunda kalır. Çünkü üretim yalnızca, özne için bir nesne yaratmakla yetinmez, aynı zamanda nesne için bir özne de yaratır.(36) “Marka dünyası”, reklam vb. nesne için özne yaratma çabasının ve zorunluluğunun ürünüdürler. Yine de “marka”nın her şey olduğu, insanların markaların kölesi haline getirildiği ne denli doğru ise, o denli yanlıştır. “Marka”nın ömrü, üretilen ürün miktarı büyüdükçe, aynı oranda tüketim güdüsünü kışkırtma yeteneğine, ama bundan da öte, ne denli “vazgeçilmez” kılınırsa kılınsın, rakiplerin aynı ürünü daha ucuza ürettikleri ana kadardır, elbette alım gücü düzeyi aynı kalmak koşuluyla. Örneğin, 1960'larda Amerikan ve Alman otomobilleri “vazgeçilmez” markalar olarak anılırdı. Oysa Japon otomobilleri kısa zamanda onların yanında kendine yer açabilmişti, başta da Toyota. Peki nasıl? Aynı zaman dilimi içinde, kullandığı üretim tekniği sonucu, diğerlerinden daha çok otomobil üretmeyi başarmıştı. Haliyle aynı tür otomobili rakiplerinden daha düşük maliyette üretebiliyor ve daha ucuza satabiliyordu. Tıpkı bugün Çin otomobillerinin piyasayı sarmaya başlaması gibi.
Her şey bir yana, “Marka” ürünün kendisi değil, ürünü, yani meta-sermayeyi paraya çevirmenin, sermayeyi gerçekleştirmenin unsurlarından biridir. “Marka” ne denli çekici olursa olsun, sonuçta bir ürünü tanımlar ve o ürünün varlığı onu tüketecek olanların durmaksızın üretilmesiyle mümkün olur. Tüketici üretiminin sınırı ise onların alım gücüdür. “Marka”nın kışkırtıcılığı her defasında gelip bu sınıra toslar. O nedenle kapitalist, A. Özgüngillerin sandığı gibi sırtını “marka”sına dayayarak yan gelip yatmaz, ürünü rakiplerine kıyasla daha ucuza üretmek için başvurmadık şey bırakmaz. Dünyanın neresinde daha ucuza üretecekse oraya gider. Çünkü o bilir ki; para “marka”dan gelmez, işçi başına el koyduğu artı zamanlardan gelir. Onun içindir ki, ABD'nin en tanınmış “marka”larını üreten tekeller topluca Bush'un karşısına çıkarak, sağlık harcamaları için patronlardan yapılan kesintinin düşürülmesini isterler. Volkswagen'in Belçika fabrikası Almanya'ya taşınırken gerekçe olarak, Almanya'da haftalık çalışma süresinin iki saat fazla olması gösterilir vb.
A. Özgün'ün “Gayri maddi emek” olarak tanımladığı şeyi, derginin aynı sayısında Ayşe Akalın “Duygulanımsal emek” olarak tarif ediyor. İnsan dürtülerinin doyuma ulaşmasında yardımcı rol oynayan durumlara karşılık geldiği belirtilen “duygulanım”, kimilerine göre duyular, güdüler ve sezgiler toplamı (Spinoza), kimilerine göre bir çeşit bedenler arası anlam yaratmadır (Deleuze). Göstergeler, markalar, işitsel ve görsel araçlar insan dürtülerini kışkırtırlar, bunlar duyguların içinde değildir, tersine dışarıdan özneye süzülürler. O halde artık Marks'ın değer yasası değişmiş ya da eskimiştir. Bir malın değeri, üretilmesi için gerekli toplumsal emek zamanı tarafından belirlenir ve artı değer, bu üretim için harcanan emeğin bir bölümüne patronlar tarafından karşılıksız el konulan bölümünden oluşur, biçimindeki temel Marksist çözümleme yanlıştır. Dışardan özneye süzülen göstergeler, markalar vb. bu değeri oluşturmaktadır bugün. O halde gücünü üretim ilişkilerindeki konumundan alan işçi sınıfı artık yoktur, bu egemen üretim ilişkisinin iki karşıt kutbu proletarya ve burjuvazi arasındaki antagonist çelişkilerden de söz edilemez artık.
Yukarıda hiçbir bilimsel değeri olmayan bu saçmalıkları bir ölçüde ele almıştık. A. Akalın bilgi ve ulaşım sektörünün 1970'lerde yükselişe geçişini, hizmet sektörünün de aynı dönem kapitalist üretimin önemli bir unsuru olarak belirmesinden hareketle; üretimin geleneksel, maddi, somut, sayılabilir, ölçülebilir ürünler yerine hizmet, bilgi ve dolaşım gibi ölçülemez şeylerin ortaya çıkarılması sürecine dönüştüğünü ileri sürmektedir. Ona göre fikir, imge, bilgi, iletişim vb. gayri maddi emek kapsamındadır. Tam da burada zihin emeği ile kol emeği arasındaki ilişkinin kapitalist üretim sürecinde nasıl gerçekleştiğini incelemekte yarar var.
Zihin Emeği İle Kol Emeği
Zihin emeği ile kol emeğini birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim tarzının ayırt edici özelliğidir. Ancak bu, maddi ürünün bu insanların ortak ürünü olmasını önlemez. Tüm bu insanlar yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı değeri yeniden üretirler.(37) Emeğin “maddi” niteliği onun kol emeği mi zihin emeği mi olduğuyla ölçülemez, ortaya çıkan ürün ve ürünün paraya dönüştürülmesi ile ifade edilir. Emeğin üretkenliği arttıkça zihin emeğinin üretimde kullanılma düzeyi büyür, zira emeğin üretkenliğinin artması bilimin üretime uygulanması, makineleşmenin gelişmesi demektir. Doğaldır ki, sermayenin egemenliği geliştikçe zihin emeği hem birikmiş, donmuş emek olarak makinede hem canlı emek olarak üretim sürecinde daha büyük oranda ortaya çıkar. Ama bu ürünün üretiliş biçiminde teknik değişimlere neden olsa da, bir ilişki olarak ürünün üretiliş biçiminde, sermaye ile emek ilişkisinde, bunların karşılıklı konumlanışında özsel bir değişikliğe neden olmaz. Buna karşın sermayenin egemenliği büyüdükçe, zihin emeği “özel” niteliğini daha çok yitirir, sıradanlaşır ve dün ayrıcalıklı olan birçok zihin emekçisi, bugün “düz işçi” haline gelir.
Sermayenin geliştirdiği ilke, tamı tamına özel beceriyi gereksiz hale getirmek ve el emeğini, genel olarak hem beceri, hem de kas gücü olarak doğrudan bedensel emeği gereksiz hale getirmektir; beceriyi ölü doğa güçleri arasına koymaktır.(38) Emeğin üretken gücünün artması ve gerekli emeğin en geniş ölçüde yadsınması, sermayenin zorunlu eğilimidir. Ve bu eğilimin gerçekleşmesi, emek aracının makineye dönüşmesidir. Emek aracının makineye dönüşmesi sermaye için rastlantı değil, bilimin teknolojiye uygulanması olarak bunun ardında yer alır, bu yüzden üretime bilimsel bir karakter vermek, sermayenin eğilimidir ve doğrudan emek bu sürecin salt bir öğesi arasına dönüşür.(39)
Bilimin teknolojiye uygulanması, özel becerinin makinede toplumsallaşması, kol emeğinin makinenin bir eklentisi haline getirilmesi, kapitalist üretimin doğasında vardır. Teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak kol işçiliğinin azalmasından yola çıkarak “Artı-değer elde etme biçiminin değişmiş” olduğunu ileri sürmek, kapitalist üretim tarzının ayırt edici özelliklerinden ve onun içsel çelişkilerinden bihaber olmak anlamına gelir. Daha önceki bütün mülkiyet biçimleri insanlığın büyük bir bölümünü, köleleri, salt emek aleti olmaya mahkûm eder. Tarihsel gelişme, siyasal gelişme, sanat, bilim vb. onların üstünde, yüksek çevreler içinde rol oynar. Ama sermaye ilk kez tarihsel ilerlemeyi servetin hizmetine sokmak için tutsak etmiştir.(40) Çünkü sermaye, ancak bilimsel gücün üretime daha çok uygulanması ile kendini var etmeyi ve genişletmeyi başarabilir.
Bilimin üretime uygulanmasının sermaye açısından zorunluluğu iki temel nedenden kaynaklanır. Birincisi, sermayenin kârı, karşılığı ödenmemiş artı emek zamanından gelir. Bu artı emeği durmaksızın çoğaltmak ve onun zıt kutbunda bulunan gerekli emek zamanını durmaksızın daha alt sınıra çekmek, sermayenin zorunlu eğilimidir. Bu da ancak bilimin üretime uygulanması suretiyle emeğin üretkenliğinin artması ile mümkün olur. İşgününün uzunluğu ve emeğin yağmalanması ile sınırlanmış mutlak artı değer, ancak bu yolla aşılabilir ve sömürü olanaklarını alabildiğince genişleten nispi artı emek, bu sayede gerçekleştirilebilir. İkincisi, yalnızca üretim aşamasında değil, dolaşım sürecinde de bilim sermayenin hizmetindedir. Emeğin üretkenliğini artırmak yoluyla artı değer kitlesini büyütmek yetmez, ürünün en kısa zamanda paraya dönüşmesi için dolaşım zamanının en alt düzeye çekilmesi gerekir. Dolaşım ürüne değer katmaz ama artı değerin gerçekleşmesine neden olur. Doğaldır ki, bu gerçekleşme süresi ne kadar kısa olursa, sermaye o oranda devir işlemi yapar. Bundan dolayıdır ki, sermayenin egemenliği geliştikçe, dolaşım zamanını kısaltmak için iletişim ve ulaşım araçları giderek daha büyük bir etkinliğe ulaşır. Hal böyle iken, bilimin kapitalist üretim ve sermaye dolaşım sürecine uygulanmasında bugün ulaşılan düzeyden yola çıkarak, emeğin “maddi” niteliğini yitirdiğini, “gayri maddi” hale geldiğini, “duygulanımsal emeğin” değer üretim sürecinin bir unsuru olarak “maddi” emekle yer değiştirdiği iddiaları sermayeye dayalı üretimin doğasını kavramamak anlamına gelir.
Antagonist Çelişkiler Bitti Mi?
Başta da belirtildiği gibi Birikim yazarları ve onların beslendiği kaynakların derdi başka. Onlar işçinin, eski işçi olmadığını “ispatlayarak”, bugünün işçilerinin kapitalizmi yıkmak diye bir amaçlarının olmayacağını göstermeye vakfetmişler kendilerini. A. Özgün, 2005 sonbaharında New York'u felce uğratan metro işçilerinin grevine, New Yorkluların şiddetli tepkiler gösterdiğinden dem vurarak, buradan işçilerin kapitalizme hayatlarıyla bağlı olduğu sonucu çıkartıyor. Örneğin, işçilerin emeklilik fonları değerli kağıtlara yatırılmış bulunmaktadır. Haliyle ekonominin iyi gitmesi yalnızca kapitalistlerin değil, işçilerin de çıkarınadır: Çünkü işçi, bir yanıyla üretim sürecinde emekçi, diğer yanıyla birikimini emeklilik fonları aracılığıyla değerli kağıtlarda değerlendiren bir sermayedardır. Doğaldır ki, grev gibi “bozguncu” eylemler, sermaye gibi işçi sınıfının da yeni kolektif çıkarlarına uygun değildir. Halkın greve yönelik öfkesinin altında yatan asıl neden budur.
İşçi sınıfının, hem emekçi ama hem de sermayedar haline gelmesi anlamında, bu ikili niteliği tüketim ilişkilerinde de boy göstermektedir. Daha önce de sözü edildiği gibi, emek maddi ya da gayri maddi ya da duygulanımsal emek olarak ayrışmış, ikincisi birincisini galebe çalmıştır. Birincisi fabrikada gerçekleşirken; ikincisinin ortaya çıktığı yer tüm toplumsal yaşamdır. Bütün toplum bir nevi fabrika haline dönüşmüştür. Herkes tüketici olduğu kadar üreticidir de artık. Mesela TV seyreden biri, bunu yapmakla seyrettiği kanalın görsel ürünlerini tüketmekle kalmıyor, aynı zamanda o görsel ürünleri yeniden üretiyor, üretken tüketim yapıyor. Nasıl mı? Bir diziye “tutularak”, tıpkı bir “marka tutkunu” haline gelmiş gibi. Bunu yaparak duygulanımsal emeğin, yani tüketim güdüsünü tetikleyen görsel ve işitsel araçların etkinliğinin artmasına yol açmış, o aracın başkalarının üzerinde de etki yapmasına hizmet ederek, onu yeniden üretmeye katkı sunmuş oluyorsunuz. Böylece siz bir dizi tutkunu ya da bir marka sevdalısı olarak artık bir üreticisiniz, “doğrudan üretime koşullu emek” ile seyircinin emeği arasındaki fark (seyirci TV seyrederken emek harcar!), ilkinin ücrete tabi olması, ikincisinin ise üstüne para veriyor olmasıdır. Öyle ki işçiler, “Boş zamanlarında sohbet ederken, eğlenirken, oynarken, en özel anlarında bile artık değer üretimine katkıda bulunuyorsa, o halde 'işçi' değildir.” Böyle tanımlıyor A. Özgün.
Foucault, bunu biyo-iktidar ve disiplin toplumu kavramlarıyla ifade ediyor. Ona göre iktidar, okul, ordu, fabrika, aile gibi kurumlar aracılığıyla bedenler üzerinde hakimiyet kurar. Bu iktidar bir üst yapısal ilişki değil, her yerdedir ve herkes şu ya da bu düzeyde bu iktidarın parçasıdır. İktidar her yerde -disiplin toplumu- ve herkese içselse -biyo-iktidar- o belirli bir üretim ilişkisinde ve belirli bir sınıfta somutlanamaz. O halde ele geçirilecek bir iktidardan söz edilemez, tıpkı artık sermayeyi yıkmayı hedefleyen bir işçi sınıfından söz edilemeyeceği gibi. Deleuze, Foucault'dan bir adım öteye gider ve “Denetim toplumu”ndan bahseder. Ona göre Foucault'un belirttiği kurumların ötesinde her türlü toplumsal ilişki, denetim altına girmiştir. “Otoyol” benzetmesi ile durumu açıklamaya girişir. Otoyolda arabanı özgürce sürebilirsin, fakat istediğin zaman çıkamazsın. Nereden çıkılacağı önceden belirlenmiştir. Ne alt yapı ne üst yapı vardır; herkesin içinde belirlendiği denetim toplumu vardır. O nedenle sınıf çelişkisinden, onun keskinleşmesinden söz edilmez. “Hepimiz aynı gemideyiz” burjuva teranesinin Deluze’ce ifadesi “Herkes aynı otoyoldadır” biçimine bürünüyor. Antonio Negri de kervana katılır, ona göre emekte son dönemde gerçekleşen en önemli değişim, değerin artık ölçülemez hale gelmesidir. A. Özgün'ün belirttiği üzere “Artık değer sadece fabrikada çıplak emeğin sömürülmesiyle üretilmez, günlük hayatın tamamı sömürü alanına dönüştürülmüştür. Artık-değer toplumsal dil ve gündelik ilişkiler içerisinde üretilir, hayat işten ibarettir.” Nasıl oluyor bu? Gösterge değeri -görsel ve işitsel araçlar, marka ve moda vb.- tüketerek. Demek oluyor ki, ne kapitalizmi devirecek işçi sınıfı vardır, ne de el koyacak fabrika. Zira bütün toplum fabrikadır ve toplumu oluşturan her birey tüketici olduğu kadar üreticidir.
Nereden bakarsanız bakın; bütün postmodernist tayfanın sözü aynı kapıya çıkar: Artık zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfı yoktur. Çünkü o hayalleriyle de kapitalizme bağlıdır. Ortada yıkılacak bir iktidar, dönüştürülecek bir toplumdan ve elbette antagonist sınıf çelişkilerinden söz edilemez.
Ya Gerçeğin Dili?
Proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisi gerçekten de ortadan kalkıyor mu? Sözü fazla uzatmadan, yalnızca birkaç olguyu inceleyerek gerçeğin bilgisine az çok ulaşabiliriz.
Emperyalist küreselleşmenin birkaç onyılında kapitalistleşme, dünya çapında öyle bir hıza kavuştu ki, sadece Çin ve Hindistan'da işçi sınıfı saflarına yüz milyonlarca yeni insan katıldı. Dün kapitalistleşme hızı yavaş, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin tarımda tedricen -uzun zamana yayılan- çözülmesi bugün başkalaşmış, bu geri ülkelerde kapitalistleşme hızı alabildiğine yükselmiştir. “Dünyanın kırları”nda, küçük meta üretiminin yaygın olduğu bu geri kapitalist ülkelerde hızlanan mülksüzleşmeyle birlikte, işçileşme -ve işsizleşme- olağanüstü bir hız kazandı.
İşçileşme, salt kırda ve kentte küçük meta üretim ve ticaretinin, tekellerin artan hakimiyeti ile birlikte daha hızlı yok olmasıyla artmıyor, aynı zamanda yüksek eğitimli, özel beceriye dayalı serbest meslek sahipliğinin -doktor, avukat, mimar, mühendis vb.- ortadan kalkması ile bu meslek sahiplerinin, kapitalistlerin ücretli işçisi haline gelmesi ile de dünyanın her yanında artan bir ivme kazanıyor.
Özelleştirmeler yoluyla en zorunlu sosyal ihtiyaçları karşılayan devlet hizmetleri dahi sermaye yatırım alanları haline getirildi, bu alanlarda çalışanlar sermaye üreten emekçi, üretken emekçiye dönüştü. Henüz devletin yükümlenmeye devam ettiği birçok hizmet üretimi de, kapitalist biçime kavuşturularak “kâr” amacına bağlandı.
En gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi dün “ayrıcalıklı” hale gelen, yaşam tarzı olarak küçük burjuvalaşmış işçi sınıfının bu ayrıcalıklı üst tabakası eski konumunu kaybetti. Dahası bütün işçi sınıfının yüzyıllık kazanımları burjuva barbar saldırganlığa maruz kaldı. Çalışma saatleri yükseldi, çalışma koşulları kötüleşti, kuralsız esnek çalışma yaygınlaştı, iş yaşamında çocuk ve kadın istismarı yüz-yüz elli yıl önceki görünüme yeniden büründü, işsizlik ödeneklerinden tatil hakkına kadar her şeyde kısıtlamalar yapıldı, ücretler düşürüldü.
Dünya ekonomisinin az çok istikrarlı biçimde büyüdüğü şu son yıllarda bile, işsizlik oranlarında gerileme meydana gelmedi. Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan, ama emek gücünü satacak bir patron bulamayan giderek büyüyen bir işsiz-işçi sınıfı tabakası - kimileri buna çöp sınıf diyor- oluştu. Buna karşın muazzam miktarda sermaye, üretim sahasında yatırılacak yer bulamıyor, “Fazla sermaye” haline geliyor.