27 Ekim tarihinde göçmen kökenli yoksullarının kaldığı Paris’in kuzey doğusundaki Clichy-sous-Bois semtinde, polisin kovaladığı iki göçmen kökenli gencin elektrik santralinde yaşamlarını yitirmesi, Fransız hükümetinin göçmen kökenli gençlere yönelik saldırılarına karşı biriken tepkiyi tetikledi. Hemen o gün, polisin saldırganlığına karşı birikmiş öfke sokakları ateş çemberine çevirdi.
İsyanın başladığı semte iki gün önce yaptığı ziyarette yumurtalarla karşılanan göçmen kökenli İçişleri Bakanı Sarkozy’nin, “Merak etmeyin çok yakında hepinizi temizleyeceğiz, pislikler” sözü yetmiyormuş gibi, isyancıları “serseri”, “ayak takımı” olarak nitelemesi, isyanın hızla yaygınlaşarak Fransa geneline yayılmasını körükledi.
Göçmenlerin isyanı hızla, Paris kuzeyinde yer alan ve yoksullarının yaşadığı, Clichy-sous-Bois, Bondy, Aulnay-sous-Bois semtleri ve Seine-Saint Denis bölgesi başta olmak üzere, Val-d’Oise, Seineet-Marne, Hauts-de-Seine ve Yvelines semtlerine, 10. günden sonra Fransa’nın Strasbourg, Nantes, Toulouse, Nancy, Lyon, Bordeaux, Carpentras, StEtienne gibi pek çok şehrine yayıldı.
Burjuvazi, kitle tabanını baskın biçimde göçmen kökenli gençlerin oluşturduğu isyana, kitlesel tutuklamalar, sınır dışı etmeler ve sokağa çıkma yasağı ilanı ile cevap verdi. 1955 yılında Cezayir işgaline karşı direniş döneminde hükümeti protesto edenleri susturmak için çıkarılan yasa(1) yeniden yürürlüğe sokuldu. Önce 3 günlüğüne ilan edilen sokağa çıkma yasağı, isyanın bastırılamaması üzerine 3 ay uzatıldı.
Göçmen kökenli gençlerin eylemleri daha önceleri de olmuştu. Ancak bu eylemleri, bir öncekilerden ayıran en temel özelliği, 400’ün üzerinde sitede aynı anda ya da paralellik içinde yaklaşık bir aylık bir süre ülkeyi sarsmasıdır. Eylemlerin etkisi öylesine güçlü oldu ki, İçişleri Bakanının tüm soytarılığına karşın Chirac, “gençlerin dile getirdiği taleplere yanıt verilmesi”ni istemek sorunda kaldı.
Almanya’nın Berlin, Bremen, Köln şehirlerinde; Belçika’nın Brüksel, Liege gibi şehirlerinde yapılan benzeri eylemler, Avrupa burjuvazisini “İsyan Avrupa’ya yayılır mı?” korkusuna itti.
Yaklaşık bir ay süren isyanda;
8500 araba ve onlarca kamu binası ateşe verildi.
En genci 10 yaşında olmak üzere 5000’e yakın kişi gözaltına alındı, bunlardan 470’i tutuklandı. Gözaltına alınan ve tutuklanan bu kişilerin yüzde 85 inin sicilinde hiçbir “suç” kaydına rastlanmadı.
İsyanın toplumsal kökenleri
İsyanın olduğu tüm bölgelerde, yoksul göçmenler veya göçmen kökenliler oturuyor. Magripli(2) göçmen kökenliler, iki yıl önceden Sarkozy’nin devreye koyduğu “İç Güvenlik Yasaları”nın ana hedefi haline gelmişti. İki yıl önce çıkarılan ve “sokakları pisliklerden temizleyeceğim” söylemine denk düşen yasalar sonrası bu bölgelerdeki polis kontrolleri arttı. Bu kontrollerin karakterini, isyan zamanında görüşülen bir gencin, “Polis her zaman gelir ve bizi taciz eder. Bizden günde 10 kere kimliklerimizi isterler. Bize suçlularmışız gibi davranıyorlar” sözleri ortaya koyuyordu.
İşsizliğin ve yoksulluğun göçmenler ve göçmen kökenliler arasında yoğun olması, uzun yıllardır burjuvazinin özel olarak uyguladığı politikaların sonucudur. Gerek sömürgeciliğin bir parçası olarak, gerekse “işgücü anlaşmaları” ile getirilen göçmen işgücü, en zor işlerde ve en ucuz olarak değerlendirilirken, işsizliğin arttığı dönemlerde de hedefe konulmuştur. İşsizliğin arttığı dönemlerde sınır dışı edilemeyen göçmen işgücüne karşı burjuvazinin politikası; ayrımcılık, dışlama ve ırkçılık olmuştur. Öyle ki, göçmenler Fransız vatandaşı olsa bile ikinci sınıf olmaktan kurtulamamışlardır. İşten ilk çıkarılan onlar olduğu gibi, işe son alman da onlar olmuşlardır. Clichy-Sois-Bois’dan bir gencin sözleri bu çıplak gerçeği özetlemektedir: “İki yıl önce okulu bıraktım ve o zamandan beri bir işe giremedim. İsmimi ve yaşadığım yeri söyler söylemez, bana o işe başkasının alındığını söylüyorlar. Her işi yaparım. Polis memurluğu hariç... Polisten nefret ediyorum. Siyah ya da Arapları görür görmez, onların üzerine gidiyor ve sadece sorun yaratıyorlar.”
Fransa’daki göçmenler, emekçi sınıfın ve sınıfların birer unsuru olarak, burjuvazinin neoliberal saldırılarından en fazla payı alanlar oldu. Sanayi sektöründen uzaklaştırılmaları veya esas olarak göçmen işçi ve emekçilerin çalıştığı maden ve kömür sektörünün bir bir yok edilmesi ile birlikte, işçi sınıfının saflarında yerli ve göçmenlerin fiziki gövdesel birliği kırılmış oldu. Son otuz yıldır izlenen politikalar sonucu, 1960’lı yıllarda yeni şehirleşmeye yanıt olarak yapılan sosyal konutlara, geliri düşen/düşük göçmenler ağırlıklı yoksulların yerleşmesi gündeme geldi ki, işte bu durum siteler dediğimiz konutlar etrafındaki emekçi semtlerini yarattı. Bugün gettolaşmanın da adı olan bu semtlerde ve çatışmanın yaşandığı sitelerinde, Fransız yoksulları ile göçmenler kalmaktadırlar.
Entegrasyon adına asimilasyon
Fransa devletinin resmi entegrasyon politikasının özü asimilasyondur. Asimilasyon, doğası gereği yerli “ulusun” kültürünü “üstün”, göçmenlerin kendi kültürlerini ise “aşağı” olarak görme üzerine kurulduğu için, bu politikanın yürürlükte olduğu her yerde toplum içinde ayrımcılığı, aşağılanmayı ve dışlanmayı, ırkçılığı geliştirmiş, tepki olarak da gettolaşmanın temelini oluşturmuştur. Kültürleri sınıfsal karakterinden bağımsız, uluslara, ülkelere, derilerinin beyaz veya siyah olmasına göre bölmek, burjuvazinin işçi sınıfını ve emekçiler üzerindeki hakimiyetinin aracı olmuştur. Bugün gettolaşmayı ve gettolaşmanın çıkardığı sorunların nedenlerini burjuvazinin izlediği bu asimilasyon politikasından ayrı olarak ele almak, isyanın nasıl olup da bir semtten başlayıp hızla göçmen kökenli yoksulların yaşadığı diğer yerleşim birimlerine sıçradığını anlamamıza olanak vermez.
Emekçi semtlerindeki yaşantı
Fransa’nın geçmişteki sosyal yapısının aksine, bu semtlerde gençlerin gidip gelebilecekleri, eğlenecekleri, rahatça günlük yaşamlarını sürdürecekleri tüm alanlar bir bir daraltılıp kontrol altına alınmaya çalışıldı veya yok edildi. Örneğin; 60’lı yıllarda inşa edilen bu toplu konutlarda (hepsinde olmasa da) binaların girişlerinde veya önünde, yeşillik sahalarında banketler bulunurdu. Son on yılda bunlar bir bir sökülüp atıldılar. 15 bin kişinin yaşadığı kimi banliyölerde bulunan ve bu sitelerin yanı başında gençlerin barınma, buluşma ve eğlenme yerleri yoktur. Var olan kahvehane türü yerler de gençlere yasak tutulmuştur. Dışarıda kalınca da kapı girişleri meşgul oluyor. Çevre sakinlerinin rahatsız edilmesi vb. gerekçelerle gençlerle bundan 1015 yıl önce bu temelde çatışmalar yaşandı.
Bu sorunlarla yaşayan gençler, ‘92-‘93 yıllarında MIB (Banliyö Göçmen Hareketi) adlı kurum etrafında örgütlenmişlerdir. Bu kurumun yaygınlaşmasıyla, devlet önce bu kurumun ele geçirilmesini denedi. Ancak bunu başaramayınca, bu kurumu ekonomik ambargo ve politik entrikalarla çökertme yoluna gittiler. Tümüyle yok edemeseler de, cılız bir hareket haline getirmeyi başardılar.
Bugün gençlerin enerjisini akıtacak bir kanal kalmamıştır. Belediyeler tarafından gençlerin kullanılmasına hizmet etmek amaçlı kurulan/kurdurtulan kimi gençlik evleri ya dejenere olduğunda ya da gençler için ilgi çekici olmadığından belediyeler tarafından kapatılmış.
Sistem tarafından yaratılan stajlar ise, gençlerin asgari ücretten daha da aşağı bir ücret ile çalıştırılmasını getirdiği için, gençler tarafından giderek terkedilmiştir.
Bu yaşam koşulları altındaki semtlerde polislerle gençler sürekli karşı karşıyadır. Ve bu iki güç arasındaki çatışma yeni değildir. Son yirmi yılda onlarca çatışma yaşanmıştır. Roubaix, Vaux-vaulent, Mants les Jolie, Montbeliard, vb. bunlardan sadece bazılarıdır. Nitekim en son isyanın yaşadığı alan olan Montbeliard’daki gençlerin eylemini analiz eden iki sosyolog Stephane Beaud ve Michel Pialoux’un, 2003 yılında yayınlanan “Şehir şiddeti, toplumsal şiddet” adlı eserlerinin önsözünde, uyarı olarak şu cümleler yer alıyor;
“Bu kitabın merkezinde yer alan Sochaux-Montbeliard isyanı, herhangi bir başka şehirde, Paris, Toulous, Lyon gibi büyük illerin etrafındaki banliyölerinde yaşanacağı gibi, Saint-Dizier, Sens, Thonon-les-Bains küçük illerde de yaşanabilir.”
Bu kitap çok net bir şekilde, son yirmi beş yılda sayısız örnek etrafında gençlerin değil; sistemin, işsizliğin ve eğitimsiz kalmalarının sorumlusu olduklarını gözler önüne sermekte.
Liberte (Özgürlük), Egalite (Eşitlik), Fraternite (Kardeşlik)
Bu isyan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik taleplerini öne çıkarmıştır. Fransız burjuvazisi, 1789 Fransa devriminde proletaryayı da yedeklemek için kullandığı ama esas karakteri burjuvazi için özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olan bu şiarlardan daha 1848 devrimleri döneminde vazgeçmişti. O zamandan bu yana bu şiarlar, işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin ellerinde bayrak oldu. Şimdi ise bu bayrağı, göçmen kökenli gençler de ellerine aldılar.
“Polisler ortalama günde en az 3 kez üstümü arıyorlar, kimlik kontrolü yapıyorlar.
Üstelik hepsi beni tanıyorlar.
Hep aynı polisler. Boşu boşuna karakola götürüyorlar. İki gün önce derse yetişmek için koştuğumda polisler beni durdurup niye koşuyorsun dediler ve 7 saat gözaltına aldılar. Bu mudur özgürlük dedikleri şey? Artık yeter, bunlara dur demenin zamanı gelmiştir.”
“Sadece Araplar ya da siyahlar olarak değil, ‘insanlar’ olarak algılanmak istiyoruz.”
“Sarko çok kötü konuştu. En tehlikeli ve en kötü sitelerde bile insanlara karşı saygı var. Ama ona göre hepimiz ‘ayak takımı’yız.”
Yaklaşık %95’inin Fransa’da doğup büyüyen kesimi oluşturduğu bu gençlik; çalışırken, iş bulurken, okurken, kısacası yaşarken, özgür, eşit ve kardeş olmak istemektedir. Bu talepler bugün sadece göçmenleri değil, esas olarak göçmen kökenli siyah Fransızlarla beyaz Fransızların arasındaki bir eşitlik talebidir.
Bu semtlerdeki gençler, öğrenim alanından hızla uzaklaştırılmayı yaratacak eleme sisteminden sonra en geç 17-18’inde %60’ı iş aramaya koyulur. Ancak işsizlik koşullarında onlara iş kapıları kapalıdır. Bu gençler burada doğmalarına karşın, Magripli olmaları işe girmeye engeldir. Eğer göçmen statüsünde iseler, 7 milyon kişilik iş alanı (devlet daireleri, nükleer sanayii, edf, devlet demir yolları, okullar, vb.) onlara kapalıdır. Hatta Fransa’da öğretmenlik diploması almasına karşın, vatandaş olmadığınız koşullarda öğretmenlik yapamazsınız vb.
Göçmen kökenli gençlerin, eğitim alanında ve iş bulmada yaşadıkları dışlanma ve ırkçı uygulamalar, onların öfkesini ve tepkilerini her geçen gün arttırmaktan öte bir şey üretmemiştir. Yıllara dayalı bir şekilde, Mitterand’dan Chirac’a kadar toplumsal eşitsizlik ilan edilip durulmuştur. Ancak kapitalist sistemin kronik hastalığı olan işsizlik ve toplumsal eşitsizliğin önüne geçilmesi olanaklı değildir. Ancak özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şiarı bir kere sokaklara akmıştır. Bugün için düzen içi olan bu talepleri, geleceğin Fransız devriminin en önemli talepleri arasında yer alacağını ve alması gerektiğini belirtmek gerekir.
İsyan ve Şiddet
Bu sürede en çok kullanılan kelimenin şiddet olduğunu söylersek, abartı olmaz. Burjuva kalemşorleri, şiddeti doğuran ve yaygınlaştıranın kapitalist sitemin kendisi olduğunu unutarak, olayın iki boyutunda da, bireyselleştirmeye çalışıyorlar. Olayın bir yanda bir bakanın “kişisel densizliği” sonucu doğduğu şeklinde sunulurken; diğer bir yanda da “serseri”, “çete mensubu”, “iş kaçkını” vb. suçlamalarla olay basit adli vaka derekesine indirilmeye çalışıldı.
Sorunun özü, keskinleşen sınıf çelişkilerinin her geçen gün derinleşmesiyle birlikte, burjuvazinin korku ve panik içinde devlet terörüne sarılmasıdır. Bu devlet terörü, askeri olduğu gibi, ekonomik kuşatmadan, siyasal haklardan yoksun kılma, sosyal olarak yalnızlaştırmaya kadar varan değişik boyut ve biçimlerde kendini göstermektedir.
Bu sistemin geliştirdiği şiddetin boyutunu/derinliğini anlamak için, küçük bir şiddet listesiyle işe koyulalım.
İşbaşı yapmada ayırımcılık ve işten atma tehdidi veya işten atmak, bir emekçinin yaşamam sindirmek için kullanılan en etkili şiddet unsurudur. Nitekim, Moulinex fabrikasının kapanmasından sonra, işten atılan 400 işçiden 12’si işini kaybettikleri için intihar etmişlerdir.
İnsanları gelirlerine göre okula gitme, tedavi olma, üniversiteye kaydolma, sosyal haklardan yararlanma vb. alanlarda derinleşen toplumsal eşitsizliğin sonuçları, emekçilere her gün şiddetli acılar yaşatmaktadır. Fiziki işkencenin hiç bir biçimi bu kadar acılı olamaz. Her gün sessizce ve görünmez biçimde uygulanan ve yalnızlık içinde sefaletle debelleşmenin ne kadar acı olduğunu tahmin etmek zordur. En katı işkence şeklinin bundan ağır olduğu söylenemez. Çünkü onurunuz elinizden almıyor. Sadece basit bir solucan gibi soluk alıp verme ile yetindiriliyorsunuz.
Elektriği ve suyu kesilerek evden atılmak, köprü altında veya sokaklarda yatmaktan daha ağır bir terör ve şiddet olabilir mi?
En kötü evlerde yaşadıkları için, çıkan yangın veya değişik kazalarda 40’ın üzerinde insan, daha bir kaç ay önce Paris’te hayatını yitirmedi mi?
Göçmenlerin en meşru aile birleştirme talepleri bin bir yolla imkansız kılınarak, çocuklar hiç bir güvence olmaksızın ailelerinden koparılıp (ya anne, ya baba, ya da çocuk) yurt dışı edilmesi, şiddetin bir başka unsurudur.
Her gün sokakta, yolda, ilk elden kontrol edilenler ve hakarete uğrayanlar yine yoksul emekçiler, özelde de emekçilerin bir bölüğü olan göçmenler veya göçmen kökenli emekçilerdir.
Bu tabloya “asgari zorunlu hizmet" adına grev hakkını emekçilerin elinden alınması, Marsilya Metro ve otobüs şoförlerinin grevinde görüldüğü gibi grevlerin yasaklanması ve Ekim ayında Marsilyalı grevci denizcilere saldırıda olduğu gibi anti-terör timleriyle baskın düzenlenmesi eklenmelidir.
Başkaldırının dersleri
Göçmen gençlerin bu isyanı, tümüyle kendiliğindenci tarzda güçlü bir toplumsal tepkinin eşliğinde yaşanan bir birikimin dışa vurmasıdır. Burjuvazinin propaganda ettiği gibi hareket ne İslamcı, ne de mafyanın denetimindedir.
Gençlerin isyanı, neoliberalizm, ayrımcılık, ırkçılık, antiterör yasaları vb. değişik boyuttaki burjuvazinin saldırgan politikalarına, burjuvazinin sistemine olan bir isyandır ve bundan dolayı nesnel içeriği itibariyle antikapitalist bir içeriğe sahiptir. Fransız işçi sınıfının en alt tabakasının sisteme isyanıdır.
Bu olay karşısında, kimi güçlerin sadece ‘Sarkozy’yi öne çıkarmaları, kimi güçlerin ise bu olayları ‘proleter olmayan’, ne yaptığını bilmeyen gençlerin ‘densiz’ eylemleri olarak sunmalarının kaynağında, Marksist devrimci perspektiften yoksun olmaları yatmaktadır. Bugün sayısı milyonlarla ifade edilen işsizler ve her gün kapıyı çalan yüzbinlerce göçmenin varlığı, işçi sınıfını işini kaybetme korkusuyla rehin almaya çalışan burjuvazinin karşısında, bu işsizlerin ve göçmenlerin konumunu doğru belirlemezsen, elbette doğru bir sınıf ittifakı politikası oluşturamazsın. Buradan hareketle de iktidarı almak gibi bir gücün oluşmayacaktır.
Burjuvazinin isyana histerik bir şekilde, 14-18/19 yaşındaki gençleri yer altı mafyasının yürütücüleri olarak ilan ederek, zımnen İslamcı bir güç olarak sunarak, “serseri takımı", işten güçten kaçanlar" olarak saldırmıştır. Bu saldırının bir yanı Fransa’daki emperyalist sistemin gençliğe, ama özel olarak ta göçmen gençliğe vereceği bir şeyin kalmadığını gizlemek ise, diğer yanı, isyanın sisteme karşı işçi sınıfı hareketiyle birleşme tehlikesidir. Çünkü tam da o günlerde özelleştirmeye karşı Marsilya Metro işçilerinin grevi, SNCM işçilerinin görkemli direnişi, EDF-GDF’in özelleştirilmesine karşı gelişen öfkesi, SNCF’in (Fransa devlet demir yolları) özelleştirilmesine karşı 21 Kasım’da yapılması planlanan ulusal eylem(3) gündemdeydi. Burjuvazi ve özelde onun çiçeği burnundaki ‘devlet başkam adayı’ Sarkozy, uluslararası arenada bilinen ‘İslamcı’ fobiyi de kullanarak, yerli işçi hareketinin saflarında kafa karışıklığı yaratma ve son yıllarda gelişen işçi ve emekçi hareketini birbirine kırdırtmanın da yollarının aradı. Fransız burjuvazisinin bu taktiği, Türkiye’de ki Türk-Kürt, Alevi-Sünni ve Laik-Şeriatçı çelişkileri üzerinden sınıf mücadelesini kontrol etme taktikleri gibi, gelecekte sertleşecek olan sınıf mücadelesinde de kullanabileceği taktikler hakkında fikir vermiştir. Bu durumun Avrupa’nın tüm ülkelerinde de geçerli olacağı unutulmamalıdır.
Burjuvazi, isyana şiddetle yanıt vermiştir. Fransa’nın bir çok ilinde sokağa çıkma ve toplanma özgürlüğünün yasaklanması, en küçüğü 10 yaşında olmak üzere binlerce gencin tutuklanması, Fransız vatandaşı olmayanların sınır dışı edilmesi, Marsilya denizcilerinin eylemelerine anti-terör timleriyle saldırmasında olduğu gibi hem bugün için devreye koyabileceği şiddetin biçim ve şiddetini göstermekte, hem de sertleşecek sınıf mücadelelerinde kullanacağı araçlar için ip ucu vermektedir. İsyanın hızının kesildiği zamandan başlayarak anti-terör ve iç güvenlik yasalarında değişiklikler yapmanın devreye girmesi de, burjuvazinin sonraki sert sınıf mücadelelerine hazırlığını göstermektedir.
Burjuvazi, önümüzdeki günlerde hem saldırılarını yoğunlaştıracak, hem de gençliği etkisiz kılmanın çarelerini arayacaktır. Bu bağlamda, bir yandan gerici güçler aracığıyla (düzen içi Islami güçleri tercih etmelerini yadırgamamak gerekir) gençliği kontrol etmenin çabası içinde olacakken, asıl yönünün şiddeti yaygınlaştırmak olacağını unutmamak lazım.
İsyan, doğası gereği şiddeti içermiştir. Arabaların yakılması, kamu binaların ateşe verilmesi şiddetin biçimleri olarak gündemleşmiştir. İsyanın somut ifadesi olan şiddetin bu biçimde kullanılması, isyana katılanların sınıfsal ve toplumsal konumlarıyla direkt bağlıdır. Ama gençlik aynı zamanda, kullanılan tüm mücadele biçim ve araçlarının çözümsüz kalışı ile birlikte, düzen dışı çözüm arayışına kalkışmıştır. Bu arayışın sadece banliyö gençlerine ait olduğunu söyleyemeyiz. Fransa’da son yıllarda peş peşe gelişen güçlü toplumsal tepkilere karşın, kazanımların devasa kitlesel güce denk düşmemesi, eylem biçimlerinde de yeni arayışları daha fazla güncelleştirmiştir. Nitekim MacDonald işçileri eylemi, Daveoo işçilerinin 2002 yılında işyerlerini savunmak için başvurdukları eylemler, geçen öğrenim yılında liselilerin eylemleri, Marsilyalı ve Korsikalı denizcilerin ortak tarzda baş vurdukları eylemleri bu arayışların habercileri olduklarını görmek gerekir. Bu bağlamda, “gençler eylemlerinde haklılar” dedikten sonra, ‘ama’ dedin mi, sapla samanı bir birine karıştırırsın. Burjuvazi, zaten muhalif güçlerden böylesi ‘olgun’ analizler bekliyor. Bu nedenle biz, gençliğin haklı olduğunu söylemekle yetinmiyor, aynı zamanda uzun vadeli sınıf savaşımında, mücadele biçim ve araçları bağlamında da isyanlarından dersler çıkarıyoruz.
Gençlerin isyanındaki şiddetten dolayı, eylemlere seyirci kalanlar, aslında burjuvazinin şiddetini görmeyenler veya ona sessiz kalanlardır. Bu gençler şiddeti çok ölçülü kullanılmıştır. Göçmen kökenli gençlerin bu isyanı bir kör şiddet olarak sunulamaz. İsyancı gençlerin insan canına zarar gelmemesi için özenli davrandıklarını çok net görebiliriz. Arabaların yakmasını öne çıkarıp da, iki gencin ölümünü unutan mantığı sadece terslemekle yetinmek gerekir.
Paris’te bir semtte başlayan, hızla diğer semtlere ve Fransa’nın diğer şehirlerine yayılan bu isyan, gerek Fransa işçi sınıfından ve emekçilerden, gerekse diğer göçmen kesimlerden gereken desteği görmemiştir. Aynı dönem içinde eylem içinde olan işçi sınıfı, kendisinin de mücadele ettiği neoliberal saldırılara karşı mücadele ederken, burjuvazinin demagojilerinin ve saldırganlığının etkisinde kalarak, sokak gösterileri ile neoliberal kapitalist sisteme karşı mücadeleyi büyütmek görevini yerine getirmemiştir. Bu durum, Fransa Komünist Partisi, isyanı onaylayamayacağı, “Vandalizm” olarak değerlendirirken, Sosyalist Parti’nin “Sarkozy’nin istifasının sokaklara yenilgi anlamına geleceğini” açıklaması yaparak; “Fransa’nın kutsal çıkarları” temelinde isyan karşı birlikte yer almaları, sadece onların mücadelenin sertleşmesinden duyduğu korkuyu göstermemiş, aynı zamanda işçi hareketinin isyanı büyütme görevinin yerine getirilmemesinde de rol oynamışlardır.
Fransız burjuvazisinin, işçi hareketini bu tür sertleşen sınıf mücadelesinden uzak tutmak için, sınıfsal davranışlarını yok etmek yönünde son otuz yıldır yürüttüğü sistematik çabalarını unutmamak gerekir. Bunun için sınıf sendikacılığını esas alan işçi önderlerini ve sendikaları yok etmek için her şey yapıldı. Sendikalardaki sarı sendikacılar eliyle işçi hareketi, politik mücadeleden ve militan mücadelelerden sürekli uzak tutularak reformist bir çembere alındı. Devrimci ve komünist yapılar ideolojik ve politik olarak ablukaya alındı.
Burjuvazinin sosyalizmin öldüğü, sınıf mücadelesinin bittiği yönlü ideolojik saldırılarının altında kalan küçük burjuva aydınlar; “elveda proletarya, elveda sınıf mücadelesi” apolitik tutumu içine girdiler. Tüm bunlar mücadeleyi düzen içinde, burjuvazinin de kabul edebileceği talep ve biçimler altında olduğunda kabul eden bir reformist politik mücadele anlayış ve pratiğini Fransa politik çevrelerinde hakim kıldı. Doğal olarak sendikacısından siyasal oluşumlara kadar bu reformist mücadele hattında olan tüm güçler, gençlerin isyanı karşısında “tarafsız” kalmak gibi apolitik bir davranış sergilediler. Örneğin Troçkist bir akım olan LO’nın (İşçi Mücadelesi) olaylara seyirci kalması, Troçkizmin iktidarsızlık fikrinin tipik bir örneği oldu. Diğer Troçkist akımlar ise düzen içi çözüm sunmakla yetinmişlerdir.
Bu koşullar altında ne yazık ki, ilerici, devrimci, komünist güçlerin gençlik hareketiyle ciddi bir ilişkileri olmadı. Nihayetinde, gençliğinin kimi umutsuz eylem biçimlerine başvurmasını, bilinçli sınıf hareketi perspektifinden yoksun olmalarından dolayı olduğunu söylemeliyiz ki, bunun sorumluları arasında devrimci ve komünist güçler yer almaktadır.
Gençliğin bu çıkışı, tüm kurum ve siyasal akımları ciddi bir şekilde sorgulamaya başlamıştır bile. Ancak başta sendikalar ve ‘sol’ partiler gelmek üzere, reformist hatta olan siyasal güçlerin bu olaylardan doğru sonuçlar çıkarıp, çözüm üretme kapasitelerine sahip olduklarına inanmak saflık olur. Ancak bu güçlerin saflarında, daha doğrusu tabanlarından kopuşlar sonucu yeni bir akımın veya akımların doğmasının koşullarının daha da olgunlaştığını söyleyebiliriz.
Gençlerin isyanı, Avrupa işçi sınıfından ve göçmenlerinden de hak ettiği desteği alamadı. Halbuki göçmenlere veya göçmen kökenlilere yönelik uygulanan ayrımcı ve ırkçı politikalar sadece Fransa burjuvazisine has değildi. Avrupa burjuvazisinin yıllardır gündemleştirdiği ayrımcılık ve ırkçılığın, Almanya’daki hedefi Türkiyeliler; İngiltere’deki hedefi siyahlar; Hollanda, Belçika ve Fransa’daki hedefi ise Magripliler olmuştur. 11 Eylülden sonra bu saldırganlık daha fazla artmış, çıkarılan antiterör yasalarında ve iç güvenlik yasalarında özel olarak göçmenleri hedefleyen pek çok madde konulmuş, göç yasalarında değişiklikler yapılmış, kartsızlara, ilticacılara karşı kitlesel sınır dışı uygulamaları artmış, tüm bunlar burjuva medya eliyle yaratılan maniplasyonla atbaşı gitmiştir.
Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu’nun bu isyan karşısında duyarlı tavrını özel olarak belirtmek gerekir. Mayıs ayından başlayarak Temmuz sonuna kadar Avrupa çapında ırkçılığa karşı kampanya ile Avrupa emperyalistlerinin ayrımcı ve ırkçı politikalarını teşhir eden AvEG-Kon, isyan başladıktan birkaç gün sonra çıkardığı bir bildiri ile isyanı desteklemiş, aynı zamanda başta Almanya’nın çeşitli şehirlerinde, İngiltere ve İsviçre’de Fransız konsolosluklarının önünde Fransa devletinin saldırganlığını protesto etmiştir. AvEG-Kon’un Fransa kolu, sokak gösterilerinin örgütleyerek, Türkiyeli ve K.Kürdistanlı göçmenleri aydınlatma çalışmalarıyla isyanı desteklemiştir.
Sonuç olarak
Göçmen kökenli gençliğin bu isyanı; gerek talepleri, gerekse mücadele biçimleriyle Fransa sınıf savaşımları tarihinde yerini almıştır. Ama sadece yer almakla kalmamış, aynı zamanda sertleşen sınıf mücadelesinin şiarlarına ve mücadele biçimlerine de örnek olmuştur. Gençlerin haykırdığı özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şiarları, Fransız devrim mücadelesinin talepleri arasında daha şimdiden yerini almıştır.
Hareketin, uzun erimli istikrarlı bir ilerleyiş çizgisinden ziyade yer yer kabaran/alevlenen, yer yer sönümlenen/geri çekilen biçimde, dalgalanan bir biçimde varlığını koruyacağını söyleyebiliriz. Fransa’daki smıf-kitle hareketinin öncü dinamiklerinden biri olma potansiyeli taşıdığı şimdiden açığa çıkmış görünüyor. Burada kritik sorunun, Fransız işçi sınıfının göçmenlerin bu hareketiyle buluşup buluşmama, birleşip birleşmeme eğilimi/tutumu olduğunu belirtmek istiyoruz. Mevcut durumda bu bir zaaf olarak varlığını koruyor.
Bu isyan, Komünist Partisi’nden Sosyalist Partisi’ne, Troçkistinden revizyonistine kadar var olan reformist solun, geleceğin sertleşen sınıf mücadelelerini göğüsleyecek yapıda olmadığını göstermiş, Fransa’da devrimci ve komünist bir hareketin ihtiyacını açığa çıkarmıştır.
Dipnotlar:
1) Cezayir’deki Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı sırasında, Fransa’da sömürgeci devlete karşı yapılanan gösterileri bastırmak için, 1955 yılında toplanma ve gösteri haklarını yasaklayan olağan üstü hal yasası kabul edilmişti. Bu yasa aynı zamanda polis veya askere, istediği yerlere izinsiz baskınlar yapma yetkilerini de veriyordu.
2) Magripli: Fas, Cezayir, Tunuslulara Magripliler deniyor.
3) Son yıllarda dört sendika, ilk kez özelleştirmeye karşı ulusal çapta bir süresiz grev çağrısı yaptılar. 21 Kasım’da başlaması planlan bu süresiz genel grev başlamadan, burjuvazi geri adım attı ve işçilerin talepleri kabul edildi. (Özelleştirilen hızlı tren projesi yeniden SNCF’e dahil edildi. %3’lük zam ve 120 Euro’luk zam). Burjuvazinin geri adımında işçilerin kazanımının grev sonucu değil de, “pazarlık” sonucu olduğu imajı verilmeye çalışılarak, aynı zamanda gençliğe “ders” verilmeye çalışıldı. Aslında burjuvaziye geri adım attıran olgulardan biri de gençliğin isyanıyla süresiz genel grevin birleşmesi durumunda çıkacak devrimci atmosferden duyulan korkuydu ki, bu korkunun oluşmasında gençlik isyanını rolü büyüktür.