“Bu yaz çok sıcak geçti”, “Çöl sıcakları geldi”, “Kuraklık tarımı vurdu”, “Son yıllarda ne kadar dengesiz havalar, bir gün bir diğerini tutmuyor. Bir anda 10 derece düşüp bir anda yükselebiliyor”, “Susuzluk yok mu susuzluk, canımıza tak etti”, “Özellikle yaşlıların, çocukların ve hasta olanların gün boyu dışarı çıkmasını tavsiye etmiyoruz”, “Batıda kuraklık, doğuda su baskınları!”, “Geçen yıl eksi 20 dereceyi bulan soğukların bu yıl da ülkemize gelmesi bekleniyor...”
Her biri bir durum tespitini de yansıtan bu cümlelere kimi televizyonlarda, gazetelerde rastladık, kimi yanımızdakilerden duyduk, bazen de kendi dilimizden dökülüverdi. Peki, neden böyle havalar? Tanrılar çıldırıyor mu yoksa? Öncesinde bilimsel dergilerde, ilgili meslek örgütlerinin düzenlediği konferanslarda, panellerde, çıkardıkları yayınlarda ve az sayıda olan çevrecilerin düzenledikleri etkinliklerde gündemleşen konular en sonunda günlük yaşamı, temel ihtiyaçları etkiler duruma geldi. Böylece popülerleşti, yaygın tartışılmaya başlandı. Yaşanan olayların nedeni irdelendiğinde iki kavram ön plana çıktı: Sera Etkisi ve Küresel Isınma.
Sera Etkisi ve Küresel Isınma(1)
Sera Etkisi nedir? Kömür, doğal gaz ve fueloil gibi fosil yakıtlar, yüksek basınç altında oluşmuş ve karbondioksit (CO2) içeriği bakımından çok zengin organik maddelerdir. Bu yakıtların kullanımı sonucunda açığa çıkan CO2 gazı atmosfere karışır.
Normalde karbon döngüsünün bir parçası olan bu olay, fosil yakıtların kullanımının artması ile atmosferdeki CO2 miktarının normalden yüksek seviyelere çıkmasına neden olur. Havanın başlıca iki bileşeni olan oksijen ve azot gazları, güneşin gözle görülebilen dalga boyu ışınlarını yansıtır ve morötesi ışımaların bir kısmını da absorblar (soğurur). Dünya yüzeyine ulaşabilen güneş ışınları, yeryüzü tarafından soğurularak ısıya dönüştürülür. Bu ısı, yeryüzündeki atomların titreşimine ve kızıl ötesi ışıma yapmalarına neden olur. Bu kızılötesi ışımalar, oksijen veya azot gazı tarafından soğurulamaz. Ancak havada bulunan CO2 ve CFC (kloroflorokarbon) gazları, kızılötesi ışımaların bir kısmını soğurarak atmosferden dışarı çıkmalarını engeller. Bu soğurma olayı, atmosferin ısınmasına yol açar. Bunun sonucunda dünya, güneşin altına park edilmiş bir arabanın içi gibi ısınır. İşte bu duruma “Sera Etkisi” adı verilir.
Küresel ısınma nedir? İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların Sera Etkisi yaratması sonucunda, dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse; dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor. Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor. Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan, ozon, CFC ve azotoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. Bilim adamlarına göre işte bu artış, küresel ısınmaya neden oluyor. 1860'tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ile 0.8 derece kadar arttığını gösteriyor.
Bu konu ilk defa rüşeym halindeyken, 1896 yılında bilimcilerin gündemine girer. İsveçli S. Arrhenius, atmosferdeki CO2 birikiminin değişmesine bağlı olarak iklimin değişebilirliğini, 19. yüzyılın sonunda öngörmüştür. Bu öngörüden seksen yılı aşkın bir süre sonra, 1979 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) öncülüğünde “1. Dünya İklim Konferansı” düzenlenmiş; fosil yakıtlardan ve CO2 birikiminden kaynaklanan küresel iklim değişikliği vurgulanmıştır. İlk ciddi konferans ise 1992 Haziran'ında Rio'da düzenlenmiştir. Öngörüden yaklaşık bir asır sonra konu ele alınabilmiştir. Geçen süre boyunca sanayileşmede önemli atılımlar yaşanmış, özellikle fosil yakıtların kullanımı devasa boyutlara ulaşmıştır. Küresel iklim değişikliği ve yol açabileceği felaketler gözetilmeden, uygun tedbirlerin ne olabileceği tartışılıp sonuca ulaşılmadan ve dolayısıyla hiçbir pratik tedbir alınmadan atılan adımlar, dünyamızı hasta bir gezegen haline getirdi. Binlerce, onbinlerce yılda peyderpey ve böylelikle bu kadar yıkıcı olmadan hayata geçme ihtimali olan iklim değişikliği hızlıca gerçekleşmiş ve yaşam döngüsü için temel önemde olan eko-sistemin doğal dengesini ciddi anlamda tahrip etmiştir. Bilimcilerin söylediğine göre mavi-gezegenin tüm tarihi boyunca lokal, bölgesel yaşanan iklim değişiklikleri ilk defa küresel boyuttadır ve yerküre hiç bu kadar sıcak olmamıştır. Yaşanılan durum, kapitalist insan eliyle yaratılmış bir küresel çevre krizidir.
Kyoto Protokolü Ve Yaklaşımımız
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1992 yılında imzaya açılır. 188 ülke taraf olur ve bu sözleşme 1994'ün Mart ayında yürürlüğe girer. Mart 1995'te çok sayıda çevre kuruluşu temsilcisi bir araya gelip panel düzenler ve Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf olan ülkelerin taahhütlerini yeteri kadar yerine getirmediklerine karar verir. Bu nedenle çerçeve sözleşmesine yasal olarak bağlayıcı bir protokol eklenmesinin zorunlu olduğu kanaatine varılarak, bir protokolün düzenlenmesi çalışmalarına başlanır. Bu çalışmalar sonunda 1997'de Kyoto Protokolü ortaya çıkar. 160'tan çok ülke temsilciliklerinden oluşan bilim adamları Japonya'nın Kyoto kendinde bir araya gelir ve ülkelere, devletlere yasal sorumluluk yükleyen bir rapor düzenler. Bu rapora “Kyoto Protokolü” denir.
2001 yılının Haziran ayında 178 devlet temsilcisi Bonn'da toplanır, protokol kurallarıyla ilgili temel konular üzerine anlaşmaya varılır. Bu protokolle hedeflenen, atmosfere CO2 salınımının yüzde 5. 2 azaltılıp, 2012 yılında 1990 yılındaki sera gazları salınımı düzeyine inilmesidir. Ancak uygulamaya geçilmesi için dünyada CO2 salınımının yüzde 51'inden sorumlu ülkelerin imzasının olması şarttır. Bu oranı ise ABD ve Rusya sağlar. Rusya'nın Kasım 2004'te imza atmasıyla beraber Protokol, Şubat 2005'te yürürlüğe girer.
“BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”nde 1994'te Türkiye'nin imzası yoktur. Bunda, hazırlayan kurumun Türkiye'yi hem EK-1 diye kategorilendiren “Ekonomisi geçiş sürecinde olan ülkeler” içinde, hem de Ek-2 diye kategorilendirilen “OECD ülkeleri” içinde göstermesinin payı vardır. Türkiye itiraz eder ve bu durumun değiştirilmesiyle 2001'in Kasım ayında 189. devlet olarak Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalar. Ancak çeşitli yaptırımları olan Kyoto Protokolü'nü ABD'yle beraber imzalamamayı hala sürdürmektedir.
Bilim çevrelerine göre, Kyoto Anlaşması ile öngörülen CO2 salınımının yüzde 5.2 azaltılması yetersizdir. Bu oran en az yüzde 60 olmalı. Kyoto Protokolü'nün şu an yeterince imzalanmamış olduğunu göz ardı etsek bile, hedefleri bu ciddi çevre sorununa çözüm olmanın çok gerisinde kalıyor. (İmza atanların ona uygun davranıp davranmayacağı konusunda denetim mekanizmasının güvenilirliğini, şu an için hiç tartışma konusu yapmıyoruz.) Küresel ısınmanın nedenlerini ortadan kaldıracakmış gibi sunulan Protokol'ün içeriği bundan ibaret. Hedef: Şu an için hesaplandığı kadarıyla gerekli azaltmanın en iyi ihtimalle ancak 12'de 1'lik bölümünü karşılıyor.
Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) Başkanı Özlem Eylem Tuncaelli'nin(2) belirttiğine göre, Kyoto Protokolü ile ilgili bütün toplantılarda dünyanın ve insanlığın geleceğinden çok kartellerin geleceğinin konuşulmuş olması manidardır. “‘Şirket camları kırılmasın’ diye yoksullara göstermelik yardımlar yapanlar, yaşlı kıta Afrika'nın açlık ve hastalıklarla boğuşan çilekeş insanlarına destek oluyormuş gibi görünmek için beş yıldızlı otellerde toplantılar örgütleyenler, konserler düzenleyenler, tüm insanlığı tehdit ettiği aşikar olan küresel ısınmaya karşı bilimcilerin alarm zillerini çalıp uyarmasıyla ve sonucunda oluşan felaketler yüzünden açığa çıkması olası tepkileri düzen içinde emmek için böyle bir Protokol imzalamak zorunda kalmışlardır.”
Bu anlaşmanın yarayı tedavi edebilen bir ilaç olmayacağını bilerek, ama yine de kendi kâr, rekabet, artı-değer sömürüsünü kısıtlamak, çeşitli tedbirler almak zorunda kalacak olan burjuvaziyi verdikleri taahhüdü yerine getirmek için zorlamak, doğru bir politik hat olacaktır. Sosyalistler, bazı çevreci örgütlerin sanki Kyoto Protokolü herkes tarafından imzalansa ve hedeflerine uygun hayata geçse, küresel ısınma sorunu çözülecekmiş gibi sergiledikleri yaklaşımların yanlışlığını da vurgulayarak hareket etmelidir.
Ayrıca bu konularda önceki dönemde de hükümet olan AKP'nin söylemleri ve pratiğini görmek/göstermek gerekir. Eski Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, çevreye derin (!) duyarlılığını Hollanda'dan Türkiye'ye gönderilen gemideki zehirli asbesti millileştirme söylemi ile göstermişti. Mersin'de zehirli atık dolu olan ve batırılan Ulla Gemisi'nin yıllardır çıkarılmamış olması, doğaya verilen değeri gözler önüne seren ayrı bir vurdumduymazlık örneğidir. Bunlar kişiye özgü yaklaşımlar değil; ormanları, dereleri, akarsuları “Babalar gibi satmayı” marifet sayan, Hasankeyf gibi tarihsel değerleri baraj suları altında bırakmayı tercih eden, doğal zenginlikleri Karadeniz Sahilyolu yapımında olduğu gibi yok etmekten yüksünmeyen neoliberal burjuva politikasının doğal sonuçlarıdır. Böyle bir anlayışın, daha ileri tedbirleri bir yana bırakalım, Kyoto Protokolü'nü bile imzalamamasının bir mantığı vardır. Bunda ekonomik, politik, askeri kıbleleri Beyaz Saraylılardan ayrı bir tavır almak istememeleri bir faktördür. Kyoto Anlaşması yükümlülükleriyle kendilerini ve temsil ettikleri burjuva sınıfı hiçbir şekilde sınırlamak istememeleri de diğer bir faktördür.
Biliniyor ki, yeni kurulan hükümet programının hedeflerinden biri, kişi başına düşen milli geliri 10 bin dolara çıkarmak. Bunu yapmak için en önemli gelir kaynaklarından biri olarak emperyalistlerin sermayelerini görüyorlar. Satışlara, özelleştirmelere devam etmenin yanı sıra farklı politikaları da var. Bunlardan biri doğrudan Kyoto Protokolü ile ilgili. Bu anlaşmayı imzalayan ülkeler kendilerini belli anlamda sınırlamış oluyorlar. Kendi siyasi coğrafyaları içinde bundan böyle atmosfere saldıkları CO2 miktarını azaltmak durumundadır. Peki bunlar artı-değer sömürüsünü sağladıkları fabrikaları, özellikle fazla CO2 salınan sektörlerdekileri tümden kapatıp o gelirden mahrum kalmayı göze alırlar mı? Tabii ki hayır. Emperyalist- burjuvazi bu tip fabrikaları Kyoto'yu imzalamamış, dolayısıyla sanayi yatırımları yüzünden havayı fazla CO2'yle kirletmeme taahhüdü olmayan ülkelere kaydırıyor. Örneğin, çimento fabrikalarında bir ton çimento üretiminde atmosfere bir ton karbondioksit (CO2) salınıyor. Fransız burjuvazisi de kendi ülkesindeki çimento fabrikalarını başka yerlere taşıyor. Bu ülkelerin başında Türkiye geliyor. Böylelikle Türk burjuva devleti, bu fabrikaların gelirini milli gelire ekliyor. “Milli” gelir yükseliyor. Kazanç esasen Fransız burjuvazisine gitse de bu topraklarda elde edilen gelir olarak gözüktüğü için hükümet “geliri arttırmış”, “ekonomiyi düzeltmiş” oluyor. Sonuç olarak doğrudan çevreyi ilgilendiren bir konu gibi duran Kyoto Protokolü, aslında ekonomik-politik birçok unsuru, hesabı da barındırıyor. Tam da bu yüzden Türk burjuva devleti ve hükümetteki AKP, anlaşmayı imzalamıyor.
O zaman sosyalistlerin çevreci örgütlerle, kişilerle beraber “Kyoto'yu imzala!” şiarıyla harekete geçmesi, Protokol'ün tüm güdüklüğüne rağmen bir ihtiyaç ve gereklilik oluyor.
Son dönemde tırmandırılan ırkçı dalganın gölgesinde Meclis’ten geçirilen nükleer santral yasası ise mücadelenin başka bir konusunu ortaya çıkarıyor. AKP Hükümetinin nükleer santraller inşa etme politikası, yeni Çernobillere davetiye çıkarıyor.
Çevre Sorunları Nasıl Çözülecek?
Sera etkisi, küresel ısınma vb. gibi birçok sorunun kaynağını gelişen teknolojide, sanayileşmede gören yaklaşım kendini çevreci olarak tanımlayan birçok bireyde, örgütte gözlemlenebiliyor. Bilim ve sanayinin karşılıklı gelişip birbirini zenginleştirmesiyle gelinen teknik, teknolojik aşama insanlık için bir tehdit midir? Üretimdeki gelişmelerin şu anki düzeyi bile tüm insanlığın temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir seviyeyi geçmiştir. Bu bir olumsuzluk mudur? Bu gelişmeyle beraber çevre kirliliği artmış, doğanın dengesi tahrip olmuştur. Ancak yaşananlar sanayileşmenin, teknolojik gelişmenin doğal bir sonucu mudur, yoksa bu gelişmelerin yanı sıra eş güdümlü olarak ekosistemin doğal dengesini ve çevrenin temizliğini gözetecek yatırımlar yapılmamasının bir getirisi midir?
Teknik, teknolojik gelişmelere, üretim araçlarına olumlu veya olumsuz gerçek etki düzeylerinin ötesinde büyük misyonlar biçmek isabetsizdir. Bunların hepsi araçtır. Yön veren bir sistem ve sonuçta insanlar vardır. Sorunun odağında üretim araçları değil, üretim ilişkileri durur. Kapitalist üretim ilişkileri altında yıkıcı rol oynayan bir teknik, sosyalist üretim ilişkileri altında olumlu bir rol oynayabilir.
Yaşamın akışı için gerçekleşemeyecek ve gerçekleşmesi insanlığın geldiği düzeyden yüzlerce, binlerce yıl geri gitmek demek olan kurgular, sorunu çözücü alternatif seçenekler değillerdir. Kimseye var olan durumu değiştirme gücü ve bunun için harekete geçme enerjisi vermez. Somut değişimden, toplumsal dönüşümden umudunu yitirmiş dar arkadaş toplulukları, belki kendilerine uygun tecrit alanlar yaratıp kazanımlardan uzak bir yaşam kurabilirler, ancak bu, ne küreyi kurtarır ne de çevreyi temiz bir hale getirebilir.
Bu tespiti yaparken, kuşkusuz sosyalizmin de üretim araçlarının ve enerji kaynaklarının seçiminde doğaya etkisini göz önünde tutması gerektiğini vurgulamalıyız. Üretim araçlarının sorunun kaynağı olmadığı doğrudur, ama sorunu etkileyen, ağırlaştıran ya da hafifleten bir rol oynayamayacakları anlamına da gelmez. İnsanlık, ilerleyen teknolojiden bu yönlü faydalanabilir. Sosyalist devrim, aynı zamanda insanlığın daha temiz enerji kaynaklarına, örneğin petrol-kömür-nükleer enerji yerine rüzgâr-güneş enerjilerinin kullanımına yönelişinin önünü açan ekonomik koşulları da hazırlar. Enerji tekellerinin insanlığı mahkûm ettiği, doğayı tahrip eden enerji kaynaklarından kurtuluşun imkânlarını yaratır. Sanayinin doğaya zararlı atıklarının filtrelenmesinin ekonomik koşullarını hazırlar. Emperyalist tekellerin azami kar hırsıyla gezegenin varlığına kast ettikleri koşulları yıkar.
Çevreci harekette bir damar, sorunun isabetli şekilde kapitalizmden kaynaklandığını görüyor, dile getiriyor. “Kapitalizm öldürür, kapitalizmi öldürün” gibi sloganları kullanıyorlar. Kapitalizm, doğallığında üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip tek tek kapitalistleri, özel, bencil çıkarlarına göre hareket etmeye mecbur bırakıyor. En yoğun sömürüyle en fazla artı değeri elde etme, kâr oranını en yüksek seviyede tutma, rekabeti merkeze alarak diğer kapitalistleri yenilgiye uğratıp zenginliğine zenginlik katma güdüsünü kışkırtıyor. Bireysel (en fazlasından ailesel veya şirketsel) çıkarların en önde gözetilmesi, toplumsal kaygılarla harekete ve düşünüşe müsaade etmiyor. Kapitalizmin burjuvalarda, egemenlerde yarattığı dizginlenemez kar hırsı plansız-programsız sanayileşmeyi, toplumsal ihtiyaçlara göre değil, piyasanın kurallarının yön verdiği isteklere göre yatırım yapmayı ve bu yatırımların çevreye olumsuz etkilerini önemsememeyi gerektiriyor.
Ancak suçu kapitalizmde görmek ve bunu vurgulamak yeterli mi? Haklı kapitalizm karşıtı söylemleri kuşanan birçok çevreci kişi, grup, örgüt bunu yeterli görüyor. Fakat alternatif sunmayan bir olumsuzlama sadece tepki gösterimi olarak kalıyor. Bu isabetli söylemleri dillendirenler, alternatifini koymadıkları için dönüp dolaşıp yine kapitalist sistem içinde bir takım geçici tedbirler talep eden pozisyonda kalıyorlar. Taleplerinin hepsi gerçekleşse bile şu açık ki; belli bir işleyiş içinde hareket eden kapitalist sistem tekrar tekrar aynı sorunları üretecektir.
Kapitalist sisteme alternatif nedir? Çok açık; tektir ve sosyalizmdir. Son tahlilde bir sistemin niteliğini belirleyen ekonomik altyapıdır. Onun üzerinden şekillenen siyaset, hukuk, ideoloji, kültür, sanat vb.nin hepsinin bir etki düzeyi vardır, ancak alt yapıyı değiştirmeden ne bunlarda somut köklü değişiklikler yapılabilir, ne de bunlarda yapılacak bazı kısmi değişiklikler sistemde dönüşüme yol açabilir. Hali hazırda kapitalist sistemin ekonomik yapısının en temel özelliği olan üretim araçlarının özel mülkiyetini kaldıracak olan ekonomik süreci artı-değer, rekabet vb. odaklı olmaktan çıkaracak olan, bunların nasıl yapılacağını ortaya koyan tek sistem sosyalizmdir. Sosyalizmin kuruluşuyla beraber insan-merkezli, toplumsal kaygılarla şekillenen, insanlık için daha iyi bir yaşamı hedeflediği için çevre konularında duyarlı, planlı ekonomik politikalar gündemleşecektir. Günümüzde anlaşıldığı gibi acilleşen küresel çevre sorunlarına uygun müdahaleler gerekli kaynaklar ayrılarak yapılacaktır.
Bu konunun biz kendimize düşen, güncelde eksik bıraktığımız yönleriyle uğraşırken çevrecileri de gerçek ve tek toplumsal alternatifi sahiplenmeye çağırırız, çağırmalıyız. Halihazırdaki durum, sadece kapitalizm karşıtı söylemleri dillendirip alternatifini işaret etmemek ve onu hayata geçirmek için mücadele etmemek, emperyalist-kapitalist egemenlerin göstermelik bazı pratikleri hayata geçirerek çevre sorunlarını sistemleri içinde çözebilecekleri yanılsaması yaratmasına fırsat sunuyor. Düzenlerini zorlamayacak, sarsmayacak bir takım anlaşmaları çözümmüş gibi sunarak geniş kitlelerin bilincini bulandırmalarına olanak tanıyor.
LiveEarth gibi organizasyonlar düzenleyerek, göz boyama operasyonları ile sorunların doğrudan kendilerinden kaynaklandığını gizleme çabasına girebiliyorlar. Sözüm ona “kendiliğinden” oluşan somut yaşamsal sorunlarla ilgili duyarlı oldukları imajı yaratmaya çalışıyorlar. Bu imajı yaratırken bazen iyi niyetli, gerçekten çevre için bir şeyler yapmak isteyenlerin enerjisinden de yararlanıyorlar. Böylelikle bazı çevrecileri kendileri için kabul edilebilir, sistemle uyumlu “muhalif’ çizgide tutabiliyorlar. Duyarlı insanların yeniyi yaratabilme ihtimalini de barındıran gücünü böylelikle gelişmenin bizzat sorumlusu sistem yönlendirmiş, heba etmiş oluyor.
Atılacak ilk adımlar
Eko-sistem düşmanı ekonomik sistemi alternatifiyle, sosyalizmle değiştirebilmenin tek yolu, siyasal iktidar mücadelesi vermektir. Siyasal iktidar mücadelesi veren devrimciler, sosyalistler çevre konularına duyarlılıklarını sadece programlarında dile getirmekle yetinmeyip, bu konu özelinde yürütecekleri ajitasyon-propaganda faaliyetini, eylem zincirini kendi politik planlarına katabilmeliler. İhtiyaç olan; pratikte cisimleşen bir tarz, bir hat inşa etmektir. Diğer yandan çevre sorunlarına duyarlı çevre hareketi bileşenleri de, doğrudan ekonomik-politik-kültürel hatta askeri yönü bulunan çevre konularının bu tüm mahiyetini vurgulayarak ve alternatifini sunarak gündemleştirmeyi başarırlarsa, insanlık için somut kazanımlar sağlamak işten bile değil.
Çevre konularında sorunlara hâkim, teknik bilgisi yüksek, çözüm projeleri olan çevre mühendisleri, meteorologlar, iklim bilimciler vb. insanlar, meslek odaları, örgütler var. Fakat ÇMO Başkanı Özlem Eylem Tuncaelli röportajında(3) işin püf noktasını şöyle vurguluyor: “ÇMO küresel ısınmaya karşı bir program oluşturamaz. Böyle bir görevi de yok. Yani bu hükümetlerin görevidir.” O zaman sorunun çözüm mercii siyasi iradedir. Çok doğal ki, uzmanlar ne kadar bilirlerse bilsinler, projeleri ne olursa olsun siyasi irade egemenler bir hareket planı oluşturmazlarsa bilgileri, projeleri rafta, dergi sayfalarında, kitaplarda, seminer salonlarının kulaksız duvarlarında tıkılı kalmaya mecburdur. Yaşadığımız kapitalist sistem çarkı içinde hiçbir siyasal gücün bu sorunları sona erdirme, köklü çözüme kavuşturma gibi bir planı-projesi olmaz/olamaz. Mantalitesi artı-değer sömürüsü, serbest piyasa ortamında rekabet, en fazla kar ve böylelikle burjuvazi için “kalkınan” ekonomiden kaynak alan hiçbir iktidar organı, küresel çevre krizleriyle ilgili harekete geçmeyecektir.
Sorunlara toplumsal açıdan, insani duyarlılıkla ve çevrenin doğal-dengesini gözeterek bakan sosyalistlerin iktidar olması bu yüzden de bir tercih değil, zorunluluktur. Ekonomik sistemi topyekün değiştirmek isteyen sosyalistlerin iktidarı almaları ve karar verici haline gelebilmelerinin yegane yolu devrimdir. Sonuçta yeni, temiz ve ekolojik dengesindeki bozukluklar giderilmiş başka bir dünyayı gerçekten isteyenler, doğallığında kendi taleplerini de dillendirerek, çözüme giden yolda belirleyici bir ilk adım olan devrim hedefli mücadelede yer alabilmeliler.
“Yeşil” hareket adıyla kendinden menkul hale getirilen çevreci hareket, Avrupa’da kapitalizmin bir kanadı haline geldi ve burjuva hükümetlerin alelade bir parçasına dönüştü. Böylece çevre yıkımı “Yeşiller” eliyle yapılır oldu. “Yeşiller” hareketinin tarihsel evrimi de doğa yıkımına karşı toplumsal hareketin ancak, sosyalizm savunusuyla kendi temellerini sağlamca atabileceğini gösteriyor.
Sosyalistlerin Çuvaldızı
Sosyalistler iğneyi halihazırda var olan kendi güçlerince harekete geçen, öyle veya böyle eksikliklerini gördükleri çevreci bireylere, örgütlere batırırken çuvaldızı kendilerine batırmalıdırlar. Var olan hareketlerle gündeme giren konularla yeterince ilişkilenip ilişkilenmediklerini hiç gocunmadan sorgulamalılar: Akkuyu'yla ilgili zamanında oluşan duyarlılığa nasıl bir katkı sunduk? Önceden Bergama köylülerinin, yakın zamanda Salihli köylülerinin önemli olumlu örnekleri olan ve çeşitli kazanımlarla sonuçlanan eylemlerine ne kadar destek verdik? Mersin'de deniz altında yatan zehir gemisi Ulla'ya karşı neler yaptık? Gebze Dilovası'ndaki çevre felaketi insan yaşamını doğrudan tehdit ederken ne kadar duyarlılık gösterdik, gösteriyoruz? Yatağan'daki fabrikalar zorunlu oldukları en ufak bir temizlik tedbirini almamak için kırk dereden su getirirken, biz onların bu tutumunu ne kadar gündemleştirdik? Hollanda'dan asbest yüklü gemi gelirken farklı farklı şehirlerde, “asbesti millileştirmeye” çalışan bakanı da teşhir eden neler yaptık? Munzur'un doğal zenginliğine tecavüz demek olan baraj yapımına karşı hangi pratikleri hayata geçirdik? Hasankeyf doğal ve tarihsel zenginliğini Ilısu Barajı projesi ile sular altına gömmeye çalışanlara karşı neler yapıyoruz? Enerji yoksunluğunu öne sürenlerin ve bu gerekçeyle nükleer enerji santrali yasasını geçiren AKP Hükümetini kaç panelde sorguladık, bu konuyla ilgili ne kadar materyal dağıttık? Sinop merkezli gelişen harekete ne katkılar sunduk/sunmayı tasarlıyoruz? Kürt coğrafyasındaki askeri operasyonlarda düşman olarak görülüp yakılan ormanlara çevre kaygılarını da dillendirerek ne kadar sahip çıktık? Coğrafyamızda CO2 salınımında büyük etkisi bulunan, linyit kullanan termik santrallerin kapatılmaları için ne yaptık? Kuraklık, susuzluk ve bunların nedenleriyle ilgili semtlerde, sendikalarda, okullarda kaç tane söyleşi düzenledik? “Doğaya sahip çıkalım” şiarıyla kaç şenlik, eylem vb. örgütledik?
Bu sorulara cevap vermek durumundayız. Olumluluklarla, olumsuzluklarla açığa çıkan bizim, sosyalistlerin tablosudur. Tabloya bakmakla yetinmemek, nedenlerini irdelemek ve yeni bir hat oluşturmak ise sosyalistlerin güncel görevidir.
Gelinen aşamada küresel ısınma vb. problemlerin etkileri daha doğrudan geniş kitlelerin, emekçi milyarların gündemine girmiştir. Yaşamsal ihtiyaçların karşılanması sorun olmaya başlamıştır. Susuzluk, kuraklık, aşırı sıcaklar, aşırı soğuklar, seller, büyük fırtınalar, eriyen buzulların etkisiyle yükselen ve daha da yükselecek olan okyanus, deniz seviyeleri ve sayamadığımız diğer sonuçlar doğrudan insanlığı tehdit etmektedir. Çeşitli bilim çevrelerince dillendirildiği gibi bu sorundan en fazla etkilenecek olan bölgeler, bu sorunun ortaya çıkmasında en masum olanlardır. Bundan sonra da Katrina Tayfunu'nda olduğu gibi, felaketler en fazla yoksulları vuracaktır.
Çevreci Hareketin Değişen Çehresi
Egemenler, kısa sürede değil olumlu gelişmeler için adım atmak, gelişen olumsuzlukların derinleşmesinin önüne geçecek tedbirler almaktan bile acizdir. Kitlesel çevre hareketinin potansiyelleri artacaktır.
Çevre yıkımının uzak bir tehlike olmaktan çıkıp, yakın, elle tutulur, emekçilerin yaşam alanlarını dolaysızca etkileyen bir sorun haline gelmesi, çevreci hareketin tabanını ve bileşenlerini de etkiliyor. Dün insanlığı yaklaşan tehlike hakkında uyarmak ve duyarlılık yaratmak amacıyla harekete geçen aydınlarla ve duyarlı kitlelerle sınırlı kalan bu hareket, bugün doğrudan kentlerde ve köylerdeki emekçi halk kitlelerinin kendi yaşam alanlarına sahip çıkmasıyla yeni bir çehre kazanıyor. Mahallesindeki baz istasyonuna, fabrika atıklarına karşı duran kent yoksulu, köyünde siyanürlü altın aranmasına direnen köylü, vb. çevreci hareketin yeni sembolleri olarak öne çıkıyor. Hareket daha halkçı bir içerik kazanıyor. Bu yeni gelişme de sosyalistleri göreve çağıran özel bir durum oluşturuyor.
Sosyalistler bu hareketi geliştirmek, ayrıca kendilerinden bağımsız gelişenlere de destek vermek zorundadırlar. Bu zorunluluğu gözetmeden yapılacak planlar, politik mücadelenin önemli bir ayağını eksik bırakmak demektir.
Bireysel Tedbirler, Çözüm Değil Uyutmak İçin
Dikkat edilmesi gereken, es geçildiğinde niyetten bağımsız yanlış yönlenmeye ve yönlendirmeye sebep olan birkaç noktaya değinmek isabetli olur.
Küresel ısınma, artık kimsenin inkâr edemeyeceği somut bir olgu. Bir süre önceye kadar kendi saltanatları tehdit altına girmesin, zenginliklerine dokunulmasın diye var olan olguyu ve gelişmenin yönünü inkâr eden egemenler, gelinen süreçte artık bunu yapamıyorlar. Egemenler, bu yeni durumda taktik değiştiriyorlar. Bir yandan çevre sorunlarında emperyalist-kapitalist sistemin sorumluluğunu karartmak için piyasaya yeni masal senaryoları sürüyorlar. Diğer yandan yaşananlar sanki kendiliğinden olan doğal gelişmelermiş, kadermiş gibi mistik söylemleri kullanıp ezilen milyarları uyutmak istiyorlar. Doğrudan sorumluluğu olan kapitalist sistem ve kapitalist üretim sürecinden dikkatleri kaçırmaya çalışıyorlar.
Sorunların nedenini gündemleştirmekten kaçınırken, sonucu olumlu yönde belirleyici düzeyde etkileme gücü olmayan tedbirleri çözümmüş gibi sunuyorlar. Bu tedbirler genellikle tek tek bireylerin, ailelerin, konutların alacağı boyutta oluyor. Uluslararası bir kurum olan IPCC(4) Şubat 2007'de bir rapor yayınlar, hemen ardından AKP Hükümeti de bir rapor açıklar. Her iki raporda, “...iklim değişikliğinin sorumlusu olarak tek tek insanlar (bireyler) görülmekte ve buradan hareketle bireysel ölçekte küresel ısınma sorununa ilişkin olarak alınacak önlemlerin önemine işaret edilmektedir”(5) Bu, bireysel önerileri, önlemleri abartılı bir şekilde vurgulamanın pek de masum olmadığını, merkezi bir politikanın yansıması olduğunu gösterir. Böylelikle sürecin mağduru olan geniş yığınların kendisini fail hissetmesi de sağlanır. Açık bir manipülasyon operasyonudur bu. Önerilen tedbirlerin güdüklüğü, etki düzeyinin orana vurulduğunda düşüklüğü konuyla az çok ilgilenen herkes için aşikârdır. Kişisel, konutsal tedbirler küresel ısınmayı engelleyecek, enerji kaybını ciddi anlamda azaltacak vb. durumda değildirler. Sosyalistler söz konusu tedbirleri çözümmüş gibi sunmaktan bu yüzden kaçınırlar, kaçınmalıdırlar. Sosyalistlerin sorumluluğu, dikkati toplumsala çekmektedir. Gerçek çözümü yığınlara göstermektir. Burjuvazinin tali yönlere yönlendirip dikkat dağıtma çabası görülürse, gösterilirse bu yönelimi rahatlıkla boşa düşürülebilir.
Küresel ısınma, çevre sorunları gibi konuları ele alan yazılarda, konuşmalarda bireysel tedbirleri, tasarrufları vurgulamaktan sakınmak doğru olur. Bazı konularda tutumlu olmak, özen göstermek; misal fazla su harcamamak, elektriğin boşa gitmesine izin vermemek, plastikten yapılan eşyaları kullanmayı tercih etmemek vb. sosyalistlerin dikkat etmesi gereken konular arasında sayılabilir. Ancak bunlar, sosyalist yaşam tarzı, yeni insanı kendimizden başlayarak inşa etme konularında ele alınacak unsurlardır. Ve bu konulara odaklanan durumlarda gündemleştirilmelidir. Hele ki, çevre sorunlarının çözümünde bireysel tedbirler bu kadar çok vurgulanırken, etkileri-önemi abartılırken, sosyalistler tüm enerjilerini ısrar ve inatla toplumsal çözüm biçimlerini gündemleştirmeye seferber etmelidir.
Bir diğer nokta, çevre sorunları dünyanın gidişatı denince ısrarla çizilen felaket senaryolarıdır. Evet, şu anki sistemin yönelimi devam ederse durum “Küresel Yokoluş”a da gidebilir. Ancak bunun mecburi istikametmiş, önlenemez kadermiş gibi sürekli ifade edilmesi ve “Denizler yükselecek, seller kopacak, insanlık yok olacak, canlıların hepsi ölecek” gibi olası ihtimallerin aşırı biçimde vurgulanması, geleceğin mutlaka olumsuz yönlü gelişeceği havası yaratıyor. Bu seçeneğin karşısında güçlü ihtimal olarak duran sosyalizm ve komünizm alternatifi yok sayılıyor. “Ya küresel yokoluş, ya sosyalizm” ikileminde, sosyalistler olumlu yanı gündemleştirmeli. Sonuçta Marksistler, çevre sorunlarıyla da devrimci perspektiften ilgilenir ve devrimin güncelliğini savunur. Bu perspektifle konuyu ele almayan, ezilenlerin alt-üst edici, yıkıcı ve yapıcı kuvvetini, nesnel olanaklar görmeyen umutsuz aydınlar sürekli felaket senaryolarını, kara ütopyaları temcit pilavı gibi kitlelerin önüne sürebilirler. Ama sosyalistler daha büyük felaketlerin engellenebileceğinin mümkünlüğünü yüksek sesle ifade eder. Bunun nasıl olacağına dair perspektifler sunar. Durumun mağduru geniş kesimleri harekete geçmeye çağırır. Çevre konularında duyarlı ama umutsuzlaşan aydın bakışını değil, yarını kazanmaya inanmış ve kilitlenmiş devrimci perspektifi ve politika yapış tarzını bu alana taşımalıyız.
Dipnotlar
1- Bu başlıkta yer alan bilgiler geniş ölçüde “Dünya Yalvarıyor” (Sosyalizm Yolunda Özgür Gençlik, 11 Ağustos '07, sayı 77) makalesinden alınmıştır.
2- “Tek Suçlu Kapitalizm” başlıklı röportajdan (Sosyalizm Yolunda Özgür Gençlik, 11 Ağustos '07, sayı 77)
3- Adı geçen röportajdan
4- IPCC, BM Çevre Programı ve Dünya Meteoroloji Örgütünün ortaklaşa düzenlediği “Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli”nin kısaltmasıdır. Zaman zaman rapor yayınlamaktadır.
5- TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) Yönetim Kurulu'nun “Başka Bir İklim Mümkün” başlıklı 08.03.2007 tarihli açıklamasından alınmıştır.
Yararlanılan Kaynaklar
-ÇMO Yönetim Kurulu'nun 04.06.2007 tarihli “ÇMO 2007 Çevre Durumu Raporu” ve 08.03.2007 tarihli “Başka Bir İklim Mümkün” açıklamaları (www.cmo.org.tr)
-Küresel Isınma ve Küresel İklim Değişimi (Prof. Necmettin Çepel ve Celal Ergün) makalesi
-Sosyalizm Yolunda Özgür Gençlik dergisi, 11 Ağustos 2007 tarihli 77. sayısı
-Son Kuşak: Küre Isındı!, Ömer Madra, Mesele Kitap dergisi, sayı: 1, Ocak 2007