I-İŞÇİ SINIFI
İstihdam edilenlerin içinde ücretlilerin oranı her yıl düzenli biçimde artmaktadır. '80’li yıllarda üçte bir olan bu düzey 2004’te yüzde 50’nin üzerine çıktı. Kuşkusuz ücretlilerin hepsi işçi değildir ama ana gövdesini işçiler oluşturuyor. '90'lı yıllardan bu yana çalışanlar içinde (istihdam) işçileşmenin hızlandığı söylenebilir. Buna karşın orta düzeyde gelişmiş birçok kapitalist ülkeden geridir. 2004 yılı itibariyle ücretlilerin istihdam içindeki payı yüzde 60’a yakındı.
Yıllar |
Ücretliler/istihdam % |
İşgücü ödemeleri/GSYİH % |
1971 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 |
37.2 39.0 41.2 43.9 43.3 44.6 46.6 47.2 48.2 50.6 50.5 |
31.9 23.2 23.9 25.6 25.5 30.7 29.2 28.4 26.3 26.1 26.3 |
Türkiye Ekonomisi, Hüseyin Şahin |
Türkiye'de ücretlilerin oranındaki artış, üretim düzeyinde büyük bir yükselişin sonucu değildir. Çünkü istihdam artışı nispeten yavaş, fakat istihdam edilenler içinde ücretli artışı hızlıdır. Bu da sanayide ve tarımda sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin sonucudur. Kırda ve şehirde dün kendi hesabına ya da ücretsiz aile işçisi olarak çalışanların bir bölümü, başkalarının hesabına ücretli işçi olarak çalışmaya başlamıştır.
Ücret ve maaşların hane halkı geliri içindeki payı açısından bakıldığında da benzer bir manzarayla karşılaşırız. 1987’de ücret ve maaşların hane halkı geliri içindeki payı yüzde 17.5’ten 2003’te yüzde 52.8’e yükselmiştir. Buna karşın, kendi hesabına çalışanların payı yüzde 46.8’den yüzde 25.1’e gerilemiştir. Bu demektir ki; 1987’de eve giren para içinde ücretlerin payı 17.5 iken 2003’te 52.8 olmuştur.
Ücret ve maaşlıların sayısında ve gelir içindeki öneminin artışına karşın, bu kesimin GSYİH içinde aldığı pay sürekli düşmüştür. 1991'de ücretlilerin GSYİH’den aldığı pay yüzde 31.9’dan 2004’te yüzde 26.3’e gerilemiştir. İşçi sayısı artıyor ama gelirden aldığı pay azalıyor.
Türkiye’de ücretlilerin yüzde 43'ü asgari ücretlidir. Avrupa’nın en geri ülkesinde dahi asgari ücretle çalışanların, çalışanların toplamına oranı yüzde 12-15 arasındadır. Brüt asgari ücret maliyetleri açısından da Türkiye Avrupa’nın ucuz işgücü ülkeleri arasındadır. İşçilerin eline geçen asgari ücret (net) dikkate alındığında işçilerin büyük bölümünün açlık sınırının altında ücretle çalışmaya zorlandığı görülür.
Her 100 işçiden 43’ünün asgari ücretle açlık sınırında çalıştığı, Türkiye’nin kapitalistler için nasıl bir sömürü cennetine dönüştürüldüğü açıktır. Asgari ücretin döviz cinsinden fiyatı bir çok ülkeden yüksek görünüyor. Örneğin Türkiye’de 280 Euro olan asgari ücret 192 Euro olan Estonya’dan daha yüksektir. Fakat bu büyük bir aldatmacadır. Patronlar işçiye döviz değil YTL ödüyor.
Dolar cinsinden artmış gibi görünen birim ücretler YTL bazında sürekli düşmektedir. Döviz kuru yükseldikçe ücretlerin döviz cinsinden değeri de gerileyecektir. Örneğin Ağustos’ta 1.5 YTL olan Euro Aralık’ta 2 YTL sınırına gelmiştir. Ücretlerin döviz karşılığı da bu yükselişe ters orantılı düşecektir.
Diğer yandan, ücret miktarı, tek başına bir değerlendirme kıstası da sunmaz. Önemli olan ücretle ne satın alınabileceğidir. Dolayısıyla temel tüketim mallarının fiyatlarına kıyasla bir asgari ücretin alım gücüdür. Örneğin İstanbul'da yaşayan bir işçi için asgari ücret hemen hemen sadece ev kirasını ödemeye yetmektedir.
Bunlar kayıtlı işçilere dair veriler. Kayıtdışı sigortasız çalışanlar eklendiğinde çalışanların büyük bölümünün asgari ücret ya da onun da altında bir gelirle geçinmek zorunda bırakıldıkları ortaya çıkar. Zira kayıtdışı çalışanlar asgari ücretten daha düşük bir ücrete tabi tutulmaktadırlar.
2002’de çalışanlar içinde kayıtdışı oranı yüzde 18.4 idi. 2004’te ise oran yüzde 24’e dayanmıştır. Çalışan her dört kişiden biri kayıtdışıdır. Hatta bazı kaynaklar ücretliler içinde kayıtdışı olanların oranının yüzde 48’e vardığını belirtiyorlar. Sigortadan ve her türlü güvenceden yoksun bu kişilerin günde ortalama 10-12 saat çalıştırıldıkları biliniyor. Çalışanların yüzde 25’i alenen köle durumuna düşürülmüştür. Bunlar patronların her türlü keyfiyetine açıktır. Ve önemli bölümü işçi simsarları tarafından köleler gibi pazarlanmaktadırlar. Taşeron işçiler buna örnektir. Tekstil ve tersane işçileri büyük oranda böyledir. Keza, sayısal bakımdan henüz sınırlı olsa da, kölece koşullarda çalışan Doğu Avrupalı, Ortadoğulu ve Afrikalı bir göçmen işçi kesimi de oluşmaya başlamıştır.
Büyük bölümü işçi sınıfının bir parçası haline gelmiş emekçi memurların alt kademelerinin ücretleri, açlık sınırıyla yoksulluk sınırı arasındadır. Emekçi memurların ana kitlesini oluşturan bu kesim de hiç şüphesiz asgari ücretliler içinde ele alınmalıdır.
Aşağıdaki grafikte sömürü derecesindeki aşırı genişlemenin yalnızca asgari ücretlileri ve kayıtdışı çalışanları kapsamadığı görülür.
2003’ten 2006’ya verimlilik (işçi başına üretkenlik) yüzde 42 artmıştır. Çalışanların sayısı ve aldıkları ücret yalnızca yüzde 3 civarında yükselmiştir. 1 işçi 2003 yılında 100 birim değer üretirken aynı işçi 2006’da 142 birim değer üretmiştir. Buna karşın 2003’te 100 YTL kazanan işçi 2006’da ortalama 103 YTL ücret almıştır. Verimlilik ve ücret arasındaki fark bir uçuruma dönüşmüştür.
Son üç yılda teknik donanımda önemli bir gelişme olmadığı göz önüne alınırsa verimlilik artışının işçileri daha çok ve daha düşük ücretle çalıştırmaktan kaynaklandığı açığa çıkar.
Yapılan hesaplamalara göre; 2000 yılında Türkiye’de saat ücreti 3.5 dolardır (işverene maliyeti üzerinden ve ortalama olarak hesaplanmıştır. Örneğin asgari ücret çok daha düşüktür). Aynı yıl Almanya’da saat ücreti 22.6, Fransa’da 15.6 dolardır. Standart bir imalat sanayi ürününün maliyeti Türkiye’de Almanya’dakinin altıda biri, Fransa’dakinin beşte biri kadardır.
1997’de katma değer içinde ücretlerin payı yüzde 20 olarak hesaplanmıştır. Üretilen her 100 YTL’lik değerin 20 YTL’si ücret, 80 YTL’si artıdeğerdir. Bu da artıdeğer oranının ortalama yüzde 400 olduğunu gösterir ki, sömürünün nasıl vahşi bir hal aldığını açıklar.
Soruna bir de işsizlik göstergelerinden bakalım.
Resmi rakamlar bile işsizliğin milyonlarca insan için nasıl durmadan kanayan yaraya dönüştüğünü ortaya koyuyor. Hem de ihracatın patladığı, enflasyonun düştüğü, verimliliğin tavan yaptığı, yabancı sermayenin cirit attığı, “ekonomik büyüme”nin dünya ortalamasının üstünde seyrettiği bir dönemde 2002-2006 arasında yüzde 9’un üzerinde bir işsizlik oranı kronik bir hal alıyor. Gerçek işsizlik rakamları ise sorunun yansıtılandan çok daha derin olduğunu kanıtlıyor.
Yıllar |
2002 |
2003 |
2004 |
2005 |
2006 |
Resmi işsiz (milyon) |
2464 |
2328 |
2391 |
2381 |
2343 |
Sayılmayan işsiz (milyon) |
1143 |
1087 |
1043 |
1674 |
2101 |
Gerçek işsiz (milyon) |
3607 |
3415 |
3434 |
4055 |
4044 |
Resmi oran % |
9.6 |
9.4 |
9.5 |
9.4 |
9.1 |
Gerçek oran % |
13.7 |
13.2 |
13.0 |
15.1 |
16.1 |
M. Sönmez, Evrensel |
2000 yılından 2005 yılına, 15 yaşından büyük çalışma yaşındaki nüfus 46.3 milyondan 51.7 milyona yükselmiş (yüzde 11.7 artış). İstihdam ise 22.8 milyondan 23.3 milyona çıkmış (yüzde 2.1 artış). Çalışma yaşına gelmiş 5 milyon 400 bin kişiye karşılık, bu altı yılda sadece 500 bin kişi iş bulabilmiş. 4 milyon 900 bin kişi açıkta kalmış. Bunların içinde iş bulursam çalışırım diyenlerin sayısı 2000 yılında 800 binden 2006’da 2.1 milyona ulaşmış. Son altı yılda her 1 kişiye karşılık 4 işçi işsiz kalmış.
Yalnızca o an iş arayanlar işsizden sayılıyor, resmi verilerde bunlar yer alıyor. İş aramaktan umudun, kesmiş, ama iş bulursam çalışırım diyenler işsizler içinde sayılmıyor. O nedenle işsizlik rakamları gerçekte olduğundan daha düşük gözüküyor. Yukarıdaki tablo, sayılmayanların sayılanların düzeyine ulaşmaya başladığını gösteriyor. Yine “eksik istihdam” diye tabir edilen, mesleği dışında her türlü işi, düzensiz yapanlar da işsizler kategorisine dahil edilmiyor. Oysa gerçekte onlar da işsiz. İşsiz sayılmayan gerçekte işsiz olan mevsimlik işçiler de bu hesaba dahil edilmelidir.
İş bulursam çalışırım diyen fakat iş bulmaktan umudunu kestiği için iş aramaktan vazgeçen insan sayısındaki artış dikkat çekicidir. İki milyondan fazla insan bu durumdadır. Ücretli çalışanların beşte birine yakın bir oran çıkar bundan. Buna klasik tabirle işgücü fazlası nüfus denemez. İşgücü fazlası nüfus ekonomik gelişmeye bağlı olarak sayıları artan ya da azalan, iş arayan ama bulamayan nüfustur. Kronik işsizlik denebilir, fakat bu da yetersizdir. Çünkü iş aramaktan da vazgeçmişlerdir. Bu umutsuzlar tabakasının sayısı, ekonominin gidişi (burjuva anlamda büyüme) ne olursa olsun kabarmaktadır. Bunlar; işçi sınıfı içinde işsiz bile sayılmayan, kelimenin gerçek anlamıyla dışlanmış özel bir tabakayı oluştururlar. İşçi sınıfının en hızlı büyüyen bölüğü bunlardır.
TÜİK 2005 işgücü hane halkı anket verilerine göre 1.750 milyon kişi yevmiyeli çalışmıştır. Bunların kayıt dışı olduğu açıktır. Aynı yıl toplam ücretlilerin yüzde 48.9’u kayıtdışıdır.
2002’de tarımsal işgücü 8 milyon 709 binden 2006’da 6 milyon 809 bine gerileyerek, 1 milyon 900 bin kişi eksilmiştir. Aynı dönemde kayıtdışı istihdam (tarım dışı) 4,545 milyondan 5,721 milyon kişiye çıkıyor. Keza işsiz sayısı da 3,607 milyondan 4,044 milyona yükseliyor.
Kaba bir hesapla ücretlilerin yarısı kayıtdışı çalışıyor. Çalışanların yarısı asgari ücretlidir.
Yine kaba hesap yapmaya devam edelim. 23 milyon olarak hesaplanan toplam çalışanların yarısından biraz fazlası ücretlidir. Biz bunu 12 milyon olarak ele alalım. Buna 4 milyonluk işsizi ekleyelim. Ücretli çalışmaya hazır 16 milyon kişi var demektir. Yüksek maaşlı memurlar ve maaşlı şirket yöneticileri ücretliler içinde sayılıyor, biz bir an bunu da görmezlikten gelerek diyebiliriz ki emek-gücünden başka satacak bir şeyi olmayan ve bunun satmak için harekete geçen 16 milyon insan vardır. Bu durumda gerçek işsizlik rakamları bu 16 milyon üzerinden hesaplanmalıdır. Buradan da işsizliğin yüzde 25 civarında olduğu ortaya çıkar.
6 milyona varan kayıtsız işçi, 5 milyona yakın asgari ücretli ve 4 milyonun üstünde işsizle ücretlilerin tamamına yakını ve toplam çalışanların yüzde 60’ından fazlası çok yoksul ve açlık sınırının altında yaşıyor. İşçi sınıfı içinde farklılaşmanın giderek ortadan kalktığını, köle haline gelmekte eşitlendiklerini, yüksek ücretli eski işçi tabakasının çok küçük bir kesimi dışında buharlaştığını söyleyebiliriz. Dahası ileride de göreceğimiz gibi yaşam standartları bakımından küçük mülk sahibi sınıfların da yoksullaştığını ve işçi sınıfına benzeştiğini belirtebiliriz.
II- KÖYLÜLÜK
A) TOPRAK MÜLKİYETİNDE MERKEZİLEŞME VE YOĞUNLAŞMA
|
İşletme büyüklüğü |
01-49 |
50-99 |
100-199 |
200-499 |
500+ |
1980 |
İşletme sayısı * |
59.7 |
21.1 |
12.9 |
5.3 |
0.6 |
İşlenen toprak yüzölçümü ** |
19.6 |
21.4 |
24.0 |
27.7 |
12.3 |
|
1991 |
İşletme sayısı * |
68.7 |
18.0 |
9.7 |
4.4 |
0.9 |
İşlenen toprak yüzölçümü ** |
22.8 |
19.9 |
21.0 |
19.8 |
16.5 |
|
2001 |
İşletme sayısı * |
64.8 |
18.5 |
10.8 |
5.0 |
0.74 |
İşlenen toprak yüzölçümü ** |
21.34 |
20.68 |
23.81 |
22.83 |
11.35 |
|
*3.651 bin % **23.5 milyon hektar % Türkiye Ekonomisi, Hüseyin Şahin |
Tarımda toprak mülkiyetindeki yoğunlaşma ve merkezileşmeyle ilgili tablo 1980-1991 yılları arasında tarımsal işletme sayısının arttığını (316 bin), 1991-2001 yılları arasında azaldığını (800 bin) gösteriyor.
2001 verilerine göre 108 bin ailenin hiç toprağı yoktur ve 320 bin ailenin de toprağı geçinmelerine yetmemektedir. Toplamında 400 bin aile başkalarının toprağında kiracı ve ortakçı olarak ya da tarım işçisi olarak çalışmaktadır.
Tarımda çalışan aktif nüfusun yüzde 64.5’i ücretsiz aile işçisi ve yüzde 34’ü kendi hesabına çalışan küçük işletme sahiplerinden oluşmaktadır.
Tablodan da anlaşılacağı gibi küçük işletme sahibi ailelerin sayısı artmış fakat işledikleri toprak büyüklüğü azalmıştır. 2001’den bu yana azalmanın devam ettiği hesaba katılırsa tarımsal nüfusun ezici çoğunluğunun yoksullardan oluştuğu ve onların da her geçen yıl daha da yoksullaştığı sonucu çıkar.
Tarımsal işletmelerin yüzde 6’sına yakını toplam işlenebilir toprakların üçte birinden fazlasına, yüzde birinden az bir aile ise toprakların yüzde 12’sine yakın büyüklüğe sahiptir. Eşitsizlik açıktır ve giderek derinleşmektedir.
Tarımsal işletmelerin yalnızca yüzde 1.9’u işgücü çalıştırıyor. Bundan da anlaşılıyor ki toprakların belirli ellerde merkezileşmesi kadar sermayenin yoğunlaşması da önem kazanıyor. 1987-2004 döneminde tarımsal hasıla 1987 fiyatlarıyla yüzde 19 oranında büyüyor. Oysa aynı dönem işlenen toprak büyüklüğünde bir küçülme var. Yine aynı dönem işgücü sayısında bir artış yoktur, dahası işgücünde azalma söz konusudur. Çalışan başına üretilen hasıla yaklaşık yüzde 50, hektar başına yüzde 35 oranında bir artış olmuştur. Açık ki, ücretli işgücünün kullanıldığı, mekanizasyonun gelişkin olduğu, sulama ve gübrelemenin modern tekniklerle gerçekleştiği topraklarda bu mümkün olmuştur. Ki bu da toprak mülkiyetindeki büyüklük kadar sermaye yoğunlaşmasının da temel önemde olduğunu gösterir. Günümüzde sermaye yatırımı olmadan geleneksel yöntemlerle küçük işletmelerde tarım yapılarak geçim sağlamak kadar yeniden üretimin de koşulları giderek ortadan kalkmaktadır.
B) DEVLET DESTEĞİNİN KALKMASI
Tarımsal girdi sübvansiyonlarının GSYİH'a oranı % |
|
1987 1991 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 |
5.0 2.9 1.6 3.5 3.3 2.7 1.6 1.0 0.8 0.2 |
Kimyasal gübre, zirai ilaç, tohumluk vb tarımsal girdilerin düşük fiyatla kullanılmasına olanak sağlayarak devlet, girdiler için sübvansiyon uyguluyordu.
1987’de GSYİH içindeki payı yüzde 5 olan sübvansiyon oranı azalarak 2002’de binde 2 düzeyine kadar düşmüştü. 1999 ve 2000’de IMF’ye verilen niyet mektuplarında belirtildiği üzere 2002’den itibaren neredeyse tamamen kaldırılmıştır.
Sübvansiyonlar kaldırıldı. Tarımsal girdi fiyatları tarımsal üründen daha fazla arttı. Böyle bir durumda küçük ve orta tarımsal işletmelerin eskisi gibi varlıklarını sürdürme olanağı bulamayacakları açık. Bir kısmı eskisinden daha az gelirle yetinmek zorunda kalacak, bir kısmı da toprağı ekmekten vazgeçecek.
Taban fiyatı ve destekleme alım politikası da 1980’den itibaren giderek daha az ürün çeşidine ve daha az ürün miktarına uygulanmıştır. Örneğin, üretilen fındığın 1992’de yüzde 35.8’i devlet tarafından satın alınırken 2000’de yüzde 18.1’i, ayçiçeğinin 1992’de yüzde 67.9’u ve 2000’de yüzde 40.2’si devletçe satın alınmıştır.
2001’de uygulamaya konan Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ile taban fiyatı ve destek alım politikasından bütünüyle vazgeçildi. Bugün yalnızca bazı tahıl ürünlerinde ve sınırlı miktara destekleme politikası uygulanmaktadır.
Tarımsal krediler konusunda da durum farklı değil, önceleri kredi faiz oranlarının yüzde 30-50 altında faiz uygulanması ile çiftçiler sübvanse ediliyordu. Kredi faiz borçları çoğu kez siliniyordu. Günümüzde bunlardan söz edilemez. Genel olarak tarımsal kredilerin toplam krediler içindeki payı 2000’de yüzde 9.6’dan 2005’te yüzde 3.5’e gerilemiştir.
1989-2000 yılları arasında tarımsal sübvansiyon 6 milyar dolardan 1.1 milyar dolara indi. Tarımsal işletmeler özelleştirildi, tarım satış kooperatifleri tasfiye edildi. Örneğin, gübre fabrikalarının kapatıldığı yıl gübre fiyatları yüzde 40 yükseldi. Yanı dönem gübre ve ilaç kullanımı yüzde 30 azaldı.
Devletin tarıma uyguladığı sübvansiyon düzeyini sürekli aşağıya çekmesi ve giderek ortadan kaldırmasıyla küçük ve orta çiftçiler arasında mülksüzleşme ve işsizleşme hız kazandı. İlkel tarım teknikleriyle, çok az girdi kullanarak, kişi başına daha az toprakta yapılacak ekimle toprak sahibinin kendisini ve ailesini geçindirme olanağı ya çok azalmıştır ya hiç kalmamıştır. Tarımsal işletmelerdeki yüz binlerce azalma, tarımda çalışanlardan milyonlarcasının işsiz kalması bunu yeterince kanıtlar. Örneğin 2001 öncesi 477 bin olan tütün üreticisi sayısı son birkaç yıl içinde 114 bine düştü.
C) SERBEST TİCARET ve EMPERYALİST TEKELLER
Tarıma uygulanan sübvansiyonların kaldırılmasıyla birlikte tarım ürünlerine yönelik koruyucu gümrük duvarları da kaldırıldı. Gelişmiş kapitalist ülke tarımcıları ile karşı karşıya geliş o denli eşitsizdi ki, bırakalım küçük ve orta köylüleri, onlardan daha büyük olanlarını, kimi zengin köylüleri bile sarsmaya başladı.
Örneğin hektar başına ABD ve Kanada’da 6900 kg, Fransa’da 5600 kg, Türkiye’de 1900 kg mısır ürünü alınıyor. Tahılda da durum farklı değil. ABD ve AB’de hektar başına 6800 kg, Türkiye’de 2200 kg tahıl elde ediliyor. Bir ineğin ortalama süt verimi AB’de ortalama 4500 kg, Türkiye’de 1610 kg.dır. ABD ve AB ülkelerinde tarıma yüksek düzeyde sübvansiyon uygulanmaktadır.
Fiyatların uluslararası pazarda belirlendiği, bu pazarın da emperyalist tekellerin denetiminde olduğu, yukarıda örneklenen eşitsizliklerdeki gerçeklerle birleştirildiğinde serbest ticaretin köylülük üzerinde nasıl yıkıcı bir etkide bulunacağı kolaylıkla anlaşılır. Sonuçta, Türkiye’de emperyalist tekeller tarım sektöründe de hakim konuma yükseldiler. Tarımsal ürün fiyatları onlar tarafından belirleniyor, hangi üründen ne kadar üretilmesi gerektiğine onlar karar veriyor. Piyasa tümüyle onların denetiminde. Örneğin tütün piyasası kurulunu Philip Morris, şeker piyasası kurulunu Cargill yönetiyor.
D) GENEL SONUÇLAR
GSYİH’de tarım payı % |
|
1980 1997 2004 |
26.1 14.3 11.2 |
Tarımın GSYİH'daki payı 1980'den 2004’e yarıdan fazla düşmüştür.
Düşüşün bir başka göstergesi tarım ürünlerinin toplam ihracat içindeki payıdır. 1980’de yüzde 74.9 olan ihracat oranı, 1980’de 57.4, 2000’de 6 ve 2004’de yüzde 4 düzeyine inmiştir.
Emperyalist tekellerin çıkarına uygulanan yıkım programı sonucu tarımda mülksüzleşme ve işsizleşme hız kazanmıştır.
1980’den bu yana tarımda çalışanların sayısı sürekli düşmüş ama bu düşüş 2000 yılından itibaren çok daha hızlıdır.
Tarımda çalışan sayısı |
|
Yıl |
Milyon |
1980 1985 1991 2000 2005 2006 |
9.5 9.3 9.25 8.5 7.4 6.8 |
Tarımda çalışanların ezici çoğunluğu ücretsiz aile işçisidir. Toprak gelirinin yetmemesi nedeniyle şehirlere mülksüzleşmiş ve işsizleşmiş köylü akını çığ gibi büyüyor. Bir dönemin sosyal gerçeği olan köyle bağlantılı işçi gerçeği bir yana, şehirlere yığılan işsiz köylülerin bile köyden gelen herhangi bir gelirle ilişkisi kalmamaktadır. Tarımda mülksüzleşme, işsizleşmiş köylülerin şehre yığılmasına neden olmaktadır.
1970’de nüfusun yüzde 28.7’si kentlerde, 71.3’ü köylerde yaşıyordu. 1980’de nüfusun yüzde 35.9’u şehirlerdeydi. '90’da bu oran yüzde 51.3’e, 2000’de 57.3’e 2004’te ise 60.3’e çıktı. Durum 1970’lerin tam tersidir.
1980’de çalışanların yüzde 62’si tarımda istihdam ediliyordu. 2004’te bu oran, yüzde 33.9’a geriledi.
1970’leri geçtik, 1980’li yıllarla kıyaslandığında bile Türkiye’nin çehresinin değiştiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Nüfusun çoğunun köylerde yaşadığı, çalışanların çoğunun köylülerden oluştuğu bir toplumdan, nüfusun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı, çalışanların çoğunun tarım dışı sektörlerde istihdam edildiği, çalışanların çoğunun ücretli hale geldiği bambaşka bir durumla karşı karşıyayız.
Fakat bu kentleşme, işçileşme klasik kapitalist modernleşmenin bir sonucu değildir. Şehirlerde büyük sanayi atılımı, genişleyen iç pazar, tarımda büyük modernleşme bu durumun nedeni olmamıştır. 1950’lerden 1980’e devlet destekli, iç pazar eksenli kapitalistleşme geleneksel tarımda (geleneksel üretim, feodal, yarı-feodal biçim) tedricen bir çözülme yaratmıştı. 1980’den sonra, ama esasen de 2000 yılında devlet desteğinin çekilmesi, dünya pazarına bağlı üretim ve fiyatlama, serbest ticaret, emperyalist tekellerin egemenliği ile birlikte tedricen çözülme, yerini küçük ve orta köylülüğün yıkımına bırakmıştır. Şehirlerde de benzer bir gelişme olunca, milyonlarca köylü işçi haline bile dönüşme olanağı olmadan işçi sınıfının genişleyen işsiz bölüğünün en büyük kaynağı haline gelmiştir.
III- KENT KÜÇÜK BURJUVAZİSİ
Kent küçük burjuvazisi geniş bir yelpazede ele alınabilir. Serbest meslek sahipleri, küçük imalatçı ve tüccarlar, emekçi memurların bir bölümü, yaşam biçimleri bakımından öğrenciler ve aydınlar-sanatçılar.
Emekçi memurların proleterleşmekte olduğu, geriye kalan alt tabaka memurların da yaşam tarzları bakımından farksız olduğunu daha önce belirtmiştik. Serbest meslek sahipleri de eski konumlarını kaybediyor. Kendi işiyle uğraşıp geçim sağlayanların sayısı azalırken diğerleri iki uçta toplanıyor. Küçük bir azınlık büyük şirketlerde yüksek maaşlı olurken ezici çoğunluk işçileşmektedir. Keza aydın ve sanatçılar için de benzer tanımlamalar yapılabilir. Başka bir kategoride tartışılması gereken bir konu olduğu için şimdilik bunları geçiyoruz. Konuyu daha çok imalat sektöründe küçük burjuvazinin konumu ekseninde ele alacağız.
İmalat sanayinde yoğunlaşma düzeyi |
||||
Yıl |
İşyeri çeşidi |
İşyeri sayısı |
Ücretli çalışanlar yıllık ortalaması (bin kişi) |
Katmadeğer cari fiyatlar ile (milyon YTL) |
1980 |
1-9 işçi çalıştıran |
177159 (%95) |
494 (%38) |
0.107 (%12) |
1980 |
10+ işçi çalıştıran |
8710 (%5) |
796 (%62) |
0.824 (%88) |
2000 |
1-9 işçi çalıştıran |
198700 (%94.6) |
527.6 (%21) |
1802.4 (%4.2) |
2000 |
10+ işçi çalıştıran |
11311 (%5.4) |
1095.8 (%79) |
41177.4 (%95.8) |
Türkiye Ekonomisi, Hüseyin Şahin |
1980’de imalat sanayinde işyerlerinin yüzde 95’i küçük işletmedir. 2000’de de durum aynıdır. Küçük işletmelerde çalışan işçi oranı ise yüzde 38’den yüzde 21'e gerilemiştir. 10’dan fazla işçi çalıştıran işletmelerde çalışanların oranı ise yüzde 62’den yüzde 79’a çıkmıştır.
Asıl eşitsiz gelişme elde edilen gelirin paylaşımında ortaya çıkıyor. Küçük üreticilerin bir yılda üretilen toplam değerden aldıkları pay 1980’de yüzde 12’den 2000’de yüzde 4.2’ye düşüyor. Küçük imalatçının giderek yoksullaştığı ve çalıştırdığı işçi sayısının azaldığı gözler önünde. Bu düşmenin 2000’den bu yana çok daha hızlandığı ve yukarıdaki tablonun eskidiği de akılda tutulmalı. Burada önemli olan eğilimi tespit etmektir.
2000 yılında 10’dan fazla işçi çalıştıranların, işyerlerinin yüzde 5.4’ünü oluşturmalarına karşın gelirin yüzde 95.8’ine el koydukları görülüyor. Oysa bu oran 1980’de yüzde 88’dir.
Gerçeği bütünlüklü görmek için 10'dan fazla işçi çalıştıran işyerleri içindeki ayrışmaya da bakmalıyız. Örneğin 100’den fazla işçi çalıştıranların toplam işletmeler içindeki oranı 1995’de yüzde 17.8’den 2000’de yüzde 20.5’e, gelirden elde ettikleri pay yüzde 66.7’den 85.6’ya çıkmıştır.
Şimdi her şey daha iyi anlaşılıyor. 10’dan az işçi çalıştıranların geliri azalıyor, 100’den fazla işçi çalıştıranların geliri artıyor. Keskin ve sert bir kutuplaşmadır bu.
Piyasanın kontrolü bakımından da yoğunlaşmayı inceleyebiliriz. 2000-2001 dönemi verilerine göre 123 sanayi kolunun 72’sinde çok yüksek ve yüksek yoğunlaşma olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi 86 işkolunun 22’sinde dört firmanın piyasa payı yüzde 85 ile yüzde 100 arasındadır. İmalat sanayinde merkezileşme ve yoğunlaşma arttıkça küçük imalatçının ayakta kalma şansı giderek azalmaktadır. 2001 krizinden sonra çok sayıda küçük imalatçı iflas etti. 2000’den bu yana imalat sektöründe emperyalist tekellerin payı büyüdü. Bu tekeller imalat sanayiine hakim konumdadırlar. Küçük imalatçılar yoksullaşır ve ayakta kalma mücadelesi verirken, orta işletmeler büyük tekellerin fason işletmecisi ve emek yoğun imalatta büyük imalatçıların tedarikçisi konumuna gelerek kaderleri bütünüyle onlara bağlı hale gelmiştir.
İmalat sanayinde olduğu gibi toptan ve perakende ticarette de küçük işletmelerin etkinliği zayıflamakta, büyük işletmelerin ve uluslararası tekellerin hakim konumu sağlamlaşmaktadır. Halihazırda var olan 14.208 yabancı sermaye şirketinin 4.803’ü toptancı 2.863’ü imalat sektöründe faaliyet yürütmektedir. Toptancı ticaretinde tekelleşme bu düzeye ulaşmışsa, küçük perakende ticaretin varlık şansı giderek ortadan kalkar.
Tekelci kapitalizmin ve emperyalist küreselleşmenin yarattığı yıkımın düzeyi, bu yıkımdan etkilenen sınıf ve tabakaların genişliğini ve derinliğini ortaya koyarken, aynı zamanda bu sisteme karşı mücadelenin sosyal dinamiklerindeki genişlemeyi de sergilemektedir.