Giriş
“Arslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça, av hikayeleri hep avcıları yüceltecektir.”(Anonim)
ABD'nin Irak işgalinin ilerleyen günlerinde Bağdat düştü. Binlerce yıllık insanlık tarihine ışık tutan eserler işgalci güçlerce yağmalandı. 13. yüzyılda Moğol ordularının medeniyet adına varolan her şeyi büyük bir öfke ile yerle bir etmesinden bu yana böylesi aleni tarih yağması yaşanmadı; yağmacılık “özgürlük” olarak kutsanmadı.
Tarih, insanın kendini gerçekleştirme mücadelesidir. Tarihi eserler ve kültürel varlıkların imhası ve talanı, değerler ve birikimlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasını engellemeye dönüktür. Böylece birbirini izleyen kuşaklar arasındaki bağlar koparılır, gelecek kuşaklar tarihsizleşir ve aynı zamanda geleceksizleşirler.
İşgalci emperyalist vandalların Irak'taki bu aleni saldırısı ve yağması, tam bir tarihsizleştirme saldırısıdır. Ezilenleri, halkları geçmişlerinden koparma, belleksizleştirme saldırısının açık terörcü yüzüdür akseden. Emperyalist işgalciler böylece tarihi ve medeniyeti -tam da uygarlığın beşiği olan bu topraklarda- kendilerinden başlatacaklar; halkın gelecek düşlerini boğacaklar, onları teslim alacaklardır.
Bu denli açık terörcü ve topyekün imhacı yolla yapılmasa da sınıflı toplumların ortaya çıkışından beri ezilenlerin tarihsizleştirilmesi olgusu kendini tarih çarpıtıcılığı formunda var etmiştir. Egemen/sömürücü sınıflar kendi düzenlerinin korunması ve sürdürülmesi için kendine uygun bir tarih yazımını düzenler. Bu; ezilenlerin tarihini de hakim sınıfların tarihiyle birleştiren, ezilenlerin geçmişini (ve geleceğini) hakim sınıfların tarihiyle birleştiren, kaderini hakim sınıfların kaderine bağlayan, tek yanlı bir tarih aktarımcılığıdır. Ezilenlere at gözlüğü takan, ağzına ve bilincine gem vuran, egemenlerin düzenini kutsamalarını isteyen bir sınıfsal çıkarın gereğidir bu. Ortaçağ'da artı-ürünün pazar dışı zor yoluyla ele geçirildiği üretim ilişkilerinin kutsanmasında din tayin edici rol oynadığı için, tarih de dinin yaklaşımına göre ele alındı. Sınıf çatışmalarının ideolojik zemininin dinler ve/veya mezhepler olmasının şaşırtıcı bir yanı da yoktur bu yüzden.
Tarih çarpıtıcılığının en kapsamlı ve sistemli yapılışı, kapitalizmin doğuşu dönemlerine denk düşer. Burjuvazi filizlenip kök saldığı topraklarda sınıflar üstü ortak bir kimlik olarak ulus kimliğini sundu. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni çocuğu ulus kimliği ve ulus-devletler yeni ve daha sistemli bir tarih yazımını (siz çarpıtması deyin) gerektiriyordu. Böylece her bir ulusun tarihi, kendi burjuvalarınca insanlığın ilk çağlarından başlatıldı; tarih boyunca medeniyetler kurup yıktığı addedildi; medeniyet bu kimliğin etrafında kurgulandı. Bu yeni tarih yazımının başat ideolojik kılıfı da milliyetçilik oldu.
Kapitalizmin gelişip serpildiği Avrupa, diğer coğrafyaları sömürgeleştirmek için tarih çarpıtıcılığını sürdürdü. Batı/Avrupa merkezci tarih anlayışı, dünyayı tarihi ve geleneksel kültürleri olan medeniler ve medeni olmayan halklar olarak böldü. Afrika'dan Çin'e, Okyanusya'dan Latin Amerika'ya kadar halkları sömürgeleştirmeye girişti. Bu anlayışın bir türevi olarak beliren Oryantalizm, zenginlik kaynağı doğunun ve oraların tarihinin sömürgeleştirilmesi amacıyla belirdi. Buralara giden tacirlerin ve misyonerlerin anlatımıyla ve bu anlatımları bire bir katarak yeniden işleyen “araştırmacıların aktarımlarıyla yabani, medeniyetten uzak değerlendirmelerin eşliğinde mistik yönü ağır hikayelerle oluşturuldu sömürgeci tarihçilik ve bu yollarla halklar aşağılandı. Batı'da işlenen bu düzmeceler dönüp dolaşıp aynı topraklara geliyor; tarih yazımı, suya katılmış zehir olup halkları uyuşturuyor.
Marco Polo gibi tacirlerin ve kimi hristiyan misyonerlerin ağzından Hasan Sabbah ve İsmaili- Nizariler haşhaş kullanan serkeşler ve onların başı oluyor. Amin Maalouf gibi günümüz yazarları bu düzmeceleri bu topraklarda yeniden üretiyor. Selçuklu zorbalığına ve Sünni İslam egemenliğine karşı mücadele eden bu akım ve önderini, bu uğurda can bedeli mücadele eden yığınları, fedai eylemleriyle zorba egemenleri dize getiren bu direnişçiliği karalıyorlar. Bunun gibi Doğu'nun (ve elbette bütün bağımlı-sömürge ulus ve coğrafyaların) direnişçi, ilerici hareketleri “başıbozukların, vahşilerin vandallıkları” olarak sunulurken, “medeniyetin ve demokrasinin” sahibi sömürgeciler de misyonuna kavuşuyor: Buralara medeniyet götürmek.
Bugün ABD'nin kendi saldırganlığını “medeniyetler çatışması” diye adlandırması, bütün bir coğrafyayı ve halkları terörist, terörizmin odağı ilan etmesi, bu ideolojik arka plandan besleniyor. Bunun günümüzdeki son uygulaması ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi değil midir? Bunun başarılı olması için ezilenlerle tarihleri, mücadele gelenekleri arasına bir sis perdesi yahut bir duvar koymak şarttır. Bunun bilgi işlem dilindeki karşılığı formatlamadır. Bellek sıfırlanır, sonra kendine göre yeniden biçimlendirilir.
Benzer eğilim ve seyir, bu coğrafyada da şiddetli bir şekilde sürmüştür. Osmanlı'da var olan ümmetçi/dine dayalı İslamcı tarih anlayışı 19. yüzyılın ortalarından itibaren milliyetçi bir forma dökülmeye çalışılmıştır. Asıl başarısını 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kazanan bu milli tarihçilik, TC'nin kuruluşunun ardından, Türk Tarih Tezi ile ırkçı-kafatasçı bir içeriğe kavuşturulmuştur.
Bütün insanlık tarihini Türklerle ve onların anayurdu Orta Asya ile başlatan; insanlığın bütün uygarlığını Orta Asya'dan göçen Türk soylu kavimlerin yarattığını savunan bu anlayış, zamanla temel fikirlerini koruyarak Türk-İslam kaidesine oturtulmuştur. İlkokuldan itibaren döne döne işlenen bu bilgilerle bilinçler örümcek ağıyla sarılmıştır. Öyle ki, bilimsel, sorgulayıcı, olma çabasındaki kimi yaklaşımlar bile çoğu kez farkına varamadığı bu “bilinç ögelerini” tekrarlar.
Bugün, bilimsel araştırmaların gösterdiklerinin aksine, Frigler, Hititler, Lidyalılar vb. hala Türk uygarlıkları olarak anılıyor: Anadolu'da ve Mezopotamya’da uygarlığı başlatan halklar Orta Asya'dan göçen Türk soylular olarak işleniyor. Kürtler, “kart-kurt” ve “dağ Türkleri” diye açıklanıyor. Geçmişlerinden koparılan halklar, yaratılan/uydurulan bu tarih kapanında teslim alınmaya, asimile edilmeye çalışılıyor.
Horasan gibi coğrafi mekanlar da bu çarpıtmadan nasibini alıyor; Türk yurdu olarak mimleniyor. Oradaki direnişçi hareketler Türk damgasıyla mühürlenip Türk İslam sentezinin hazine odasına akıtılıyor. Bu topraklarda teslim alınması, mas edilip eritilmesi düşünülen Alevilik, Horasan'daki kökleri eliyle Türkleştiriliyor, “Türk oğlu Türk” yapılıyor böylece. Yine aynı coğrafya vasıtasıyla ve 4. Halife Ali ve soyu aracılığıyla “İslamın hası” oluveriyor bir çırpıda. Kürt komutanlar Selahaddin Eyyubi ve Ebu Müslüm Horasani bir anda Türk oluyor; Türkleri ve İslamı esaretten kurtarıyor. Zalimlerin zulmüne nihayet veriyor. Babailer, Şeyh Bedreddinler, Pir Sultanlar, Celaliler, Atçalı Kel Mehmetler, Çakırcalı Mehmet Efeler ve daha niceleri ya zındık ya eşkıya ya da çapulcu oluyor, yahut da hiç yaşamamışlar gibi ortak belleklerdeki kayıtları temelli siliniyor.
Tarih çarpıtıcılığının, egemenlerin açığa çıkan suçlarını örtme amacı güden bir yönü de vardır. Daha düne kadar canlı tanıkların ağzından dinleyebildiğimiz gerçeklikler de, egemenlerin suçlarını gizlemek maksadıyla yeniden kurgulanırlar. Çerkez Ethem olayı, Ermeni Soykırımı, Allahuekber dağlarında 90 bin askerin kara gömülmesi, Kürt isyanları ve devlet katliamları, Yavuz Selim'in Alevileri katledişi vb. olaylar hep bu yaklaşımlarla çarpıtılır. Tarih olarak sunulur. Okullarda döne döne bu safsatalar okutulur. Eğitimin eksik bıraktığı, yetmediği yerleri zulüm tamamlar, bilinçler iğdiş edilir, süngü ucunda sallandırılır.
Tarihi kahramanların yaşamı ve savaşlarıyla sınırlayan, destan anlatımıyla veya kronolojik olay aktarımıyla yetinen tarih anlayışı toplumsal mücadeleyi yadsır; yığınların başkaldırısını yok sayar. Kitleler, kahramanların peşinden giden, bilinçli ve iradi eylemleri olmayan sürüler olarak verilir. Bu da, tarih çarpıtıcılığının ya da genel olarak ideolojik mücadelenin hedefi olan, ezilenleri silahsızlandırma amacına hizmet eder. Zira “... gerçekte, hemen hemen her ideoloji ya bu tarihe değin yanlış bir anlayışa indirgenir, ya da bu anlayışı büsbütün bir yana bırakmak gibi bir tutuma varır. İdeolojinin kendisi de zaten bu tarihin görünümlerinden biridir ancak.” (Marks, Engels, Alman İdeolojisi, s. 38)
Tarihi bilimsel/materyalist özünden sıyıran yaklaşımlara karşı çıkış devrimci mücadelenin olmazsa olmazıdır. Tarih, ne kahramanların yaşamlarının etrafında şekillenir, ne kronolojik olay aktarımlarından ibarettir, ne de sınıflar üstüdür. Bilakis tarih sınıfsaldır, sınıflara dayanır. Materyalist tarih anlayışı, tarihi, sınıf savaşımları tarihi olarak görür. Tarihin çarkını döndüren güç, ezilenlerin ezenlere karşı yürüttüğü sınıf savaşımıdır. Ezilenler, kendi taleplerinin/“program”larının örtüşmediği, bulunmadığı bir kavgada saf tutmazlar, körü körüne bir katılım sağlamazlar. Onları bu savaşımlara katan, irade ve güçlerini oluşturan şey sınıfsal varlıkları ve sınıfsal talepleridir. Marksist yöntem, ezilenleri bu savaşıma katan talepleri ve/veya “programı” dikkate alır, öne çıkarır. Gericiliğin her çağda üzerini örtmeye çalıştığı gerçek de budur.
Öte yandan, tarih bir olmuş bitmiş olaylar aktarımı da değildir. Ezilenlerin zulme ve sömürüye karşı direnişlerinin derin izleri, kökleridir ve her aşamada sınıf mücadelesinde yeniden ve daha ileri boyutta üretilir, zenginleşir. Kendinden sonraki mücadeleler için buzkıran rolü oynar. Köleci düzene başkaldıran Spartaküslerin sembolü olan kırmızı köle giysisinin, emekçilerin kızıl bayrağının esini; isyanlarının ise kendilerinden sonraki toplumsal mücadelelerin, isyanların ön açıcısı olması da bunu gösteriyor. Mesela, Anadolu'da Babailer'den Şeyh Bedreddin'e, Pir Sultan'a kadar uzanan isyanların filizlendiği fikirsel toprak Ortadoğu ve ön Asya'nın eşitlikçi, özgürlükçü, toplumsal hareketleri değil midir? Avrupa'da Thomas Moore'nin “Ütopya”sı Paris Komünü’nde can bulup, Ekim Devrimi’nde ömür sürmedi mi? Ortadoğu'da teslim alınamayan Filistin direnişinin feda savaşları bugün ezilenlerin silahı olarak öne çıkıyor. Peki zindanlardaki davaya bağlılık ve ölümü yenme iradesi? Bunların tarihsel kaynaklarından biri de Hasan Sabbah ve İsmaili-Nizari fedaileri değil midir? Geçmiş, geleceğin tohumlarının yetiştiği topraktır. Ve elbette her durumda öncekini tekrar etmek yoktur; her birinin deneyimi diğerine ders olur, daha ileri düzeyde (fiziksel, örgütsel, ekonomik olarak) örgütlenmesine, basamak olur.
Marksist sınıf savaşımı anlayışı ekonomik, siyasal ve ideolojik savaşımların birliğini savunur. Tarihi bütün sosyal bilimlerin ilk çekirdeği olarak alır ve bilimsel tarih anlayışının kavgasını verir. İdeolojik savaşım zemininde emekçilerin, halkların sınıfsal tarih bilinciyle aydınlatılmasını, tarih çarpıtıcılığıyla hesaplaşmayı bir görev olarak koyar. Gericiliklerin zehir kattığı tarih suyunu tarihsel materyalizmin süzgecinde arıtmak, ezilenlerin bedenine abı hayat olarak akıtmak her şeyden önce Marksist Leninistlerin ödevidir. Özellikle yaşadığımız coğrafyanın, halklarının tarihini okumak, Marksist eleştiriye tabi tutmak güncel görevdir. Ortadoğu halklarının isyancı geleneklerinin üzerindeki tozları savurarak; kanlı mühürlü sandıkları kırıp gün ışığına çıkaracak, açığa çıkmışları ortak toplumsal belleğimizde silaha dönüştürecek bir yönelim olmalıdır.
Bu alanda hatırı sayılır araştırmalar yapılmıştır. Çoğunluğu olay aktarımıyla sınırlı kalsa da, sınıfsal çatışmalarla tarihi açıklayan araştırmalar da az değildir. Bu kaynaklara ulaşmak, insanlığın, coğrafyamızın tüm renklerini, her yönüyle bizim olan devrimleri, isyanları, zulüm ve katliamları, halklarımızın derinindeki izleri tanımak, öğrenmek, deneyimleriyle silahlanmak, ezilenleri silahlandırmak; burjuvazinin oluşturduğu tarih ezberini bozup dağıtmak; mücadele dinamiklerini kavrayıp dönüştürmek, aynı zamanda politik bir sorundur da. Ancak, alternatif tarih okumasını gerekli kılan bir sorumluluk yükler. Alternatif tarih okuması, yukarıda işlediğimiz iki yönüyle anlaşılmalıdır. Birincisi ve en önemlisi, materyalist tarih anlayışını kavramak ve tarihi bu yöntemin ışığında yeniden “üretmek”, ikincisi ise bilimsel tarih araştırmalarına ilgi göstermek ve yönelmektir.