Türkiye’de Gerici Milliyetçilik

Şoven milliyetçiliğin, burjuva tarihsel kaynağı çorak değil. Türk burjuvazisinin ilk iktidar temsilcisi İttihat Terakki, Osmanlı'dan kalan toprakları, Türk burjuvazisi egemenliğinde bir pazar yapmanın ideolojisi olarak Pantürkizmi, iktidara geldikten kısa bir süre sonra benimsedi. Hanedanlıkla uzlaşması ve iktidar ortaklığı yapması, onu gericileştirdiği gibi, burjuva bir güç olarak, taze ve canlı iktidar gücü oydu artık; padişahlık değil. İktidar içinde “darbe” ve suikastlarla iktidarda egemenliği ele geçirdiği gibi aydınlara, “tehlike” arz eden ezilen ulus hareketlerine karşı özel vurucu güç oluşturmaktan geri durmadı. Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Örgüt), ittihatçıların özel vurucu gücü olarak örgütlendi, sayısı 30 bini buluyordu.

İttihat Terakki, Osmanlı ordusuna dayanarak iktidara geldi, Enver ve Talat paşalar, orduya dayanarak, burjuva iktidarı sürdürdüler. İttihat Terakki iktidarının militarist yapısı, miras aldığı Jöntürk hareketinin milliyetçiliğinden hızla Pantürkist milliyetçiliğe geçişini kolay kıldı.

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda, genç ve hızlı gelişen Alman emperyalistlerinin yanında - Enver ve Talat paşaların yönetiminde- yer aldı. Ve emperyalist paylaşım savaşında, Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri aracılığıyla Ermenilere ve Rumlara karşı katliamlara girişti. Şovenist ırkçılığın özel vurucu gücü olarak Teşkilat-ı Mahsusa, emperyalist dönemde ortaya çıkan burjuva-faşist yöntemlerin bir embriyonuydu.

Kemalistler, Pantürkizmi terk ettiler. Egemen ulus milliyetçiliğini, şovenizmi, Türk ulusunun dünya uygarlığına kaynaklık ettiğini ileri süren şovenist milliyetçiliği sürdürdüler. Komünistlere, ezilen ulusa karşı gerici terörü kullandılar. Kurtuluş Savaşı yıllarında gösterdikleri sınırlı antiemperyalizmi ve sosyalist bir ülkeyle diplomatik dostluğu buna engel olamazdı. Çünkü Kemalistler, Türk burjuvazisinin iktidarını temsil ediyorlardı, işçi ve emekçi halk devriminin gelişmesini daha baştan ezmek, burjuvazinin iktidarının çıkarınaydı. Dahası, ezilen ulusu asimile etmek, hak yoksunluğuna mahkûm etmek ve başkaldırılarını ezmek, egemen ulus burjuvazisinin pazara rakipsiz hâkimiyeti için ön şarttı.

Esasen, ordu-tek parti-devlete dayanan Kemalist burjuva iktidar örgütlenmesi, sonraki dönem boyunca sürdü. “İmtiyazsız, sınıfsız, homojen” ulus görüşü, şoven milliyetçi bakış açısı olarak, işçi-emekçi ve köylülere karşı burjuva sınıf diktatörlüğü, ezilen ulus ve azınlıklara karşı inkarcı, asimilasyoncu bir ideoloji olarak benimsendi.

Bu burjuva milliyetçi, antidemokratik yapısının kaçınılmaz sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa çetelerini, Kemalistler de emirlerine alarak seferber ettiler. Topal Osman'ın grubu -cezaevlerinden lümpenleri de alarak- Rumlara ve 1921'de Koçgiri Bölgesi'ndeki Kürtlere karşı soykırıma başvurdu. Boş kaldıklarında yoksul Türk köylülerine terör estirdi. Emrindeki Yahya Kaptan çetesiyle, Ocak 1921'de, TKP lideri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını Karadeniz'in sularına atarak katletti. Elbette Kemalist paşaların emriyle.

Kemalist burjuva iktidarı; istikrar kazanma sürecinde, Kürt ayaklanmalarını soykırımla bastırarak ve TKP tevkifatlarıyla, hatta rakip eski yol arkadaşlarını bertaraf ederek, gerici bir iktidar yapılanması gerçekleştirdi. Burjuva iktisadi gelişmenin önünü açan ekonomik-toplumsal tedbirler ile ordu-tek parti örgütlenmesine dayanan, parlamentarizmin buna tabi olduğu milliyetçi ideolojiye sahip devlet yapılanması, burjuva milliyetçi iktidarın başlıca hedefiydi. Antikomünist ve anti-Kürt bir pratikle yoğrulduğu ve emperyalist kapitalizmle işbirliğine yöneldiği için de gericiliği pekişen bir yapılanma. Hilafetin ve padişahlığın tasfiyesi ileri reformlar olarak cumhuriyetin başlangıcında gerçekleştirilmişlerdi. Ama İslami gericilik bütünüyle devletten tasfiye edilmedi, Diyanet kurumu kurularak tek İslami mezhep, burjuva devletin resmi imtiyazlı mezhebi olarak kullanıldı. Alevi inancına ve diğer azınlık inançlara hak eşitliği reddedildi.

Burjuva iktidar; Türkiye ve Kürdistan'da rakipsiz egemen olduğu pazar olarak geliştirme sürecinde, kimi dönemlerde özel sektöre kimi dönemlerde devlet sektörüne ağırlık verdi. Her iki halde de, esas olan yoğun işgücü sömürüsü ve ağır vergilerdi. Amaç doğrultusunda burjuva iktidar, “sınıfsız kaynaşmış kitle” olarak milleti ve milliyetçiliği yüceltti. Ve ezilen ulus ve ulusal topluluklar karşısında, inkârı ve asimilasyonu dayattı. Müslüman olmayanlara da mübadele, katliam ve kovulmayı dayattı.

Burjuvazinin bu şoven milliyetçiliği; Turancılığı terk etmiş ama Türkiye ve Kürdistan'da Türk ulusunun diğerlerini asimile etmesi gereken üstün ulus olduğu paradigmasını benimsemiş, komşu uluslara düşmanlığı körükleyen, işçilere ve emekçilere diktatörlük uygulayan bir gericilikti. Kürt ulusu fiilen ikinci sınıftı; resmen ise “yok”tu. Ulusal varlığı reddediliyor, tüm vatandaşların “Türk” sayılması yolundan inkar ediliyordu. Bu modern burjuva milliyetçiliği kaçınılmaz olarak ırkçı motifler üretti ve uygun iç ve dış koşullarda ırkçılığa kaydı. 1931'de TTK kurularak resmen benimsenen Güneş Dil Teorisi ve Tarih Tezi, bu nitelikteydi. Uygarlığın kaynağının Türkler olduğunu, Sümerler ve Hititlerin Türk olduklarını ileri sürüyordu. Müslüman olmayan azınlıkların ya Türkleşmeleri veya terk edip gitmeleri gerektiği de ileri sürülen aynı nitelikte bir söylemdi.

Devam ettirilen Türk Ocakları, ırkçı ideolojiyi üretiyordu. Uzun yıllar başkanlığını yapan H. Suphi Tanrıöver pantürkistti. Tek parti iktidarının daimi bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt (Adalet Bakanı olduğu dönemde), “Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek bir hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” (Eylül 1930) sözleriyle ırkçılığı yansıtıyordu. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü ise, “Bu ülkede sadece Türk ulusu, etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahihtir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Ağustos 1930) diyordu.

Tek parti CHP'nin Genel Sekreteri Recep Peker, '30'lu yıllarda İtalya ve Almanya'daki faşist milliyetçi yapılanmaya sempati gösteriyordu. 2. emperyalist paylaşım savaşı döneminde, 1942'de Nazilerle işbirliğinden yana olan Şükrü Saraçoğlu Başbakanlığa, N. Menemencioğlu Dışişleri Bakanlığına getirildi. Hitler yanlısı bir dış politika izlendi. İnönü'nün ebedi milli şef ilan edildiği bu dönemde ırkçı milliyetçi hareketin gelişmesi, iktidardan müsamaha ve teşvik gördü. Varlık Vergisi konarak Hristiyan ve Yahudi burjuvaların mülkiyetleri geniş ölçüde Türk burjuvaların eline geçirildi, Aşkale sürgün kampı kuruldu.

Burjuva milliyetçi diktatörlük, Türk ve Kürt emekçilere, Zonguldak madenleri ve yol yapımında mecburi çalışma, ağır vergiler dayattı, TKP tevkifatlarıyla koyu gericilik uyguladı.

Bu şoven ve gerici milliyetçiliğin, faşizmin yükseldiği dünya koşullarında, savaş döneminde, ırkçı milliyetçi hareketi geliştirmesi, teşvik etmesi, niteliğine uygundu. Alman faşizminin savaşta ilerlediği yıllarda, Türkiye’de de Pantürkist Turancı hareket gelişti. Hitler faşizminin Ankara büyükelçisi Von Papen, doğrudan bu hareketi kışkırtıp teşvik etti. Gelişen ve teşvik gören Turancı faşist hareketin yaygınlığı bazı somut örnekleriyle daha iyi kavranabilir. General Hüsnü Erkilet, Papen'e başvurarak Turancılık alanında kendisine görev verilmesini istemiş, Nazilerin doğu cephesini ziyaret etmiş, “Alman-Türk işbirliği ile kurulacak büyük Turan imparatorluğuna ilişkin amaçlarını açıklamış”, “Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Berlin'de Dr. Harun ve Ankara'da general Mürsel Bakır yoluyla Huntig ve Papen ile ilişki kurmuş”lar, Alman emperyalistlerinin SB'ni işgalinin zaferini heyecanla bekliyorlardı. (J.Glasnek, Türkiye'de Faşist Alman Propagandası). Enver Paşa'nın akrabası eski ittihatçı yeni işadamı Nuri Killigil, Alman emperyalizmiyle işbirliğinin başını çekenlerdendi.

Turancılıkla Nazi faşizminin işbirlikçiliğinin doğrudan faşist örgütlenmesi, Türkeş ve Atsız'ın başını çektikleri örgütlenmeydi. Alman yanlısı hükümet koşullarında gelişti, askeri darbe örgütlemeye kalkıştı. Ordu içindeki örgütlenmesinin o yıllardaki düzeyini Türkeş çok sonraları şöyle anlatacaktır; “E. T. Erkan-ı Harbiye Hareket Daire Başkanı oldu... Bir gün geldi ki, Türkiye'nin ihtilal ağı tamam oldu.”

Ancak Alman faşizminin 1943 Stalingrad yenilgisi ve Berlin'e doğru kovalanması, iktidarın beklentilerini de yok etti. 3 Mayıs 1944'te iktidar, faşist harekete karşı tutuklama başlattı, Türkeş ve az bir kısmı tutuklandı. Faşist MHP'nin sonraki döneminde Türkçülük bayramı ilan ettiği 3 Mayıs, Alman faşizmiyle işbirliği içindeki Türkiye faşistlerinin tutuklanmasının tarihidir. Ancak sonra beraat ettirildiler.

Alman faşizminin yenilgisi ve faşizme karşı devrimlerin büyük zaferinden sonra, burjuvazi ve iktidarı, ABD emperyalizmiyle işbirliğine girişti. O tarihten sonra, Pantürkist faşist hareketin lideri Türkeş, ABD'de kontrgerilla eğitimi alan ilk subaylar içinde yer aldı. Bu kez de, Türkeş liderliğindeki Pantürkist faşist hareket, ABD'nin Nazilerden devşirdiği general Gehlen'in liderliğindeki (NATO içinde ve NATO ülkelerinin tümünde örgütlenen) Gladio'nun Türkiye'deki kolu olarak örgütlendirilecekti.

2. emperyalist savaş sonrası, ABD emperyalizminin egemenliğinde şekillendirilen burjuva çok partili rejimin temel karakteristik özelliği antikomünizmdi. TKP ve diğer devrimci örgütlenmeler zindan zulmüyle ezilirken, kontrgerilla örgütlenmesi geliştirildi. Henüz yeni rejime geçilmeden Tan matbaasını yakan faşist öğrenci hareketi örgütlendi. Çok partili sisteme geçildikten sonra, DP iktidarı altında Hristiyan azınlıklara yönelik 6-7 Eylül ırkçı faşist saldırısı örgütlendi. Devrimci ve demokratik güçlere yasak ve zindan sürdürüldü. ABD'cilikte rejimin her iki kanadı birleşmişti. Parlamentarizmin şampiyonluğunu yapan DP, iktidarı döneminde gerici diktatörlüğü uygularken, aynı zamanda İnönücü kanadın güçleriyle 6-7 Eylül ırkçı-faşist saldırısını birlikte yürütüyordu. Bir önceki dönemde ırkçı şoven milliyetçilik kışkırtılırken, bu dönemde DP iktidarınca Türk-İslam sentezine dayanan gericilik güçlendirilip örgütlendi. Kıbrıs Türktür Cemiyeti, Türk Ocakları, İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği, MTTB, İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Aydınlar Ocağı, Türk-İş içindeki birçok sendika mevzisi vb. aracılığıyla Türk-İslam sentezine dayanan faşist kitle örgütlenmesi ve hareketi geliştirilmeye çalışıldı.

Ordu içinde Seferberlik Tetkik Kurulu (STK), kontrgerillanın devlet içindeki örgütlenmesi olarak ABD ve CIA tarafından kuruldu. '60'lı yıllarda adı değiştirilerek, Özel Harp Dairesi (ÖHD) yapıldı. ÖHD'nin yönetim yeri, ABD'nin JUSMAT adıyla Türkiye'de kontrgerilla faaliyeti yürüten kurumuyla aynı binadaydı. Daha çarpıcı ifade edersek, ÖHD'nin yönetim yeri JUSMAT binasındaydı.

Türkeş, 27 Mayıs darbesinden sonra, askeri yönetim içinde iktidarı ele geçirmeye çalışınca 14'ler adı verilen grubuyla tasfiye edildi. '60'ların ikinci yarısında, ABD ve CIA tarafından saldırgan faşist hareketi örgütlemekle görevlendirildi. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni (CKMP) ele geçirerek adını MHP olarak değiştirdi. Kontrgerilla faaliyetine bu yolla daha geniş Pantürkist kitle temeli yaratmaya girişti. Ülkü Ocakları'nı, Milliyetçi İşçi Sendikaları'nı (MİSK), Türk Metal ve Haber-İş'ten diğer bazı “kitle” örgütlerine değin uzanan mevzileri kurup kullanarak, paramiliter faşist vurucu güç geliştiriyor, faşist kitle hareketi yaratmaya çalışıyordu.

ABD ve CIA ajanı ırkçı faşist hareket; kitleler içinde belirli bir sınırlılıkla geliştiyse de, '60'lı yılların sonlarından başlayarak '80'e değin sayısız devrimci, öğrenci, işçi, aydın kanı döktü. MİT, ÖHD ve siyasi polis içindeki kontrgerillayla birlikte Sünni-Alevi boğazlaşmalarını (Maraş katliamı, Çorum, Malatya, Erzincan olayları), 1969 kanlı pazar ve 1977 1 Mayıs katliamlarını örgütledi.

İşçi, gençlik ve emekçi köylü hareketlerinin gelişip yükseldiği, devrim ve sosyalizm mücadelesinin güçlendiği süreçlerde; resmi ve sivil faşist örgütlenmenin en çok güçlendirilip saldırtıldığı dönemler olması, sınıflar mücadelesinin şu yasasını Türkiye özgülünde de acılı deneylerle bir kez daha kanıtladı: Burjuvazi ve emperyalizm, halkın ve işçi sınıfının yükselen devrimci kurtuluş mücadelesi karşısında açık terörist yönetimi olan faşizme başvurur.

Türkiye özgülünde, '60-'70 arası dönemde Pantürkçülükle İslami gericilik birlikte örgütlüydü, iç içeydi. Sonrasında, İslami gericilik -köktenci kanadı- ayrılarak gelişti. Pantürkist milliyetçilik, sivil faşist terörün başlıca vurucu gücü işlevini şiddetlendirerek oynadı. Her iki akım, birbirlerinin ideolojik rengini yedek bir araç olarak kullandı, içinde taşıdı. '70'li yıllarda, tescilli Amerikancı Demirel'in liderliğinde kurulan faşist MC hükümetlerinde iradi ittifaka da girdiler. Ama sürecin bütününde ('45-'80 arası dönem), önce iradi ve örgütlü birlik içinde, fakat ayrıldıktan sonra da -MC hükümetlerindeki birlikleri de iradiydi- ABD emperyalizmi ve Türkiye burjuvazisinin, gelişen devrimci halk hareketine karşı şiddetlendirdiği gericilik ve faşist hareketin nesnel olarak ortak parçaları oldular. ABD'nin ve Türkiye burjuvazisinin, devlet aygıtına ve parlamentarizme dayanan gerici faşist yönetimi ve hükümetlerinin liderliğinde geliştirildiler. Gerici faşist iç savaş mekanizmasının değişik kollarıydılar. Bu işlevleriyle, devrimci halk hareketini ezmeye yetemedikleri zaman, 12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist cunta rejimleri devreye girdi.

Askeri faşist rejimler, devrimci işçi ve halk hareketini, komünist ve devrimci örgütleri ezdikten sonra, yerini askeri güdümlü parlamenter biçimlere bıraktılar. Türkçü ve İslamcı motif, 12 Eylül askeri faşizminde resmi ideoloji olarak da ilan edildi. Türkeş, “fikrimiz iktidarda” diyerek 12 Eylül'ün faşist niteliğini ifade ediyordu.

Irkçısından diğer türevlerine şovenist milliyetçiliğin yaygınlaştırıldığı güncel koşulları tartışırken, Türk burjuvazisinin tarihsel süreç içinde, iktidar yapılanmasının kaçınılmaz olarak şoven milliyetçiliği ürettiği, ABD emperyalizminin devrimci ve komünist hareketi ezmek için faşist milliyetçiliği ve İslami gericiliği örgütleyip geliştirdiğini bilerek hareket etmek gerekir. Bu tarihsel geçmiş üzerinden, güncel koşullarda emperyalizm ve burjuvazinin silahlı bürokrasisinin güncel, şoven milliyetçiliği yükselttiği gerçeği kavranırsa, somut ve gerçekçi analiz yapılabilir, faşist milliyetçiliğe karşı güncel mücadele görevleri sınıfsal devrimci ufka bağlanabilir.

Şoven Milliyetçiliğin Güncel Nedenleri

Milliyetçilik, burjuvazinin “ulusal” pazarına hâkim olma çıkarının ideolojisidir. Burjuvazi, tarihte feodalizme karşı ilerici bir rol oynadıysa, çıkarı belirli tarihsel koşullar içinde halkın çıkarıyla çakışması nedeniyle oldu. Bağımsız işçi-emekçi hareketi ortaya çıkıp gelişmeye başlayınca gericileşmeye başladı. Sömürgecilikte ve rakip burjuvazilere karşı her zaman gerici milliyetçi savaşlara yol açan burjuva milliyetçiliği, emperyalist dönemde -emperyalist burjuvazi- tamamen gericileşti. Emperyalist milliyetçi ilhakçılık, sömürgeci tekelci burjuvazinin temel ideolojisi, iksiri ve dini oldu. Dünyayı, sömürgeleri yeniden paylaşım savaşlarına yol açan emperyalist burjuvazilerin, kendi uluslarından işçi ve emekçileri seferber etmede kullandıkları başat ideoloji milliyetçilikti. İşçi sınıfı devrimlerini önlemek için burjuvazinin geliştirdiği faşizmin ideolojik temeli milliyetçilik ve ırkçılıktı.

Emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadelede, sömürge ulusların burjuva milliyetçiliği ilerici bir rol oynadı. Ancak iktidara geçince, işçi ve emekçilere örgütlenme özgürlüğü tanımayan, komşu uluslarla ulusal düşmanlıkları kışkırtan, diğer ulusları asimilasyoncu baskı altına alan niteliğiyle gericileşti. Bu, onun kapitalist sınıfsal niteliğinin kaçınılmaz sonucuydu. Aynı nedenle emperyalizmin işbirlikçisi haline geldi. Milliyetçiliği, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı gerici diktatörlüğünün ve saldırganlığının ideolojisi oldu. Uzak Doğu'da Çin'in Komintang Milliyetçiliğinden (bugün Tayvan'da) Hindistan Kongre Partisi'nin milliyetçiliğine, Arap Baas Milliyetçiliğinden Türk kemalist milliyetçiliğine, Meksika Kurumsal Devrim Partisi milliyetçiliğinden Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi milliyetçiliğine değin... Başlangıçta sınırlı antiemperyalist ilerici niteliğe sahip bu milliyetçilikler, iktidarda gerici diktatörlüklere ve gerici milliyetçiliklere dönüştüler.

Bugün yeni sömürge ülkelerin burjuva milliyetçilikleri, tümüyle gerici niteliktedirler.

Yalnızca emekçi halk hareketi içinde yer alan küçük burjuva yurtsever aydın gruplar, halk hareketiyle birlikte kalabildikleri ölçüde ve sürece antiemperyalist rol oynamaktadırlar.

Milliyetçilik, Türkiye'de de burjuvazinin “dini”dir. Burjuvazinin “milli” pazarına egemen olma çıkarının ideolojisidir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesine karşı, halkın bir bölümünü arkasına takarak savaştırmasının afyonudur. Sınıf mücadelesini bastırmak için ve yayılmacı emellerle başvurduğu komşu ulus burjuvazileriyle sürekli gerginlik, milliyetçi savaşların kitle temelini sağlamada halkı sarhoş etmenin iksiridir.

Bugün milliyetçi gericiliğin Türk halkımızda tehlikeli derecede etkili olmasının baş nedeni, 20 yıllık süreçte Kürt ulusal hareketine karşı egemen burjuvazinin şoven milliyetçiliği yükseltme ihtiyacı ve pratiğidir.

Kirli savaş süreci boyunca burjuvazinin bütün kesimlerinin birleştikleri özgün kavramlar; “milli mutabakat” ve “terörle topyekûn mücadele” idi. Herkesin “milliyetçilikte” birleşmesi ve yalnızca askeri savaşla sınırlı kalmaması, bunun propaganda, halk desteği, psikolojik savaş, kontra savaş, kitle örgütleri desteğiyle vb. bütünlüklü hale getirilen topyekûn savaşa dönüştürülmesi gerektiği vurgulanıyordu.

Bu, şovenist, milliyetçi bir topyekûn seferberlikti ve burjuvazi elindeki devletsel ve diğer bütün egemen aygıtlarla, geçmiştekiyle ölçülemeyecek denli bir yoğunlukla, şovenist milliyetçiliği yaydı. Burjuvazinin büyük ekonomik gücü, tekelci medyası, bütün burjuva partilerin örgütsel gücü, mafyanın işsiz gençlik içindeki gücü, sendikalar, dernekler ve ayrıca emekli askerlerin yeni kurdukları derneklerin, asker ailelerine kurdurulan derneklerin vs. vb. toplam gücüyle, devasa devlet aygıtının gücüyle, bu dönem boyunca her gün her saat şovenist milliyetçilik zehrini akıttı. Nitekim '99 seçimlerinden ırkçı şovenist MHP'nin 2. parti, keskin şovenist Ecevit'in DSP'sinin 1. parti çıkmaları rastlantısal değil, yoğun şovenist birikimin yol açtığı bir sonuçtu. Türk burjuvazisi bu yolla, bütün bu kirli savaş yöntemleriyle, Türk halkımızdan önemli bir kitle desteği sağladı, şovenist milliyetçi bir gericilik hareketi geliştirdi. Linç saldırılarına ve Türk-Kürt çatışma kışkırtmalarına '99 öncesi dönemde yer yer başvurdu, ama özellikle asker cenazelerini yığın eylemlerine dönüştürme yöntemleri kullandı. Son iki yıldır, bütün bu yöntemler ve özellikle faşist linç saldırıları, bayrak provokasyonları çok yoğun olarak kullanılmaktadır.

Burjuvazi, işçi ve emekçi devrimci hareketine karşı nasıl ki antikomünist faşist gelişmeyi tırmandırırsa, ezilen-sömürge bir ulusal harekete karşı da “bölücülük” demagojisiyle şovenist faşist gelişmeyi -Türk halkımızdan kitleleri daha kolay etkileyerek- tırmandırır, gerçekleşmekte olan ve kavranılması gereken budur.

Kürt ulusal demokratik hareketine karşı geliştirilen, bugün Güney'de federasyonun yarattığı “tehlike” ve Kerkük sorununu katarak daha da yoğunlaştırılan şovenist histeriyi besleyen biri konjonktürel iki gelişme de şuydu: Bölgesel gerici milliyetçi boğazlaşmalar ve tarihsel şovenist şartlanma!

Ermeni-Azeri, Bosna ve Kosova ile Sırbistan savaşları gerici milliyetçi çatışmalardı. Bu savaşlardaki şovenist boğazlaşmalar, çatışanların, özellikle Boşnaklar ve Kosovalıların maruz kaldıkları zulüm kültürel ve dini bağları nedeniyle Türk halkımızı etkiledi, gerici milliyetçi (aynı zamanda İslamcı) bir refleksin gelişmesine hizmet etti.

Türk halkımızın üzerinde geleneksel tarihi şovenist şartlanma güçlüdür, bir çırpıda yıkılamaz. Ancak, halkımızın, ileri doğru devrimci sıçramaları içinde kendisini de değiştirmesiyle yıkılabilir. Osmanlı emperyal mirası, devlet ve sivil gerici güler tarafından işlene gelmekte, ilhakçı bir şartlanma ve sahte gerici bir gurur yanılsaması yaratmaktadır. Ermeni soykırımı, Kürtlere katliamcılık, Araplara “arkadan hançerlemek” aşağılaması; resmi eğitim, medya ve edebiyat yoluyla güncelde de savunulmakta, gerici, ilhakçı bir etki bırakmaktadır.

Irak'taki ABD emperyalist işgalinin Güney Kürt ulusal hareketini yedeklemesi, bunun Türk burjuvazisi tarafından Kürtlere düşmanlığı şahlandırmak için kullanılması, “bölünüyoruz” histerisini güçlendirmekte ve güncel şovenist tepki ile tarihsel şovenist şartlanmayı birleştirerek etkili olmaktadır. Öyle ki, Türkmenlere yardım yalanı altında, Kerkük'e değin uzanan Enverist yayılmacı heveslerin geliştirilmesinin aracı yapılmaktadır. “Kıbrıs'ın elden gideceği” korkusu da buna eklenerek, “Sevr” paranoyası ile Enverist yayılmacılık bileşkesi bir şovenist histeri yükseltilmektedir. ABD'nin Irak'takinin aksine Türkiye'de egemen burjuva devleti desteklediği apaçıkken, ABD ve AB emperyalistlerinin “Sevr”i yeniden piyasaya sürdükleri yalanıyla, anti ABD'ci geniş tepkinin önemli bir bölümü, Kürtlere ve devrimci harekete karşı olan şovenist milliyetçi faşist cepheye çekilmektedir.

Kürt ulusal demokratik mücadelesine karşı, kirli savaşın etkili bir silahı da, devlet denetiminde faşist mafya örgütlenmesi geliştirmek oldu. Egemenler, devlet eliyle kontrgerillanın bir parçası olarak faşist mafyayı örgütleyerek bir taşla iki kuş vurdular. Bir yandan, kentlerin kapitalizm tarafından işsizlik girdabına sokulmuş geniş yoksul kitlelerini kapitalizme, emperyalizme ve faşizme karşı mücadele potansiyeli olmaktan uzaklaştırdılar. Diğer yandan kontra eylemlerini, linç hareketlerini ülkücü faşist mafya etrafında seferber ederek sayısız devrimci kanı döktüler. MİT, JİTEM, siyasi polisle iç içe örgütlenmiş ülkücü faşist mafya, geniş işsiz genç kitleler üzerinde hegemonik bir etki de bırakarak, bu kesimi faşist diktatörlüğe bağlayıcı bir rol de oynadı.

Olağanüstü koşullar, egemen burjuvaziyi olağanüstü yönetme yöntemlerine başvurmaya itmekle kalmaz, gericiliği örgütlemede enerjikliğini limitine doğru zorlar. İşçi emekçi sınıfların devrimci hareketinin gelişmesi, Türk halkımızı, AB'ci liberal gericilik mi, faşist gericilik mi ikilemine mahkum edilmesini bozacak, kirli savaşın toplumsal desteği olmaktan uzaklaştıracak, halklarımızın güvenini ve enternasyonalist kardeşliğini güçlendirerek, faşizmi devrimci yıkılış sürecine sokacaktı. Kirli savaşçılar, her gelişme eğilimi gösterdiğinde devrimci hareketi imha, zindan ve yasaklarla saldırıp biçmeye çalıştılar. Korku ve umutsuzluk atmosferi yaratmaya çalıştılar. Bununla kalmayıp faşist sendikalar ve sendikalarda faşist mevziler inşa ettiler. Antifaşist memur kitle hareketinin sendikal örgütlenmesine karşı “grev kırıcı” MHP'li faşist Kamu Sen'i geliştirip egemen kıldılar. Türk-İş yönetimini, DİSK yönetimini işveren sendikalarıyla Ekonomik Sosyal Konsey içinde işbirlikçi tarzda tutmakla yetinmediler. Türk-İş yönetimini kirli savaş destekçisi yapmanın yanı sıra, faşist sendikal mevzileri her iki konfederasyona bağlı sendikalar içinde güçlendirdiler. KESK'i sosyal şoven güçler eliyle parçaladılar, faşist Kamu Sen'le engellediler.

Sosyal şovenizm içindeki kesimleri de medyasıyla, kitle örgütlerindeki mevzileriyle, partileriyle ve özellikle aydınlarıyla, şovenist faşist milliyetçilikle birbirine bağlayıp cepheyi genişletip güçlendirdiler. CHP'den İP'e ve Cumhuriyet Gazetesi çevresine, geçmiş sol aydınlara uzanan geniş bir yelpazeyi, antifaşist kitleleri şoven faşist milliyetçiliğe çekmenin aracı yaptılar.

ADD, ÇYDD, emekli askerler, MHP'lilere kurdurdukları kuvvayı kontra sivil örgütlenmeleriyle “kızılelma” koalisyonu içinde yaygın kitle örgütleriyle kitleleri faşist şovenizmin peşine takmaya, çalıştılar.

Öğrenci gençliğin devrimci hareketini, polis saldırısı ve üniversitede kemalist kışla disipliniyle engellediler. Türk Solu (ADKF), ülkücü faşist ve Öncü Gençlik (İP) çetelerinin faşist saldırısıyla yıldırmaya çalışıyorlar.

Sonuç olarak; silahlı bürokrasinin yönetiminde faşist ve gerici kitle örgütlenmesinin belirli bir başarı sağladığını, daha önemlisi de şovenist gerici milliyetçiliğe Türk halkımız nezdinde meşruiyet sağladığını görerek, faşizme ve şovenizme karşı mücadeleyi bilinçlice ve etkince yürütmek gerekir.

Geçen süreç aynı zamanda sermaye oligarşisinin AB'ye giriş süreciydi. Dahası, egemen burjuvazinin ve temsilcilerinin emperyalist küreselleşmeyi onaylayarak uyguladıkları bir süreçti. Sermaye oligarşisinin temsilcisi TÜSİAD öncülüğünde, liberal aydınlar, aynı yönde değişik ölçüde davranan burjuva hükümet partileri vb. güçlerden oluşan liberal gericilik eğilimi; demokratik iyileşmeler ve yaşam koşullarında iyileşmeler demagojisiyle kitleleri etkiledi. En son AKP gericiliğinin bu demagojiyle önemli bir oy desteği sağladığı biliniyor. Yaşam koşullarının iyileşeceği, liberallerin yaratmayı başardığı bir düştür. Öyle ki, devrimci hareketin ve Kürt ulusal mücadelesinin sağladığı bazı demokratik kazanımlar bile, tekelci medya ve liberal aydınlar tarafından AB'ye katılım sürecinin kazanımları olarak gösterildi. Sürecin iktisaden yarattığı yoksullaşma ve yıkıma tepki; buna karşın AB sürecinin akamete uğramasının sonucu yaşam koşullarının iyileşeceği beklentisindeki hayal kırıklığı; burjuva liberalizminin gevezelik ve çürümüşlüğüne karşı, yığınları saldırgan faşist bir şovenizm alternatifine bağlanmaya götürmektedir.

Burjuva Gerici Milliyetçi Direnç

Emperyalist küreselleşme, mali sermayenin ihtiyacı doğrultusunda bütünleşmiş bir dünya pazarına yol açtı. Emperyalist ülkelerde özelleştirme, sosyal hakların tasfiyesi, üretimi ucuz işgücü alanlarına taşıma vb. bir yandan önceki dönemde görece genişlemiş işçi aristokrasisini adım adım tasfiye ediyor. Diğer yandan kronik işsizlik, işçi sınıfının yaşam koşullarında sarsıcı düşüşlere yol açıyor.

İşçi aristokrasisinin başta gelen bölüğü sendika bürokrasisi, başlangıçta gerici milliyetçi sınıf işbirlikçiliği ve tepkilerle, bir eğilim geliştirdi. ABD'de AFL-CIO'nun Japon arabalarına karşı boykotu, Avrupa'da sendikaların ülkelerindeki tekellerle işbirliği vb. bunun örnekleridir. Ancak, işçi aristokrasisinin karakteristik yapısı olan burjuvaziyle sınıf işbirlikçiliği, sonraki süreçte yerini, uluslararası tekellerle işbirliği çizgisindeki burjuva sendikal çizgiye bıraktı. Emeğin uluslararası toplumsallaşmasının geliştiği koşullarda, ya emeğin enternasyonalist çizgideki mücadelesi, ya da emperyalist tekellerin çıkarına yedeklenme dışında bir yol yoktur. Ancak uluslararasılaşan tekellerin emperyalist devletlerinin, şiddetlenen rekabete bağlı olarak yeniden paylaşım savaşı için şoven ırkçı milliyetçiliğe ihtiyaç duyacakları ya da işçi sınıfının sosyalizm için mücadelesini bastırmak için şoven milliyetçiliği kullanacakları koşullarda, işbirlikçi sendika bürokratları da yeniden şoven milliyetçi gericiliği, faşist gericiliği geliştireceklerdir.

Bugün emperyalist tekelci burjuvaziler, yaşam koşulları ağırlaşan işçi sınıfının öfkesinin kapitalizme karşı devrimci bir yola akmasını engellemek için göçmen işçi düşmanlığını kullanan ırkçı, neo-faşist partileri yedekte tutuyorlar. Fransa gibi örneklerde, göçmen düşmanlığı, halkı neoliberal programa yedeklemenin anahtarı oluyor. Emperyalist işgallere toplumsal destek sağlamak için kapitalist uygar ulusların “üstünlüğü” şovenizmini işliyorlar. Faşist yasakları yasalaştırıyorlar. Faşist Bush çetesinin, ABD'nin dünya egemenliği için işgallerinde ABD'nin üstün uygarlığı temsil ettiği fikri faşizan, şoven milliyetçiliğin eğilimidir. Şoven milliyetçi eğilimi yayarak sağladığı toplumsal destekle faşist milliyetçi yasalar çıkarma da, emperyalist ülkelerde arttırılan faşist yasakların öne çıkmış örneğidir.

Ama bugün, mali sermayenin uluslararasılaşma düzeyi ve sermaye yatırımlarını azami kar için en elverişli yerlerde yapması, kapitalizmin tarihsel sınırlılığının sonuçlarıyla yaşanmaya başlaması, emperyalist ülkelerde de işçi sınıfıyla tekelci burjuvazinin uzlaşmasının tüm nesnel koşullarını tasfiye etmekte, işçi sınıfının uluslararası toplumsallaşmasına yol açarak, enternasyonalist mücadelesinin gelişmesinin nesnel zeminini hazırlamaktadır. İşçiler arasında ulusal dar görüşlülüğün son kaleleri de yıkılıp gitmektedir. İşçi sınıfının mücadelesi, yalnızca amaç ve niteliğinden gelen nedenlerle değil, güncel istemler mücadelesinde de enternasyonalisttir. Proletarya için enternasyonalizm, güncel ekonomik ve politik mücadelenin bir konusudur. Ücret artışı, işsizlik sigortası, çalışma saatleri, sağlık ve eğitimle ilgili güncel hak mücadeleleri dahi enternasyonal savaşım konusu yapılabildiği ölçüde burjuvaziye karşı bir saldırıya dönüştürülebilir.

Demek ki, nesnel koşulları açısından, emperyalist burjuvazinin, işçi sınıfını şoven milliyetçiliğin iksiriyle zehirlemesi olanağı azalmış, işçi sınıfının enternasyonalist mücadelesinin nesnel koşulları çok güçlü hale gelmiştir. İşçi sınıfının komünist öncüsüyle geliştireceği mücadelelerin, yalnızca tekil emperyalist ülkelerde değil, birbirini etkileyecek biçimde enternasyonal çapta, burjuvazinin şoven milliyetçi hareketlerini yenilgiye uğratmasının koşulları güçlenmiştir.

Emperyalist küreselleşmenin geliştirmekte olduğu bütünleşmiş dünya kapitalist ekonomisi, yeni sömürge ülkelerde de ekonomik ve politik (devlet) yeniden yapılanmaya yol açmaktadır. “Yapısal uyum programı”yla özelleştirme, sermaye dolaşımı ve kar transferleri önündeki engelleri kaldırma, ucuz işgücünün azami sömürüsünü güvenceleme, mali ağ yoluyla mali sermayenin engelsiz dolaşımı ve spekülatif sermaye hareketiyle kar transferleri sağlama vb. yöntemlerle yeni sömürge ülkeler kapitalist ekonomileri yeniden yapılandırıldı. Bunun sonuçlarından biri, uluslararası tekellerin bu ülkelerin kapitalist ekonomisini ilhak etmesi, işbirlikçi tekellerin de uluslararası tekellere iltihak etmesi oldu. Uluslararası mali sermaye tekelleri, yeni sömürge kapitalist ekonomiler üzerindeki dolaylı egemenliği doğrudan egemenliğe dönüştürüyorlar.

Bu gelişme başka biçimlerde de, bölgesel serbest ticaret anlaşmaları (NAFTA) ve bölgesel emperyalist birlikler (AB) yoluyla da gerçekleşmektedir. Güçlü emperyalist gruplar arasında keskinleşen rekabet, emperyalist devletlerin egemenliğinde hinterlandını yaratıyor, yeni tipte sömürgeleştirmeye yeni biçim kazandırıyor.

Burjuvazinin, dünya kapitalist ekonomisindeki değişimle uyum sağlayan kesimleri bütünleşiyor. Bu, yalnızca işbirlikçi tekellerle sınırlı kalmıyor. Orta çaplı burjuva işletmeler de uluslararası tekellerin egemenliğine bağlanıyor, eklemleniyor.

Yeni sömürge ülkelerde, burjuvazinin bazı kesimleri, bazı ülkelerde eski konumunu -siyasi yeniden yapılanma karşısında- yitirmekte olan devlet bürokrasisinin gerici direnci görülüyor. Bu burjuva eğilim, gerici milliyetçi eğilim olarak kendisini gösteriyor. Buna, Miloseviç, İran molla iktidarı, Mohattir Muhammed örnektirler. Türkiye’de ise geçmişte iktidarda baskın rol oynayan askeri bürokrasi ve onunla ittifak içindeki burjuva kesimler gerici milliyetçi refleks gösteriyorlar.

Kapitalist emperyalizmin politik yeniden yapılanması yeni sömürge devletlerde, devleti ekonomik faaliyetinden tümüyle arındırmakla sınırlı kalmıyor. Bu devletler, geçmiş koşullarda politik bakımdan görece geniş özerkliğe sahipti. Az çok güçlü olanları, özgün gerici çıkarları doğrultusunda küçük çaplı yayılmacı inisiyatif kullanabiliyordu. Bugün ise, emperyalist ve işbirlikçi tekellerin tam denetimine girerek özerkliği ve inisiyatifi ortadan kaldırılıyor.

Örneğin, geçmiş dünya koşullarında SB ve ABD arasındaki çelişkiden yararlanan Saddam veya Miloseviç iktidarına emperyalist tekeller ve devletler artık izin vermiyor. Ama aynı zamanda ABD işbirlikçisi devletlerin de görece özerk ve inisiyatifli olan yapılanması da yeni koşullara uygun hale getiriliyor. Askeri bürokrasinin özerkliği ve iktidardaki ayrıcalığı, tekellerin tam denetimi yönünde ortadan kaldırılıyor. Emperyalizme tam bağımlılığı yanı sıra, özgün gerici çıkarları yönünde özerkçe inisiyatifine son veriliyor. Bu, ABD veya diğer emperyalist devletlerin çıkarı doğrultusunda yayılmacı askeri saldırılara katılmasını, tetikçiliğini yapmasını ortadan kaldırmaz, emperyalistlere rağmen yayılmacı inisiyatifinin tasfiye edilmekte olduğunu ifade eder. Kıbrıs’taki işgalin sürdürülmesi sorunu tam da bu kapsamda generallerin karşısına çıkmakta, Türk burjuvazisinin adadaki ayrıcalıklarını emperyalistler lehine terk etmesi dayatılmaktadır.

Türkiye'de bu siyasi yapılanma, daha çok AB'ye giriş süreciyle birlikte sürdürülmeye çalışıldı. Askeri bürokrasi, iktidardaki ayrıcalığını yitirmeden ve Kıbrıs ile Güney Kürdistan’a ilişkin kırmızı çizgilerini koruyarak AB'ye girişi savundu. Bu direnci doğrultusunda şoven milliyetçiliği alabildiğine tırmandırıyor.

Endonezya'da 30 yılı aşkın süre iktidarda kalan askeri yönetimin durumu bir başka örnektir. General Suharto, '65 darbesini ABD'nin emriyle gerçekleştirdiğinde, yüzbinleri katlettiğinde şoven milliyetçiliği ideoloji olarak kullanıyordu. 1975'te Doğu Timor'u ilhak ederken de şovenist milliyetçiliği şahlandırıyordu. '97'de Suharto'nun çürümüş faşist diktatörlüğü ekonomik krizle birleşen ayaklanmayla yıkıldıktan sonra, Doğu Timor sorununa artık emperyalist bir çözüm bulunması zorunlu hale gelmişti. Endonezya generalleri ilhakta direttiler. Şoven milliyetçiliği Endonezya halkının afyonu olarak kullanan ordu birlikleri yeniden katliama girişmekten geri durmadı. Ancak efendisi ABD'nin, bir başka uydusu olan Avustralya'nın askeri birliklerini göndermesi ve Doğu Timor'u kendi bağımlılığı altına almasıyla katliam durdurulabildi. Batı Timor'daki Endonezya ordusu bu kez de, sivil kontrgerilla milislerini sınırdan geçirerek sabotajlar yapmaktan geri durmuyor. Malay şovenist milliyetçiliğine dayanarak hazımsızlığını kusuyor.

Bu noktada Endonezya generallerinin, efendileri ABD'yle çelişkiye düşmeleri, onların anti ABD'ciliği ya da antiemperyalizminden gelmiyor. Dün komünistleri ve halkı katlederken, faşist diktatörlüğe toplumsal destek sağlamak için Malay şovenist milliyetçiliğini kullanıyorlardı. Sonra ve bugün, ilhakçılık ve iktidar içindeki yerlerini korumak için, halkı şovenizmle zehirliyorlar. Bu amaçla Doğu Timor sorununu kullanıyorlar. ABD kuklaları olan Endonez generallerin, Timor sorununda gelinen noktada çelişkiye düşmeleri, onları ABD ve emperyalizm karşıtı yapmaz. ABD işbirlikçilerinin, özgün gerici çıkarlarını koruma inisiyatifini sürdürmek isteklerini gösterir.

Türkiye'de de, askeri bürokrasi ve bazı burjuva kesimler; Kıbrıs, Güney Kürdistan sorunlarında özgün gerici çıkarlarını korumada, geçmiş dönemde olduğu gibi emperyalistlerden özerkçe inisiyatif koyabilme konumunu sürdürmeye çalışıyorlar. Bu tutumun antiemperyalizmle uzaktan yakından ilgisi olamaz. Emperyalizme hiçbir darbe vurmaz. Kıbrıs sorununda Taksim/Enosis de, AB'ci birleşik Kıbrıs da, emperyalizmden bağımsızlık değil, emperyalizme bağımlı Kıbrıs'ın değişik iki biçimidir. Birinci biçim, Yunan ve Türkiye burjuvazilerinin ilhakçılığı yoluyla bölünmüş Kıbrıs'ın emperyalizme bağımlı olmasıdır. İkinci çözüm, Kıbrıslı Rum ve Türk burjuvalarının birleşik egemenliğiyle, Kıbrıs'ın emperyalizme bağımlılığıdır. Kuşkusuz ikinci durumun birinciden bir farkı vardır; Türkiye ve Yunanistan burjuva egemen sınıflarının adadaki ayrıcalıklarının sınırlanması. Bu sorunda Türk ve Yunan burjuva şovenistlerinin “milli çıkar” histerisi, burjuva gerici çıkarların ambalajından, burjuva sınıf çıkarları için halkların akıllarını başlarından alan şoven milliyetçi kışkırtmadan başka bir şey değildir.

Oysa generaller, doğrudan ABD tarafından eğitilen, antikomünist gerici ideolojiyle donatılan bir kliktir. Ve ABD'nin gladio örgütlenmesinin Türkiye kolu, bu kliğin yönetiminde örgütlenmiştir. Bugün de ABD, Bosna, Kosova savaşları ve Afganistan işgallerinde, generallerin aktif işbirliğinden faydalanmaktadır. Bu klik, ABD'nin Irak savaşında Kuzey Cephesi'nden Türkiye topraklarını kullanması için 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesine üzüntüsünü, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt kendi ağzıyla açıklamaktadır. İran'ın nükleer füzelerinin Türkiye için tehdit olduğunu açıklayarak, ABD'nin olası İran saldırısına yardım edeceğini ortaya koyuyor. Bu kliğe ait OYAK grubu, emperyalist sermayenin bütünleşmiş bir parçasıdır. ABD'ciyken anti-ABD’ci demagojisi, şovenist milliyetçiliğin arsız demagogluğunu gösterir.

Aynı süreç içinde, bu kliğin, inkarcı-asimilasyoncu kirli savaşta ısrar etmesi; iktidar imtiyazını koruma direnişini, gerici şoven milliyetçi ideolojiyle daha çok kaynaştırmasına yol açmaktadır. Ama öte yandan, kirli savaşçı şovenizmini antiemperyalizm olarak satmaya da çalışmaktadır. Bu demagojiyle, Kürt halkımıza karşı kışkırttığı şovenist düşmanlığa, ABD ve emperyalizme karşı duygular içinde olan Türk halkımızdan daha çok taban bulmaya çalışmakta, sosyal şoven tutarsızlık içindeki kesimleri yedekleyebilmekte, önemli bir başarı da sağlamaktadır.

Emperyalist küreselleşmenin sarstığı, uluslararası tekellerin taşeronu ve tedarikçisi olmakla elindeki mülkiyeti kaybetmek ikileminde bıraktığı orta burjuvazinin ikilemin birinci yönüne ayak uyduramayan kesimleri de, eski günlerin özlemiyle, gerici milliyetçilikte saf tutuyorlar. Bunlar, MHP ve BBP'de yer aldıkları gibi kimi zaman ırkçı milliyetçiliği destekleyerek, kimi zaman SP'de yer alırken gösterdikleri gibi İslami gericiliği destekleyerek bu eğilimi politikada yansıtıyorlar. Ankara Ticaret Odası (ATO), bu burjuva kesimin sözcülüğünü yapıyor.

Emperyalist küreselleşmenin sonuçlarından biri de, kent ve kırın küçük mülk sahiplerinin hızlı yıkımıdır. Bu sınıfın, muhafazakar gericilik etkisindeki kesimlerini, şovenist milliyetçilik arkasına daha çok takabiliyor, kitle tabanını genişletebiliyor.

MHP ve BBP gibi ırkçı-faşist paramiliter partiler, bugün de şovenist milliyetçi cephenin temel kuvvetleri içindedirler. Kürt ulusal mücadelesine karşı ırkçı vurucu güç rolü oynayan bu partiler, dünden farklı olarak bugün sosyal şoven kesimlerle ittifaka giriyorlar. Dünden farklı olarak bugün anti-ABD, antiemperyalist demagoji yapıyorlar.

'90'lı yılların ikinci yarısından başlayarak, sosyal şovenizmden aşırı şovenist milliyetçi çizgiye kayan CHP, askeri bürokrasinin çizgisine bağlandı. Geçmiş tek parti döneminin mirasına sarılarak, şovenist gericiliğin esnemez aktörlerinden biri oldu. DSP örneğinde yaşandığı gibi sosyal demokrasi, esasen uluslararası tekellerin, ABD ve emperyalist stratejilerin dayattıklarıyla işbirliği yapıyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bu bakımdan burjuvazinin muhafazakar partileriyle sosyal demokrat partileri arasındaki fark ortadan kalkmıştır. Ancak, silahlı bürokrasinin iktidar ayrıcalığını korumak için atağa geçmesinden sonra, CHP de onunla aynı çizgide saf tuttu, onun parlamenter temsilcisi işlevini üstlendi. Kıbrıs sorunu, Güney Kürdistan sorunu ve rejimin askeri güdümünün korunması sorununda, şovenist milliyetçi çizginin kararlı temsilcisi oldu. MHP ve BBP'yle aynı çizgiye geldi.

Kemalist sol aydın olarak bilinen kesim(ler) de, “bölücülük” korkusu, sosyal şoven duruşları nedeniyle, şovenist milliyetçi cephenin aktif aktörlerine dönüştüler.

Örneğin; geçmişte YÖK kıyımına uğramış öğretim üyeleri, YÖK üyeleri olarak, devrimci öğrenci hareketini ezenlerin saflarına katıldılar. İP, Cumhuriyet çevresi vb. kesimler, şovenist milliyetçi cephenin ideologlarına, silahlı bürokrasinin sözcülerine dönüştüler. Kızılelmacı ittifakta MHP'yle birleştiler. Öyle ki, kızılelmacı ittifak çatırdıyorsa, bu kesimlerin sadakatine rağmen, aşırı laikçiliği mahzurlu bulan MHP ve BBP'nin tavrından dolayı çatırdıyor. Nitekim bu yönde rahatsızlığı olmayan, MHP-BBP'yle aynı çizgideki kontra çeteleri kızılelma ittifakını sürdürüyorlar. Kontrgerillacı çetelerin kötü ünlü lideri Veli Küçük, Danıştay saldırısının örgütleyicisi Muzaffer Tekin, sayısız emekli asker ve polisin örgütlediği kuvvayı kontra güçleriyle İP, Cumhuriyet vb. gibi geçmiş sol kemalistlerin kızılelmacı ittifakı güçlenerek sürüyor. Bu kesimler bugün, cumhuriyet iktidarının açıktan savunmayı pek göze alamadığı ittihatçı paşaların emperyalist savaş mirasını, yurtseverlik olarak açıktan kutsuyorlar. İP lideri, Veli Küçük ve Muzaffer Tekin'leri yurtseverlik halesiyle kutsamaktan geri durmuyor.

Kuşkusuz bu kesimleri şovenist milliyetçiliğe iten, sınıfsal yapıları ve politik nitelikleri nedeniyle, emperyalist küreselleşme karşısında şaşkına dönmeleridir. İkincisi, Kürt ulusal demokratik hareketi karşısında, sosyal şovenizmde ısrar etmelerinin kaçınılmaz olarak şovenist gerici milliyetçiliğe savurmasıdır.

Ancak, Cumhuriyet Gazetesi’nin 2 Nisan 2007 tarihli kolektif imzalı başyazısında da ortaya konduğu gibi, bu “sol” şovenist demagoglar da “tehlikeye” karşı ABD’ye sığınmakta, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi “ülkeyi” tehlikelere karşı koruması için ona yalvarmaktadırlar.

Bütün bu güçlerin birleşik milliyetçi cephenin ve AKP'den DYP ve ANAP'a bütün burjuva partilerin ve geçmişten bugüne hükümetlerin, tekelci medyanın, kitle örgütleri yöneticilerinin vb. şovenist milliyetçi propagandasının birikimi, Türk halkımızı etkiliyor ve şovenist yönde sürüklüyor. Bütün bu suçları işleyenlerin, kontra çetelerinin açık ırkçı biçimlerle vurucu güç olarak örgütlenmelerine, TV kameralarının önünde “silah üstüne” ırkçı yeminler içmelerine şaşırmaları ikiyüzlücedir. Doğrudan bunları desteklemiş olanların yanı sıra, şovenist ajitasyonu süreklileştirmiş olan burjuva güçler de bu ırkçı terörist güçlerin gelişimine hizmet etmişlerdir.

Liberal Gerici Çürümeye Tepkiyi Arkalama

Egemen burjuvazi ve temsilcileri, sistemi yeniden yapılandırırken iki kampa ayrılmış durumdalar.

Ekonomik politikalarda, emperyalist küreselleşmenin gereklerini her iki kamp da benimsiyor, politik yapılanmada çatışıyor. Gerçek durum böyle olmasına rağmen, faşist milliyetçi cephe, suç ortağı olduğu neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı yoksulluk-zenginlik uçurumunu, toplumsal yıkımı, çürümeyi ve parlamenter aynada yansıyan suretini demagojik tarzda kullanmakta, sahte alternatif faşist otoriter rejime buradan da kitle temeli sağlamaya çalışmaktadır.

Emperyalist küreselleşmeye ekonomik-politik her iki alanda da uyum sağlayan liberal gerici cephe, TÜSİAD öncülüğünde ve Özal'la başlayarak bütün hükümetler tarafından benimsenen eğilimi sahiplenerek ortaya çıkmaktadır. AB süreciyle sahte demokratik ve yaşam koşulları beklentisi yaratarak halk üzerinde etkili olan liberal gerici cephe, çizgisinin ağır ekonomik- toplumsal sonuçları yaşandıkça etki zayıflamasına uğramaktadır.

Liberal gerici cephenin etki kaybını, faşist milliyetçi cephe, Türk halkımızdan kitle dayanağını geliştirmede kullanmaktadır. Neoliberal kapitalist saldırılara suç ortaklığını gizleyerek, ekonomik sömürgeleştirmeye, yeni tipte sömürgeleştirmeye karşı faşizmi milliyetçi-vatansever demagojik bir retorikle sunarak kitle desteğini güçlendirmeye çalışmaktadır. Milliyetçi cephenin, MHP-BBP kesimi, muhafazakar İslami gericilik etkisindeki kitleleri etkilemeye, Kemalizmi öne çıkaran kesim laik etki altındaki kitleyi etkilemeye çalışmaktadır. İki kanat, silahlı bürokrasinin öncülüğünde birleşmektedir. Emekli subaylar, sivil faşistler, laik aydınların Kemalist kesimleri, çok sayıda dernek ve diğer kitle örgütleri mevzilerini kullanarak, gerici kitle hareketi geliştirmeye çalışarak, milliyetçi cepheyi güçlendirmeye çalışıyorlar.

Ayrıca egemenlerin her iki grubu da, ara sınıfları, kapitalizmin ürettiği lümpenleşmeye karşı - ekonomik toplumsal nedenlerini gizleyerek- kışkırtarak, bu kesimlerin de faşizan eğilimini körüklüyorlar ama sonuçta bu eğilim esasen faşist milliyetçi kanada yaramaktadır. Çünkü milliyetçi kanat, aynı zamanda lümpenleşmenin nedeni olarak Kürtleri, Çingeneleri vb. göstermekte ve çözüm olarak devletin demir ökçeli disiplinini önermekte, yapmakta; bu tepkiyi politik bakımdan milliyetçi faşizme doğru çekmektedir.

Milliyetçiliğin Türevleri Faşizmi Güçlendirir

Milliyetçiliği “makul” göstermek, ABD ve emperyalizme karşı bir tutum olarak lanse etmek, faşist milliyetçiliği güçlendirir.

Milliyetçilik, egemen burjuvazinin sınıf çıkarının ideolojisidir. “Milli bütünlük” adına işçi ve emekçi sınıfsal kurtuluş hareketine karşı, “bölücülük” tehlikesine karşı olma adına ezilen sömürülen ulus ve ulusal azınlıklara karşı, “milli menfaatler” adına komşu halklara karşı şiddetli milliyetçi bir tırmandırma yaratır. Bütün burjuva milliyetçi eğilimler, kaçınılmaz olarak milliyetçi gerici tırmanmayı üretir ya da ona bağlanır. Egemen burjuva milliyetçiliğinin ırkçı, kültürel, makul/aşırı türevlerinin politik rolü bakımından ve sınıf mücadelesi karşısında yaratacağı sonuç bakımından farkı yoktur.

Burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş mücadelesi karşısında, ezilen ulusların demokratik hareketi karşısında, “makul” olanı kolaylıkla aşırı terörist milliyetçiliğe dönüştürür. Egemen sınıf milliyetçiliği, burjuvazinin iktidarı; faşizme dönüşme tehlikesini her zaman içinde taşır. Çünkü egemen burjuvazi, iktidarı için tehlike yaratan emekçi sınıfların devrim ve sosyalizm mücadelesinin güçlenmesine, ezilen ulus hareketlerinin gelişmesine karşı, elindeki devlet mekanizmasını açık terör uygulayan aygıt olarak kullanır ve toplumsal desteğini aktifçe seferber eder.

Bu, feodal aristokrasiden farklı olarak, burjuvazinin sınıfsal yeteneğinin proletarya devrimleri çağında kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Nitekim 20. yüzyılın deneyimlerinin gösterdiği gibi, her devrimin “halkın iki kesimi arasında bir iç savaş” biçimine bürünmesi eğilimi, burjuvazinin, sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı koşullarda etkilediği halk kesimini gerici yönde örgütlü savaşa seferber etmesinden kaynaklandı. Burjuvazi, yeteneğini, açık terörist yönetme biçimine dönüştürerek kullandı: Bu faşizmdir.

Türkiye'de burjuvazi, emperyalizmle işbirliği içinde değişik dönemlerde ve milliyetçiliği baskın bir ideolojik biçim olarak kullanarak faşist yönetme yöntemlerine başvurmuştur. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü, Türk İslam sentezini devletin resmi ideolojisi düzeyine çıkarırken; Demirel '80 öncesi dönemin tümünde bu sentezi temel almış, MHP Türkçülük biçimini esas alırken İslamcılığı da kullanmıştır. Bugün de MHP'den İP ve CHP'ye, silahlı bürokrasiden hemen bütün burjuva partilere, bütün burjuvazi milliyetçilik ideolojisini şu ya da bu ölçüde kullanıyor.

12 Eylül faşizminin Türkçü-İslamcı biçimi kullanması onu ırkçı Turancı MHP'den daha az saldırgan kılmaz, nitekim kılmamıştır. Ya da bugün emekli subay ve polislerin örgütledikleri kuvvayı kontra çetelerinin, ırkçı-Turancı olanlarıyla “ulusalcı” tanımlamasıyla kendilerini ifade edenler arasında faşist terörizmi benimsemeleri açısından pek fark yoktur. Perinçek'in milliyetçiliği de, Yazıcıoğlu'nun milliyetçiliği de kontrgerillanın başı Küçük'ü desteklemekte, emperyalist savaş suçluları turancı Talat ve Enver paşaları sahiplenmekte birleşiyor. Irkçı Turancılığı savunup savunmamakta, İslamcılığı kullanıp kullanmamakta farklı olmaları, başka açılardan farklı işlev görmelerine yol açsa da, devrimci/komünist harekete karşı, Kürt ulusal demokratik hareketine karşı saldırganlıkta, faşizmi benimsemede farklı olmaya yol açmıyor.

Cumhuriyet Gazetesi çevresi, Perinçek ve Türk Solu, kemalizme sarılarak kutsadıkları milliyetçiliği, antiemperyalist göstererek, ilerici halk kesimleri ve aydın küçük burjuvazi içinden faşizme güç aktarmada ayrı ve önemli bir rol oynuyorlar. Bu farklı rolün de sonucu olarak, söz konusu nasyonalistlerden ve CHP'den MHP, BBP ve emekli asker-polislerin kuvvayı kontra çetelerine, Veli Küçük'lere, Denktaş'lara değin uzanan ve tümünün silahlı bürokrasinin etrafında konumlandığı, faşist milliyetçi bir cephe oluşmuştur.

Milliyetçiliğe bağlanan parti ve kişiler kaçınılmaz olarak burjuvazinin faşist cephesine eklemleniyorlar.

Liberal gerici kanatla militarist milliyetçi kanat arasındaki iktidar dalaşında, demokrasi beklentisiyle birincisine bağlananlar, AB'ci ve ABD'ciliğe hizmet eden bir rol oynadığı gibi; “bölücülüğe” karşı milli birliği koruma kaygısıyla, hatta antiemperyalizm ve anti-ABD'cilik adına ikinci cepheye bağlananlar da, ABD'ciliğe hizmet eden bir rol oynuyor, dahası ABD'ci milliyetçi cepheye doğrudan bağlanıyor.

Emperyalist küreselleşme koşullarında ekonomik-mali sömürgeleştirmeye karşı mücadele, emekçi sınıfların kapitalist emperyalizme karşı mücadelesi sorunu haline gelmiştir. Kapitalist emperyalist sistem, Türkiye'yi dıştan bağımlılık altına alan, politik bakımdan ilhak eden bir dış güç değildir. Kapitalist dünya ekonomisinin her halkası/ülkesi birbirine eklenmişlikten, bağlılıktan bütünleşmeye dönüşmüştür. Uluslararası mali sermaye tekelleri Türkiye'deki tekelleri, kapitalist ekonomiyi ilhak ederek, Türkiye'deki tekeller de onlara “iltihak” ederek kaynaşıyor, bütünleşiyorlar. Oluşan iştirak tekelleri yalnızca iç pazara üretim yapmaktan çıkıyor, dünya pazarına üretim yapıyor. Uluslararası mali tekeller Türkiye kapitalist ekonomisinin iç egemen gücü, Türkiye tekelleri onlarla birleşmiş hale dönüşüyor. Türkiye kapitalizmi dünya kapitalizminin doğrudan bir parçasıdır artık. Ayrı bir halkası değildir.

Türkiye'deki siyasi iktidar, hangi kanadı olursa olsun, bu egemen gücün egemenliğini koruyan güçtür; liberal gericileriyle de, milliyetçi faşistleriyle de!..

Orta çaplı işletmeler “kabuk değiştiriyor”, uluslararası tekellerin tedarikçisi, fason üreticisi, taşeronu, iştirak tekellerine eklemlenen işletmeler oluyor. Bu bağımlılık yoluyla kapitalist emperyalizme bağlanıyor, bağlanmıştır. Orta burjuvazinin artı değer pastasından aldığı pay azalıyor olsa da, uluslararası tekellere bağımlılık bu sınıfın da çıkarını belirler hale gelmiştir. “Ulusal sanayi” palavrası, milliyetçiliğin emekçileri aldatma yalanıdır yalnızca. Bu kesimler, artık yalnızca işçi-emekçi devriminden daha çok korkan güçler oldukları için değil, tekellere bağlandıkları için de kapitalist emperyalist sistem yanında yer alıyorlar; değişik renklerden gerici partilerde yer alıyor, destekliyorlar, proemperyalist bir rol oynuyorlar. Bu yapılanmaya ayak uyduramayanların eski günlerin özlemiyle sarıldıkları milliyetçilik gericidir ve emekçi sınıfların kapitalist emperyalizme karşı yurtseverliğine karşıt ve düşmandır.

Yeni sömürgelerde, sosyalizm için mücadele eden işçi sınıfı ile kapitalist emperyalist sistemin kendi üzerindeki sömürü ve baskısına -sosyalizmi amaçlamadan, sosyalist olmaksızın- mücadele eden kent ve kırın küçük burjuva emekçi yığınları, kapitalist emperyalizmle antagonist çelişki içindeki sınıflardır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi