“Nasıl ekonomik sınıfların ortadan kaldırılması alt sınıfların (proletarya) başkaldırmasını ve geçici bir diktatörlükle, üretim araçlarının ele geçirilmesini gerektiriyorsa, aynı biçimde cinsel sınıfların ortadan kaldırılması da alt sınıfların (kadınlar) başkaldırmasını ve üreme araçlarının denetimini ele geçirmelerini gerektirir. Kadınlar yalnızca kendi vücutlarının denetimini bütünüyle geri almakla kalmamalı, aynı zamanda (geçici olarak) insan doğurganlığının denetimini de -yeni nüfus biyolojisi olduğu gibi, çocuk doğumu ve çocukların yetiştirilmesiyle ilgili toplumsal kurumların tümünü- ele geçirmelidirler. Nasıl sosyalist devrimin amacı yalnız ekonomik sınıf üstünlüklerini yok etmek değil de ekonomik sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaksa, kadın devriminin amacı da ilk kadın devriminin tersine, yalnızca erkek egemenliğini yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak olmalıdır. O zaman insanlar arasındaki cinsel ayrılıkların kültür açısından hiçbir önemi kalmayacaktır.”
Bu tezleri, ABD'de 1960'larda radikal feminist akımın teorik ve pratik kuruculuğunu yapan isimlerden Shulamith Firestone'un, hala feminist düşünceyi etkileyen temel eserinden alıntıladık. (Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, Payel Yayınları)
Peki Firestone'un söyledikleri doğru mudur? Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf çatışmasında olduğu gibi, kadınla erkek arasındaki mücadele de bir iktidar sorunu mudur? Bir başka deyişle proletarya devriminin haricinde bir kadın devrimi söz konusu olabilir mi?
Firestone'un tarifiyle “yalnızca erkek egemenliğini yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak” nasıl gerçekleşecektir?
Onun yanıtı basittir: “Ekonomik sınıfların tersine, cinsel sınıf doğrudan doğruya biyolojik bir gereklilikten doğmuştur.” Sorunun biyolojik farklılıktan meydana geldiği ileri sürülürse, çözümün bu farklılığın ortadan kaldırılmasında olduğunu belirtmekte şaşılacak bir yan yoktur. Firestone tam da bu fikirdedir. Ona göre, “insan türünün her iki cinsinin yararı için yalnızca bir cins tarafından üretilmesinin yerini (hiç değilse bir seçme olarak) yapay üreme alacaktır.” Yapay üreme ile birlikte doğurganlık ve çocuk bakımı kadına özgü biyolojik yapı ve zorunluluk olmaktan çıkacaktır. Böylece biyolojik aile de ortadan kalkacak, sorun kökünden yok olup gidecektir.
Sorun Biyolojik Mi?
Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, (isterseniz sınıf farklılığı deyiniz) birinin diğerini ezmesi, birinin diğerini köleleştirmesi, birinin diğerini sömürmesi; biyolojik farklılıktan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal ilişkileri belirleyen mülkiyet biçimlerinden mi? Sorun biyolojikse, çözüm de biyolojik olacaktır elbette. Teknik gelişmeler sonucu kadın bedenini zorunlu kılmayan dış üreme-yapay üreme mümkün olabilir. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hakkında bugünden kesin bir fikir ileri süremeyiz. Diyelim ki bu gerçekleşti. Bu neyi değiştirir? Mülkiyet ilişkilerinin toplumsal ilişkileri belirlediği, miras hukukunun varlığını koruduğu koşullarda bu neyi değiştirir? Çünkü burada bir başka soru gündeme gelir, aileyi yaratan biyolojik yapı mıdır, özel mülkiyet ve onun ürünü miras hukuku mu?
İnsanın evrimi ile ilgili elde edilen bulgular; maymundan farklılaşmış insanın bugünkü biyolojik temel özelliklerinin 1 milyon yıl önce ortaya çıktığının gösteriyor. Özel mülkiyet ise sadece birkaç bin yıl önce ortaya çıktı. Cinsel ayrımcılığın nedeni, kadının biyolojik yapısının zorunlu ürünü olduğu söylenen “biyolojik aile” olsaydı, kadının yüzbinlerce yıllık bir ezilmişlik tarihinin olması gerekirdi. Oysa böyle olmadığını biliyoruz.
İnsan türünü maymun dahil, diğer canlılardan ayıran temel biyolojik farklılıklardan birisi, insan yavrusunun çok daha uzun bir süre bakıma muhtaç olması ve cinsel ergenliğe diğerlerinden çok daha geç ulaşmasıdır. Firestone'a göre bu biyolojik farklılık nedeniyle kadının çocuğa çok uzun süre bakım zorunluluğu, bu biyolojik aile yapısı, kadını erkek karşısında bağımlı hale getirmiştir.
İlkel insan topluluklarıyla ilgili bütün araştırmalar göstermiştir ki, tam da bu biyolojik nedenledir ki insanlar topluluk halinde yaşayarak, toplumsal ilişkilere girmek zorunda kalmıştır. Bu onun biyolojik evriminden gelen bir zorunluluğun ifadesidir. Soyunu devam ettirebilmesi için insanın topluluklar halinde yaşayarak birbiriyle dayanışma içinde bulunmaktan başka şansı yoktur. Ancak böyle bir dayanışma halinde insanlar varlıklarını koruyabilir ve çocuklarını büyütebilirdi. Çünkü çocukları hem uzun süre beslemek gerekir hem de çocukların cinsel üretkenliğe erişmeleri zaman almaktadır. Bir kadın ve bir erkek diğerlerinden tecrit halde yaşayarak, hele hele kadın tek başına kalarak o günkü vahşi doğa şartları içinde varlığını sürdüremezdi. Topluluk halinde olmaları da yetmezdi, o topluluk içinde bir iç dayanışma, yardımlaşma zorunluydu. Yiyecek elde etmek, çocuk yetiştirmek ve böylelikle soyun devamlılığını sağlamak ancak bu toplumsallıkla mümkün olabilirdi.
İnsanın her canlı gibi hayatta kalmasına ve soyunu devam ettirmesine neden olan güdüleri vardır. O da her canlı gibi yemek, içmek, üremek zorundadır. İnsan diğer canlılardan farklı olarak bu zorunlulukların bilincine varır. Bu zorunluluğun bilincine ne denli varırsa o denli özgürleşir. Onun düşünme yeteneği vardır. Her canlı da şu ya da bu düzeyde düşünme yetisi, duygu olabilir, insan çevresi üzerinde değişiklik yaratarak (emek) onu dönüştürme bilinciyle (bilince dönüşmüş emek) ayrışır. İnsan kendi bilincine varmış maddedir, bir başka deyişle bilinçlenmiş madde.
Neden böyle olmuştur, tartışılabilir. Bugüne değin ortaya çıkan bulgular göstermiştir ki, insan sadece güdülerinin yönetimi altında hayatta kalmayı başaramaz. Ve soyunu sürdüremez.
Güdü onu var etmeye yetmez. O ancak başka insanlarla birlikte bir insandır ve ancak bir topluluk ilişkisi ile kendini var edebilir. Düşünce ve dil bu zorunluluğun ürünüdür. Bu nedenledir ki; ilk insan türünün beyni 400-600, ikinci türün 850-1050, üçüncü türün ise 1200-1400 santimetreküp olmuştur. İnsan türünün biyolojik evrimindeki bu sıralamanın biricik nedeni, insan-hayvandan bugünkü insana geçiş aşamasında toplumsallık düzeyindeki gelişmedir. İnsanı hayvandan ayıran biyolojik fark “el”dir. “Elin gelişmesiyle, emekle başlayan doğa üzerindeki egemenlik, her yeni ilerlemede insanın ufkunu genişletti (...) diğer yandan emeğin gelişimi, birbirine karşılıklı destek alma ve ortaklaşa etkinlik durumlarının sayısını artırmakla ve ortaklaşa etkinliğin yararlılığını tek tek her birey için apaçık bir şey haline getirmekle topluluğun üyelerinin birbirlerine daha da yakınlaşmasına kaçınılmaz olarak yardım etti.” (Engels) Buradan da anlaşılıyor ki; emeğin üretkenliğindeki artış düzeyinde toplumsal ilişkiler yoğunlaşır, toplumsallaşma gelişir.
İnsan alet kullanarak doğayı dönüştürebilen, bununla birlikte topluluk halinde yaşayarak, toplumsal ilişkiler geliştirme sayesinde hayatta kalabilen ve soyunu sürdürebilen yegane canlıdır. Bu nedenle insan cinsleri arasındaki ilişki diğer canlılarla kıyaslanamaz. Elbette onun biyolojik varlığı, kendinden önceki evrimleştiği türün mirasıdır. Örneğin doğurganlık dişiye hastır. Buna karşın insan söz konusu olduğunda biyolojik yapı (daha güçlü olanın ayakta kalması) bireysel denek taşı olmaktan çıkar, toplumsallık düzeyi biyolojik varlığı sürdürmenin kıstası haline gelir. O toplumsallığa neden olan ve toplumsallaşmanın düzeyini belirleyen emeğin kullanımı ve üretkenliğidir. Emek, “insanın tüm varlığının temel koşuludur. (...) emek insanı bizzat yaratmıştır.” (Engels) İnsan akıllı olduğu için toplumsallaşmamıştır, toplumsallaşmak dışında bir çaresi olmadığı için, toplumsal ilişkilerin ürünü olarak “akıllanmış”tır. İnsanın doğada varoluşu türün her bir bireyindeki yeteneklerin varlığından değil, topluluk halinde yaşayarak ortaklaşa emek sayesinde dayanışmayı öğrenmesinden gelir. İnsan biyolojik olarak doğadaki en yeteneksiz, çaresiz canlılardan biridir. O, ne çok hızlı koşabilir, ne burnu çok iyi koku alabilir, ne keskin dişleri, ne kahredici pençeleri, ne de uçmak için kanatları vardır. O ancak ve ancak toplumsal ilişki içine girerek doğa şartlarına ve bunun bir parçası olarak diğer canlıların saldırılarına karşı ayakta kalabilir.
Açıktır ki; onbinlerce yıllık insan geçmişinde salt kadın merkezli “biyolojik aile”ye rastlanmaz. İnsan söz konusu olunca biyolojik aileden değil; topluluktan, toplumsal yaşam ve ilişkiden, çocukların topluluğun ortak sorumluluğu altında olmasından, anneliğin toplumsallığından söz edebiliriz.
Aile Nasıl Doğdu?
Tavus kuşunun geniş yelpazeli, rengarenk tüylü olanı erkektir. O kendini bütün dişi tavus kuşlarına beğendirmek için çabalar ve dişilerden herhangi biriyle çiftleşmeye hazırdır. Dişi ise herhangi bir erkekle değil, en güçlü olanı, soyun devamı için en verimli olanı seçer. Bu örnekte olduğu gibi doğada dişi seçen, erkek seçilendir; dişi belirleyen, erkek belirlenendir.
Güvercinden de örnek verilebilir. Güvercin diğer bazı kuş türleri gibi tek eşlidir. İnsanın da bugün tek eşli oluşuna bakarak bunun doğal bir durum olduğunu söyleyebilirdik belki, ama insan kuş değildir! Onu doğadaki diğer canlıların davranışlarıyla ölçemeyiz.
Örneğin, insanın tek eşliliği, şunun şurasında birkaç bin yıldır var, oysa onbinlerce yıl boyunca insanlar çok eşli yaşamıştır. Ya da tavus kuşunda olduğu gibi insan dişisinin bir zamanlar belirleyen konumda olması, onun biyolojik seçiciliğinden değil, toplumsal yaşamda erkekten daha etkin konumda olmasındandı.
Başlangıçta aile yoktu, ne biyolojik ne de toplumun bir parçası olarak. Onbinlerce yıl bu böyle sürdü. Aile tıpkı devlet gibi, insan doğasının değil; özel mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür.
İnsan alet kullanarak doğada hazır bulunan ürünü kullanma, saklama, işleme dışında doğayı yeni ürün elde etmek için dönüştürmeyi öğrendiğinde, hem doğayla hem de başka insan topluluklarıyla ilişkilerinde köklü değişiklikler meydana geldi.
İlk insan mülkiyetsizdi. Her şey herkesindi. İnsanlar sulak verimli alanlar keşfedip oralardan ayrılmamak üzere yerleştiklerinde ilk mülkiyet biçimi; ortak mülkiyet, klan, boy, aşiret vb. mülkiyeti ortaya çıktı.
İnsanlar klan oldukları için orayı mülk edinmediler, orayı mülk edindikleri için klan, aşiret, boy haline geldiler. Bu toplulukları içinde, birbiriyle ilişkilerinde özel mülkiyet yoktu, başka insan topluluklarına karşı bulundukları alanı sahiplenme temelinde grup mülkiyeti vardı.
Diğer şeyler bir yana, öncekinden farklı olarak, grup mülkiyeti ile birlikte, genel olarak insan türünün devamlılığını sağlamanın yerini grubun, aşiretin, klanın vb. soyunu sürdürmek aldı. Burada henüz bir aileden söz edilemez. Çocukların bakımı, bütün topluluğun ortak sorumluluğundadır ve kadın birden çok erkekten döl alabilir. Kadın başka bir klandan erkekle ya da erkeklerle de birleşebilir, bu durumda kadın erkeğin yanına gitmez, erkek kadının bulunduğu topluluğa katılır.
Bilinen anlamıyla aile -kadının tek eşliliği- bireysel özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla doğdu. Grup mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş insan yaşamında nasıl köklü değişiklikler yarattıysa, ortak toplumsal hayattan aileye geçiş de insan ilişkilerinde büyük alt üst oluşlara neden oldu. Dün klanın, topluluğun devamı için soyun üretimi vardı, özel mülkiyetle birlikte mülkiyetin devamlılığı için soyun üretimine geçildi.
İlkel komünal toplumun mülkiyetsizlik aşamasında henüz güdülerinin egemenliği altında olan fakat alet kullanarak doğayı dönüştürmeyi öğrenen insan, toplumsallaşmayı başararak türün devamlılığını sağlayabilirdi. Grup mülkiyeti aşamasında doğayı yeniden üretme becerisi edinerek grubun, klanın sürekliliğini sağlamayı amaç edindi. Bireysel özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte, mülkiyetin sonradan gelene devredilebilmesi için soyun devamı, insanın kendini yeniden üretmesinin amacı haline geldi. Mülkiyet özeldi, o halde kadın da, çocuk da “özel” olmalıydı. Kadının biyolojisi tam da burada onun başına dert oldu. Özel mülkiyeti erkek kontrol ediyordu. O mülkiyetin, kendisine ait olduğu belli olan çocuğa devredilebilmesi için yalnızca bir erkeğe “ait” kadın gerekiyordu.
İlkel komünal toplumda nesneler insan içindir. Özel mülkiyete dayalı toplumlarda ise insanlar nesne içindir. Birincisinde insan için alet-üretim vardır, ikincisinde alet-üretim için insan.
Özel mülkiyete dayalı toplumların en son halkası kapitalizmde ise bu “üretim için üretim”e dönüşür. Diğer canlılardan alet yapma ve kullanma becerisi ile ayrışan insan, kendisi üretim araçlarına sahip başka insanların çıkarına, kapitalist toplumla birlikte, sermayenin aletine dönüşür. Alet kullanan insan, aletin kullandığı insandır artık.
Engels, insanın toplumsal ilişkilerini belirleyen iki tür üretimden söz eder: İnsanın üretimi ve kullanım nesnelerinin üretimi. İlkel toplumda insan doğanın bir parçasıdır, alet kullanır ama henüz geçim araçlarını yeniden üreterek ihtiyaçlarını karşılayacak yetkinliğe erişmemiştir. Soyun devamını sağlayacak tarzda toplumsal örgütlenme ve işbölümü, insanın kendini üretim biçimi toplumsal ilişkilere egemendir.
Özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte insanın toplumsal doğası, doğayla ilişkileri ters yüz olur. İnsanlar doğayı dönüştürmeye devam eder ama artık ortak çıkarlar için bir arada bulunan topluluk için değil, üretim araçlarına sahip başka insanlar için. Bu andan itibaren insanın üretim biçimi değil, nesnelerin üretim biçimi toplumsal ilişkilerin belirleyicisi olur.
İlkel topluluklarda ne biyolojik aileye ne de insan icadı aileye rastlanmaz. Orada insan üretimi ve geçim araçlarını temin etmede toplumun ortak sorumluluğu vardır. Soyun üretiminde de, geçim araçlarını temin etmede de kadın erkeğe göre birincil konumdadır. Bu nedenle yönetim ve organizasyon işleri de kadının denetimindedir. Kadın içişlerinden sorumludur, erkek dışişleri ile ilgilidir. Belirleyici olan içişleridir. Durmaksızın doğum zorunluluğu ve çocuk bakımı nedeniyle kadınlar daha yerleşikti ve daha fazla toplumsal ilişki geliştirebiliyorlardı. Erkekler avcılıkla meşguldü. Buna rağmen geçim araçlarını da esasen kadın temin ediyor, yiyeceklerin saklanması için gerekli araçların üretimi ve saklama teknikleri de kadının eseri oluyordu. Bugünkü düşünüş biçimiyle ele alırsak bu doğal işbölümü kadına dezavantaj değil, toplumsal yaşamın örgütlenmesi bakımından, toplumdaki önemi bakımından avantaj sağlıyordu. O gün bu bir avantaj sayılmazdı elbette, bu durum kendiliğinden oluşan bir doğallığı tarif ediyordu.
Tekniğin gelişimi, üretkenliğin artması, özellikle tahıl üretiminin öğrenilmesi ile birlikte durmaksızın enerji harcayacak insan gücüne gereksinim arttı. Bu güç daha çok erkeklerden temin edilebilirdi. Bu erkeğin daha güçlü olmasından değil; daha çok boş zamanı olmasındandı. Kadın hamilelik ve ilk çocuk bakımı nedeniyle gereksinim duyulan insan enerjisinin daha azını karşılayabilecek durumdaydı. Erkek avcılık-göçerlikten üretim için yerleşikliğe geçti. O da artık içişlerinin ortağıydı, ama dışişleri de onun sorumluluğunda kalmaya devam etti. Topluluğun ihtiyacından fazla ürün üretilmeye başlandığında, fazla ürünü başka toplulukların farklı ürünü ile değiştirme olanağı ortaya çıktığında bu iş erkeğin sorumluluğunda kaldı. Nesnelerin üretimi için gerekli insan gücünün artan önemi ile birlikte erkeğin önemi de arttı. Böylelikle kadın, soyun üretimini denetiminde tutmaya devam ederken geçim araçlarının üretiminde denetim erkeğe geçti. Cinsel işbölümünün bu biçimde gelişmesi kaçınılmaz olarak kadınla erkek arasındaki önceki ilişki biçimlerinde temel değişiklikler yarattı. Fazla üretim özel mülkiyeti doğurdu. Geçim araçlarının üretiminin denetimi, erkeğin eline geçtiği için mülkiyetin denetimi de ona kaldı. Bu değişikliklerle birlikte kadın topluluğun soyunu üreten toplumsal birey olmaktan çıktı, böylelikle kadın erkeğin mülkiyetini sürdürmek için bir araca dönüştü, ardından erkeğin düpedüz mülkiyeti-nesnesi haline geldi. Aile tam da kadının bu nesneleşme sürecinin ürünüdür. İngilizcedeki aile kavramının (family) kökeni Roma'dır. Erkeğin sahipliği altındaki kadınlar ve köleleri tanımlar. Kadın ve köle aynı şeydir. Aristo'nun köleyi “sesli alet” olarak nitelediğini hesaba katarsak, kadın da erkek soyunun devamı için doğuran alet, erkeğe zevk vermek için cinsel alet, ev işleri için doğal alet olarak görülmüştür, diyebiliriz.
Firestone şöyle söyler; “ailenin içinde, daha sonra toplum ve devlet içinde ortaya çıkan tüm çatışmaların çekirdeğini, tohumunu taşıdığını söylediğinde Marx, kendisinin de farkında olmadığı ölçüde önemli bir şeye değinmişti. Çünkü egemenlik gereksinmesinin her zaman için sızabileceği bir yarık olan biyolojik ailenin köklerini devrimle sökmedikçe sömürü tenyası hiçbir zaman yok edilemeyecektir.” Marx diyor ki, başlangıçta aile yoktu. O tıpkı devlet gibi özel mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür. Aile, sınıfsal egemenlik biçimlerinin cinsel yansısının durmaksızın üretildiği ve bu tarzın soyun üretim biçimine egemen olduğu toplumun en küçük çekirdeğidir. Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla egemenlik, insanın insana egemenliği de ortadan kalkacaktır. Ailenin olduğu yerde, kadının köleliği, ailenin içinde var olduğu mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak, şu ya da bu düzeyde varlığını korur. Aile, tıpkı devlet gibi tarihsel bir kavramdır ve yine devlet gibi insanın doğal varoluş biçimine yabancıdır ve geçiciliği tarif eder. Firestone'un söylediği biçimiyle “biyolojik aile”nin değil, toplumun ürünü “aile”nin kökleri devrimle sökülüp atılacaktır.
Aile Nasıl Yok Edilecek Ve “Kadın Devrimi” Gerekli Mi?
Komünizmde ne devlete ne de aileye yer vardır. Orada insan kendi doğasına yeniden kavuşur. Bunun nedeni onun ilkel yaşama ve ilişki biçimlerine dönüşü değildir. İlkel toplumda doğa- insan vardı, komünizmde insan-doğa olacaktır. Birincisinde doğa insana egemendir, ikincisinde insan doğaya. İnsanın doğaya egemen olması emeğin üretkenliğinin doğa güçlerine yaklaşması ya da düpedüz ona dönüşmesiyle geçim araçlarının her insanın bedelsizce ulaşabildiği ölçüde bollaşmasıdır. Komünizmde nesne için insan, yerini insan için nesneye bırakır. Bir kez bu gerçekleşti mi, insanın insan üzerinde egemenliğini ya da yönetimini gerektirecek her türlü toplumsal araç yok olup gidecektir. Ne devlete ne aileye insanların hiçbir gereksinimi kalmayacaktır.
Sosyalizmde devlet gibi, aile de henüz varlığını korur. Devlet bastırılması gereken eski sınıf kalıntıları ve üretim araçlarının toplumsallaşmasının bir aracı olduğu için belirli bir süre zorunludur. Bu zorunluluk onun bürokratik asalak niteliğini ve yabancılaşma nesnesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu nedenledir ki; yok edilmesi, yok edilmesinin koşullarının oluşturulması tıpkı onun varlığı gibi zorunludur. Aile için de benzer şeyler söylenebilir. Aile bir çırpıda yok edilemez. Çocuk bakımının bütünüyle toplumun üstleneceği şartları hazırlamak bir yana, miras hukukunun zerresinin bile kalmayacağı koşulların oluşturulması gerekir. Çünkü ailenin üzerine yükseldiği temel budur. Bu da yalnızca üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin değil, kişisel birikimin de yok edilmesini gerektirir.
O halde bir kadın devrimine ne gerek var?! Mesele bu biçimde ele alınamaz. Deneyimler göstermiştir ki üretim araçlarını toplumsallaştırmak ve kadınla erkek arasındaki cinsel ayrımcılığa neden olan her türlü hukuksal ve toplumsal eşitsizliğe son vermek kadınların kurtuluşu için yeterli değildir. Sosyalizmle birlikte kadınlar o ana dek asla tanık olmadıkları haklar ve özgürlükler elde etmiştir. Buna karşı aile varlığını korumuştur. Bu iki nedenle böyledir. Birincisi, sosyalist üretkenlik henüz çocuğun bütün bakımını toplumun üstleneceği denli yüksek bir düzeye erişmemiştir. Doğaldır ki, çocuk bakımının tümü değilse de bir bölümü hala onu üreten kadın ve erkeğin sorumluluğundadır. Çocuk bakımı henüz bütünüyle toplumsallaşmamıştır. İkincisi, “herkese emeğine göre” ilkesi geçerlidir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmiştir, fakat emeğin üretkenliği “herkese ihtiyacına göre” verebilecek düzeyde değildir. Herkes kattığı emek oranında toplumsal gelirden pay alır. Bu da kişisel birikimin sürmesine neden olur. Bu nedenle kişisel kullanım nesneleri birikiminin sonradan gelene devredilmesi, miras hukuku bu çerçevede varlığını korur. Bu iki neden köklü biçimde ortadan kaldırılmadan aile, bir kurumsal yapı olarak toplumu oluşturan temel ögelerden biri olmaya devam edecektir.
Sosyalizmle birlikte aile içinde erkeği birincil yapan hukuksal ve toplumsal eşitsizlikler yok edilir. Erkekle kadın arasında gelir, iş, öğrenim görme, miras devretme ve alma, yönetime katılma vb. hiçbir ayrım kalmaz. Erkek neyse kadın da odur.
Fakat bu eşitlenme kadın için erkek egemenliğinden “tam kurtuluş” anlamına gelmez. Salt ailenin var olması bile bu “kurtuluş”un temel engelidir. Sosyalizmde erkek aileye karşı onu ayrıcalıklı kılan bütün sorumluluklarıyla birlikte “yük”ten de kurtulur. Kadın ise belirli bir süre çocuğa bakmak zorundadır. Kadının biyolojik yapısı onun prangası haline gelir.
Firestone burada haklı gibi görünür. Fakat bu bir yanılgıdır. Kadını aileye çivileyen temel neden çocuk bakımının tam toplumsallaşmasının henüz gerçekleşmemesidir. Bunun gerçekleştiği yerde biyolojik annelik hiçbir biçimde bir kölelik haline gelmez.
Baba-anne-çocuk biçiminde dizilen burjuva çekirdek ailede önceki erkek egemen toplumlarda olduğu gibi kadın, bir araç, bir alet olmaktan kurtulamaz. Nasıl ki meta haline gelen işgücü sermayenin yeniden üretimi için sermayenin bir nesnesi ise, nasıl ki yeni sermayenin biricik kaynağı olan işçinin ödenmemiş emeği, yeniden üretim sürecinde işçiyi sermayeye bağlamanın bir nedeni haline geliyorsa, nasıl ki işçi kendi yarattığı değer ile kendisinin yeniden kökleştirilmesinin koşullarını oluşturuyorsa, kadın da burjuva çekirdek ailede baba ile çocuk arasında benzer bir konumda bulunur. Ve nasıl ki proletarya sömürüden kurtulmak için sermayeyi sermaye olmaktan çıkarması gerekiyorsa, kadının da erkeği, egemen toplumsal erkeği “erkeklik”ten çıkarması gerekir.
Sosyalizmde çekirdek aile varlığını korur ama dizilimi değişir, anne-çocuk-baba biçimine dönüşür. Bu hemen böyle olmaz. Çocuk bakımının toplumsallaşması ve bireysel birikime duyulan ihtiyacın azalması oranında baba önemini yitirir. Tarif edilen en ileri biçimdir. Başlangıçta birbirine karşı zorunlulukları olan bireylerin birliği biçiminde aile uzun süre devam eder. En ileri halde dahi anneliğin toplumsallaşmadığı koşullarda anne-çocuk ailesi sürüp gider. Sonunda erkek katılmasa da aile sorumluluğu çocuk bakımı nedeniyle kadında kalacağı için “aile” en iyi, en gelişkin, en rahat halde dahi kadın için özgürleşmeye engel bir bağ olarak duracaktır. Kuşaktan kuşağa akıp giden gelenekler de, ne denli hafiflerse hafiflesin bir “yük” olarak kadının belini bükmeye devam eder. Erkek egemenliğini şu ya da bu ölçüde kuşaktan kuşağa aktaran temel kurum ailedir. Böylece aile nesnel olduğu kadar ideolojik olarak da kadın tarafından sürdürülen ve kadının kendi eliyle özgürleşmesine engel olan nedenleri üretir.
Bu gerçeklerden şu sonuçlara ulaşabiliriz. Kadınlar burjuva toplum içinde ekonomik ve toplumsal kurtuluş için cins ayrımı gözetmeksizin işçi sınıfı ile birleşik halde, onunla tam bütünlük halinde burjuvaziye karşı savaş halinde olurken aynı zamanda, erkek egemenliğini ve ayrıcalıklarını yok etmek amacıyla her sınıftan erkeğe karşı iç içe geçmiş bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler. Bunlardan biri diğerinin yerine ikame edilemez. Burjuvaziye karşı erkek işçiyle birleşen emekçi kadın, erkeğe karşı bütün emekçi kadınlarla birleşmek zorundadır. İki tür örgütlenme ve mücadele iç içe geçmiştir: Sınıf mücadelesi ve cins ayrımcılığına karşı mücadele. Her ikisi de kopmaz biçimde birbirine bağlıdır. Cins ayrımcılığına karşı savaşım sınıf mücadelesinin bir bileşeni olarak görülüp geçiştirilemez.
Tam da bu yaklaşım erkek egemenliğini yeniden ve yeniden üretir. Emekçi kadınlar burjuvaziye karşı erkek işçilerle birlikte ne denli sert mücadelelere girişirse girişsin, onu ne denli geriletirse geriletsin, ne denli alt ederse etsin erkek egemenliğine karşı pratik, etkin, güçlü bir karşı koyuş göstermezlerse ikinci cins olmaktan kurtulamazlar. Emekçi kadınlar sınıf mücadelesine nasıl bir sınıf iradesi ve bilinciyle katılıyorlarsa erkek egemenliğine karşı da bir kadın iradesi ve bilinciyle hareket etmelidir. Erkek egemenliğine başkaldırmayan kadın, burjuvaziye karşı mücadeleye de etkin katılamaz. Burjuvaziye karşı mücadeleye atılmayan kadın, erkek egemenliğinin yıkılmasının yolunu açamaz. Buradan da anlaşılıyor ki sınıf mücadelesine kadın; kadın bilinci, iradesi, örgütlülüğü ile katıldığında ancak potansiyel gücünü açığa çıkartır. Sosyalizm mücadelesi bir emekçi kadın için sosyalizm için mücadelesiyse, toplumsal devrimse; erkek işçiden farklı olarak o denli kadının kurtuluş mücadelesi, kadın devrimidir de. Kadın devrimi burjuvaziye karşı olduğu kadar erkek egemenliğine de cephe açar. O halde kadın devrimi, toplumsal devrimin zorunlu bir bileşenidir.
Bu zorunluluk sosyalizmde ortadan kalkmaz. Tam aksine çok daha gerekli hale gelir. Anneliğin toplumsallaşarak kadının ev, aile bağlarının tümden dinamitlenmesi, ailenin yok edilmesi, erkek egemenliğini üreten gerici geleneklere karşı kesintisiz savaşım, kadın devriminin sosyalizmde sürdürülmesini gerektirir. Sosyalizm kadının kurtuluş yolunu açar ama bu bir süreçtir ve kurtuluş mücadelesi komünizme kadar sürer. Her kurtuluş mücadelesi gibi bu da örgütlü iradeyi gerektirir.
Firestone kadın devrimini kadının biyolojik yapısının doğal işlevinden çıkarılmasında görür. Oysa asıl olan toplumsal baskı mekanizmalarının yok edilmesidir. Bugün ve yarın kadının toplumsal yaşamda oynaması gereken rolü yerine getirebilmesi, ondaki devrimci özün örgütlenmesi ile olanaklıdır. Kadını köleleştiren toplumsal baskı mekanizmalarını, onları oluşturan nedenlerle birlikte tarumar edecek olan da budur.