Soğuk Savaşın ABD elebaşılığındaki emperyalist koalisyonun zaferiyle sonuçlanması dünyada yepyeni koşullar yarattı. Parıldayan her şeyin altın olmaması gibi, bu “yeni” durum da emekçi insanlık ve doğa için bir gelişme, ilerleme veya müjde anlamı taşımıyordu.
Cumhuriyetler Birliği olarak Sovyetler Birliği devletinin yıkılışı ve dağılışı, COMECON ve Varşova Paktlarının da aynı akıbete uğraması, ABD ve NATO'yu dünya egemenliği iddiası taşıyan tek merkez haline getirdi. Emperyalist ideologlar tarihin sonunu, sınıflar savaşının bittiğini, nihai zaferin kapitalizme ait olduğunu büyük tantanalarla duyurdular. ABD, “yeni dünya düzeni”ni ilan etti.
“Yeni dünya düzeni”; yerkürenin ABD liderliğinde bölüşülmesi, diğer tüm emperyalistlerin ABD'ye biat etmesi ve onun konumunu zorlayacak herhangi bir pratik yönelime girmemesi, yeni hegemonya sürecinde ABD'nin değişik ülkeleri “demokrasi ve güvenlik” adına işgal etmeyi hak olarak ilan etmesinde somutlanıyordu. BM ve NATO'nun yeni işlevi de bu temelde düzenlenmeye çalışıldı.
Aynı süreç -istisnalar bir yana- işçi sınıfı ve halk hareketlerinin geriye çekildiği, devrim iddiasının terk edildiği, tasfiyeciliğin baskın hale geldiği, SB ve Varşova Paktı şahsında çökenin sosyalizm olduğu propagandasının tüm gerçeklerin üzerini kalın bir tabaka halinde örttüğü ve büyük bir inanç erozyonuna, umut kırılmasına yol açtığı, “yenidünya düzeni” altında “özgürlük, barış, refah geleceği” gibi trajik aldanışlara sahne oldu. Emperyalist-gerici psikolojik savaş zincirlerinden boşanarak, beyinler ve yürekler üzerinde derin izler bıraktı.
Denilebilir ki, '90'lı yıllar bu zemin üzerinde akıp geçti.
Yirmibirinci asırda söz konusu tablonun iyice pekişeceğini düşünenlerin fena halde yanıldıklarını görmek için ise, bir kaç yıl yetti. “Yeni dünya düzeni” projesi bitkisel hayata girdi. BOP ise onun boşluğunu dolduramadı. 11 Eylül'ün yol açtığı şok ve demoralizasyon, Filistin'de intifadayla yırtılan Oslo Anlaşması, Latin Amerika'da art arda yükselen halk hareketleri, ayaklanmalar, Avrupa'da sınıf uzlaşması döneminin kapandığını ilan eden işçi sınıfı ve gençlik mücadeleleri, Afganistan ve Irak işgallerine karşı dünyayı saran protesto dalgası, Irak direnişinin ABD emperyalizmine indirdiği ağır darbe; Nepal, Hindistan ve Filipinler'de büyüyen devrimci mücadele, Malezya ve Endonezya'da nesnel olarak antiemperyalist sonuçlar yaratan Müslüman kitle eylemleri; Tamil, Moro, Aceh halklarının ulusal mücadeleleri, “tarihin sonu” yalanlarının sonunu getirdi. 2007'de tablo çok daha aydınlıktır.
Burjuva ideologlar hangi demagojilere ve göz boyamacılığa başvururlarsa vursunlar, dünya bütün bu yıllarda da emperyalist çelişki-rekabet ve kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası bakımından da dönmeye devam etti. Almanya-Fransa, Rusya-Çin merkezli emperyalist odaklar “biz de varız”, “ABD elebaşılığındaki tek kutuplu dünya projesini reddediyoruz” dediler. Uzun bir süredir dolaylı hareketlerle, gelinen aşamada ise açık sözlerle ortaya koyuyorlar bunu.
'90'lı yıllar boyunca, hatta Irak işgaline kadar ABD emperyalizmi ekonomik, mali ve askeri gücüne dayanarak dünya jandarması olarak yoluna devam etti. Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Orta Asya’da, Ortadoğu'da, Afrika'da hegemonya ataklarına girişti. Rusya dışındaki COMECON üyelerini, Yugoslavya ve Arnavutluk'u yutmak, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde Rusya'yı etkisizleştirip kuşatarak hegemonya kurmak konusunda AB'li emperyalistlerin rızasını almayı başardı. Gerek Ortadoğu'daki, gerekse de Kafkaslar, Orta Asya ve Afrika'daki enerji kaynakları üzerinde tekel kurma politika ve stratejisi ise Almanya-Fransa merkezli itirazlarla karşılaştı. Bu, Irak işgali sürecinde daha somut bir görünüme kavuştu.
Rusya ise doksanlı yıllar boyunca en geri savunma çizgisinde, ABD'ye ödünler verme çizgisinde hareket etti. Afrika'da, Ortadoğu'da, Balkanlar'da bir çeşit seyircilikle yetindi. Yugoslavya'nın emperyalist paylaşımına dahil olma çabası, bir çaba olmaktan öteye geçemedi. “Güçlü Rusya'yı yeniden inşa etme” yönelimli Putin süreci; esasen Rusya'nın eldekini tutma, ABD'nin eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinde hegemonya alanlarını genişletmesini önleme, kendini toparlama ve yeni bir paylaşım dönemine hazırlık yapma çizgisinde gelişti.
'90 yıkımı, dayatılan koşullar ve içine düştüğü durumla en ağır kayıpları yaşayan Rusya'nın enerji sektörünün yarattığı dinamizmle güçlendirdiği ekonomisine, geliştirme imkanlarına sahip olduğu mevcut askeri güç ve kapasitesine, son olarak da kuracağı ittifaklara dayanarak ABD'nin dünya efendiliği iddiasına en sert karşı duran emperyalist devlet haline gelmesi, “olayların akışı mantığı” açısından şaşırtıcı olmayacaktır. Bu, O'nun ABD'yi sınırlayacak, engelleyecek, geriletecek imkanları değerlendirmekte, ABD'yle mücadele halindeki devletlere ve güçlere karşı farklı politikalar geliştirmekte giderek etkinleşeceğini göstermektedir. Proletarya ve ezilenlerin ABD'ye vuracakları darbeler bu süreci daha da hızlandıracaktır.
Çin'in ortağı olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü'nün kurulup iddialı bir emperyalist merkez olma yönünde geliştirilmeye çalışılması, Ortadoğu konusunda etkinliğini artırma adımları; Kafkaslar ve Ortaasya'da ABD'yi durdurma, sınırlama, geriletme hamleleri; İran'la girişilen ilişkiler ve nihayet Putin'in 9 Şubat'ta Münih'te, “Uluslararası Güvenlik Konferansı”nda yaptığı konuşma, “ABD merkezli dünya” tartışmasına Rusya'nın dolaysız ve kararlı itirazına dair birkaç fotoğraf oldu.
Putin, Münih konuşmasında uluslararası hukuka uyulmadığını, ABD'nin tek güç ve karar merkezi olarak hareket ettiğini, tek taraflı, gayrı meşru eylemlere giriştiğini, uluslararası ilişkilerde kontrolsüz kuvvet kullandığını, silahlanma konusunda şeffaf olmadığını, bir dünya kurumu gibi davranma hakkı bulunmadığını söyledi. Putin, NATO'nun genişlemesinin Rusya'nın güvenliğini tehdit ettiğini, genişleme politikasının Varşova Paktı dağıtılırken verilen sözlerin tutulmadığı anlamına geldiğini hatırlattı.
Putin'in konuşmasından bir hafta sonra, bu kez, Rusya'nın stratejik füze kuvvetleri komutanı general Nikolay Solovtsov, ABD'nin sözüm ona “İran'a karşı” Çek ve Polonya'da kuracağını açıkladığı füze kalkanı sistemine atıfla, “Bu ülkeler ABD sisteminin bir parçası olurlarsa, Rus füzeleri tarafından hedef olma riskini de taşırlar” açıklamasını yaptı. Solovtsov, 1987'de imzalanan anlaşmayla parçaladıkları orta menzilli füzeleri 5-6 yılda yeniden yapabileceklerini, gerekli teknolojiyi koruduklarını da vurguladı.
Rusya Güvenlik Konseyi, “Batı”yı tehdit sıralamasında birinci önceliğe çekti.
Tüm bunlara, Rusya'nın Kafkasya ve Ortaasya'da ABD'nin hegemonyasını genişletme ve derinleştirmesine set çekmesini, Gürcistan ve Ukrayna üzerinde giderek artan baskısını, Yunanistan ve Bulgaristan'la imzaladığı Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı anlaşmasını, İran meselesinde BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla ABD'yi çelmelemesini, ABD-İsrail ve AB'nin “terörist örgüt” ilan ettiği Hamas'la ve hükümetiyle ilişki kurmasını, ulusal birlik hükümeti hedefli Mekke toplantısını ve sonuçlarını desteklediği açıklamasını, Filistin'e ambargonun kaldırılması için çaba harcayacaklarını duyurmasını da ekleyebiliriz.
Dikkat çekilen olgular, Rusya'nın ABD'yle hiçbir konuda uzlaşmalara, anlaşmalara girmeyeceği anlamına gelmiyor elbette. Çıkarları örtüşen emperyalistler birlikte hareket ediyorlar, edeceklerdir de. Ne var ki, bu “çıkar örtüşmesi” koşullu, geçici ve nispidir. Esas olan pazarlar ve sömürge tekeli uğruna mücadeledir. Değişen yeni güç dengeleri temelinde dünyanın yeniden paylaşımıdır. Bu, emperyalist devletlerin genel birliği yolundan değil, tersine, bir emperyalist paylaşım savaşıyla gerçekleşir. Bunu yalnızca dünya işçi sınıfı ve ezilenlerin emperyalist burjuvazisinin saltanatına son vermesi engelleyebilir. Aksi halde ne kadar uzarsa uzasın “emperyalist barış” döneminin, yeni bir genel paylaşımın hazırlık süreci olmaktan öte bir anlam taşımadığı gerçeğiyle yüzleşecektir insanlık. Bu açıdan ABD, İngiltere, Almanya-Fransa, Rusya-Çin çekirdeğine dayalı emperyalist merkezler geçmişin bir uzanımı değil, esasen gelişmenin gelecekteki yönünü temsil ediyor.