PKK Onursal Genel Başkanı Abdullah Öcalan, daha önce “Demokratik Konfederalizm” olarak formüle ettiği görüşlerini yeni kavramlarla tarif etmeye başladı: “Sivil Toplum Konfederasyonu” ve “Demokratik Komünalizm.” İsimlendirme değişse de öz aynıdır: Sınıf savaşımını, iktidar için mücadeleyi, devrimi, parti örgütlenmesini reddetme.
Evrimci, reformcu, liberal, sivil toplumcu, idealist, post-modernist bir karmaşayı andıran bu görüşler ortaya yeni çıkmıyor. Öcalan'ın deyimiyle bugünkü rotaya, SSCB'nin yıkılmasından sonra '93-'99'da bir bocalama dönemi ardından girildi. Sosyalizmi referans alan, Marksizmin etkisi altındaki bir çizgiden; tutarlı bir fikir düzeneğinden yoksun burjuva düşünürlerin ortaya koydukları metafizik-idealist bulamaçtan beslenen bir paradigmaya savruluştur söz konusu olan. Örneğin, “Benim demokrasi anlayışım birey demokrasisi değil, topluluk demokrasisidir”[1] derken, “Bireyin hakları felsefesinin tanımladığı şekilde yerleştirmesini siyasetten talep etmeyin. Birey iktidarın ürünüdür. Gerekli olan şey, çoğalma ve yer değiştirme yoluyla çeşitli düzenlemeleri 'bireysizleştirmek'tir. Grup, hiyerarşileştirilmiş bireyleri birleştiren organik bağ olmamalı, sürekli bir 'bireysizleştirme' kaynağı olmalıdır.” [2] diyen Foucault'yla aynı yerdedir.
Foucault'nun çağrısı açıktır: Belirli bir programı (amaç) gerçekleştirmek için birleşmiş insanların (parti) yeni bir düzen kurmak hedefiyle (sosyalizm) savaşıma (sınıf mücadelesi) girmesine kesinkes hayır. Her türlü hiyerarşi (parti, sendika, iktidar) ve her türlü organik bağ (birleşik amaçsal hareket) reddedilmelidir. 'Birey yoktur, topluluk vardır' sözlerinin ideolojik tercümesi, 'insan yoktur, sürü vardır' biçiminde olabilir ancak. İnsanın tarihi; insanın doğadan ve insanın insandan özgürleşme tarihidir. Her ileri atılım daha ileri bir bireysellik üzerine inşa edilir. Her yeni toplum, bir öncekinden insanın bireysel gelişimi ve özgürleşmesi bakımından daha ileri bir basamaktır. İlkel komünal toplumda insanlar topluluk-komünal haldedir. Fakat doğanın egemenliği altında onun bir parçası olarak. İnsan doğadan özgürleştikçe (üretici güçlerin gelişimi) işbölümü ve sınıflaşmayla birlikte insanın insan üzerindeki egemenliği ortaya çıkar. İnsanın doğadan her yeni özgürleşme hamlesi (üretici güçlerdeki her yeni sıçrama) sınıflı toplumlarda insanlar arasındaki eşitsizlik uçurumunu derinleştirse de, bireyleşme büyüse de, toplumsal ilişki ya da toplumsallaşma düzeyi bir öncekinden çok daha ilerdedir. Üretici güçlerle birlikte bireyleşme gelişir. Bireyleşmenin gelişimine bağlı olarak toplumsallaşma yoğunlaşır.
Köy insanı görünüşte daha az birey, daha çok toplumsal ve tam tersi şehir insanı daha çok birey daha az toplumsal ilişki içindedir. Gerçeğin hiç de böyle olmadığı açık. Birkaç yüz insanın kuşaklar boyu birbirinin tekrarı kısırdöngüsel ilişkisiyle köy insanı; yüzbinlerin durmaksızın ilişkiye girdiği, onbinlerin üretim sürecinde yan yana geldiği şehir insanına göre çok daha az toplumsaldır. İnsanın toplumsal evrimi sürüden bireye; bireyden toplumsallaşmaya doğrudur. Birey geliştikçe sürüleşme azalır, toplumsallık büyür.
Öcalan'ın birey yerine topluluk demokrasisini öne çıkarmasının politik nedenleri olduğu düşünülebilir. Burjuvazinin Kürtleri bir ulus değil birey, Kürtlüğü “bireysel kimlik” olarak sunma çabasına karşı Öcalan'ın “kolektif kimlik”te ısrar etmesi buna kanıt gösterilebilir. Mesele bundan ibaret olsaydı tartışmak bile gereksizdi. Oysa Öcalan, Bakunin, Kropotkin gibi anarşizmin öncülerinden, onların günümüzdeki temsilcilerinden Bookchin’i, bu çizgiye yakın Foucault gibi yazarları, Wallerstein gibi burjuva liberal düşünürleri ve benzerlerini referans aldığını kabul ediyor. O nedenle sorun politik manevra ya da tutum olmaktan çok öte anarşizm sosuyla servis edilmiş burjuva postmodern fikirlerin gerçek niteliğini açığa çıkarmaktır.
Her şey bundan ibaret değil. Antonio Negri ile tartışma zemini genişletilen “toplumsal otonomi” ya da yine kendi deyimleriyle “otonom Marksizm” de aynı post-modern ağacın dallarından biridir. Marksizmin adını kullanan ama baştan aşağı Marksizmi reddiyenin, iğdiş ederek içini boşaltmanın üzerinde yükselen “otonom Marksizm” -postmodernizmin bu kolu- da Öcalan çizgisinin kaynaklarından biridir.
Foucault, “İktidara aşık olmayın” [3] diyor; Negri, “Kapitalist komuta sisteminin dışında ve ona karşı, azınlık tarafından tüm toplum pahasına gerçekleştirilen gündelik iktidar ve zenginlik hırsızlığının dışında ve ona karşı bu elbirliğini örgütlememiz olanaklı” [4] diye ekliyor. Öcalan, “İktidarı hedeflemeden tüm toplumu demokratikleştirmeye yönelik açılımlar, oluşumlar gerçekleştirildiğinde asıl hedefe ulaşılır” [5] tespitini yaparken aynı çizgide duruyor.
Öcalan'ın sıklıkla sözünü ettiği Bookchin'in “ekolojik toplum”u da postmodern bulamacın bir başka katkı maddesidir. Bilimsel temelden ve yaklaşımdan kopuk, dönüştürücü bir politik hareket yaratma yeteneğinden yoksun bir görüştür bu. İşbölümü ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortaya çıktığı günden bu yana sınıflara bölünmüş, sınıf savaşımı ile yönünü çizen, buna bağlı olarak durmaksızın hareket halinde olan, bütün zikzaklarına karşın hareketin son tahlilde ileriye doğru olduğu, üretim ilişkileri tarafından belirlenen üst yapının egemen sınıf çıkarları doğrultusunda toplumu biçimlendirdiği bir toplum ve tarih anlayışı kabul edilmez Bookchin'de. Onun yerine insanlık tarihinin her aşamasını açıklamaya yarayacak, her derde deva bir sihirli formül “ekolojik toplum” konur. Bu tip sihirli formül merakı bir çok postmodernistte görülür. Postmodernist safsatanın baştacıdır sihirli formüller. Foucault'un “bio-iktidarı”, Wallerstein'ın “dil”i, Bookchin'in “ekolojik toplum”u ilk akla gelen örneklerdendir. Sınıf mücadelesini perdelemek, insanları “sınıf” gerçeğinden uzaklaştırmak dışında bir işe yaramayan, insanlığın bilim hazinesine katkı sağlamak bir yana her derde deva kavramsallaştırmalarla safsatayı bilime ikame eden görüşlerdir bunlar. Tekeller önünde diz çöküşün, umutsuzluğun, gelecek perspektifinden yoksunluğun felsefesidir bu.
Murray Bookchin'e inanacak olursak, yarışma ve hiyerarşiden çok, özgürlüğe ve katılıma önem veren ekolojik etik insanda içseldir. Toplumsal evrim insanın en iyi niteliklerini seçer; zekilik, akılcılık, şefkat, adalet, bilim gibi. [6] Ona göre, ne üretim ilişkileri, ne politika, ne de sınıf mücadelesi bu süreçte rol oynar, varsa yoksa “ekolojik toplum”a giden yol! Her tarihsel an önceki evrimin son biçimi olduğuna göre Roma Kralı Neron'u eleyen toplumsal evrim neden Hitler'i ortaya çıkardı ve Bush hangi iyi nitelik evriminin ürünüdür? İdealizmin her biçimi kişiyi boş inancın kulu kölesi haline getirir. Saf idealizmdeki her şeye kadir Tanrı; öznelcilikte yerini sihirli formüllere bırakır. Sömürücü bir toplumda sınıf mücadelesini hesaba katmamak, o toplumu var eden, belirleyen asıl etmeni yok saymak anlamına gelir.
Bookchin'inki bundan da ötededir. Ona göre insan doğalaşıyor ya da insan doğalaşmalıdır. Güzel söz! Ama tıpkı bireyi reddedip sürüleşmeyi öneren Foucault gibi Bookchin de insanı doğalaştırarak aynı şeyi yapıyor. Oysa insanın doğayla ilişkisi tam ters yönde gelişmiştir. İnsanın doğalaşması; yani Bookchin'in önerisi, insanın doğa karşısında bilinçten, eylemden, iradeden yoksunlaştırılmasıdır. İnsanın doğayı belirlemesi değil, doğanın insanı belirlemesi demektir. Bütün canlılar doğanın bir parçasıdır, insan da. İnsanın farkı; doğayı bilinçli biçimde kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüme uğratmaya girişmesidir. İnsanın doğayla ilişkisindeki hareketin yönü “doğa insan”dan “insan doğa”ya doğrudur; insanın doğalaşması değil, doğanın insanlaşması. Doğanın insanın bilinçli faaliyetinin ürünü olarak dönüştürülmesi, dönüştürülmüş doğanın üretimin kaynağı haline getirilmesi, doğanın insanın doğal bir uzvuna dönüşmesidir, doğanın insanlaşması. Doğanın insan üzerinde değil, insanın doğa üzerinde hükmü. Eğer mesele ekoloji ise; doğanın dönüştürülmesi oranında bu koruma sağlanabilir. Sömürücü toplumlarda bunun gerçekleşmesi, tam olarak gerçekleşmesi olanaksızdır. Çünkü doğanın tahribi ve onunla birlikte insan doğasının tahribinin sebebi, insanla doğa arasındaki uzlaşmaz zıtlık değil; insanla insan arasındaki, sömürenle sömürülen arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Sömürünün her türünün son bulduğu koşullarda, doğa insan tarafından temel üretici güç haline getirilmiş olur. Böylece doğa bir avuç insanın zenginleşmesi için durmaksızın yağmalanmayacak, insan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için en iyi biçimde korunması ve geliştirilmesi bir zorunluluk olacaktır.
Öcalan'ın ortaya attığı görüşler çok daha önceden İtalya ve Kuzey Amerika'da sistemli biçimde ortaya konmuştu. Özellikle Negri ve onunla aynı çizgide (paralelde) olanlar '60'larda ortaya çıkan benzer görüşleri '70'li ve '80'li yıllarda daha da geliştirmişlerdir. Bu nedenle konuyu bu çevre ekseninde incelemek çok daha yararlı olacaktır.
Sosyalizm kapitalizmin bir biçimi midir?
“Klasik komünizm, reel sosyalizm, devlet kapitalizmiyle sonuçlanmıştır. Bütün bir toplum kapitalizme itilmiştir. Bu sistem bir çeşit firavun sosyalizmidir” [7] diyor Öcalan. Sosyalizmin kapitalizmin bir türevi olduğunu Wallerstein de dile getirmişti. Öcalan da Wallerstein'ı benimsediğini ifade ediyor.
Negri'ye göre de; “Sosyalizm, içinde sermayenin örgütlenip idare edildiği bir biçimden başka bir şey değildir (...) Sosyalizm, kendini kapitalist sistem ve ücretli emek sistemini ortadan kaldırmaya adamadı (...) Komünizm, kendi gelişim ritmi ile kapitalist ülkelerin gelişim ritmi arasındaki rekabete kilitlenen bir sanayi toplumunun maddi temellerini her ne pahasına olursa olsun yaratan üretken etkinlik halini aldı” [8]
Bu üretken etkinlik olmadan “mevcut koşulları ortadan kaldıran gerçek hareket” (Marx) nasıl gerçekleşecek? Sosyalizm, kapitalizmle komünizm arasında bir geçiş toplumudur. İçinden çıkıp geldiği kapitalizmin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak, onun kirli izlerini bağrında taşır. Kapitalizm ne denli geriyse ondan doğan sosyalizmin üzerindeki gölgesi o kadar büyük ve koyu olur. Fakat her halükarda en gelişkin kapitalizmden de çıkıp gelse sosyalizmde geçmişin basıncı bir süre devam eder. Komünist topluma ulaşılmadıkça sosyalizmle kapitalizm arasında çekişme hep olacaktır. Sosyalizmde sömürücü sınıfları ortadan kaldırmak birincil hedeftir. Ama bu her şeyin bittiği anlamına gelmez. Emeğin üretkenliği toplumsal ihtiyaçların karşılıksız karşılanmasına yetecek düzeyde gelişmedikçe sosyalizm “bireylerin yeteneklerinin eşitsizliğini açıkça tanır ve verim kapasitesini doğal bir ayrıcalık olarak kabul eder. Demek ki bu özünde, her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır.” [9] Ama bu eşitsizlik kapitalist sömürü ve eşitsizlikle hiçbir biçimde aynılaştırılamaz. Her iki toplumda da “birikim” vardır. Kapitalist birikim, artı-değerin üretim araçlarını mülkiyetinde bulunduran burjuvaların (tek tek ya da ortaklaşa) elinde birikmesi ve yeniden üretim sürecinde sermayeye dönüşmesidir. Sosyalist birikim ise artı-ürünün tüm toplum yararına toplumsal fona aktarılması ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için yeniden üretim sürecine aktarılmasıdır. Biçimsel benzerlik ne denli çok olursa olsun (üretim araçları, işçi, meta dolaşımı) üretimin amacı tam bir karşıtlık içindedir; birinde sömürüye dayanan, kar için üretim, diğerinde toplumsal ihtiyaçların karşılanması için üretim.
Artı-değer'le artı-ürün aynı kategoride ele alınamaz. İkisinin de üretim sürecinde ortaya çıkan bir “fazla” olduğu doğrudur. Artı-değer gerekli-emek miktarının (ürüne katılan toplam değer içinde) düşürülmesiyle çoğaltılır. Bir kapitalistin temel amacı üretim sürecinde ürüne katılan değerdeki gerekli-emek miktarını (mutlak ve nispi olarak) durmaksızın daha da azaltmaktır. O ancak bu yolla yüksek karlar elde edebilir ve diğer kapitalistlerle rekabeti sürdürebilir. Demek ki ürüne katılan değer içinde gerekli-emek'i düşürerek artı-emek'i artırmak kapitalist üretimin özüdür. Sosyalist artı-üründe ise durum bambaşkadır. Orada da ürüne emek tarafından yeni bir değer katılır. Amaç artık tam tersidir. Artık gerekli-emek'in azaltılması üzerinden bir fazlalık değil, üretimde işgücünün kullanılmasını en aza indirmek suretiyle insan ihtiyaçlarının en üst düzeyde karşılanmasını başarmaktır. Bunun ancak emeğin üretkenliğinin durmaksızın artırılmasıyla gerçekleşeceği açıktır. Üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyet sağlandığı andan itibaren gerekli emeğin azaltılması yoluyla artı-emeğin artırılması değil, üretimin artırılmasıyla artı-ürünün artırılması yoluna girilir.
Sosyalizmde artı-değer'e karşılıksız el koymaktan söz edilemez. Çoğunluğun aleyhine azınlığın zenginleşmesi görülmez. Kapitalizmde eşitsizlik bireysel değil, toplumsaldır. Bu eşitsizliğin kaynağı da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Sosyalizmde ise eşitsizlik toplumsal değil, bireyseldir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmiştir, buna karşın herkes kattığı emek oranında bir karşılık alır, eşitsizliğin kaynağı da budur. “Herkesin emeğine göre” zorunluluğudur.
Kapitalizm sömürü sonucu (artı-değer) gasp edilen artı-emeğin sermaye biçimini almış özel birikimine dayanır; sömürünün ortadan kalktığı toplumsal mülkiyet ve toplumsal birikime dayanan sosyalizm, kapitalizme zıt yönde hareket eden bir sistemdir. Yine de bu henüz bir “hareket”tir. Sosyalizm henüz bir dünya düzeni haline gelmediği koşullarda kapitalizmden bütünüyle kopuşmuş sayılmaz. Kapitalizmle sosyalizmin yan yana var olabildiği koşullarda “hareket” henüz tamamlanmamış, zıtlık tam bir reddiye düzeyine ulaşacak denli gelişmemiş demektir. Emeğe göre ücret ve meta üretiminin her biçimi ortadan kalkmadıkça sosyalizmde bireysel eşitsizlik ve bu eşitsizlik ekseninde burjuva biçimli hukuk, meta üretiminin kapsamı ölçüsünde varlığını koruyacaktır.
Sosyalizm deneyimleri; sosyalizmle kapitalizm arasındaki savaşımın teoride ortaya konandan çok daha çetin ve sert geçeceğini gösterdi. Marx ve Engels'in öngörüsü ve teorisi kapitalist ülke ya da ülkelerin değil kapitalist sistemin yıkılacağı, sosyalizmin egemen bir dünya düzeni olarak inşa edileceği yönündeydi. Onların “geçiş” ve “geçiş sorunları”; sosyalizmde eşitsizlik ve bu eşitsizlik kapsamında henüz burjuva hak'ın varlığına dair belirttikleri, bu çerçevede ele alınmalıdır. Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerde ortaya çıkan ise; geri kalmış kapitalist üretim ilişkilerinden devralınmış üretici güçlerle gelişmiş kapitalist ülkelerin kuşatması altında sosyalizmi inşa etme çabasıydı. Bu koşullar altında gelişkin üretken etkinliğe ulaşılmadıkça, bırakalım komünizme geçişin maddi temellerini yaratmayı, kapitalizme karşı ayakta kalmak bile olanaksızdır.
Sosyalizm deneyimleri; geri kalmış bir kapitalist miras üzerinde kurulan, üretim araçları üzerinde kolektif sosyalist mülkiyete dayalı üretim ilişkilerinin bile, toplumu ilerletme bakımından, özel mülkiyete dayalı gelişmiş kapitalist ülkelerden daha yüksek bir yeteneğe sahip olduğunu ortaya koymuştur. Sosyalist devletlerde kapitalizmin yeniden inşası, sosyalizmin kapitalizmden daha geri olmasından değil; sosyalist üretimin kapitalist kuşatma altında nefessiz bırakılması ve kapitalist metodların sosyalizmde uygulanabilirliğine dair görüş ve pratiğin ürünüdür. Daha önce de değinildiği gibi bir geçiş toplumu olarak sosyalizm, henüz kapitalizmden bütünüyle kopuşmamıştır ve sosyalizm bir dünya sistemi haline gelmedikçe kopuşma tamamlanamaz. İki sistem sonsuza dek yan yana yaşayamaz; biri diğerini ortadan kaldıracaktır. Fakat her halükarda, kapitalizmin zaferini en yüksek böğürtülerle ifade ettiği zamanda, örneğin bugün, sosyalizmin nihai zaferinin koşulları dünden çok daha olgunlaşmıştır.
Sosyalizm aşaması atlanarak komünizme ulaşılabilir mi?
“Sosyalizmin komünizmin bir aşaması ya da komünizme geçişin bir aracı olduğunun yalan olduğunu ısrarla vurgulamalıyız” [10] diyor Negri. Herhalde sorgulanması gereken ilk konu Negri'nin komünizmden ne anladığıdır. O, komünizmi şöyle tarif ediyor: “Komünizm doğrudan sınıf antagonizmasından, ister burjuva ister sosyalist biçimli olsun, işin ve işin örgütlenmesinin reddinden doğar.” [11] Bu doğru. Fakat bu “red” keyfiyetin değil, öznelliğin değil; zorunluluğun, nesnelliğin ifadesidir. Bir doğruyu bin kere de tekrarlasanız “gerçek sorun”lara yanıt bulmaya yetmez. “İşin reddi” için onun gerekliliğini ortadan kaldırmak gerekmez mi? “İş” olmadan üretkenliğin gerçekleşmesi, üretimin, emeğin harcanma düzeyine bakılmaksızın, “herkesin ihtiyacına göre” dağıtıma olanak verecek derekeye ulaştırılması anlamına gelmez mi? Emeğin üretkenliği durmaksızın artırılmadan buraya sıçranabilir mi?
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi'nde komünizmi şöyle betimler; “Gerçekten de iş paylaştırılmaya başlar başlamaz, herkesin ister istemez kabul ettiği ve çıkamadığı başka faaliyete yer vermeyen belirli bir faaliyet alanı vardır: O avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır; oysa herkesin başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanı olmadığı ama herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendi kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da benim için bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmaksızın sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağı verir.” [12]
Peki bu hangi koşullarda gerçekleşebilir? “Bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşam gereksinimi haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimlerde gelişimleriyle, üretici güçlerde arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman; ancak o zaman burjuva hukukun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre” [13]
Marx ve Engels durumu açık seçik gözler önüne seriyor. İşin ve işin örgütlenmesinin reddi için, işbölümünün ortadan kalkması ve kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırması gerekir, diyorlar. Bu da emeğin üretkenliğinin geliştirilmesinin, doğanın dönüştürülmesinin zenginlik kaynaklarının gürül gürül akıtacak denli ilerletilmesi anlamına gelir.
Demek oluyor ki; emeğin üretkenliği, kolektif zenginlik kaynaklarını gürül gürül fışkırtacak derecede geliştirilmeden komünist toplumun üzerine yükseleceği temel henüz oluşmamış demektir. Bu düzeye nasıl ulaşılacak? Makinenin makine ile üretimiyle, üretimde insan emeğine duyulan ihtiyacın en alt düzeye çekilmesiyle. “Makinenin makineyle üretimi, onun değerini büyüklük ve etkinliğine oranla azaltır” der Marx, “aktardığı değer ne kadar az olursa, o kadar fazla üretken olur ve yaptığı hizmet doğa kuvvetlerinkine o kadar fazla yaklaşır.” [14] İşte sorunun mihenk taşı bu. Üretim araçlarının etkinliği, doğa kuvvetlerininkine yaklaştıkça (en az emek gücüyle en çok üretim) toplum komünizme ilerleyecektir. Toplumsal üst yapı bu zemin üzerinde yükselecektir.
Böylece bir toplumda değer yasasının bir hesap aracı olarak da anlamı kalmaz. Çünkü “dolaysız biçimiyle emeğin, zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkmasıyla emek zamanı sona erer ve emek zenginliğin, dolayısıyla değişim değeri, kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.” [15] Toplum buraya hangi yoldan ulaşacak? Kapitalizm lağvedilerek üretim araçları toplumsallaştırılmadan, kır ile kent, kafa ile kol emeği arasındaki farklar silinmeden, meta üretiminin her biçimi ortadan kaldırılmadan, kısaca bir sosyalist geçiş örgütlenmeden komünizm inşa edilemez. Çünkü proletarya iktidarı olmadan, bu iktidar aracılığıyla burjuvazinin direncini kırmadan, üretici güçleri merkezileştirip etkinliğini en üst düzeye çıkarmadan insanlık komünizme ilerleyemez.
Negri diyor ki; “Kapitalizmden komünizme sosyalizm yoluyla bir ilerleme, bir geçişin olmadığını kabul etmeliyiz. Bu nedenle asgari zorunlu programımız komünizmdir.” [16] Varsayalım ki, Negri'nin dediğini yaptık, o halde bu program hangi koşullarda mümkündür? Kapitalist üretim ilişkileri altında emeğin üretken etkinliği öyle bir noktaya erişmiş olmalı ki, kapitalizm yıkılır yıkılmaz kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırsın. Öyle ki kapitalist sistem ortadan kaldırıldığında ne bastırılacak, ne eritilecek, ne dönüştürülecek bir sınıf, tabaka vb. kalmasın. Ne işbölümüne ihtiyaç kalsın, ne de emeğin zenginliğin ana kaynağı olma gereği.
Kapitalist üretim ilişkileri altında bu koşulların oluşması mümkün mü? Bunun olanaksız olduğu kapitalizmin işleyiş yasalarından bellidir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti ellerinde bulunduranların artı-değere karşılıksız el koyduğu bu sistemde, anarşik üretim, rekabet, eşitsiz gelişme, fazla nüfus oluşumu kaçınılmazdır. Üretici güçler kapitalizm altında gelişiminin en üst noktasına ulaştıklarında dahi, sosyalist geçişle yeniden örgütlenip düzenlenmeden, emeği zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkartacak denli gelişemezler. Çünkü durmaksızın daha çok kar elde etme amacına dayalı kapitalist üretim bir yandan üretici güçleri geliştirirken diğer yandan onu tahrip eder, onu kafesler, önüne duvarlar örer. “Bir yandan emek zamanının minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek zamanını zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vaaz eden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye gerekli emek zamanı azaltır, ancak sadece fazlalık emek zamanı artırabilmek üzere azaltır, dolayısıyla fazlalık emeği, giderek artan bir ölçüde gerekli emeğin koşulu -ölüm kalım meselesi- haline getirir. Öyleyse bir yandan zenginlik üretimini üretimde harcanan emek zamanından bağımsızlaştırmak için bütün bilim ve doğa güçlerini, toplumsal bilişimin ve toplumsal ilişkilerin bütün güçlerini seferber eder. Diğer yandan, böylece yaratılan bu dev toplumsal güçleri emek zamanı ile ölçmeye, onları eskiden yaratılmış değerleri değer olarak korumanın gerektirdiği sınırlar içine hapsetmeye başlar.” [17] Üretici güçler kapitalist mülkiyet zincirinden kurtarılmadan, özgürleştirilerek yeni biçimde düzenlenmeden, yeni bir topluma, işbölümünün ve değişim değeri yerine yalnızca kullanım değerlerinin üretildiği bir topluma zemin oluşturacak kadar gelişemez. Ücretli emek yoksa, sermaye de yoktur.
Burada şöyle bir soru gelebilir akla, kapitalist ilişkilerin bugünkü düzeyi, yüzyıl öncekine kıyasla üretici güçlerin daha çok geliştiği, sosyalist temelin güçlendiğini göstermez mi? Elbette gösterir. Dünya çapında üretici güçler çok daha gelişmiştir, sınıf çelişkileri çok daha keskinleşmiştir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasındaki devasa ilerlemeyle üretimin toplumsal niteliği çok daha yüksek düzeye ulaşmıştır. Daha tam bir deyişle kapitalist temeli parçalayacak maddi koşullar yüzyıl öncesine göre çok daha olgunlaşmıştır. Yine de bu sosyalizmin kuruluşunu kolaylaştırma, komünizmin maddi teknik temelini hazırlamak için çok daha avantajlı koşullar yaratsa da, sosyalist geçişe ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ama geçiş süresinin yüzyıl öncesine göre daha kısa olabileceğini gösterir.
Kapitalizm içinde komünizm kurulabilir mi?
Toplumsal otonomiciler veya aynı paralelde düşünen ve hareket edenlerin kapitalizmi yıkmak gibi ne bir hedefleri ne de dertleri var. Onlara kalırsa kapitalizm yıkılamaz, onun için çabalamak da gereksiz, kapitalizm kapitalizm içinde aşılır. Negri bunu şöyle açıklıyor, “Komünizm, sosyalist ve/veya kapitalist toplumun koşullarından başlayarak kurulabilir ve kurulmalıdır.” [18]
Negri, kapitalist üretim ilişkilerinin işçi sınıfına yeni bir nitelik kattığını, kendi başına var olan birey işçiden söz edilemeyeceğini, çünkü üretim sürecinde tek başına bir işçinin bir anlam ifade etmediğini, bir toplumsal işçi oluştuğunu belirtir. Marx, bu durumu şöyle izah eder; “Emeğin sermaye altındaki gerçek boyunduruğunun ya da özgül kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte, bireysel işçi gittikçe bütün bir emek sürecinin gerçek kaldıracı olmaktan çıkar. Bunun yerine, toplumsal bakımdan birleşik emek gücü ve birlikte bir üretim makinesini oluşturan rekabet halindeki çeşitli emek güçleri, dolaysız meta üretim sürecine (...) ürünün yaratılması sürecine çok farklı biçimlerde dahil olurlar (...) Eğer toplam işçiyi, başka bir deyişle işyerini oluşturan bütün üyeleri düşünürsek, bu işçilerin birleşik etkinliğinin maddi olarak, aynı zamanda belli bir miktar mal anlamına gelen toplam bir üründe sonuçlandığını görürüz.” [19] Negri buradan yola çıkarak farklı emek türlerinin tek üründe karşılık bulmasını işçi kavramının aşılması olarak ele alır. Marx'ın “bazısı el emeğiyle, başkaları kafa emekleriyle, biri yönetici, mühendis, teknoloji uzmanı vb. diğeri ustabaşı olarak, üçüncüsüyse en ağır işlerde ya da el emekçisi olarak daha iyi çalışır, sayısı giderek artan farklı emek türleri üretken emek kavramına dahil edilir.” [20] tarifinden hareketle, bu toplam emekçinin işçi kavramının içine sıkıştırılamayacak kadar farklılaştığını belirtir. Daha sonra “çokluk” olarak belirttiği bu “yeni” emekçilerin, kapitalizm içinde fakat “kapitalist komuta sisteminin dışında ve ona karşı... gündelik iktidar ve zenginlik hırsızlığının dışında... elbirliği”ni [21] örgütleyebileceklerini ileri sürer. Kapitalizm içinde komünist üretim ve toplumsal ilişkilerin oluşturulabileceğini, bu yeni “toplumsal emekçi”, yani “çokluk”la açıklar.
John Halloway bunu daha açıklıkla dile getirir: “Eskiden ilk olarak kapitalizmin yıkımının ve sonra yeni toplum inşa etmenin tek yol olduğu iddia edilirdi. (...) Kapitalizm feodalizmin yarıklarında, feodal tahakküm tarafından açık bırakılan mekanlar içinde gelişti. Ancak iddia edildiğine göre bu komünizm için geçerli olamaz.” [22] Dolayısıyla bu yanlıştır, nasıl ki kapitalizm feodalizmin içinde, ona rağmen, onun yarıklarında geliştiyse, komünizm de kapitalizme rağmen, onun bağrında, onun yarıklarında var olacaktır, diyor Halloway.
Feodalizmden kapitalizme geçiş ile kapitalizmden komünizme geçiş arasında paralellik kurmak boş bir çabadır. Sömürü sisteminden bir başka sömürü sistemine değil de, sömürücü sistemden sömürünün ortadan kalktığı bir sisteme geçişten; egemenliğin el değiştirmesinden değil, egemenliğin son bulmasından; azınlığın ya da çoğunluğun hakimiyetinden değil, sınıfların ortadan kalkmasından söz ediyoruz. Öncelikle bu bakımlardan tam bir benzeşmezlik vardır.
Bir köle sahibi bir feodal beye, bir feodal bey bir kapitaliste dönüşebilir, bir özel mülkiyet biçiminden diğerine geçiştir bu. Bir kapitalist, sınıfsal çıkarı bunu gerektirdiği için özel mülkiyetten vazgeçip bir komüniste dönüşebilir mi? O bir başka kapitalist tarafından mülksüzleştirilebilir, iflasa sürüklenebilir, ama ne denli kuşatılırsa kuşatılsın mülkiyetinden olmamak için başvurmayacağı hiçbir yol yoktur.
Bir kapitalist, feodal beyin hakimiyeti altında bir atölye kurabilir ama kapitalizme rağmen onun hakimiyeti altında bir komün inşa edilse bile yaşayamaz. Bir feodal bey, kapitaliste karşı olduğu için değil, kapitalist gelişmek için feodal beyin koyduğu sınırları aşmak zorunda kalacağı için çatışma çıkar. Kapitalizm içinde bir komün, komün kapitalizmle barışık yaşamak istese bile, kapitalizm onunla barışık yaşamayacağı için daha en başta kadük kalır. Bunun niyetle bir ilgisi yok. Kapitalizm durmaksızın genişleme eğilimindedir. Üretim araçları kapitalistlerin elinde kaldıkça, yedikçe daha çok acıkan bir canavar gibi, geliştikçe daha çok emek sömürüsüne ihtiyaç duyacaktır.
Varsayalım ki kapitalistler bir komün oluşumuna karşı çıkmadı. Bu neyi değiştirir? Üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin elinde kaldıkça, emekçiler kapitalistlere rağmen ve o sistemin içinde nasıl bir üretim gerçekleştirecek? Üretim araçlarından yoksun üretim!!! İşte bir başka ilkelliğe çağrı biçimi!
Varsayalım şu sıra yapıldığı gibi şurada ya da burada üretimi durdurulmuş bir fabrikaya el koydu işçiler, ya da boş bir tarlayı işgal ettiler ve elbirliği ile komünistçe işletmeye giriştiler. Üretim için aletlere, makinelere ihtiyaç duymayacaklar mı? Üretim araçları üzerinde kapitalist mülkiyet bu denli yoğunlaşmışken tekellerin mutlak hakimiyeti altında otarşik komünlerin yaşam şansı olmayacağı açık değil mi? Üretim araçları bir yana tüketim maddeleri nasıl temin edilecek? Beslenme, ısınma, barınma, giyinme vb. için, bunları temin etmek için para ya da başka bir değişim aracı gerekmeyecek mi? Dönüp dolaşıp Negriciliğin ilkelliğe çağrı olduğu gerçeğine çarpıyoruz.
Negri karşı çıkıyor buna. Diyor ki, komünizm “özgürlüğü yeniden kendi ellerine alarak üretimde elbirliğini düzenleyerek kolektif araçları kurmasıdır.” [23] Bugün üretimde elbirliğinin en gelişmiş biçimi tekeller tarafından gerçekleştiriliyor. Yalnızca fabrika çapında, ulus çapında değil, dünya çapında “toplumsal işçi”, “birleşik emek” ortaya çıkıyor. Serbest rekabetçi dönemde fabrika düzeyinde beliren “birleşik emek gücü” bugün dünya ölçeğinde bir bileşikliğe gidiyor. Bir Güney Koreli, Türk, Kürt, Alman, Meksikalı ve daha onlarca ulustan işçi devasa tekellerin hakimiyeti altında tek bir “toplumsal işçi”nin uzuvlarına dönüşüyor. Tekellere rağmen ve onun yanı sıra ondan daha ileri bir elbirliği, o gelişkin elbirliğine yol açacak araçlar olmadan, nasıl bir üretkenlik, kolektif üretkenlik gerçekleştirilebilir? Negri, Marx'tan “birleşik emek gücü”nü alıyor ama o birleşikliğin ortaya çıkış nedenini görmezlikten geliyor, yok sayıyor. Modern sanayiyi, makineyi, emeğin üretkenliğindeki artışı bir kenara bırakıyor. Sonucu nedenden koparıyor ve bunu büyük bir keşif olarak sunmaya kalkıyor. Oysa işçiyi giderek daha çok toplumsallaştıran daha üretken, daha gelişkin makineler, emek araçlarıdır. Kapitalizmde işçi durmaksızın çalışan makinenin bir uzantısına dönüştürülür. Komünizmde ise makine işçinin uzantısı haline gelir. O gelişkin emek araçlarının olmadığı yerde “elbirliği”, makinesiz elbirliği insanlığın tarihsel kazanımlarını yok saymak, insanı insansızlaştırmaktan öte bir anlam taşımaz.
Üretim ve ticaretin, maliyenin birkaç yüz uluslararası tekelin denetiminde olduğu bugünkü kapitalist ilişkiler sistemi içinde komünizmi nasıl örgütleyeceksiniz? Eğer küçük bir klan topluluğunun değil de insanlığın sorunlarını çözmeye adaysanız bunu nasıl gerçekleştireceğinizi, bu mucizeyi(!) açıklamalısınız. Bina yapmak için çimentoyu, ekmek için tohumu, buzdolabı için çeliği, aydınlatmak ve üretim için gerekli olan enerjiyi nereden temin edeceksiniz? Tamamına yakını tekellerin denetiminde değil mi? Tekellerin düzenini yıkmadan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermeden bunun başarılamayacağı, gelişkin bir üretken etkinlik gerçekleştirilemeyeceği ortadadır.
Alternatif toplumsal ilişkiler yoluyla komünizm inşa edilebilir mi?
Toplumsal ilişkileri belirleyen üretim ilişkileridir. Yeni üretim ilişkileri ortaya çıkmadıkça yeni toplumsal ilişkiler oluşmaz. Sınıflar var oldukça toplumsal ilişkiler de özünde sınıf ilişkileridir.
Köleciliğin bağrında feodalizm, feodalizmin bağrında kapitalizm doğdu. Egemen bir üretim ilişkisinin yanı sıra bir başka üretim ilişkisi boy veriyordu. Doğaldır ki daha köleci üretim ilişkileri egemenken onun içinden filiz veren feodal ilişkilere denk düşen yeni bir toplumsal ilişki oluşmaya başlıyordu. Feodalizm içinden kapitalizm de bu biçimde oluştu. Yine de bu iki zıt toplumsal ilişki kölecilik-feodalizm, ya da, feodalizm-kapitalizm sürgit yan yana kalamaz. Biri diğerini alt etmek, biri diğerine egemen olmak zorundadır. Bu “biri”nin daha gelişkin üretkenliğe ulaşmış üretim biçimi olacağı açıktır.
Diğer sömürücü ilişkilerin aksine, kapitalizm içinde yeni üretim ilişkileri oluşmaz. Çünkü üretici güçlerin gelişimi artık bütün sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Üretici güçlerin düzeyi öyle boyutlara varır ki, onu bireysel mülkiyet altında tutmak olanaksız hale gelir. Bu nedenledir ki üretici güçlerin gelişimi için kapitalizmin ilk elden lağvedilmesi kaçınılmazdır. Kapitalizm altında kendi egemenliği altında zaptedecek bireysel mülkiyete dayalı yeni bir üretim ilişkisi oluşamaz. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti dışında bir yol yoktur.
Alternatif toplumsal ilişki biçimi olarak komünal yaşam ve ilişkiler, sınıfların ortaya çıktığı günden beri, dünyanın her yerinde birçok biçim altında boy gösterdi. Thomas Munzer, Şeyh Bedrettin, Karmatiler örnek gösterilebilir. Dahası feodalizmin çöküş döneminde Avrupa'da yüzlerce komün kurulmuştu. Üretim araçlarının ortak mülk olduğu, ürünün ihtiyaca göre paylaştırıldığı bu komünler feodal barbarlığın ve burjuva yıkıcılığın etkisi altında yitip gittiler. Sonuçta egemen üretim biçiminin boyunduruğu altına girdiler. Bu kaçınılmazdı, çünkü tarihsel olarak bir erken doğumu ifade ediyorlardı. İçine doğdukları ortamda yaşama şansları yoktu. Fakat bunlar ezilen sınıfların eşitlik, özgürlük, kardeşlik özlemlerinin dile getirilişi, sömürüye ve egemenlik biçimlerine başkaldırının çığlıklarıydı.
Bir üretim ilişkisi ne zaman ki, üretici güçlerin gelişmesinin önüne engel olur, eski biçimiyle var olması, kendini idame etmesi olanaksızlaşır, orda dağılma, arayış başlar. Özellikle komünal ilişkilerin böylesi dönemlerde ezilenlerin toplumsal ilişki tercihi olarak öne çıktığı dikkate alınmalıdır. Derin bir çürüme içinde, insanları durmaksızın fazla nüfus haline getiren bugünkü kapitalist ilişkiler içinde yeni arayışlar, ilişki biçimleri çözüm yolları bulma isteği kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Şurada dinsel ortakçılık, burada tarikat kardeşliği, diğer yerde mahalle komünleri, falan yerde okul meclisleri gibi onlarca biçim altında boy vermekte bu tip komünler.
2001’de Arjantin’de patlak veren muazzam ekonomik krizin ortamında 200 kadar ‘patronsuz fabrika’nın doğması da bunun bir ifadesidir. Arjantin de kapitalist düzen egemenliğini yeniden sağladığı oranda, hem ekonomik-mali baskıyla, hem de polis zorbalığıyla bu kolektif ekonomik biçimleri dağıtmaya yöneliyor.
Kapitalizm gelişmesinin en ileri aşamasında, insanlığın en genel sorunlarını çözme yeteneğini bütünüyle yitirmiştir. Tıpkı feodal beylerin artık “fazlalık” haline gelen köylüleri topraklarından sürmesi gibi, kapitalistler de artık yalnızca mülksüzleştirmekle kalmıyor, işsizleştiriyor, hiçleştiriyor. İnsanların yeni arayışlara kapılması, gündelik hayatlarını sürdürmek için çözümlere yönelmesi kaçınılmazlık haline geliyor.
Kapitalizmde ne denli yeni toplumsal ilişki komünleri boy verirse versin bunlar ne geleceğin ilişkilerini temsil ederler, ne de kapitalizm içinde ona rağmen yaşamayı sürdürebilirler. Çünkü, tekrar pahasına söylemek gerekir ki, kapitalist üretim ilişkileri içinde bir başka üretim ilişkisi oluşamaz. Yeni üretim ilişkileri üretim araçlarının toplumsallaşmasıyla mümkün hale gelebilir. Daha ileri elbirliği bu sayede oluşabilir. Ama hayır diyor John Halloway; “Hayır diyen mücadeleler genellikle bunun ötesine geçerler. Tam da sermayeye karşı yürütülen mücadele eylemi içerdiğinde alternatif toplumsal ilişkiler gerçekleşir.” [24]
Yeni üretim ilişkilerine tekabül eden yeni toplumsal ilişkiler eski toplumun bağrında doğup gelişebilir. Kapitalizm altında ise bu mümkün olmaz. Buna karşın kapitalizm altında da “yeni toplumsal ilişkiler” doğabilir, bu yönlü arayışlar çoğalabilir. Fakat bunlar kapitalizmin egemenliği altında yeşerip büyüyerek kapitalizmi alt etme yeteneğine sahip olmadıkları için toplumsal bir alternatif haline gelemezler.
Halloway itirazına devam eder, “sermaye düzeninden bir firar” olarak nitelediği karşıt örnekleri sıralar. Bir yerde havaalanı yapımının diğer yerde otoban inşaatının engellenmesini över. Arjantin'in mahalle meclislerini, Zapatistleri, Meksika Ulusal Otonom Üniversitesi'ni (UNAM) döne döne vurgular. Nedir bunların ortak özelliği; hiyerarşi ve iktidarı reddetme, gönüllü eylem ve dayanışma.
Bu tür “alternatif toplumsal ilişkiler”in etkileri bulundukları alanla sınırlı olacaktır. Toplumsal bir alternatife dönüşemezler. Etkinlikleri en üst düzeye ulaştığında da böyledir bu. Örneğin, bir mahalle meclisinin etkinliği o mahalleyle sınırlı olabilir ancak ondan daha etkin bir biçim olan belediye konseyi için de durum farksızdır, yalnızca belediyesel yetkilere sahip olabilirler, yasama, yürütme, yargı üzerinde herhangi bir karar alma haklarından söz edilemez, bu bir iktidar gerektirir. Bir gerilla hareketi için de durum değişmez; gelecek toplumun ilişki biçimleri bu topluluklar içinde yaratılabilir, bunun bütün topluma mal edilebilmesi için üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması dışında bir yol yoktur. Aksi takdirde, o gerilla hareketi düzeni değiştirmeye yönelmediğinde, kendi bağrında eski düzen gelişmekten geri durmaz. Bir düzen değişikliğine, bir iktidar hedefine bağlanmamış topluluklar, ister gerilla birlikleri isterse mahalle meclisleri olsun, “herkesin dünyası kendine” anlayışının ürünü olarak bir süre sonra varoluş zeminlerini de yitirerek etkisizleşip kaybolurlar. Arjantin mahalle meclisleri iyi bir örnektir. Bu meclisler ya da benzerleri devrimci bir programa bağlı, merkezi bir planın unsurları olarak düzeni ya da rejimi hedefleyen bir siyasal harekete ya da hareketler birliğine bağlanmadıklarında bir patlama yaratabilirler ama aynı patlamayla kendileri de dağılıp daha küçük parçalara ayrışabilirler. Oysa bir siyasal hareketin kolları olarak işlev görselerdi, ileriye doğru bir sıçrayışa, devrimsel bir dönüşüme yol açabilirlerdi.
Bir kez daha “hayır” diyor J. Halloway, “Arjantin'deki mahalle meclisleri, hükümeti protesto etmekten giderek artan bir şekilde kendi yaşamlarını kendi ellerine almaya geçmektedirler ve daha iyi sağlık bakımı için terk edilmiş klinikleri, insanların yaşam yeri için boş evleri, buluşma ve tartışma mekanı tedarik etmek için bırakılıp gidilmiş bankaları işgal etmekteler. Fabrikalar kapatıldığında işçiler sadece protestoda bulunmayıp fabrikaları işgal ediyor ve ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için işletiyorlar.” [25] Ya terk edilmiş bir sağlık ocağı, boş evler, fabrikalar yoksa ne olacak? Evsizlik, işsizlik, sağlık sorunları nasıl çözülecek?
Emperyalist küreselleşme sürecinde, 20. yy. boyunca işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri ve sosyalist devletlerin basıncıyla oluşan burjuva devletin sosyal niteliği ortadan kalkıyor. Devlet eğitim, sağlık, barınma, sosyal güvenlik vb. alanlarından her geçen gün daha da uzaklaşıyor. Doğaldır ki, işçi sınıfı ve toplumun ezilen bütün tabakaları için bu ve benzeri sorunlar çözümü geleceğe ertelenmeyecek kadar güncel konulardır. Hastane, doktor, ilaç, ev, okul, eğitim, üst-baş, ekmek yoksa, bütün bunların üzerine iş yokluğu biniyorsa, bu sorunların çözümü için acilen harekete geçmek dışında bir yol kalmıyor demektir. Bu nedenle işçi sınıfı ve ezilenlerin iç dayanışmalarını örerek acılarını bir nebze olsun hafifleten, sorunlarına kısmen çözüm oluşturan adımlar atmak kesinlikle gerekli, güncel ve zorunludur. Fiziki yozlaşmanın daha büyük manevi yozlaşmaya yol açmasını engellemek bakımından da bu elzemdir. Eğitim olanaklarından yoksun halk çocuklarının eğitimi, karşılıksız sağlık hizmeti veren gönüllü sağlık emekçileri, mahalle dernekleri vb. oluşumların halkın gündelik sorunlarına çözüm getirmek için dayanışma ağları kurması, spor ve kültürel çalışmalarla halkın kültürel değerlerinin yüksek tutulması, çeteleşmeye ve yozlaşmaya karşı halkın bilinçlendirilmesi ve mücadeleye sevk edilmesi gibi daha çoğaltılabilecek bir dizi örgütsel biçim ve ilişki; halk bilincinin burjuva etkiden uzaklaştırılması ve kendine güvenin geliştirilmesi için mutlaka başvurulması gereken metotlardır. İhtiyaçlar doğrultusunda devlete ve burjuvaziye ait mülkiyete halk yararına el koymak ve bunları halkın ortak hizmetine sunmak da bunun bir unsuru olarak ele alınmalıdır. Yalnızca güncel ihtiyaçların ya da zorunlulukların dayatması nedeniyle değil, gelecekteki yeni düzenin temellerinin bugünden atılması bakımından da önemlidir bu. Ezilenler yönetmeyi, iktidar olmayı, karar vermeyi ve verdikleri kararların sorumluluklarını taşımayı bugünden öğrenmelidirler. İşte bütün bunlar alternatif toplumsal ilişkilere kaynaklık eder ama kapitalist düzeni yıkma hedefine bağlı olarak örgütlenmeden ve kapitalist düzeni yerle bir etmeden egemen hale gelemezler.
Bu tip örgütlenmelere bunun ötesinde bir rol biçmek, işçi sınıfı ve ezilenleri aldatmaktan başka bir anlama gelmez. Kapitalizmin yarıklarında onun kırıntılarını ele geçirerek(!) komünizm kurulacağı iddiası, insanlığın kurtuluş özleminin düpedüz alçaltılmasıdır. Yüz milyonlarca yoksulun sağlık sorunları terk edilmiş klinikleri ele geçirerek mi çözülecek? Milyonlarca evsizin konut sorununu çözmek için işgal edilmek için bekleyen kaç boş ev var? On milyonlarca işsize iş olanağı sağlayacak boş fabrikalar nerede?
Varsayalım bunların hepsi oldu. Fabrikalar, hastaneler, topraklar işgal edildi ve çalıştırılmaya başlandı. Diyelim ki bütün bir komünal projeler gerçekleşti. Latin Amerika'da bunun çokça örnekleri var. Brezilya'daki topraksız köylü hareketi, Arjantin ve Venezuela'da işgal edilip işletilen fabrikalar ilk elden akla gelenler. J. Halloway haklı olarak soruyor, bu ayrı ayrı projeleri yürütenler birbiriyle nasıl ilişkilenecek ve yanıt veriyor, “Eğer bu ilişkilendirme piyasa yoluyla yapılırsa piyasa onları tahakküm altına alır. Bu ilişkilendirme yukarıdan toplumsal planlamanın yerleştirilmesiyle de yapılamaz... Takas hareketi en iyi haliyle üreticiler arasında, üreticilerle tüketiciler arasında bir araya gelme biçimleri” [26] en iyi çözümdür.
Alternatif toplumsal ilişkilerin tılsımlı sözcüğüne ulaşmış olduk nihayet: Takas! Peki takas neye göre yapılacak? Sadece birkaç çeşit ürünün ve onun çok az bölümünün değiş tokuş edildiği insanlığın ilkel zamanlarında takas edilen ürünün değişim değeri yok muydu? Buğdayla sütün, atla mısırın değişim ölçüsü neydi? Bir şey takas edilecekse ihtiyaçtan fazla üretilmiş ve karşılığında bir başka ürüne olan ihtiyaç giderilecek demektir. İlk zamanlar koyun bir değişim aracı olarak kullanılmıştı ya da onun gibi bir başka şey. Sonra değişim yoğunlaştıkça gümüş ve altın sikkeleri girdi devreye. Ya bugün, milyonlarca çap ve ağırlıkta ürün hangi araçla ve hangi ölçüyle değiştirilecek? Para kullanılmamalıdır diyor Halloway, çünkü, bu piyasa demektir.
Fakat, takas da piyasa demektir. Değişim değerlerinin karşılıklı alınıp-satılmasıdır –buna kağıt para aracılık etsin ya da etmesin. Her alım-satımda değer ölçüsü olacak bir meta ortaya çıkar. Bu Arjantin’de ortaya çıkan, halkın örgütlediği “değiş tokuş pazarları”nda da vardı. Yeteneğini ya da bir malını bu pazara sunanlar, karşılığında para değil ama bono alıyordu, sonra bunu istediği meta ile değiştiriyordu. Halkın beş parasız kaldığı bu kriz anında, takas pazarlarının bonosu, para işlevini üstleniyordu.
Paranın (ve piyasanın) ortadan kalkması için değişimin –en ilkel haliyle takas dahil, her türden değişimin– ortadan kalkması gerekir. Bu gerçekleşmeden, kullanım değerleri üretimi, üretimin bütün amacı haline gelmeden -ki bu ancak herkese ihtiyacına göre verildiği bolluk zamanında mümkün olur- takas önermek, hem de merkezi planla ekonomiyi yönetmeden, insanlığı binlerce yıl geriye götürmek dışında bir anlama gelmez. İlkel ilişki biçimlerini “alternatif ilişkiler” olarak sunmak bütün anarşist, postmodernist, toplumsal otonomcuların ortak paydası olsa gerek.
Devlet aracını kullanmadan proletarya kendisiyle birlikte insanlığı kurtuluşa ulaştırabilir mi?
“Devrimin bir aracı olarak devlet formu tasavvuru ortadan kaldırılmalıdır” [27] diyen Werner Bonefeld; “Sosyalizm ekonomi ve iktidarın kapitalist idaresinin aldığı bir biçimden başka bir şey değildir” [28] diyen Negri; “Radikal toplumsal dönüşümü yukarıdan gelen bir şey olarak ya da merkezi planlamanın yerleştirilmesi olarak düşünemezsiniz” [29] diyen Halloway; “Devrim tek bir planın diğer tek bir planla ikame edilmesi değil” [30] diyen H. Cleaver ve adını zikretmeye gerek olmayan onlarca toplumsal otonomist, komünalist yazar, işçilerin ve ezilenlerin devlete ihtiyacı olmadığını ileri sürüyorlar.
“Artık devleti ele geçirerek toplumu dönüştürmenin gerçeği yansıtmadığı”nı [31] belirten Abdullah Öcalan da aynı noktadadır. Ne gariptir ki bu “devletsizlik” fikri, devleti bütünüyle reddetmek anlamına gelmiyor. Burjuva devlet varlığını koruyacak, işçiler ve ezilenler o devlet içinde, o devlete rağmen “devletsiz” bir düzen kuracak, bunun da adı devletsizlik, komünizm olacak! Sen “devletsiz” olursun da devlet “sen”siz olmaz. O devlete askerlik yapmanı, vergi vermeni, kanunlarına riayet etmeni isteyecek. “Bana ne devletin yasalarından, tanımıyorum onları” diyeceksen, devletin yasallığına, otoritesine, yürütme ve yargısına başkaldırıyorsun demektir. Bu da devletin giremediği, otorite kuramadığı, yasalarının geçerli olmadığı, “kurtarılmış alanlar, özgür alanlar” yaratmakla mümkün olur. Fakat bu alanları korumak için özgür alan ordusuna ve burada yaşayanların ihtiyaçlarını karşılamak ve organize etmek için ekonomi ve bürokrasiye gereksinim, bir devlet formuna gereksinim kaçınılmaz olacak. Hayır, her türlü iktidar ve devlet biçimine hayır diyorsanız burjuva devlet otoritesi altında kendi halinde yaşayan topluluklar olmanın ötesinde bir anlam taşımazsınız. Buna “devletsizlik” değil, kendi kendine muhalefetçilik denir.
Engels, devletin ortaya çıkışını şöyle betimler: Sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte “Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli açık savaşımı içinde, ya da, görünüşte uzlaşmaz karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına olsa olsa, iktisadi alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentilce örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentilce örgütlenme, işbölümü (ve bunun sonucu, toplumun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine devlet geçti.” [32] Özetle, bir topluluk içinde sınıflar ortaya çıkınca, bu sınıflar arasındaki çatışmayı önleyen bir üçüncü gücün, özerk bir gücün gerekliliği ortaya çıktı. Bu özerkliğin göreceli olduğu, üretim araçları hangi sınıfın elindeyse devletin o sınıfın egemenlik aracına dönüştüğü ya da dönüşeceği aşikardır. Marx ve Engels Alman İdeolojisi'nde özerkliğin daha en baştan sınıf çıkarlarını yansıttıklarını belirtirler: “İşbölümü aynı zamanda tek bir bireyin ya da tek bir ailenin çıkarları ile aralarında birbirleriyle ilgili bulunan bütün bireylerin kolektif çıkarı arasındaki çelişkiyi içerir (...) İşte asıl bu çelişki, özel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki çelişkidir ki, kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya (...) ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü almaya götürür (...) bu çıkarlar arasında, özellikle daha o zamandan işbölümü tarafından koşullandırılan (..) sınıf çıkarlarını biliyoruz.” [33]
Devlet, işbölümünün ve onunla birlikte ortaya çıkan toplumun sınıflara bölünmesinin ürünüdür. Sınıflarla birlikte bütün bir işbölümüne son verilmeden devlet gereksiz hale getirilemez. Kafa ile kol emeği arasındaki çelişki ortadan kalkmadıkça, üretici güçlerin gelişimiyle kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırmadıkça işbölümü devam eder. O halde devlet bir tercih nedeni değil, varoluşunu koşullayan nedenler ortadan kalkmadıkça bir zorunluluktur. Proletaryanın devleti de her devlet gibi bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki diktatörlüğünü ifade eder. Ama bugüne kadar görülen biçimlerden farklı olarak, azınlığın çoğunluk üzerinde diktatörlüğü değil, çoğunluğun burjuva azınlık üzerinde diktatörlüğü.
“Devlet savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır. Proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.” [34]
Kapitalizmle komünizm arasında devrimci dönüşümleri sağlayacak, yalnızca sömürücü sınıfların değil, bütün sınıfların ve sınıfların varoluş nedeni işbölümünün ortadan kalkmasını sağlayacak politik iktidar dönemi vardır. Proletarya sosyalist devlete bunun için ihtiyaç duyar. Eğer proletarya devleti var eden ekonomik-toplumsal temelleri dinamitlemeyi başaramazsa devlet ortadan kalkmaz, proletarya devletten vazgeçse bile devlet ortadan kalkmış olmayacak, bir başka sınıfın eline geçmiş olacaktır. Sosyalist devlet insanlığın kurtuluşu için zorunlu bir aşamadır. Çünkü işbölümünün olduğu yerde insanların yönetimi esastır. Oysa komünizmde insanların yönetimi yoktur yalnızca şeylerin yönetimi vardır. Bu nedenle proletarya devlet aracını kullanmadan komünizme giden yolu döşeyemez. Sınıf farklılıklarının, işbölümüne duyulan ihtiyacın azalması ölçüsünde devlete olan gereksinim de azalır ve bunların ortadan kalkması ile birlikte devlet de sönüp gider.
Devletin bir bürokratik aygıt olarak özerk niteliği kendisine özgü tarzda sosyalizmde de mevcuttur. Bu devletin niteliğinden ve sosyalizmde ona duyulan ihtiyaçtan gelir. Sosyalizmde henüz herkese ihtiyacına göre verilemediği için herkese emeğine göre dağıtım yapılmaktadır. Bu kaçınılmaz olarak eşitsizliğin belirli ölçülerde sürmesine neden olur. Eşitsiz hak “özünde her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır” [35], bundan da “Komünizmde (sosyalizm aşamasında) yalnızca burjuva hakkın değil, aynı zamanda burjuva devletin de -burjuvasız olarak!- varlığını sürdürdüğü sonucu çıkar” [36]
Bırakalım modern sınıfları, işbölümünü ve bunun sonucu olan derin hak eşitsizliğini; en ilkel biçimde de olsa sınıflar ortaya çıktığında insanın insan tarafından yönetimi, otorite bir zorunluluktur. Politik iktidarın ortadan kalkması için işbölümünün ve sınıfların yok olması gerekir. Bu gerçekleştiğinde “politik iktidar diye bir şey kalmayacaktır, çünkü politik iktidar, uygar toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmi ifadesinden başka bir şey değildir.” [37]
“Demokratik komünalizm” ya da “toplumsal otonomi” daha baştan, kavramın içeriğinden yansıyan bir otorite içerir. Demokrasi ya da otonomi bir insan yönetim biçimidir. Burjuva demokrasisinden sosyalist demokrasiden bahsedilebilir, ama komünist demokrasiden söz edilemez. Komünizmde demokrasi ya da otonomi yoktur, çünkü komünizmde insanların birbirini yönetmesi değil, insanın doğayı yönetmesi söz konusu olabilir ancak. O nedenle komünizmde ne iktidara ne de politikaya yer vardır.
Kapitalist üretim ilişkileri altında, burjuva devletin egemen olduğu koşullarda “devletsizlik” fikri, bilimsellikten uzak, temelsiz, derin bir kafa karışıklığının ve çıkışsızlığın ürünüdür.
İktidarı hedeflemeden devrimcilik yapılabilir mi?
“Dönüşümü yukarıdan başlatmak olarak anlaşılan Devrim işe yaramaz. Dolayısıyla bizim mücadelemiz Devrim mücadelesi değildir, ancak devrim mücadelesidir. Sadece isyan değil, Devrim değil, ama devrim.” [38]
Her devrim bir iktidar sorunudur. İktidar, devleti ele geçirmek, yasama-yürütme-yargı yoluyla egemenlik kurmak anlamına gelir. İktidar için savaşımın nedeni sınıfların varlığıdır.
Feodal toplumda yürütme-yargı ve yasama feodal beyde merkezileşmişti. Burjuvazi ortaya çıktığında kuvvetler ayrılığı ilkesini savunarak feodallerin etkinliğini sınırlamayı hedefledi. Yürütmeyi temsil eden bürokrasi yasamaya tabi olacak, yargı da bağımsız olacaktı. Burjuvazi devrimci barutunu yitirdiğinde kuvvetler ayrılığı ilkesi de burjuva devlet için biçimsel bir kabuk haline geldi. Yasama-yürütme ve yargı bağımsız var oluş görüntüsüne karşın bir avuç kapitalist tekelin, mali oligarşinin denetiminde ve onların çıkarına çok daha geniş bir etkinlikte birleşmiş oluyordu.
Proletarya iktidarı ele geçirdiğinde ilk işi, temel üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyete son vermek ve onları toplumsallaştırmaktır. Proletarya kuvvetler ayrılığına dayanan, burjuvazinin ezilenler üzerinde hegemonyasının ifadesi olan bu yönetim biçimine, burjuva demokrasisine son verir. Yasama-yürütme ve yargıyı proletaryanın egemenliği altında birleştirir.
Bu bazı geçiş biçimlerinin olmayacağı anlamına gelmez. Proletaryanın iktidarı tek başına alacak güçte olmadığı ve iktidarı küçük burjuvaziyle paylaşmak zorunda kalacağı demokratik devrim bunlardan biridir. Böyle olsa dahi, iktidarın ön şartı olarak proletarya ve küçük burjuvazinin temel üretim araçlarını ulusallaştırmaları zorunludur. Tekellerin ve mali oligarşinin ekonomik hegemonyasına son verilmeden, bu sınıf mülksüzleştirilmeden politik iktidar ele geçirilse dahi korunamaz. Politik iktidarın ele geçirilmesi yasama-yürütme ve yargı üzerinde tam hakimiyetle, devrilen sınıfların hakimiyetine neden olan devlet biçiminin lağvedilmesiyle mümkün olur. Fakat bu da geçicidir. Devrimci-demokratik iktidar ya sosyalizme yürüyecek ya da yeniden kapitalist sisteme dâhil olacaktır. O nedenle iktidar hedefli keskin mücadele bu süreçte de devam eder.
Sosyalist iktidar altında da bazı geçiş biçimleri uygulanabilir. Geri kapitalist bir ülkede sosyalizm inşasına girişmekle, gelişmiş kapitalist bir ülkede girişmek aynı olmayacaktır. Küçük burjuva köylülüğün önemli bir güç ve yaygınlığa sahip olduğu bir yerde proletaryanın devrimci iktidarı sağlamlaştırmak için başvuracağı önlemlerle, diğer yerlerdeki önlemlerin farklı olması doğaldır.
En gelişkin ülkede sosyalizm inşasına girişilse bile tek ülkede sosyalizmin nihai zaferi olanaksız olduğuna göre, dünya devrimi için mücadele can yakıcı bir sorun olmaya devam eder.
Toplumsal otonomcular ise bambaşka bir havadadır. Burjuva diktatörlüğü altında ezilenlerin her türlü iktidar yönelimini redle işe başlıyorlar. J. Halloway, büyük D'li devrimi iktidar olmaya yönelmiş devrim olarak tanımlıyor. Küçük d'li devrimi ise iktidarı hedeflemeyen devrimcilikle eşitliyor. Nasıl olacak bu küçük d'li devrim? “Her bir Hayır bir onur ateşidir sermaye düzeni içinde bir yarıktır. Her bir Hayır sermaye düzeninden bir firardır.” [39] Şimdi daha iyi anlaşılıyor, otonom devrimciliği yarık devrimciliği oluyor. İşte bu yarık devrimciliğe, bu aşağıdan dönüşüme birkaç örnek; havaalanı inşaatını engellemek, otoban yapımına karşı ayağa kalkmak, hızlandırılmış iş ortamlarına karşı grev yapmak, okullarda harç uygulamasına hayır demek. Ekonomik, demokratik mücadelenin bildik sıradan konuları nasıl oluyor da alternatif toplumsal ilişkiler, iktidarsız devrimcilik, devletsiz komünizm haline geliyor?
Başka bir yazar da otonom devrimciliği kuytu köşe ayaklanmacılığı olarak kutsar: “Yaşamın en ufak parçası, en kuytu köşesi bir ayaklanma haline gelir. Evde ev kadınları grev yapar ya da sokağa çıkarak isyanlarını kolektifleştirirler. Öğrenciler kurumların dışında özgürleşmiş bir öğrenme imkanı sunan 'özgür üniversiteler' yaratmak için sınıflar ya da okulları ele geçirir. Köylüler ürünlerinin (ve dolayısıyla işlerinin) piyasaya tabi kılınmasını reddederek karşılıklı dayanışma ağları inşa etmek için el ele verir. 'İşsizler' ücretli iş peşinde koşmayı reddeder.” [40] Şurada ya da burada birkaç yüz kişinin daha da ileri gidelim, birkaç bin kişinin gönüllü katılımı ile “özgür üniversite”ler kurabilirsiniz. Ya on milyonların, yüz milyonların eğitim hakkı?! Bu nasıl sağlanacak? Köylülere piyasayı reddederek karşılıklı dayanışma ağları kurmaları öneriliyor, nasıl gerçekleşecek bu? Uluslararası tekellerin istilası ile hızla mülksüzleşen milyonlarca köylü piyasa ilişkilerini reddetmek zorunda kalacak ama dayanışma ağları kurduğu için değil; mülksüzleştirildiği için! Henüz bir parça toprağa sahip olanlar nasıl dayanışacak, takas mı yapacaklar? Ticaretin uluslararası çapta bu denli yoğunlaştığı bir dönemde Mısırlı pamuk üreticisi, Amerikalı mısır çiftçisiyle piyasayı reddedip mal değiş tokuşu mu yapacak? Diyelim ki sadece sınırlı bir alanda çiftçiler arasında dayanışmadan söz ediliyor, olabilir, bu durumda piyasayı dışlayan çiftçi dayanışması nasıl gerçekleşecek, patateslerle patlıcanları takas ederek mi?! İşsizler ücretli iş peşinde koşmayı reddedip açlığa mahkum olmayı kabul ederler mi bilinmez ama bu önerileri getirenleri kovalayacakları kesin.
A. Öcalan toplumsal otonomculardan daha geri pozisyonda duruyor. Onlar ne denli saçma, hatta yer yer komik öneriler de olsa, işçi sınıfı ve ezilenlerin gündelik ekonomik sorunlarına dair bazı öneriler yapıyorlar. Oysa Öcalan daha dar bir perspektiften yaklaşıyor. “Artık devleti ele geçirerek toplumu dönüştürmenin gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmıştır” derken iktidara yönelmiş devrimci dönüşümü reddetmekle otonomcularla örtüşüyor. O da toplumsal sorunlarla ilgili örgütlenmeleri öneriyor. “Benim kom ya da komün dediğim örgütlenmeler bunu ifade ediyor, işte kadın sorunu ile ilgili, çevre sorunu ile ilgili, azınlıklarla ilgili vb. akla gelebilecek her toplumsal olay ve olgu ile ilgili komün şeklinde örgütlenmeler olmalı (...) meşe ağacını koruma, çoğaltma dernekleri kurulabilir.” [41] Bir başka konuşmasında, “gruplardan oluşan bir sivil toplum sistemini benimsiyorum. Mesela bir mahalleyi, köyü güzelleştirme derneği (...) mesela bir kuş türünü koruma derneği vb. örnekler çoğaltılabilir.” [42]
Elbette bunların hepsi için mücadele edilebilir, oluşumlarına öncülük edilebilir; çevreye zarar verdiği gerekçesiyle baraj inşaatına karşı eyleme geçilebilir, nükleer santral kurulması önlenebilir, köylünün yaşam alanına çöp arıtma istasyonu kurulmasına karşı direniş örgütlenebilir, hatta meşe ağacını koruma, kuş türünü koruma dernekleri kurulabilir, ama bunlar nasıl olur da iktidar için, devrim için mücadelenin alternatifi olarak sunulabilir? Böyle bir sunumun burjuvazinin değirmenine su taşımak olduğu açık değil mi?
“Devrim tek tip bir planın bir diğer tek tip plana ikame edilmesini değil bir patlamayı, indirgemecilikten kaçışı gerektirir. Sınıfın farklı kesimlerinin otonom mücadelesinin önemi burada yatar.” [43] Devrim olmasın da ne olursa olsun, büyük patlamalar değil de pırtlamalar, insanlığın önüne koydukları alternatif budur. Emekçilerin, ezilenlerin, işçilerin bir araya gelmeleri adeta bir kabus gibi anlatılır. “Ne sen karış, ne ben karışayım temelinde farklılığa dayanan bir yaklaşım” [44] kutsanır. Disiplinli bir örgüt olmasın da nasıl bir birlik olursa olsun. Hiçbir komün diğeriyle örgütsel ilişki içinde olmasın, herkesin komünü kendine! Spontan, dar mekansal, dar araçsal çözümler, iktidarsız yapılardır alternatif olarak sunulan. İşte küçük d'li devrimcilik, yarık devrimciliği, kuytu köşe ayaklanmacılığı!
Örgütsüz birey, partisiz işçi yeni bir dünya kurabilir mi?
“Bugün ne yapmalı?” diye soruyor Werner Bonefeld. “Devrimin örgütsel biçimi olarak devrimci parti fikri terk edilmelidir. Parti formu devrimin içeriğiyle, yani insanın kurtuluşu ile çelişir.” [45]
Bir örgüt biçimi olarak siyasi parti burjuva devrimlerin ürünüdür. Soysuz burjuvalar soylu feodallere karşı burjuva sınıfın çıkarlarını parti formunda örgütlenmeyle savunabileceklerini gördüler. Elbette başka bir biçim de ortaya çıkabilirdi. Ama insanlık hep önceki kazanımlarına basarak yükseldi. İnsanlığın hazinesi zengindir. Nasıl ki burjuva parlamento, Antik Yunan demokrasisinin mirası olarak burjuvazi tarafından yeniden kendi çıkarlarına uydurulmuş biçimde sahneye sürüldüyse; parti formu da benzer tarihsel mirasın ürünüydü. Feodalleri bir araya getiren konseyleri, meclisleri ya da aynı anlama gelmek üzere kralın danışmakla yükümlü bulunduğu kurulları vardı. Her feodalin temsiliyeti toprak sahipliğinin doğal sonucuydu. Her birinin ordusu, bayrağı vardı. Burjuvaların ise ne toprağı ne bayrağı ne ordusu vardı. Sınıf çıkarlarını savunabilecekleri, birleşerek güç alabilecekleri, onları iktidara taşıyacak araçlara ihtiyaçları vardı. Parti ve parlamento bunun, bu gereksinimin ürünüydü. Burjuvaların kendi aralarındaki ilişkisinde de ne soya dayanan bir ayrıcalıkları ne de toprak sahipliğinden gelen bir doğal temsiliyet hakları vardı. Her burjuvanın bir bayrağı, ordusu olmayacağına göre tek bayrak altında parlamentonun -seçilmişlerin- egemen olduğu bir düzen gerekliydi: Gücü soydan ve topraktan ya da ilahi kudretten alamayacakları için halkın -vergi verenler ve erkekler halktan sayılıyordu- temsilcileri olmaktan alabilirlerdi ancak. Sermayeyi ellerinde bulundurmaları kendilerini halka kabul ettirmenin temel kaynağıydı. Bütün burjuvalar yan yana gelemeyeceğine göre onların programını savunan, onlar adına hareket eden, her burjuva tabakanın çıkarlarına tekabül eden politik temsil araçlarının ortaya çıkışı eşyanın tabiatı gereğiydi.
Proletaryanın ya da genel olarak devrimin partisi de tercihin değil, gerekliliğin ürünüdür. Burjuva devleti, ordusu, polisi, mahkemesi, hapishanesine karşı, siyasi olduğu kadar ideolojik ve ekonomik tahakküme karşı işçi sınıfının parti dışında, örgüt dışında bir silahı yoktur. Feodal soydan, din adamları ilahi güçten, burjuvazi sermayesinden kuvvet alır. İşçi sınıfının kendinden başka dayanabileceği hiçbir şeyi yoktur. Birey olarak işçi bir hiçtir. Nasıl ki o ancak toplumsal bir işçi olarak, o toplumsal işçinin bir parçası olarak üretimde bulunabiliyorsa, sınıf çıkarlarını da ancak birleşik bir bütün, bir parti aracılığıyla savunabilir.
Proletarya, parti formunu burjuvaziden devralır, ama onu başka bir içeriğe kavuşturur. Partinin devlet formunun tasavvuru olduğu doğrudur. Fakat hangi sınıfın devleti? Burjuva parti, burjuva devleti; proletarya partisi sosyalist devleti yansıtır. Biri gücünü sermayeden alır, diğeri emekten. Birinin demokrasisi biçimseldir; diğerinin demokrasisi içseldir. Proletaryanın devlet formu demokratiktir. En küçük topluluktan başlayarak bütün bir ülkede karar alma süreçlerine ve yönetim organlarına işçi sınıfı ve emekçilerin tam egemenliği vardır. Buna karşın proletarya devleti, burjuva kalıntılara karşı diktatörlüktür. O bir yandan alabildiğine demokratik, diğer yandan alabildiğine merkeziyetçidir. Merkeziyetçilik güç, demokratiklik gücün kaynağıdır. İşçi sınıfı toplumsallığı zayıflatarak değil büyüterek ileriye yürüyebilir. Kapitalizm daha gelişkin toplumsallığa engel olduğu için, üretici güçlerin gelişimine ket vurduğu için yıkılır. Onun yerine kurulacak düzen daha yüksek, gelişkin bir toplumsallık gerektirir. Merkezi plan, merkezi yönetim olmadan, üretim araçlarının tek elden yönetimi olmadan bu toplumsallık gerçekleşmiş olmaz. Bütün üretim araçlarını tek bir makine haline dönüştürmekle gelişkin bir toplumsallığa ulaşılır. İşçi, burjuva toplumdan önce de vardı. Kendi başına üretim yapabilen bir ustaydı o. Ürünün üretiliş biçiminin toplumsallaşmasıyla kapitalizmde birey işçi bütünsel (fabrika düzeyinde) işçiye dönüştü. Artık tek bir işçinin ürünü olan bir madde söz konusu değildi. Onlarca işçinin (bir makine uzantısı olarak) elbirliğiyle üretilen tek ürün vardı. O madde hiçbir işçinin eseri değil, o fabrikadaki bütün emekçilerin birleşik emeğinin karşılığıdır. Tekeller döneminde bu birleşiklik önce ülke çapında, sonra dünya ölçeğinde bir gelişkinliğe ulaşır. Fakat kapitalist rekabet ve kapitalist üretim biçiminin içsel çelişkileri nedeniyle tıkanır. İşçi sınıfı giderek daha çok toplumsallaşır ama üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet devam eder, işçinin ve doğal olarak onu daha üst düzeyde birleştirerek tekniğin, üretici güçlerin gelişimindeki engeldir bu. Sosyalizm bu engeli kaldırır. Hal böyle olunca sosyalizmde özyönetim, fabrikaların özerkliği vb. arayışlar bir ilerlemeyi değil, tarihsel olarak gerilemeyi temsil eder ve kapitalizmin yeniden inşasının yolunu döşer. Kapitalizm yeniden egemen olduğunda bütün o fabrika özerklikleri-özyönetimler buhar olur gider. Çünkü üretimin gelişmesi için daha yüksek düzeyde bir toplumsallaşma dışında bir yol yoktur. Kapitalizmde bu tekelleşmeyle gerçekleşir, sosyalizmde merkezi planla. Kapitalizmde hiçbir koşulda tek tekele ulaşılamaz, buna artı-değere karşılıksız el koyma ve rekabet engeldir.
Görülüyor ki sosyalizmde merkezi plan birkaç kişinin kafasından uydurduğu bir şablon değildir, Üretici güçlerin gelişiminin doğal bir sonucudur. Geçen yüzyılın başında tekellerin ulusal ekonomi üzerinde egemenlik kurması ile ulus çapında, bugün ise dünya çapında toplumsallaşmış işçi ve üretimin şartları oluşmuştur. Geçen yüzyılın başında kapitalist tıkanmaya yanıt SSCB'dir. Emperyalist küreselleşme döneminde çok daha ileri bir toplumsallaşma vardır. Bu nedenle sosyalizmin çok daha geniş bir coğrafyada, çok daha etkin ve ileri bir düzen olarak inşa edilmesinin maddi teknik temeline ulaşılmıştır.
Üretici güçlerin gelişimi bu rotadayken, kapitalizm altında birbirinden bağımsız komünlerin, partisiz işçilerin, iktidarsız mücadelenin geleceği temsil ettiğini söylemek bilimsel düşünceyi alt üst etmek değilse nedir? Parti örgütlenmesini, hatta iktidar içeriyor diye sendikayı reddetmek işçi sınıfını burjuvazi karşısında silahsızlandırmaktan başka bir anlama gelmez. Bu işçi sınıfının devrimci iradesinin tarih dışına çıkarılması, meydanın kapitalist tekellere terk edilmesidir. Örgütsüz birey, partisiz işçi ne yeni bir dünya kurabilir, ne de içinde yaşadığı dünyayı değiştirebilir.
Parti ve devletin ortadan kalkması için sınıfların ve kaçınılmaz olarak politikanın ortadan kalkması gerekir. Parti de, devlet de tarihsel kategorilerdir. Onları oluşturan koşullarla birlikte kendileri de yok olup gidecektir.
Burjuvazi örgütlüyken örgütsüzlüğü, burjuvazi silahlıyken silahsızlığı, burjuvazi partiliyken partisizliği, burjuvazi devletliyken devletsizliği vaaz etmek işçi sınıfını burjuvazi karşısında diz çöküşe, teslimiyete davet etmekten başka ne anlama gelir ki!
Yönetişim mi, Demokratik Komünalizm mi?
Yönetişim, burjuva devletin tekeller lehine yeniden organize edilmesidir. Devlet daha önce de belirtildiği gibi görece özerk bir yapıdır. Buna karşın üretim araçlarının mülkiyeti kimin elindeyse o sınıfın egemenlik aracıdır. Sömürücü burjuva sınıf da tabakalara ayrılır. Burjuvalar içindeki en büyük burjuva (tekeller) sınıf devlete en egemen tabakadır. Burjuva sınıf arasındaki farklılaşma (tabakalaşma) yaygınken; sermaye merkezileşmesi henüz diğer burjuva tabakaları en büyük burjuvaziye doğru vakumlama gücünü yeterli düzeye ulaştırmamışsa devletin burjuva sınıfı genel olarak temsil yeteneği daha yüksektir. Bugün durum başkadır. Tekeller uluslararası çapta öyle güçlendiler ki, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi öylesine boyutlara ulaştı ki, burjuva devlet, olduğu kadarıyla özerk görüntüsünden de giderek uzaklaştı. Yönetişim bu dönüşüm sürecinin yöntemlerinden biridir.
Devlet bir avuç tekelci birlik, mali spekülatör dışında her türlü politik etki, denetim ve yönlendirmenin dışına çekiliyor. O tekellerin açık, doğrudan bir uzvu haline getiriliyor. Yasamanın, doğal olarak hükümetlerin, partilerin, onun işleyişini değiştirme yetkisi ve yeteneği ortadan kaldırılıyor.
Örneğin devlet kendi başına ekonomik bir faaliyette bulunan, üreten, ticaret yapan bir konumdan uzaklaştırılmakta. Devlet bankaları da elden çıkarılmakta. Devlet bürokrasisinin dayandığı ekonomik kaynaklar kesildikçe, politika yoluyla, hükümete gelerek bu kaynaklar üzerinde tasarruf hakkı edinmek isteyen burjuva tabakaların politik yarışı da eskisine göre önemini yitiriyor. Politikanın ekonomi üzerindeki iktidarsızlığının bir başka örneği merkez bankalarının özerkleştirilmesidir. Hükümetlerin para politikaları üzerine söz söyleme, etkide bulunma yetkileri en alt düzeye inmiştir.
Devlet sosyal niteliğinden de arındırılıyor. Eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik devletin üstlenmesi gereken zorunlu işler olmaktan çıkarılıyor. Buralara kaynak aktarımı giderek sınırlandırılıyor.
Sermayenin bir avuç uluslararası tekelde yoğunlaşması gibi devlet de bir avuç uluslararası tekelde yoğunlaşıyor. Politikanın en yoğunlaşmış biçimi olarak devlet, tekellerin elinde çıplak bir kırbaç haline geldi. Yasama, yürütme ve yargı bir avuç uluslararası tekelde merkezileşti. Devletin yeniden yapılandırılması ve onun başka bir ifadesi olan yönetişimin gerçek içeriği budur.
Yeniden sömürgeleştirilmekte olan ülkelerde bu daha açık ve belirgin biçimde görülmektedir. Devletin merkezi yetkilerinin azaltılması bunun karşısında “sivil toplum”un etki alanının genişletilmesi olarak görülen ama gerçekte devletin halk yığınlarına karşı sorumluluklarının azaltılması ve bunun karşılığında “sivil toplum” örgütleriyle halk öfkesinin bastırılmasıdır; yönetişim. Böylece devlette merkezileşmiş kaynakların zorunlu toplumsal ihtiyaçlar, eğitim, sağlık, işsizlik vb. için “çarçur” edilmesi önlenecek, halkın merkezileşmiş örgütleri partiler de sivil toplum örgütlerine dönüştürülerek dağıtılmış olacaktır. Yönetişim iktidarın tekellerde merkezileşmesi lehine diğer tüm merkezileşmelerin tasfiyesi, tüm iktidar biçimlerinin ortadan kaldırılması, bir nevi tekeller lehine geri kalan bütün toplumun iktidarsızlaştırılmasıdır.
Sivil toplum koordinasyonu, Demokratik komünalizm ya da toplumsal otonomi, adına ne derseniz deyin, amacınız ne olursa olsun, tekellerin ezilenleri iktidarsızlaştırma çabasına yardımcı olur. Devleti parçalayıp ele geçirmeyi bir yana bırakın, devleti yönetmeyi hedeflemeyen, birbirinden kopuk, bir parti programı ve birleşik eyleminden yoksun sosyal aktivite gruplarının oluşumu tam da tekelci burjuvazinin çıkarlarına denk düşer. Bu yalnızca iktidarı, devrimi, devrim için mücadeleyi reddetmek anlamına gelmiyor, sınıf gerçeğini, sınıf çelişkilerini gizlemeye de hizmet ediyor, üstelik sınıf çelişkilerinin görülmedik derecede keskinleştiği bu günlerde. Patron örgütleri, sosyal dayanışma örgütleri, kuş sevenler dernekleri, meşe ağacını koruma örgütleri vb. hepsi aynı kefede sivil toplum koordinasyonunun parçaları olarak görülüyor.
B. Bonefeld otonomiyi tanımlarken tekellerin “yönetişim”i ile bakın nasıl örtüşüyor. Hem de en parlak sözlerle, komünizm hedefi ile!
“Otonominin üç farklı anlamı vardır. Birincisi, otonomi insanın kurtuluş hedefinin, yani sınıfsız bir toplum olarak komünizmin iz düşümüdür (...) kendi işlerini kendi denetleyen doğrudan üreticiler ortaklığı. İkincisi, parti ya da sendika gibi öznel olarak var olan örgütsel biçimlerden işçi sınıfiının bağımsızlığı anlamına gelir. (...) Üçüncüsü, belirsizlik toplumsal otonomiyi belirleyen şeydir (...) eğer mücadelenin sonuçlarının belirsizlik olduğunu kabul edersek, sabrı devrimci bir çaba olarak kabul ederiz.” [46]
Görülüyor ki toplumsal otonomi ya da benzer adlarla ortaya konan biçimler işçi sınıfını ve ezilenleri, örgütsüzleştirmek, partisizleştirmek, politikasızlaştırmak, amaçsızlaştırmaktan öte bir anlam taşımazlar. Amaçtan yoksunluk en yüce değer haline getiriliyor. Belirsizliğin belirleyiciliği, amaçsızlığın yüceltilmesidir. Onlara bakılırsa, nereye ulaşacağımızı asla bilemeyiz, ne olacağını bilmediğimiz şeyleri amaç edinemeyiz; bu nedenle şüphe her şeyin anasıdır. Bu bilimsel değil, geleceğe duyulan güvensizliğe dair şüphedir. O halde yapılacak tek şey kalıyor geriye “sabır”! Tek devrimci çaba “sabır”dır. Tarihsel materyalizm, neden-sonuç ilişkisi, program-strateji, parti-iktidar birer saçmalıktır!
Kapitalizm içinde onu yıkmaya girişmeden komünler kurulabileceğini savunanlar, işçi sınıfı ve ezilenlerin elinden yalnızca güncel mücadele silahlarını almakla yetinmiyor, gelecekte başvuracağı araçları da zihinlerden yok etmeye çalışıyor. Öcalan, “İktidarı hedeflemeden tüm toplumu demokratikleştirmeye yönelik açılımlar gerçekleştirildiğinde asıl hedefe ulaşılır” derken tam da böyle bir konumda duruyor. Fakat o birçok bakımdan toplumsal otonomicilerden de geri bir noktadadır. O toplumun sınıflardan değil, “farklı topluluklardan gruplardan oluştuğuna inanıyorum” bu nedenle “sivil toplum sistemini benimsiyorum” [47] diyor. İşte burjuvazinin de “yönetişim”le yapmak istediği tam da budur. Sınıflar yok, farklı çıkar grupları var; ulaşılacak hedef yok, güncel çaba var; parti yok, sivil toplum kuruluşları var!
İşçi sınıfı ve ezilenler eski devlet yapılanmasının tekellerin çıkarına yeniden organize edilmesine ağıt yakacak değil. Bu bir olgu, yönetişim gibi. Devletin tekellerin elinde yoğunlaşmasının bu yeni güncel ifadesine karşı salt eski biçimlerle karşı konulamayacağı da açık. Yapılması gereken iki şey var; birincisi kazanımları korumak için güncel mücadele, ikincisi devletin çekildiği alanlarda emekçi örgütlülükleri ile boşluğu doldurmak. Bunlar ekonomik-demokratik mücadelenin örgüt ve mücadele biçimlerindeki farklılaşmayı tanımlar bize. Eğitim, sağlık, güvenlik, kültür, iş ve barınma, çevre vb. konularda halk örgütlenmeleri gerçekleştirmek eskisinden çok daha önemli hale gelmiştir. Çünkü devlet hızla bu alanlara kaynak aktarmaktan çekilmiştir. Çetelere karşı halk savunması, ev yıkımına karşı direniş örgütleri, paralı eğitime karşı halk eğitimi, depreme karşı halk savunma ve kurtarma birlikleri vb. onlarca örgüt biçimi sayılabilir, bunlar güncel gerekliliklerdir. Fakat eğer bunlar arasında bir ağ, birleştirici bir çimento, aynı anda belirli amaca yönelme, birleştikleri bir devrimci parti yoksa bir kuvvet haline gelemezler. İşçi sınıfı ve ezilenlerin partiye eskisinden çok daha fazla ihtiyacı var. Çünkü en sıradan ekonomik-demokratik talep için dahi etkili bir politik mücadele kaçınılmaz hale geliyor. Dün sendikal mücadeleyle elde edilmesi mümkün olan bir hak bugün çok daha ileri bir savaşımı doğrudan politik savaşımı gerektiriyor.
Sorunun bir başka yanı daha var. Dün düzen içi haklar elde etme ve onları geliştirme olanakları vardı, bugün yok. İşçiler ve ezilenler eskisinden çok daha fazla yeni düzene, kapitalizmin lağvedilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü bunun için kaybedilen her gün, günlük yaşamlarının biraz daha mahvolması anlamına geliyor.
Dipnotlar:
- Toplumsal Demokrasi Gazetesi, 25 Kasım 2006
- Judit Reval, Michel Foucault, Otonom Yayınları, sayfa: 176
- Judit Reval age, 176
- Felix Guattori, A. Negri, Bizim gibi komünistler, Otonom Yayınları sayfa: 94
- Toplumsal Demokrasi, 9 Aralık 2006
- Dario Padovan, Toplumsal Moral İlkeleri ve Doğa'nın Etiği, Özgür Üniversite Forumu, sayı: 19, Eylül 2002
- Toplumsal Demokrasi, 25 Kasım 2006
- A. Negri, age, 93
- Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, Sol Yayınları, syf: 30
- Negri, age, 93
- Negri, age, 94
- Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, sayfa: 62
- Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, sayfa: 31
- Marx, Kapital C. 1, Sol Yayınları, sayfa: 376
- Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları, sayfa: 652
- Negri, age, 94
- Marx, age, 652
- Negri, age, 94
- Marx, Kapital'e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Ceylan Yayınları, 107
- Marx, age, 107
- Negri, age, 94
- John Halloway, Zapatista Mücadelesi, Conatus, sayı:1
- Negri, age, 94
- John Halloway, age
- John Halloway, age
- John Halloway, age
- W. Bonefeld, Kesintisizlik ve Toplumsal Otonomi, Conatus, sayı: 1
- A. Negri, age
- J. Halloway, age
- H. Cleaver, İtalya'da Radikal Düşünce, Otonom Yayınları, sayfa: 88
- A. Öcalan, Toplumsal Demokrasi, 18 Kasım
- Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni, Sol Yayınları, sayfa: 202
- Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, sayfa: 60
- Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, Sol Yayınları, sayfa: 57
- Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, sayfa: 30
- Lenin, Devlet ve Devrim, Aydınlık Yayınları, sayfa: 128
- Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları, sayfa: 186
- John Halloway, age
- John Halloway, age
- Herry Cleaver, age, 87
- A. Öcalan, Toplumsal Demokrasi, 18 Kasım
- A. Öcalan, Toplumsal Demokrasi, 25 Kasım
- H. Cleaver, age, 88
- H. Cleaver, age, 106
- W. Bonefeld, age.
- W. Bonefeld, age
- A. Öcalan, Toplumsal Demokrasi, 25 Kasım