Bilindiği gibi erkek ve dişi olmak, biyolojik bir durumdur. Kadın olmaksa toplumsal bir durum. “Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur” der bu yüzden, Fransız kadın yazar Simone de Beuvoir. Analık hukukunun egemen olduğu dönemi bir tarafa bırakırsak, kadın cinsi daima ezilmiş ikinci sınıf insan sayılmıştır. Kadın cinsinin ezilmesi ve cinsel olarak tecridi özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla aynı zamana rastlar.
Aile içinde mülk sahibi erkekle mülksüz kadın arasındaki çelişki, kadın cinsinin ekonomik bağımlılığı ve toplumsal hak yoksunluğunun temeli olmuştur. Kadının toplumsal ve ekonomik bağımlılığı bir kez başladıktan sonra, ailenin kutsallığı, kadının geriliği ve zayıflığı yüzyıllar boyu temel bir dünya görüşü haline gelmiş; bunun üstüne bedeni, ahlaki ve ruhi bir baskı sistemi inşa edilmiştir. Tarihle, felsefeyle, toplumbilimle, biyolojiyle desteklenen, ideolojik olarak durmadan yeniden üretilen bir sistemdir bu.
“Kadınların tarihi her şeyden evvel baskı altına almışlarının ve bunun gizlenişinin tarihidir” der, Andree Michel. Kadınlar bu tarihi süreçte, toplumdan eve, kamusaldan özele, özerklikten bağımlılığa sürülmüşlerdir. Böylece Clara Zetkin’in dediği gibi; dünya erkeğin evi, ev kadının dünyası sayıla gelmiş; iki cins dünyayı eşitlik içinde paylaşamamışlardır. Kadının toplumsal statüsü ve özellikleri doğa vergisi sayılarak insan soyunun kafasına içselleştirilmiştir. Böylece ataerkil ideoloji doğallık kılıfı ile meşrulaştırılmıştır.
Gücün ve bereketin timsali kadın, ancak mitolojik bir figür olarak korumuştur varlığını. Bütün o ana tanrıçalar; Romalı Ceres, Efesli Artemis, Frigyalı Kibele, Mısırlı Isis, Mezopotamyalı Iştar, Aztek diyarından Coatlicue egemenliklerini erkeklere terk edip yer ölçüsüne inmişlerdir. Çok tanrılılıktan tek tanrılılığa geçişle birlikte Adem’i kötü yollara düşüren, cennetten kovduran, şeytanın her an kandırılabileceği Havva’nın kızları olmuştur kadınlar. Hekim kadınlar gün olmuş Ortaçağ’da cadı diye yakılmışlardır. Ve bazılarının şahitliği günümüzde hala caiz değildir.
Özel mülkiyet sisteminin tesis edilmesinden bu yana kadınlar, toplumun onlara yüklediği rolden ötürü doğumdan ölüme, savaş zamanında olduğu kadar barış zamanında da; devlet, toplum ve ailelerinin ellerinde şiddet ve ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Birleşmiş Milletler tarafından Pekin’de Eylül 1995’te yapılan 4. Dünya Kadın Konferansı Eylem Platformu ve Pekin Deklarasyonunda yer alan metinde: Kadının fiziksel, cinsel veya psikolojik zarar görmesi ile veya acı çekmesi ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel olan, bu tip hareketlerin tehdidini, baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren ister toplum önünde ister özel hayatta meydana gelmiş olsun, cinsiyete dayalı her türden şiddet, kadına yönelik şiddet olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi kadına yönelik şiddet fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik olabilmektedir.
Şiddetin kaynağı, cinsler özelinde güçlünün güçsüze iktidarını kabul ettirmek, bu iktidarı sürdürmek veya perçinlemek amacı ile uyguladığı her türlü baskıdır. Kadına yönelik şiddet, diğer şiddet ve tahakküm biçimleriyle iç içe geçerek her toplumsal evrede kendini yeniden üretmektedir. Bu nedenle cinsiyetçi ataerkil bir tahakküm biçiminin kurucu unsuru olarak kadına yönelik şiddet, ne mevcut diğer tahakküm biçimlerinden soyutlanabilir, ne de onlara indirgenebilir. Bu şiddet biçimlerinin hepsi bir arada veya tek başına; ailede, içinde yaşanılan toplumda, veya devletin kadınla ilişkisinde doğrudan gerçekleşebilir.
Kadına yönelik şiddette fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik zor kullanma iç içe geçmiştir. Aile içi şiddet ise evlilikte ırza geçme, ensest, kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi ve ayrıca zorla evlendirme gibi biçimler alabilir. Cinsel tacizden tecavüze uzanan cinsel şiddet biçimlerine, gelenek ve göreneklerden kaynaklanan ve coğrafyamızda sık görülen namus cinayetleri gibi şiddet biçimleri eklenebilir. Devletin ilişkili olduğu şiddet biçimlerinin en bilineni ise, gözaltında yaşanan cinsel taciz ve tecavüzler ile bir kirli savaş yöntemi olarak taciz ve tecavüzlerdir.
Türkiye’de; kadınların %79’u fiziksel şiddete, %52’si sözel şiddete, %29’u duygusal şiddete, %18’i ise ekonomik şiddete maruz kalmaktadır. Türkiye’de evliliklerinin ilk 3 yılında üniversiteli kadınların %73’ü, gecekonduda yaşayan kadınların %90’ı şiddete maruz kalmaktadır. Türkiye’de erkeklerin %45’i, kadının kendisine itaat etmemesi halinde “dövme hakkı” bulunduğuna inanırken, %23’ü de eşine “tecavüz” etmektedir. Şiddet gören kadınların %80’i şiddetle ilgili olarak hiçbir şey yapılamayacağını düşünmektedirler. Üstelik şiddete maruz kalan bu kadınların neredeyse yarısı da, erkeğin bu konuda haklı olduğuna inanmaktadır.
2004’te Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun yaptırdığı bir araştırma sonucuna göre, ailelerin yüzde 34’ünde fiziksel şiddet, yüzde 53’ünde sözlü şiddetin uygulandığı ve ev içi şiddetin yoğun olarak yaşandığı açıklanmıştır. Bu ankette evli kadınların %39’u kocaya karşılık verme, yemeği yakma; %27’si parayı gereksiz yere harcama, %23’ü çocuk bakımını ihmal etme gibi durumlarda bir kocanın karısını dövmesini haklı bulmaktadır. Öte yandan 15-44 yaşlan arasındaki kadınlarda evdeki şiddet, en önemli yaralanma nedenidir.
1985 yılında “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni imzalayan Türkiye, bu sözleşmenin gereklerinin pek çoğunu yerine getirmemiştir. Türkiye’de kadınlar ailenin bir parçası, çocukların annesi, bir erkeğin karısı veya birinin kızıdır; ama bağımsız bir birey değildir. Kendi bedeni üzerinde söz hakkı olmayan kadınlar, ailenin namusu ile özdeşleştirilmiştir ve kendisinden mutlak itaat beklenmektedir. İtaat ettiği sürece sorun yoktur. Başkaldırdığı zamansa en temel hakkı olan yaşam hakkı dahi elinden alınmakta, “namus” veya “töre cinayeti’nin kurbanı olmaktadır.
Namus ve kadın cinselliğinin özdeşleştirilmesinin bir sonucu da, bekâret kontrolüdür. Bekaret kontrolü, bizzat yasalar marifetiyle ve devlet eliyle uygulanan bir cinsel taciz biçimi sayılmalıdır. Namus, temizlik kavramını da kapsadığından ve önce aileye, sonra kocaya ve daha sonra devlete ait olan kadın bedeni, meta değişimi sırasında “temiz” ve “el değmemiş” olmalıdır. O nedenle temizliğinin, bekâretinin sıkı koruma altında olması gerekir. Kadın, eğer bakire değilse, ailenin namusu kirlenmiştir, “mal” defolu çıkmıştır. Bu nedenle evlenme vaadi ile kızlık bozmak, suçtur ama kızlığı bozan kızlığı bozulan ile evlenirse ceza verilmez. Olayın kadın mağdurunun bu konudaki iradesinin önemi yoktur.
Necla Arat şöyle diyor: “Türkçe’de İngilizce’deki “rape” karşılığı bir sözcük yoktur. Bunun için “ırza geçme” tâbiri kullanılır ki, ‘ırz’ ‘şan ve şerefnamus iffet yani temizlik’ demektir. Veya ‘tecavüz’ sözcüğü kullanılır; o da ‘ötesine geçme, sınırı aşma, atlama, saldırma, sataşma, sarkıntılık’; ‘el uzatma, başkasının hakkına dokunma’ anlamlarına gelir. Bu kavram, Türk Ceza Kanununda da ‘Adab-ı Umumiye ve Nizam-ı Aile Aleyhine Cürümler’ başlığı altında toplanmıştır. Yani bir kadına cinsel saldırıda bulunulduğu zaman aile düzeni bozulmuş olur, genel adab bozulmuş olur ve sanık bu nedenlerle ceza alır. Kadının cinsel özgürlüğüne saldırı kavramı yoktur. Kadın için böyle bir özgürlük de düşünülmemektedir.”
Şiddet konusunda dünya kadınlarının durumu da iç açıcı görünmemektedir. Fransa’da, 18 yaşının üzerindeki 1,5 milyon kadın kocasından dayak yemektedir. Her ay 6 kadın kocası tarafından öldürülmekte, 10 kadından biri fiziksel veya psikolojik şiddete maruz kalmaktadır. ABD’de yılda 4 milyon kadın eşinden dayak yemekte; her yıl 4 bin kadın dövülerek yaşamını yitirmektedir. Pakistan’da ev kadınlarının % 99’u, çalışan kadınların %77’si kocalarından dayak yemektedirler. Kadınlara uygulanan şiddet bununla da sınırlı değildir. Yılda 700.000 kadın, yani her 6 dakikada bir kadın, tecavüze uğramaktadır. ABD’de her 1,5 dakikada, Güney Afrika’da ise her 26 saniyede bir kadına tecavüz edilmektedir.
Uluslararası Af Örgütü, geçtiğimiz yıl yayınladığı raporda, kadına yönelik şiddetin yaşamın her alanında dehşet verici oranda arttığını açıkladı. Dünyada her 3 kadından birine tekabül eden 1 milyara yakın kadının dövüldüğü, her 5 kadından birinin seks yapmaya zorlandığı veya taciz ve şiddetin bir başka şeklini yaşamak zorunda bırakıldığı belirtilen raporda, bu şiddeti yaratanların da genellikle kadının yakınındaki erkekler ya da aile bireyleri olduğu kaydedildi. Her yıl yaşlan 5 ile 15 arasında değişen 2 milyona yakın kız çocuğunun fahişeliğe zorlandığı ve kadınların fuhşa zorlanmasıyla ortaya çıkan ticaretin boyutunun yılda 7 milyar dolara kadar yükseldiği kaydedildi.
Öte yandan İnsan Hakları izleme Örgütü (HRW), Endonezya’da ev işlerinde çalıştırılan yüz binlerce kız çocuğunun fiziksel ve cinsel istismarın yanı sıra, ucuz işgücü olarak sömürüldüğünü açıkladı. Çocuk işçilerin İstismarı ve Sömürüsü” başlıklı bir rapor yayınlayan örgüte göre; yaşlan 12’ye kadar düşen çocuklar günde 14 ila 18 saat, haftada yedi gün çalıştırılıyor. Bu durumda bulunan kız çocuklarının sayısı 640 bindir.
Uluslararası Göç Örgütü’nün raporu, yaklaşık 1000 Tacikistanlı kadının Ortadoğu ve Rusya’da satıldığını ortaya koydu. İş bulma vaadiyle kandırılan Tacikistanlı kadınların fahişe ya da hizmetçi olarak pazarlandığını belirten Uluslararası Göç Örgütü raporu, Tacikistan ve diğer Orta Asya cumhuriyetlerindeki işsizlik ve kıtlığın insan kaçakçılığına yol açtığını da ifade etti. Rapora göre, kandırılıp kaçırılan Tacikistanlı kadınların yüzde 58’i Birleşik Arap Emirliklerinde, yüzde 29’u Rusya’da, geri kalanı da Suudi Arabistan, Suriye, Iran, Pakistan, Türkiye ve Macaristan’da satılıyor. İş bulma vaadiyle kaçırılan kadınların, yasadışı insan kaçakçılığı yapan örgütlerin elinde çaresiz kaldığı, zorla hizmetçilik ya da fahişelik yapmaya mecbur bırakıldıkları bildirildi. Kaçırılan kadınların kendilerine ve ailelerine zarar verilmesi tehdidiyle karşı karşıya kaldıkları, üstelik zorla yaptıkları işlerden kazanılan paralara da el konduğu ifade edildi.
Militarizm ve kadın
İnsanlığın 5500 yıllık gelişim tarihinde, 15 bin savaşta yaklaşık 4,5 milyar kişi yok oldu. Günümüz dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasını ifade ediyor bu rakam. Daha sonra Nazizme karşı mücadeleye dönüşen İkinci Dünya Savaşı ise her ulustan 52 milyon insanın ölümüne yol açtı. Ki, bu rakamın 20 milyonu Sovyetler Birliği yurttaşlarına aittir. Bu savaşta sakat kalan insan sayısı ise 34 milyon kişidir.
Savaş yalnızca ölüm demek değildir elbette. Savaş işsizliktir, açlıktır, ırkçılıktır, halkların arasında körüklenen düşmanlıktır, kadınların ve çocukların aşağılanmasıdır, tecavüzdür, fahişeliktir. Geçtiğimiz yıllarda Japon Tarih profesörü Yoshiaki Yoshimi, askeri arşivleri tarayarak, Japon Kraliyet Ordusu’nun savaş sırasında çoğunluğu Koreli, Taylandlı ve Filipinli 200.000 kadar genç kızı fahişeliğe zorladığını ortaya çıkarmıştı. Japonya, İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği topraklardaki askerleri için “askeri genelevler” kurup, buralarda Kore ve Tayland’dan ve bir miktar da Japonya’dan “topladığı” kızları zorla çalıştırdığını kabul etti. Faşizminin ve emperyalizmin kirli yüzü böylece bir kez daha belgelenmiş oldu.
ABD emperyalistlerinin kendi Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etmelerinden bu yana, militarizm ve kadına yönelik şiddet ilişkisini kurmanın aciliyeti artmaktadır. Bu bağın kavranması tüm kadınların yaşadığı şiddet kuşatmasını kırmak bakımından da önemlidir. Kadınların belirli bir tarza göre toplumsallaşması ve bu toplumsallaşmanın daha sonra onlarla karşı, hatta hedef alman topluma karşı bir aşağılama aracı olarak kullanılması, kadına yönelik saldırının özünü oluşturmaktadır.
Emperyalizm, sömürgeleştirmek için daima “öteki”ne gerek duyar. Bu, onun eylemini meşrulaştırmanın bir aracıdır. Ve ırkçılıkla işlevselleşir. Öteki egemenlik altına alınır, kendi talebi dışında “korunur” ya da yok edilmesi uygun görülür. Kadın, ötekiler içinde bir ötekidir. Militarizm kadınların ve dişiliğe ilişkin kavramların erkekler tarafından kullanılması gereken araçlar olduğu varsayımına dayanmaktadır. Kadınlar, bu durumda kadın kimlikleri özellikle eş ve anne rolü kullanılarak, bedensel ve ruhsal şiddete maruz kalırlar.
Çünkü pek çok kültürde annelik kutsaldır. Ve kadın, erkeğin mülkü sayılır. Bir kadın tecavüze uğradığında hem mensubu olduğu grubun/topluluğun ya da ulusun kutsal değerlerine, hem de mülk sahibi erkeğin erkekliğine fiili bir saldırıda bulunulmaktadır. Bu şekilde kadının “kutsallığına” yöneltilen saldırı, gerçekte bir halkı aşağılamanın ve köleleştirmenin yolu olarak görülmektedir.
Sırf bu yüzden bile kadınlar, savaşın bilinçle seçilmiş hedefleri arasındadır.
Kadınlar, köleleştirilecek ve saldırılabilecek leke sürülecek, erkeklerin korumasına muhtaç bir mülk olarak görüldüklerinden, baskı altında tutulmak isteten bir halkı, ötekini, düşmanı aşağılamanın küçük düşürmenin ve “kadınlaştırmanın” bir aracı haline gelir. Amerikalı işkencecilerin Ebu Garib’te Iraklı erkeklerin başına kadın iç çamaşırı geçirmeleri sadistliklerinden değil, eylemlerinin, uyguladıkları bilinçli psikolojik savaş taktiklerinin bir parçası olmasındandır.
Kadınlara yönelik şiddetin emperyalist saldırganlar ve militarist güçler tarafından nasıl azdırıldığını anlamak için araştırmacı olmaya gerek yoktur. ABD’nin Yugoslavya ve Somali operasyonları ve son Irak işgali yeterince aydınlatıcıdır. Kadına yönelik şiddet ve aşağılama bir kez gündemleştiğinde yalnız çatışma ve işgal sırasında değil, sivil hayatta da etkinliğini sürdürür. Kirlilik bulaşıcı hale gelir. ABD askerleri işgal sırasında Irak’a Türkiye üstünden gitmeyi planladıklarından, Türkiye’de toprak kiralamaya başlamışlardı. Bu yörelerde “genelevlerin” kurulmasının da hazırlığın bir parçası olduğu, ana akım medya tarafından haber olarak yansıtıldı.
ABD’nin caydırıcılığı esas alan yeni savaş konseptinin bir parçası olarak dünyanın her köşesine yaydığı askeri üsler, aynı zamanda askerlerin cinsel gereksinimleri ve konuşlanılan ülkenin bu gereksinimleri karşılama kapasiteleri bakımından da bir dizi varsayımlar toplamıdır. Uluslararası Af Örgütü’nün son yayımladığı rapor, üsler bölgesinde fuhuş sektörünün hızla geliştiğini, bölgeyi denetleyen askeri gücün dolaysız, tam ve açık desteğinin söz konusu olduğunu, hatta bizzat onlar tarafından yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir. Üsler yalnız emperyalist yayılmacılığı gözetmemekte, ataerkilliği de güçlendirmektedir.
Ataerkilliğin egemen olduğu dönemden bu yana kadınların savaş ganimeti olarak görüldüğü bilinmektedir. Antik mitoloji bu tür öykülerle doludur. Günümüzde de durum, antik çağı aratmamaktadır. Raunda da etnik soykırım sürecinde en az 250.000 kadına tecavüz edildiği bilinmektedir. Bosna’daki etnik temizlik kampanyasının bir parçası olarak 20.000 kadın tecavüze uğramıştır. Kongo’da binlerce kadın ve çocuk, toplu tecavüz kurbanıdır. Ancak insancıl müdahaleciler ve kurtarıcılar da, iç savaşta yapılan vahşeti aratmamaktadır. Af Örgütünün yayınladığı bir rapor işte böyle bir gerçeğe denk düşmektedir.
6 Mayıs’ta yayınlanan 56 sayfalık rapor, NATO’yu, Kosova’daki beyaz kadın ticaretini desteklemekle suçlamaktadır. Bölgedeki NATO Birliği ve Birleşmiş Milletler yönetimi mensuplarının en üst düzeyde karıştığı bir köle ticaretinin söz konusu olduğunu bulgulamaktadır. Yaklaşık 2000 kadın, tıpkı İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Koreli ve Taylandlı kardeşleri gibi fuhuş sektöründe yer almaya zorlanmışlardır. Bunların üçte bir 14 yaşın, yüzde 80’i de 18 yaşın altındadır. 1999’daki NATO müdahalesi öncesinde bölgede 19 genelev varken, bu sayı müdahaleden sonra hızla artmış, 2004 yılma gelindiğinde bölgedeki genelev sayısı 200’ü bulmuştur.
Doğu Avrupa’nın her yerinden gelen kadınlar, Kosova’da silahlı adamlar tarafından seks kölesi olarak kullanılmaktadırlar. Beyaz kadın ticaretinin işçileri ise Moldavya, Ukrayna, Rusya, Romanya ve Bulgaristan’dan gelenlerdir. Bu ülkelerdeki ekonomik krizden kaçmak isteyen kadınlar, Kosova’da Arnavut mafyasının eline düşüyor. Örneğin Bulgaristan’da ilanlarla kadınlara batılı ülkelerde garson ve dadı olarak çalışma imkanı sunulduğu duyuruluyor ve bir cep telefonu numarası veriliyor. Kadın bir kez arayıp iş başvurusu yaptığında da, kendini çok farklı bir yerde buluyor.
Büyük bir beyaz kadın ticareti merkezi haline gelen yörede, bu ticaretin geçiş yolları NATO’nun Barış Gücü Görev Bölgesidir. Burada görev yapan askeri ve sivil yetkililerin cezai muafiyeti vardır. Kadınlar fuhşa zorlanmak için işkence görmekte, tecavüze uğramakta ve dayak yemekte, “sahipleri” tarafından hapsedilmektedir. Müşterilerin çoğunun ordu mensubu olması ise hiç şaşırtıcı değildir. Kadınların satış fiyatı 60 dolardan 2000 dolara kadar değişmekte, şiddet ve tecavüz bir denetim ve baskı biçimi olarak kullanılmaktadır.
Müşterilerin NATO ve Barış Gücü mensupları olması bile, kadınlara yapılan eziyete göz yumulması için yeterlidir. Seks kölesi olarak kullanılan bu kadınlar mahkemeye çıktıklarında, bu sözde “kurtarıcılar” tarafından “kaçak göçmen” olarak suçlanıyorlar. İşleri NATO Birlikleri, Barış Gücü görevlileri ve polis yetkililerine hizmet vermek olduğu için, işlevsellikleri onlar tarafından böylece muhafaza ediliyor. İşte, serbest pazar ekonomisi kadınları böyle özgürleştiriyor! Barış Gücü askerlerinin kuşkusuz ilk vukuatı değil bu. Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerlerinin yakın geçmişte Kamboçya’yı, neredeyse askerlerinin cinsel gereksinmelerine yanıt veren bir açık geneleve dönüştürdükleri bilinmektedir. Amerikalı ve Belçikalı askerlerin Somali’deki vukuatları da, zamanında günlük basında geniş yer bulmuştu.
Askeri eylemlerin bir yönü tecavüz ve saldırı ise diğer yönü fuhuştur. Kadını aşağılamanın askeri eğitimin bir parçası olması bir yana, pornografi ve fuhuş, askerlerin resmi eğlence biçimi olarak onay görür. Seks piyasası askeri bölgelerde bizzat cesaretlendirilir. Naziler, toplama kamplarının hemen bitişiğinde “evler” açmışlardı. Genç ve güzel tutsakları burada istihdam ediyor, hamile kalanları ise hemen öldürüyorlardı. Kosova’da olup bitenler bundan çok da farklı bir şey değildir. Kadınlar; iş vaadiyle yanıltma, aileleri tarafından satılma, kaçırılma benzeri yollarla seks köleliğine zorlanmaktadırlar. Militarizm ve cinsiyetçilik birbirini beslemektedir.
İkincil Zarar
1993’te gerçekleştirilen Somali’ye “insani yardım” operasyonu sırasında Barış Gücü askerleriyle fuhuş yaptığı iddia edilen Leyla adlı genç kadın, linç edilmekten son anda Fransız askerlerince kurtarılmıştı. Daha sonra kurtarıcılarınca da tecavüze uğradığı iddia edildi. Daima savaşın ganimetleri olarak düşünülen kadınlar, üstü örtük “ikincil zarar” ifadesinin altında görünmezleştirilmişlerdir. Zorunlu savaş zayiatı ve yan hasar sayılmışlardır. 2003 gibi yakın bir tarihte BM, Demokratik Kongo Cumhuriyetindeki savaş boyunca binlerce kadın ve kız çocuğunun tecavüze uğradığını belirtiyordu.
Grup tecavüzleri o kadar yaygın ve vahşiydi ki, doktorlar, vajinal tahribi savaşla ilgili suçlar içinde sınıflandırmaya başladılar.
Askeri eğitim çoğunlukla kadına yönelik düşmanlığı ve kadınları aşağılamayı teşvik eder. Toplumsal cinsiyete dair hakaretleri kullanmak, erkekleri hem kendi kültürlerindeki kadınlara karşı, hem de “öteki” kültürün kadınlarına karşı saldırgan davranma yönünde motive eder. Pornografi ve fuhuş her zaman için askerlerin gayri resmi bir şekilde onaylanmış eğlence biçimleridir. Fuhuş, erkekleri mutlu etmek için kullanılan, her zaman hiç dillendirilmeyen bir askeri politika olmuştur. Gelişmesi için izin verilmiştir ve cesaretlendirilmiştir. Kadın ticareti güzergahlarının askeri karargâhların yanına kadar genişleyebilmesi sürpriz değildir. Filipinler ve eski Sovyetler Birliğinden 5000’den fazla kadın, 1990’ların ortalarında Güney Kore’de, özellikle Birleşik Devletler askeri üsleri yakınlarındaki barlarda “eğlendirici”ler olarak çalışmak üzere satılmıştır.
Emperyalizmin olmazsa olmaz parçası militarizmi insanları, şiddeti ve ataerkini norm alarak toplumsallaştırmaktadır. Öte yandan, ekonomik olarak emperyalist kontrol altındaki toplumlar açısından din ve geleneklerin kadın üzerindeki baskıyı azdırdığı da bir gerçekliktir. Militarizmin etkin olabilmesi için kadın her koşulda “kadın” gibi davranmaya zorlanmakta, “öteki” olmanın bedeli daima kadınlar tarafından ödenmektedir. Bu durumda emperyalizme ve savaşa karşı mücadelenin, emperyalizm bakımından verimli olan cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyle birleştirilmesi gerçeği kendini dayatmaktadır. Namus ve onuru erkeklerin tekelinden almak, onları ne olduklarını adlandırmaya zorlamak gerekmektedir. Bilinmelidir ki, kadınlara yönelik militarist şiddet, erkeklik unvanının kadını mülk sayan bu zehirli yönünden güç almaktadır. Görüldüğü gibi emperyalizme ve militarizme karşı mücadele, aynı zamanda cinsiyetçiliğe karşı mücadeledir. Kadının ulusal, sınıfsal ve cinsel kurtuluşu iç içe geçmiştir. Emperyalist ahlakı kadını her biçimde baskı altına alma ve saldırganlık şekillendirmektedir. Emperyalizmin yenilgiye uğratılması politik ve fiili olduğu kadar, cinsiyetçi zihniyete karşı bir iç mücadeleyi de zorlamaktadır. Emperyalizmin ve kapitalizmin yenilgiye uğratılması için, onlar bakımından işlevsel olan cinsiyetçi işleyişin de alt edilmesi gerekmektedir. Bu yapılamazsa mücadeledeki her kazanım geçici olacaktır.
Uluslararası Af Örgütü’nün kadına yönelik şiddetle ilgili raporunu açıklayan Genel Sekreter Irene Khan, “Çatışmalarda kadına yönelik şiddet ‘doğal’ olarak gelişmez, emredilir, uygulanır veya göz yumulur. Bu şiddet ısrarla sürmektedir çünkü suç işleyenler, bu nedenle başlarının ağrımayacağının, cezalandırılmayacaklarının farkındadır” demektedir. Rapor, Kolombiya’dan Irak’a, Sudan’dan Çeçenya’ya, Nepal’den Afganistan’a ve otuzun üzerindeki diğer ülkede süren çatışmalarda kendini sürekli gösteren sistematik bir ihlali ortaya koymaktadır. Verilen sözlere, sözleşmelere ve yasal mekanizmalara rağmen kadın ve kız çocukları şiddette maruz bırakılmaktadır.
Tüm bunlara ilaveten, evlerini terk edip kaçmak zorunda kalanlar da kadınlar ve kız çocuklarıdır. Yaşlı ve yaralılara bakanlar, su ve yiyecek bulmak zorunda olanlar kadınlardır. Tüm bu görev ve ortamlar, kadınları daha fazla tacize uğrama riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Afganistan, Irak, Somali, Kosova iyi bilinen örneklerdir. Tecavüz kurbanları yaşadıkları psikolojik ve duygusal travma yanında, olay sonucu sağlıklarını da yitirmektedir. Kadınlar HIV/AIDS riskiyle karşı karşıya kalmanın yanında, tecavüz kurbanı olduğunun bilinmesi halinde aileleri ve toplumdan dışlanacaklarından da korkmaktadırlar
Savaşın bir sonucu olarak göç olgusu da en çok kadını etkilemektedir. Bir çok kadın için savaş bölgelerinden kaçmanın güvenli bir yolu bulunmamaktadır. Göç etmek zorunda kalan mülteci kadınlar, kamplarda cinsel ve fiziksel baskı ile karşılaşmaktadırlar. Yıllardır yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kalan kadınlar, geldikleri yerlerde kendilerine tamamen yabancı olan bir yaşam tarzı, kültür ve geleneklerle karşılaşmakta, bu da aidiyet duygusunun yitimine ve yabancılaşma başta olmak üzere ekonomik, fiziksel ve psikolojik pek çok soruna neden olmaktadır.
Kirli savaş yöntemi
Cinsel taciz ve tecavüz, en bilinen kirli savaş yöntemlerinden biridir. Eğer yaşadığımız topraklardan örneklersek; 15 yıl boyunca süren çatışma döneminde Kürt kadınları şiddete maruz kalmış, göçe zorlanmış, faili meçhul cinayetlerde eşini ve hayatını kaybetmiştir Yerinden yurdundan edilmiş göz, altında işkence görmüş, cinsel taciz ve tecavüze uğramıştır. Tecavüz sonucu hamile kalmış, hamile iken öldürülmüş, uğradığı şiddet sonucu intihar etmiş veya intihara zorlanmıştır. Batman’da yaşanan intihar vakaları dinsel ve ataerkil baskı yanında kirli savaşın getirdiği bir sonuçtur. Kürt illerde artan ve el altından desteklenen fuhuş sektörü, kirli savaşın bir parçası sayılmalıdır. Kürt kadınları hem cinsel, hem ulusal baskıyı aynı anda yaşamaktadır. Köy meydanlarında ölüsü ve dirisi ile çırılçıplak dolaştırılarak teşhir edilen de bu kadınlardır, töre ve namus adına burnu kesilen ve öldürülen de.
Kirli Savaş’m tecavüz mağdurları; Ş.E’nin, Şükran Aydının ve Hanım Baranın öyküsü hafızalarımızda henüz taptazedir. Ş.E, Mardin Ağır Ceza Mahkemesinin aralarında rütbelilerin de bulunduğu 405 asker hakkında açtığı davanın “mağduru” olarak biliniyor. İlk kez 1993 Kasım’ında göz altına alınıyor. İşkenceden geçiriliyor. Onu bir araba lastiğinin içine koyup, ellerindeki sopayı cinsel organına sokuyorlar. Daha sonra defalarca tecavüz ediyorlar. Gözaltı sonrası tutuklanması bile istenmeden serbest bırakılıyor. Dört ay sonra evi basılarak tekrar gözaltına alınıyor. Bu kez 15 gün süreyle tecavüze uğruyor. Olanları anlatmaya kalkarsa kız kardeşlerini de aynı muamelenin beklediği tehdidiyle gene salıveriliyor.
Yaklaşık dört ay sonra bu kez tarlada çalışırken geliyor gözaltı. Köydeki boşaltılmış evlerden birine sokuluyor. Dayak yiyor, ağzına tuz dolduruluyor. “İri yeşil gözleri olan bir subay vardı. Beni çırılçıplak soyup üzerimden geçti. İşini bitirdikten sonra oradaki askerlere dönüp; ‘Siz de serbestsiniz’ deyince bu kez de onlar üzerime saldırdı. Bayılana kadar dört kişi daha tecavüz etti" diye anlatıyor yaşadıklarını. Sonra silah dipçiğiyle dövülüp öldü sanılarak oracıkta bırakılıyor. Babası “yardım ve yataklıktan" tutuklanan Ş.E’nin, annesi de tecavüz mağduru.
Ş.E. tüm yaşadıklarını, daha sonra kaçmak zorunda bırakıldığı Almanya’da, “Kadına Yönelik Devlet Kaynaklı Şiddet” konulu panelde açıklıyor. Devlete karşı mücadelesi ondan sonra başlıyor. Zamanın Derik Karakol Komutanı, tecavüz ve işkenceden sabıkalı Musa Çitil. Karakolda askerlerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için mutlaka göz altına alınmış bir kadın kurban bulundurduğu yollu yoğun iddialar var hakkında. Kendisi tescilli bir işkenceci. Ve; “Solcu diye, Kürt diye, yoksul diye, fahişe diye, kocasının karısı diye, onun yeğeni bunun baldızı diye ve daha bütün insanlık hallerini sıralarsak onlar diye, her şeyden geçtim; kadın diye, ‘kirletilmek fiiliyle’ peçelenmiş yüzlerce kadın var bu coğrafyada.
Emperyalist Sömürgeci Söylem Ve Kadın Hakları
Küresel kapitalizm koşullarında kadınlar her zamankinden daha fazla şiddete ve sömürüye maruz kalıyor. Bu durum, kadınları eylemliliğe ve yeni örgütlenmeler yaratmaya zorluyor. Hal böyleyken başta ABD emperyalistleri, kadın olmaya değin hakları ve kadınların ezilmişliğini, saldırganlıklarını gerekçelendirmek amacıyla kullanmaktan çekinmiyorlar. Özellikle Afganistan ve Irak’ta yaptıkları budur. Tipik olan, “kadın hakları” söyleminin sömürgecilik bakımından bu tür işlevselleştirilmesidir. Üstelik sömürgeciler. barbarlar neredeyse alt-insanlar karşısında uygarlık taşıyıcı bir misyon üstlenilmiş oluyor böylece. ABD Ekim 2001’de Afganistan’ı bombalamaya başladığında, Afgan kadınları üzerindeki baskı, Taliban rejimini yıkmak bahanesi öne sürülerek bombalamayı haklılaştırmak için kullanıldı. Bombalamadan 5 hafta sonra ABD Başkanının eşi Laura Bush;
“Afganistan’daki son askeri kazanımlarımızdan dolayı kadınlar artık evlerine mahkum değil.
Terörizme karşı savaş, aynı zaman da kadın haklan ve kadın saygınlığı adına yapılan bir savaştır" dedi.
George. W. Bush ise Afganistan işgal edildikten yaklaşık 3 ay sonra yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında; “Bu senatoda en son buluştuğumuzda Afgan anneler ve kız çocukları kendi evlerinde birer esir durumundaydılar, çalışmaları ve okula gitmeleri yasaktı. Bugün ise kadınlar özgür...” diye konuşuyordu. Ve bundan yaklaşık 11 ay sonra Amerika’nın eylemini şöyle savunuyordu; “Afganistan’a insanları özgürleştirmek için girdik; çünkü biz özgürlüğe inanıyoruz. Bize göre herkesin hayatı önemlidir, değerlidir. Bu nedenle, uzun yıllar zorbalığa ve baskıya maruz kalmış insanlara kendilerini toparlamaları için yardım ediyoruz. Demokratik geleceğine sahip çıkması için Afganistan’a destek oluyoruz.” Afganistan’ın her karesini sivil-askeri hedef ayırımı yapmadan bombalama emri veren adamdı, bu sözleri söyleyen.
11 Eylül’le tetiklenen son Afganistan müdahalesi böylece El Kaide bahanesi ile bir cezalandırma operasyonu olmasının yanında, kadınların kurtuluşuna ve özgürleştirilmesine dayandırılan bir emperyal müdahale olmuştur. Buna dayanarak kurgulanan insani propaganda sayesinde işgalci emperyalist güçler, yerel diktatörlükler ve gerici rejimlerle yüzeysel olarak eşitlenmekte, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı hiçe sayılarak sömürgeleştirme meşrulaştırılabilmektedir. İnsan haklan ve özel olarak da kadın hakları retoriği, özellikle Batı dünyasındaki sessizlik ve suç ortaklığına gerekçe olabilmektedir.
Oysa kazananlar, hep aynı Amerikan kökenli tekellerdir. Bolivya’da suyu özelleştiren ve yağmur sularının bile toplatılmasını yasaklatman Bechtel, Irak’ta da büyük ihaleler üstlenmiştir. Afganistan’da adını sıkça duyduğumuz Halliburton, Exxon-Mobil şimdi Iraktadır. Ve Hamid Karzai petrol şirketi temsilcisiyken, Afganistan’a başbakan atanmıştır. Tüm bu insan haklan, kadın özgürlüğü, demokrasi savunuları emperyalist çıkarı gözden gizlemek içindir.
Bugün kadınların özgürleştirilmesinden dem vuranlar, dün komünizme karşı İslamcı akımları örgütlemiş olanlardır. Bugün “burka” ve “çador” gibi simgeler seçerek örtünmeye karşı çıkmak ya da kadının yönetim kademelerinde temsili işgal bölgelerindeki kadın sorununun çözümü olarak görülüyor. Ve sözde Hükümet Dışı Örgütler (NGO) saflarındaki kadınlar, bu ideolojik meşrulaşmayı güçlendirip, Leyla Ahmed’in deyişini ödünç alırsam; bir tür sömürgeci feminizmi güncelleştiriyor. Örneğin bunlardan biri Natasha Walter, Afganistan’ın geleneksel Loya Jirga (Büyük Konsey) danışma toplantıları sırasında dinlediği kadınlardan söz ettikten sonra; “Afganistan’daki savaşı hiç bir zaman desteklemediğim halde, bu kadınların anlattıklarını duydukça, gerçek iyiliğin terörden çıkabileceğine inanmaya başladım” diyebiliyor.
Taliban’ı destekleyen, Afganistan’daki din savaşını örgütleyen Amerika değilmiş gibi, mütevazı bir dille, kendilerine yapılan kötülükten bir iyilik doğduğuna inanmamızı istiyor. Halbuki, Afganistan’da kurulan laik solcu hükümet, kadınlarla ilgili tüm eşitlikçi yasaları kabul etmişti. Ve ABD tarafından Pakistan aracılığıyla desteklenen, bizzat Pakistan ordusu tarafından yönlendirilen Taliban başkent Kabil’e girmeden önce; doktorların yüzde 40’ı, öğretmenlerin yüzde 70’i, devlet memurlarının yüzde 50’si kadınlardan oluşuyordu.
Şimdi ise işgal altındaki ülkenin kadınları açtır, yoksuldur, fahişelik artmış, tecavüz ve şiddet üst boyutlara ulaşmıştır. Ellerine kamera verilip film çektirilen birkaç kadın, televizyonda başı açık haber sunan bir spiker, kadınların özgürleştiğinin işareti olarak vitrine çıkarılmaktadır. Oysa Afganistan, şimdi ABD’yle işbirliği yapan eski tecavüzcü savaş ağalarının elindedir. Ve onların durumunu, bir Sivil Toplum Örgütü çalışanının, Uluslararası Af Örgütü temsilcilerine söylediği şu sözler çok iyi anlatmaktadır: “Taliban döneminde bir kadın markete giderse ya da bedeninin bir yeri görünürse kırbaçlanırdı, şimdiyse tecavüze uğruyor.” Durum budur.
Iraklı kadınlar konusunda yazan feminist yazar Lesley Abdela, konuyla ilgili yazısına; “Basra’nın kurtuluşunun hemen sonrasında” diye başlıyor: İşgali “kurtuluş” gören bir mantığın, Iraklı kadınların haklarından söz etmesinin değeri ne olabilir? Üstelik aynı kişi besbelli Somali, Sırbistan, Kosova ve diğer emperyalist saldırıya uğrayan ülkeler “kurtarıldıktan sonra” da kadın hakları konusunda çaba harcamıştır. Oralardaki deneyimlerinden ve kadın yöneticilerin yokluğundan ötürü hayal kırıklığını yazıyor. Ülkenin geleceğine bir yerli Bush yerine, bir yerli Condeleaza Rice hükmedince kadınların yaşamı değişecekmiş gibi! Ebu Garib Cezaevindeki kadınların durumunun üstü Irak Hükümetindeki kadın bakanlar tarafından özellikle örtülmemiş gibi...
Ünlü Mısırlı feminist yazar Neval Al Saadavi’nin, işgalden 1 yıl sonra El Hayat gazetesinde bir yazısı yayınlanmıştı. Afganistan ve Irak işgalinde emperyalizmin rolünü ortaya koyduktan ve savaş koşullarında her yerde en çok zarar görenin kadınlar olduğunun altını çizdikten sonra, Iraklı kadınların kendine yazdığı bir mektuptan söz ediyordu. Çalışmak zorunda olan eğitimli kadınlardı bunların bir kısmı, bir kısmı da yoksul işçi kadınlar. “Bizler bugün iki ateş arasındayız, ABD terörü ve yabancı işgalin cesaretlendirdiği İslami grupların terörü: Namlular her iki taraftan da göğsümüze çevrilmiş durumda. İşgal ordusu halkçı direnişi bastırmak için, terörist İslami gruplar ise ahlak ve iffet adına öldürmekte bizleri” diyorlardı.
Çalışmak zorunda olan bu kadınların evlere dönmesini ve çadorla örtünmesini istiyor İslamcı gruplar. “Bizler eğitimli, fakir Iraklı kadınlarız. Ekonomik ambargo altında, Baas rejiminin gölgesinde, Saddam rejimi altında fakirliği ve açlığı yaşadık; ancak hayatımızda bugün yabancı işgalin, dini terörün gölgesinde yaşadığımız gibi bir kahır görmedik. Bizler Iraklı kadınlar, hiçbir iletişim aracına sahip olmadığımız için sessizce yaşayıp ölmekteyiz” diye yazmışlardı Saadavi’ye. Iraklı kadınlar bugün çocuklarını korkutmak için; susun, yoksa Amerikalıları çağırırız, diyorlardı.
Kosova’dan Sırbistan’a NATO askerlerince desteklenen kadın ve çocuk ticareti ve şiddettir, işgallerden geriye kalan. Kadın haklarının iktidar sahipleri tarafından her zaman ve her isteneni meşrulaştırmak adına politik olarak maniple edildiğini görmek gerekmektedir. Ne Afgan kadınların, ne de Iraklı kadınların kurtarılmaya ihtiyaçları yoktur. Batı medyasında kurtarıcısını bekleyen zavallılar olarak resmedilmeleri de ideolojik bir yönlendirmedir. Afgan kadınların o vakitler Amerika desteklediği için mollalar rejimi tarafından recm edilişleri, eve kapatılışları “iç işleyiş” olarak görülüyor ve haber değeri taşımıyordu. 11 Eylül 2001’den önce Afgan Kadınları Devrimci Birliği (RAWA) lideri Zarmeena’nın infazına ait görüntüler CNN, BBC, ABC ve diğerlerine verildiğinde, görüntüler şok edici bulunarak yayınlanmamıştı.
Daha önce yayınlanamayan bu görüntüler RAWA’nın elinde bulunan ve Batılı feminist gruplara ulaştırılan Taliban’a ait taciz fotoğrafları daha sonra izinsiz olarak her biçimde kullanıldı. El ilanı olarak çoğaltıldı, hatta ABD savaş uçakları tarafından Afganistan’ın her yerine atıldı. Çünkü artık sorunu Afgan geleneklerine bağlamanın zamanı geçmişti. Yine de ne Afgan kadınlar, ne de Iraklı kadınlar gösterilmek istendiği gibi asla sessiz kurbanlar olmadılar. Mücadele ettiler ve etmektedirler. İşgalcilerden umdukları hiçbir ihsan yoktur. Gölge etmemelerinden başka!
Cinsiyetçilik her zaman olduğu gibi egemenlerin elinde işlevsellik kazanmaktadır. Emperyalistlerin yaptığı da budur. İşgali ve zorbalığı kadınlar sayesinde “insanilik” örtüsüyle kapatmak istemektedirler. Örtüyü kaldırmak ve bütün gericiliklere karşı mücadele etmek gerekmektedir. Emperyalistlerin sözde feminist ve sivil toplumcu maskeleri düşürülmeli ve gerçeğe çıplak gözle bakılması sağlanmalıdır. Zafer ancak, kadınların ve erkeklerin toplumsal ve sınıfsal eşitlik için mücadele ortaklığıyla gerçekleşecektir. Türk ve Kürt kadınları açısından da durum budur.
Amerikalı işgalcilerin Ebu Garip Cezaevindeki Iraklı tutsaklara yaptığı işkenceler tüm dünyada duyulduğu sırada, tecavüz mağduru Nur adlı çocuk yaşta bir kadının çığlığı da ulaşmıştı dışarıya. “Halkıma, Ramadi’nin, Halidiye’nin ve Felluce’nin insanlarına; erdem ve onurlarını kaybetmeyen tüm dünyadaki insanlara...” diye başlıyordu mektubuna Nur. İşbirlikçileri, başta dini liderler olmak üzere kınıyor, halkına sesleniyordu: “Amerikalılar, Ebu Garip’te namusunuzu her gün ayaklar altına alıyor. Mektubumu okuyanları, Allah adına; Ebu Garip Hapishanesindeki vahşiliklere dur demeye çağırıyorum. Buradaki insanlığa sığmayan işkenceleri durdurmak için sesinizi yükseltmeye davet ediyorum.”
Nur; “.burada her gün ırzımıza geçiyorlar. Vahşi kana susamış hayvanlar gibi bedenlerimize saldırıyorlar” diye haykırıyordu. Bu hapishaneye saldırın, gelin ve kurtarın bizi, diyordu: “Elinize geçen bütün silahlarla bu hapishaneye saldırın! Hem onları, hem de bizleri öldürün!!! Biz çoktan buna razıyız. Burayı yerle bir edin! Hepimizin karnında onların piçleri var! Çoğumuz hamileyiz! Biz dünden ölüme razıyız.” Ölümü isteyen bu kız, henüz çocuk yaştaydı. Yalvarıyor, ailelerimize ve ülkemize daha fazla zarar vermemek için ölmek istiyoruz, diyordu ısrarla. Bu mektubu okuduğumda içim isyanla dolmuştu. Bu utancın Nur’a değil; işgalcilere, işkencecilere, işbirlikçilerine ve susarak ortak olanlara ait olduğunu Nur’a söyleyememenin, paylaşamamanın acısı birikmişti yüreğimde
Nur, bu mektubu 10 Nisan 2004’te yazmıştı. Mektup işkence ve tecavüzlerle ilgili ilk resmi bilgileri içeren ve General Antonio Taguba tarafından Amerikan ordusu için hazırlanan gizli raporda da yer alıyordu. Raporda video görüntüleri de vardı. Video kayıtları, Amerikan askerlerini “Iraklı bir kadın mahkumla cinsel ilişkiye girerken” gösteriyordu. Amerikan muhafızlarının çıplak kadın mahkumları kameraya çektiği ve fotoğrafladığı, bu “resmi” raporla da doğrulanmış oluyordu.
İşgalciyi tüm toplumsal değer yargılarını bir tarafa bırakarak teşhir eden bu yiğit hamile kadının fiilen kim tarafından öldürüldüğü bilinmiyor şimdi. Ailesi mi, yoksa işgalciler mi? Çünkü tecavüz mağduru kadınların kimi intihar ediyor, kimi bizzat işgal güçleri, bazıları da aileleri tarafından öldürülüyordu. İşgalin faturasını da her durumda mülkle, toprakla özdeşleştirilen; sonuçta her biçimde mal olarak görülen kadınlar ödüyordu.
Nur’un mektubundan aylar sonra, Ebu Garip Cezaevinden bir başka kadının sesi daha yükseldi; “Bu zindanda gün geçmiyor ki, bu domuz ve maymunlar sürüsünün azgın şehvetleri vücudumuzu yıpratmasın. Bekaretimizi bozdular” diyordu. Ve o da tıpkı Nur gibi halkına, din kardeşlerine sesleniyordu: “Ben din kardeşiniz (Fatima), bir günde 9 kez bana tecavüz ettiler. Bu zilleti tahayyül edebiliyor musunuz? Düşünün gözlerinizin önünde kız kardeşinize tecavüz ediliyor. Niçin benim de sizin kız kardeşiniz olduğumu tasavvur etmiyorsunuz?” Fatima da işkenceyi, tecavüzü, dayağı, aşağılanmayı anlatıyordu: Fatima da Nur gibi; bırakın tankı tüfeği, bize yönelin diyordu. Utançtan kurtulmak istiyordu. Fatima’nın mektubu elimi yaktı sanki, halkların yeminli düşmanı emperyalist kapitalizm yenilmeden aşımızın, aşkımızın, sevincimizin yarım ve kirli olacağını düşündüm. Sıcak yataklardan, sevgiliye gülümsemekten, çocuğunu kucaklamaktan utanmamak mümkün müydü bunlar olup biterken?
Tecavüz ve taciz, bilinçli bir ırkçı aşağılamayla koşut gidiyor. Kadına tecavüz, ülkeye tecavüzle özdeşleştiriliyor. Irak’ta çoğu erkek tutsak gibi kadınlar da, hiçbir suçla itham edilmiş değil. Kadınlar, işgal güçleri tarafından aranan aile üyelerine karşı “pazarlık” malı olarak kullanılıyorlar. Seks kölesi yapılıyorlar. Öte yandan tıpkı Afganistan’da olduğu gibi, Irak’ta da kadınlar ve onların haklan işgali meşrulaştırmak için araçsallaştırılıyor. Afganistan’ın işgali ve iktidarın tecavüzcü savaş ağalan güruhuna teslim edilmesi nasıl kadınların kurtarılmasını sağlamak diye sunulduysa, Irak’ta da aynı “kurtarma” edimi Saddam’ın zulmüne karşı yapıldı. Bush ve Blair’in Irak için tasarladıklarının merkezinde, “kadınların durumlarının iyileştirilmesi olduğu” propagandası Sivil Toplum Örgütleri eliyle pazarlandı.
Bu öyle bir özgürleştirme operasyonuydu ki, 100.000 sivil işgalciler tarafından öldürüldü. Ve İşgalcilerin Irak’taki İnsan Hakları Bakanı Muhammed Emin’in verdiği rakamlara göre 1 milyon Iraklı kayıp. Tecavüz ve taciz, açlık ve yoksulluk yüzünden fuhşa sürüklenme, özgürlük olarak karşısına çıkarılıyor Iraklı kadınların. Emperyalist işgalin misyonerleri olan Sivil Toplum Örgütleri, kadınların özgürleştirilmesi gerekçesiyle işgali meşrulaştıracak eylemlerde bulunuyor. Sözde, Iraklı kadınlara demokratik yaşamın gereklerini öğretmek için milyonlarca dolar tutamdaki fonları devreye sokuyorlar.
Feminist Sivil Toplum Örgütü mensubu Lesley Abdela; “Irak’ı yeniden yapılandırma planlaman Irak nüfusunun yandan fazlasını dışlamasından” üzüntü duyuyordu. İşgal, onun için kurtuluş ve demokratik yeniden yapılandırma anlamına geliyordu. Lesley Abdela, kadınların bu sürece gerektiği gibi müdahil olamaması yüzünden uykusuz geceler geçirdiğini yazıyordu.
“Basra’nın kurtuluşunun hemen sonrasında, televizyonda İngiliz askeri komutanının bir grup papazı Irak’ın ikinci büyük şehrinin yönetimine yardımcı olması için atamasını izlerken; bir şeylerin bana tanıdık geldiğinin farkına vardım. Bosna, Kosova, Timor, Sierra Leone ve Afganistan’da olanların yankıları. Kadınların kendi toplumlarının geleceği üzerine yeni güç yapılarının ve tartışmalarının neredeyse tamamen dışında bırakıldığı bir ulusun yeniden doğuşunun en son örneğine tanıklık ediyordum”, diyordu Abdela, İşte sömürgeci feminizmin ta kendisidir bu! Basra sömürgeciler tarafından “kurtarılmıştır”, işgal ordularının yanı başında tıpkı klasik sömürgecilik döneminde olduğu gibi, bir papazlar ordusu vardır. Ve onları da Sivil Toplum Örgütleri izlemektedir.
Amaç, nüfusun yüzde 55’ini oluşturan kadınlara, ülkenin yeniden doğma aşamasında yardım etmektir! Onlarca STÖ bunun için faaliyet göstermekte, Iraklı kadın gruplarıyla toplantılar yapılmaktadır. Birleşmiş Milletlerin 2000 yılında aldığı 1325 sayılı karar, barışın ilanı ve inşası tartışmalarının her aşamasında kadınlara yer verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ve bunun hayata geçirilmesi için uykusuz geceler geçirmektedir Abdela ve benzeri feminist kadınlar. Nur’un ve Fatima’nın uykusuz geceleri ile onlarınki temelden farklıdır. Ve bu durumda, Saddam sonrası dönem için; “Kadınlar sürecin yalnızca seyircileri değil, tam katılımcıları olmalıdır” sözü, Fatima ve Nur’un çığlıklarına takılıp kalmaktadır. “Özgüleştirmeden" sonra Iraklı kadınların durumunu, Saddam rejimine de muhalif olduğu için Irak zindanlarında yatmış kadın yazar Haifa Zangana şöyle anlatıyor; “Güvensizlik ve kaçırılma korkusu Iraklı kadınları kendi evine hapsediyor. Elektrik ve sudan bile yoksun haldeyken, ülkelerinin Halliburton, Bechtel, Amerikan Sivil Toplum Kuruluşları, misyonerler, tüccarlar ve yerel işbirlikçileri tarafından nasıl yağmalandığını görüyorlar. Petrol yatağı bir ülkede gazyağı veya petrol almak için beş saat kuyrukta bekliyorlar; açlıktan çocuk ölümleri iki kat arttı. Yüzde 70’e varan işsizlik yoksulluğu, fahişeliği, kürtajı ve töre cinayetlerini körüklüyor.”
Özgürleşmeyi ve cinsler arası eşitliği kadınların yönetimde temsili olarak kavrayan feminist anlayış, tümüyle sakattır. Kadınların yönetime katılması, özgürlüklerin gelişmesine hizmet etmiyor. Yönetimleri daha insani kılmıyor. Fatima ile Nur’un tutsak edildiği hapishaneyi ve aralarında kadınlar da olan işkencecileri yöneten bir kadın general; Guantanamo’daki X-Ray kampını ziyaret edip pek beğenen; Janis Karpinski idi.
Irak’taki en yüksek rütbeli Amerikan istihbarat subayı olan ve esirler bırakılmadan önce durumlarını gözden geçirmekle sorumlu olan kişi,
Tümgeneral Barbara Fast’tı. Ebu Garip cezaevinde Arap erkek tutsakları boynuna tasma bağlayarak dolaştıran ve işini bir zevk haline getiren er Lynndie England ve benzerleri ise; cinselleştirilmiş ırkçılığın bir parçasıydılar. Ve 2003 Ekim’inden bu yana işgali yönetmekten sorumlu kişi yine bir kadın; Condeleezza Rice’tı.
Emperyalist ve ırkçı bir saldırının arkasında yer alarak toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele edilemez. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği için yapılan mücadele, tek başına adil ve eşitlikçi bir dünya yaratamaz. Sömürünün cinsiyeti yoktur. Emperyalizmin peşine takılmış feministlerin eylemi, niyetleri ne olursa olsun sömürgeciliğin meşrulaşmasına hizmet eder. Cinsel, ulusal ve toplumsal eşitlik mücadelesi bir bütündür. Biri eksik kaldığında diğeri geçersizleşiyor. Kız kardeşlerimiz Nur ve Fatima’nın çığlığı bize bu gerçeği bir kez daha anımsatıyor.
İşkence altında kadın
Şükran Aydın bir Kürt kadını. 17 yaşında gözaltında tecavüze uğruyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Heyetine yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “30 Haziran 1993 günü korucular ve güvenlik güçleri köyümüzü bastılar. Köy halkını meydanda topladılar. Beni, babamı ve yengemi PKK’ye yardım ettiğimiz gerekçesiyle köylülerin arasından çıkarıp gözaltına aldılar. Derik Jandarma Karakolu’na götürdüler. Gözlerimi bağladılar. “Eğer konuşmazsan sana tecavüz edeceğiz, şimdi nişanlısın, ama sana tecavüz ettikten sonra kimse seninle evlenmeyecek” dediler. Beni işkence yapılan odaya götürdüler, elbiselerimi çıkardılar. Asker olduğunu sandığım biri beni çırılçıplak soydu. Yere yatırdı. Bağırmamı önlemek için ağzımı kapadı. Sonra tecavüz etti. Ağrılar hissediyordum ve vücudumdan kan akıyordu. Üzerimi giymemi söylediler. Görebildiğim tek şey, bir askerin pantolonunu giyiyor olduğu. Üç gün sonra serbest bıraktılar. Tecavüz olayını anlatmam halinde, beni ve ailemi öldüreceklerini söylediler.” Şükran Aydın; AHİM’de Türkiye’yi işkence nedeniyle mahkum ettirdi. Şimdi evli ve çocukları var. Evlendikten hemen sonra hamile olduğunu anlıyor. Ve gazetelerin yazdığına göre, ilk çocuğunun adını Eziyet koyuyor.
Şükran Aydından Gülbahar Gündüz’e bir süreçtir bu. Ve Şükran Aydın olayı, devlet tarafından gerçekleştirilen cinsel taciz ve tecavüzün ne ilki, ne de sonuncusudur. 12 Mart, 12 Eylül rejimi ve Kürt savaşma uzanan bir çizgide işkence altında cinsel şiddet konusunda Türkiye’den de sayıyız örnek vermek mümkündür. İtirafçı işkenceci polis Sedat Caner’in anlattığı Zeynep Değirmenci’den Asiye Güzel Zeybek, Muhabbet Kurt ve Tuğba Gümüş’e sayısız genç kadın taciz ya da tecavüzü yaşadı. İşkenceci Sedat Caner, “fiili tecavüze rastlamadığını, ama cop ve şişe ile tecavüzün oldukça sık başvurulan bir yöntem olduğunu” söyledi itiraflarında. Konuyla ilgili görüşleri sorulan zamanın MDP başkam ve kontrgerillacı general Turgut Sunalp; “Koç gibi delikanlılarımız var. Ne diye cop kullanalım?” sözleriyle tarihe geçti.
1990’lı yıllarda adli suçlular da gözaltında tecavüz mağdurları arasında katıldı. 23 yaşındaki Leyla Karaluk adlı tutuklu kadına, Siverek adliyesinden Urfa Kapalı Cezaevine geri götürülürken ring aracında tecavüz edildi: Tarih 13 temmuz 1994’tü. 8 Mart 1999’da, İskenderun’da o zaman 19 yaşında olan Fatma Deniz Polattaş ve 16 yaşındaki Nazmiye Ceren Salmanoğlu adlı iki genç kız, PKK lehine gösteri yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. İşkence gördüler ve coplu tecavüze uğradılar. Tecavüz suçlularından biri kadındı. Suçluların savunma avukatları da yine işkencecileri savunmakla meşhur bir kadın; Nilgün Duman. 10 yaşında iken 4 ay boyunca tecavüze uğrayan Diyarbakırlı R.K da bu coğrafyadan bir Kürt kızı idi. 1994 yılında 17 yaşındayken gözaltına alınıp tecavüze uğrayan ve bu duruma karşı mücadele ettiği için tahliyesinden sonra tekrar tekrar gözaltına alınıp da pek çok polis tarafından defalarca tecavüze uğrayıp hamile kalan M.F. de öyle.
Kuşkusuz tecavüz, savaş koşullarında olduğu gibi işkence altında da uygulanan bir saldırı politikasıdır. Kadın siyasi tutukluların cezai amaçla cinsel olarak köleleştirilmesine dünyanın her yerinde rastlanır. Ama Latin Amerika ve Türkiye benzeri ülkelerdeki devletlerde uygulamalar daha da dikkat çekicidir. Bu ülkelerde baskı ve sömürüye karşı mücadele eden kadınlara, örgütlü biçimde işkence ve devlet terörü uygulanmıştır. Kadınlara yönelik eziyetlerin biçimi, devlet işkencecilerinin; bilgi alma, itiraf etmeye zorlama ya da cezalandırması biçimindedir. Bu işkencelerin her aşamasında “kadınlık durumu” öne çıkarılır. Bir kadın siyasi tutuklunun bedenine ve bilincine yönelik cinsel saldırıların ortak niteliği, benlik duygusunun parçalanması ve kadınlık gururunun bilinçle ayaklar altına alınmasıdır. Kadın, kutsallık halesinden sıyrılır. Ve ikinci cins rolü iyice derinleştirilir. Kadınlar, kendi toplumsal kimlikleri nedeniyle sorgulanır. Eş, ana ve sevgili olma durumu ona karşı kullanılır. Bu durumda sistem, düşmanı olarak gördüğü erkeğin malı ve onun benliğinin bir uzantısı olarak işkence eder kadına. Bu durum, erkeğe olduğu kadar, kadının içselleştirdiği kendini algılayış biçimine de saldırıdır. Kadın, kendini kirli ve işe yaramaz hisseder. Asiye özgülünde olduğu gibi, kimliği paramparça olur.
İşkence merkezlerinde, hatta tutukevlerinde tutukluların acı duygularını arttırmak, gücünü zayıflatarak benliğini parçalamak amacıyla acı duygusu yanında, zihinsel eziyet de çektirilir. Gerçek, işkenceciler tarafından tanımlanmış ve oluşturulmuştur. Belirsizlik egemendir ve kendi günlük hayatı üzerinde hiçbir denetimi yoktur. Ancak kadına yönelik işkencenin özgünlüğü, onların cinsel kimliğinin de yok edilmek istenmesidir. Kadın siyasi tutuklulara uygulanan cinsel şiddet onları sorgulama, denetleme ve cezalandırmada bir kilit unsurdur. Muhalif ve siyasallaşmış kadınlara cinsel işkence yapılmasının nedenlerinden biri de, kadın olarak bir karşı duruş sergilemiş olmalarıdır. Böylece onlara geleneksel rollerine geri dönmeleri gerektiği hissettirilir. Saygı görmelerini sağlayacak rolün bu olduğu kafalarına kakılır. Kültürel olarak tanımlanmış kadın modeline ilişkin kavramlar, kadının kendini algılayışının önemli bir parçasıdır. Varlığının her düzeyinde yapılan saldırı, onu bu nedenle çözebilir. Ve, iki anlamda da kendisine olan saygısını yok eder.
Latin Amerikalı işkencecilerin, işkence yöntemleri arasına hayvanları da dahil ettikleri bilinmektedir. Vajinalarına fare sokulması sonucu bazı kadınların yalnız bedensel sağlığı değil, ruhsal sağlığı da bozulmuştur. Şili’de bir çok siyasal kadın tutuklunun eğitilmiş köpeklerin saldırısına uğradığı bilinmektedir. Bu yolla işkenceciler, kadınların kendi vücutlarından utanç duymalarını ve tiksinmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Kadınlara tecavüz edilmesi de benzer oyunun bir parçasıdır. Bu durumda kadın, yoldaşlarına ve sevdiklerine verilecek zararın ortağı haline getirilmekte, aynı zamanda sözde erkeği çözen rolüne düşürülerek suçluluk duygusu yaşaması, kendini işkenceci ile işbirliği yapmış olarak görmesi sağlanmaktadır. İşkencede tehdit unsuru olarak çocukların kullanılması ve hamile kadınlara yapılan işkence de, daima eziyetlerin ve kadın kimliğine saldırının bir parçası olagelmiştir.
Bu tür işkence, yalnız kadını değil, birçok kuşağı etkileyen ve psikolojik olarak zarar veren bir yöntem olduğu için seçilmiştir. Arjantin’de hamile siyasal tutsakların doğurması sağlanmış ve sonra anneler ölüme gönderilirken, çocuklar işkencecilere ve cunta ileri gelenlerine evlatlık verilmiştir. Arjantin’in kayıplar dönemini anlatan ünlü “Resmi Tarih” filmi de böyle bir öyküyü anlatır işte. Plazo de Mayo büyükanneleri, torunlarını bulmak için hala mücadelelerini sürdürmektedir. Bu fiil, işkencecinin yalnız zalimliğini değil, giderek hastalıklı hale gelen kişiliğini de yansıtmaktadır.
Cinsel işkence mağdurları, diğer işkence mağdurlarına göre durumlarını açıklamada ve hesap sormada daha çekiniktirler. Ancak mücadele ve müdahaleler, sorunun aşılması yolunda yavaş da olsa adımlar atılmasını sağlamıştır. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüz Kurultayı başta olmak üzere yürütülen mücadele, mağdurların daha açık bir tutum alması üzerinde etkin olmuştur. İster kirli savaş ve etnik temizlik yöntemi olsun, ister politik tutsaklara uygulansın; tecavüz başta olmak üzere cinsel şiddet, insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına girmektedir. Ve bu suçlarda, uluslararası hukuka göre zaman aşımı yoktur. İşkencecilerin ve tecavüzcülerin teşhiri ve yasal yollara baş vurma konusunda titiz ve uyanık olunmalı, nerede yaşanırsa yaşansın bu insanlık suçuna karşı mücadeleye katılmak bir gereklilik olarak görülmelidir.
Kuşkusuz dilin ataerkil karakteri bile, kadın cinsine karşı ayrımcı tutum ve şiddetin doğallaştırılmasına hizmet ediyor. Tüm küfürlerin kadın cinselliği üzerinden dillendirildiği düşünülürse başkasının anasını, bacısını, karısını, kızını sıraya dizme fiilinin ne kadar doğallaştırılmış olduğu ortaya çıkıyor. Böyle bir toplumda “ortak olmanın” çerçevesinin epeyce genişleyebileceğim düşünmek gerekiyor. “Hukuk; o muhteşem eşitlikçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da varsıllara da aynı biçimde yasaklar” demişti Fransız romancı Anatole France. Yasalar karşısında her tür tecavüz mağduru kadının durumu tam da böyledir. Bu yüzden susmamak, tanıklık etmek, teşhir etmek başta devrimci ve muhalif mağdurlar olmak üzere en temel görev sayılmalıdır. Tecavüz ve taciz eğer hâlâ egemenlerin aşağılama, cezalandırma ve boyun eğdirme politikalarının bir parçası olabiliyorsa, bunda geleneksel suskunluğun payı unutulmamalıdır.
Büyük ütopyacı Fourier; “Toplumsal ilerleme ve çağ değişimleri, kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişiyle orantılıdır. Toplum alanında gerilemeler ise kadınların özgürlüğünün azalmasıyla gelir. Kadın imtiyazlarının genişlemesi, tüm toplumsal ilerlemenin temel ilkesidir” demişti. Kadın erkek ilişkilerinde gelinen düzey, insanın doğal davranışının ne derece insanlaştığının bir göstergesidir. Yaşadığımız toplumda kadının düşürüldüğü insanlık dışı hallerin bize yansıyan yüzü, toplumsal gerilemenin ulaştığı düzeyi kavramak bakımından dikkat çekicidir.
Kuşkusuz özel mülkiyet düzeninden kaynaklanan zihniyet, kadını nesneleştirmiştir. Nesne-eşya ise onu elinde bulunduranın ve onu tüketenindir. Bu durumda fiziksel ve ruhsal bütün duyguların yerini sahip olma duygusu almaktadır. Kadın-erkek ilişkileri konusunda özellikle böyledir bu. Kısaca tecavüz ve sahip olma arasındaki bağlantıya dikkatinizi çekmek isterim. Geçerken söyleyelim, kadın erkek ilişkisinin erkek tarafından bilinç altında bir mal edinme olarak görünmesi, kişisel gibi görünen pek çok sorunun kaynağıdır.
Geleneksel rolleri benimsemek, sanıldığı kadar masum olmamaktır asla. Tıpkı ikiyüzlülükle, korkaklıkla, susup görmezden gelmekle açıkça onaylamanın sınırının inceliği gibi. “İnsanları ancak hayvana yakışan bir durumda bırakırsak, ya isyan eder yada hayvanlığa kapılırlar” demişti Engels. Şimdi buradayız. Bu yüzden umutsuzlar ne derse desin, hedef sosyalizm. Yani insan kalmak, yani insan olmak. Her zalimlik karşısında biraz daha umutlu, biraz daha insan; yani, biraz daha kavgacı olmamız gereken zamanlardayız.
Kadına karşı şiddet, kadına karşı ayrımcılığı kurumsallaştıran ataerkil ilişki sistemini sürdürmede baş vurulan evrensel bir araç olagelmiştir. Kadınların kendi yakınları tarafından dayak, tecavüz, işkence, öldürme gibi fiillere maruz bırakılmaları yakın zamana kadar özel yaşam ve aile mahremiyeti içinde algılandığı için insan hakları mücadelesinin dışında kalmıştır. Şiddetin kadın mücadelesinin konusu olmasıyladır ki, anlayışlar ve yasalar düzeyinde bazı gelişmeler sağlanmıştır. Kadına yönelik şiddet, egemen ilişkilerin temelinde yatan eşitsizliklerle ilişkilidir. Ve diğer hak ve özgürlüklerin ihlalinin bir sonucu olarak evde/sokakta; savaşta/barışta; devletin ya da özel aktörlerin elinde sürdürülmektedir. Bu nedenle kadınların yürüttüğü mücadele çok yönlü olmak durumundadır.
Kadınlara yönelik şiddete karşı yürütülen mücadele, kadınları ikinci sınıf insan olarak örgütleyen ve onları metalaştırıp şiddetin nesnesi haline getiren kapitalist/ataerkil düzene olduğu kadar, onun bir sonucu olan militarizme ve şovenizme de yönelmelidir. Çünkü militarizm, insanların şiddeti ve ataerkiyi normal olarak kabul ederek toplumsallaşmasında en etkili rollerden birine sahiptir. Ve dışarıdaki militarizm, her zaman içerde ev içi şiddeti doğurmaktadır. Irak’tan Afganistan’a, Filistin’den coğrafyamıza, oradan ABD’ye mücadeleyi ortaklaştıran bir gerçektir bu. Kapitalizme ve emperyalizme karşı devrimci mücadeleyle birleştirilmediğinde haklar düzeyinde her kazanım, geçici ve eksik kalacaktır. İnsanlık onurunun işkenceyi ve cinsel şiddeti yenmesi, ancak mücadele ile mümkün olacaktır. Bu coğrafyada adları ŞE, MF ve BO olan pek çok kadın vardır. Mücadele, onları birer rumuz olmaktan çıkaracak, kirliliği ve utancı çoğu iyi aile babası ya da annesi olan gerçek sahiplerinin yüzüne çarpacak bilinç yükselmesi yaratacaktır. Bu inançla, mücadeleye katılma yürekliliği gösteren tüm kadınları, gecenin evinde yangın çıkarmaya çağırıyorum.