Yapısal kriz gerçeği ve yapısal krizin aşılması devrimci görevi, iddia sahibi bütün devrimcilerin ve devrimci yapıların hayati sorunlarının başında yer alıyor. Uluslararası devrimci hareketin yapısal krizi aşması ya da aynı anlama gelmek üzere yeniden yapılanması, yani devrimci önderlik krizinin aşılması hiç kuşkusuz bir teoripratik birliği sorunudur. Yapısal krizin materyalist analizi, yapısal krize bilinçli, iradi müdahalenin zemini/temeli olduğu içindir ki, tasfiyeci yapısal kriz teori ve analizlerinin eleştirisi de bu teori-pratik birliği içerisindedir. Burada, krizin materyalist tahlilinin derinleştirilmesi ve keza dogmatik yaklaşımlar ile, yapısal kriz gerçeğinden kaçan, “yeniden yapılanma” görevini reddeden ya da geride kalan dönemin devrimci kazanımlarını ve keza bizzat kriz döneminde, krizin aşılması ve yeniden yapılanma yolunda elde edilen devrimci kazanımları reddeden tasfiyeci yaklaşımlarla ideolojik mücadelenin öneminin altını çizme gereksinimi duyuyoruz. Bu iki eğilimin aynı düzeyde ele alınması olanaklı olmadığı gibi, böyle bir yaklaşım doğru da olmaz. Bilinç ve Eylem yazarlarından Mehmet Güneş’in, derginin 1. sayısında yer alan “kriz” teori ve analizlerinin eleştirisiyle ikincisinin neden daha tehlikeli olduğu görülecektir.
Kriz içinde olan nedir?
“Kapitalist sistemin yarattığı bir sonuç olsa da insanlığın bugünkü bunalımı en başta düşünsel, ideolojik bir bunalımdır. Bir başka ifade ile Marksist düşüncenin bunalımıdır. Bu iki gerçeklik birbirinden ayrılamaz. İnsanlığın topyekun bunalımını kabul edip Marksist teorinin bunalımını reddetmek en hafifinden Tarihsel Materyalizm zemininden kopmaktır.” (86)
Kriz sorununun böyle konması, dolaysız biçimde kriz analizinin nesnesine yönelmeyi önlemekte, sorunu belirsizleştirmektedir. Analize konu olan gerçeklik konusunda yazının gelgitleri belirgindir. Zaten yazıya eklektik karakterini veren de herşeyden önce bu gerçekliktir.
Yazar, “insanlığın bunalımı”nı tartışma götürmez bir gerçek, örneğin tüm sosyalistlerin ortak doğrusu, düşüncesi gibi kabul ediyor. Yazar, “insanlığın bunalımının” “kapitalist sistemin yarattığı bir sonuç” olduğunu belirttikten sonra, bunun “en başta düşünsel, ideolojik bir bunalım” olduğunu vurguluyor. Ve hemen sonra bunun, “bir başka ifade ile Marksist düşüncenin bunalımı” olduğunu söylüyor ki, zaten yazarın gelmek istediği yer de burası. Bu bapta yazının en büyük iddiası ise, “İnsanlığın topyekun bunalımını kabul edip Marksist teorinin bunalımını reddetmek, en hafifinden Tarihsel Materyalizm zemininden kopmaktır” oluyor. Doğrusu, bizi de daha çok bu ilgilendiriyor. Yazının mantık dokusu bizi, anlatımda ilk sırada yer alan “insanlık topyekun bunalım içerisinde” tezinin ya da belirlemesinin, hatta kesin hükmünün “Marksist teori bunalım içerisinde” tezinin -bu da bir türev sonuç tez oluyor“ delili”, “kanıtlayıcısı” olarak geliştirildiğini düşündürüyor.
“Marksist teorinin bunalımı” tezi ve saptaması bakımından, bu da bir yana “yapısal kriz” tartışması bakımından “Tarihsel Materyalizmin” zemininde kalmanın gereği nedir? “Tarihsel Materyalizm”, Marksist teorinin (tarihsel materyalizm bu teoriye dahildir) bunalımı için ne der? Hem hakikaten, Güneş’in sorunu koyuşuna göre, şimdi Marksist teorinin bunalım içerisinde olduğunu kabul edip tarihsel materyalizmin bunalım içerisinde olmadığını söylemeye ne diyeceğiz!? Ya da tarihsel materyalizmin de bunalım içerisinde olduğunu kabul edince, pusula namına “elimizde” tasfiyecilikten başka ne kalacak! Yapısal krizin analizinde tarihsel materyalizm zemininde kalmanın temel gereği, krize ve analize konu olan gerçekliğin aslına sadakattir. Hangi gerçeklik kriz içerisindedir? Kriz analizi hangi gerçekliği çözümlemeye ve açıklamaya çalışır? Yazarın neden doğrudan doğruya kriz içerisinde olan gerçekliği ele alarak başlamadığı, dikkat çekmektedir. Öyle ya, kriz içerisinde olan ve analize de konu olan “Marksist teori” olduğuna göre, yazarın yapısal kriz analizine “insanlığın bunalımı” ile başlaması yöntem bakımından bize hiç de materyalist görünmüyor. Materyalist yöntem, bize, analiz boyunca gerçeğin aslına sadık kalmayı emreder. Gerçek donuk, ölü ya da statik değildir; canlıdır, dinamik ve hareket halindedir. Durmaksızın değişir, gelişir. Tarihsel materyalizmin gereği, gerçeği hareket halinde kavramak, incelemek ve açıklamak; gerçeğin hareket yasalarını keşfetmektir.
M. Güneş, bize “Marksist teorinin bunalım içerisinde” olduğunu söyler. Bu bildirime göre, yapısal kriz içerisinde olan gerçeklik, “Marksist teori”dir. Yazıya egemen olan da budur, ama Güneş, başka bir şey daha söyler. Örneğin;
“Marksizm’in krizi yalnız uygulamada veya politikada veya örgütsel düzeylerle sınırlı olsaydı, işimiz çok daha kolay olurdu.” (87) Buradaki bildirime göre “uygulama”, “politika”, “örgüt” düzeyleri de olan bir şeydir kriz içerisinde olan. Ya da örneğin yazar, “Teorik-ideolojik kriz öne çıkmıştır” derken, yapısal krizini tartıştığı gerçek, artık “Marksist teori” değildir.
Yapısal kriz içerisindeki, analizin ve tartışmanın konusu olan gerçeklik nedir?
Marksist teori mi; Marksist hareket mi?
Marksist teori nedir, Marksist hareket nedir?
Marksist hareket, Marksist teoriye bağlı (en azından böyle bir iddiası olan), bu teoriyi eylem kılavuzu kabul eden (keza burada da en azından böyle bir iddiası olan), proletarya diktatörlüğünü savunan ve bunun için pratik mücadele yürüten grup, çevre, parti vb. biçimlerde örgütlenmiş hareketlerin her biri ya da tümüdür. Lenin bir yerde, bilimsel sosyalizmle kendiliğinden hareketin birliği biçiminde tarif eder. Buradan olarak, şöyle bir tarif de düşünülebilir; Marksist hareket, Marksist teori ile bu teorinin (Marksist teoriyi hadım etmeye çalışan marksolog taslakları, onun sınıfsal niteliğini reddetmeyi marifet sansalar da) odağında duran işçi sınıfı hareketinin birliğidir/ki zaten Marksist parti, çevre, örgüt vb.nin tarihsel rolleri bu birliği kurmaktır.
Marksist teori, yöntemi ve ulaştığı sonuçlarıyla birlikte Marks’ın ve Marksistlerin genelleme ve soyutlamaları demektir. Herhalde,
Marksist hareketten ayrı olarak Marksist teori, kitabi bilgiler yığınından başka bir şey olamaz. Raflardaki kitabi bilgiler yığını olarak/ yani bir öznesiz nesnelik durumu olarak, “teorinin”,
“Marksist teorinin krizi”nden söz etmek, tarihsel materyalizm zemininde kalmak mı; yoksa tam tersine, bu zemini kaybetmek mi oluyor? Marksist harekete kimlerin kimleri dahil ettiği saklı kalmak kaydıyla, evet,
“Marksist hareket kriz içerisindedir.” Tarihsel materyalizm adına neden ısrarla Marksist hareketin değil de, Marksist teorinin krizinden söz ediliyor? Bu bir nesnelik üzerine odaklanma durumu değil, bir öznellik durumu, kasıtlı biçimde buraya, krizin Marksist teorinin krizi olduğuna yüklenme durumudur! Peki, bu kasıttan murat edilen nedir?
Şimdi böyle bir duruşun, konumlanışın analizinde, tarihsel materyalizmin gereği nedir diye sormak, her halde yersiz olmaz. Materyalist tarih anlayışının insanların bilinçlerini belirleyenin varlıkları olduğuna dair öğretisi, bu duruma uygulanabilir mi? Kişilerin düşüncelerini onların nesnel toplumsal konumlarıyla açıklamak, Marksizm’in ve Marksist tarihsel materyalizmin gereğidir. Bütün bunlardan, tecrit halde bir bireyin/yazarın durumunu tartıştığımız ve de açıklamaya çalıştığımız sonucunun çıkartılması doğru olmaz. Gerçek şu ki, yazarın da etkin bir parçası olduğu siyasal yapı ve uluslararası akım muazzam bir yıkım ve parçalanma, yenilgi yaşamış, onun akabinde de bir ideolojik ve örgütsel krize yuvarlanmış, tamamen siyaset alanının dışına itilmiştir. İdeolojik ve örgütsel kriz, on onbeş yıla yayılan biçimde, bir ideolojik ve örgütsel çözülmeye yol açmış, bir atomizasyon durumu oluşmuştur. Tabii ki, 21. yüzyıla 20. yüzyıl sosyalizminin yenilgisiyle girilmesi, sosyalizm ve Marksizm adına hareket eden yapıların toplam tablosunun da bir ideolojik ve örgütsel kriz içerisinde olmaları gerçekliğinin daha büyük tablosu dışmda, bu büyük tablodan tecrit halde ele alınamaz. Yenilgi ve kriz, yazarın düşüncesini baskı altına almış ve hatta bir ölçüde felç etmiştir. Yazarın krizi gerçektir. Eğer tarihsel materyalizmi uygulayacaksak, kriz içerisinde olan, bizzat yazarın da etkin bir öznesi olduğu politik hareketin kendisidir. Yazarın Marksist teoride gördüğü kriz ise bizzat kendi düşünce dünyasındaki krizidir, bunlarda ayıp olan bir şey de yoktur. Yazarın dahil olduğu hareket ideolojik ve örgütsel bir kriz içerisindedir, bu durum bu yapıyı politik mücadele dışına yuvarlamakla kalmamış, uzun süre kendi haline bırakıldığı için kronikleşerek bir ideolojik ve örgütsel çözülme durumu yaratmıştır. Şimdi bunun günahı Marksist teoriye yüklenebilir mi? Ve de her yerde kriz görme, krizin yarattığı düşünsel felçlik durumu ve yenilginin yarattığı kötümserlikten başka nasıl açıklanabilir!
Marksizm'in donuklaşması sorunu
“(Sosyalizmi yaşamış) ülkelerde Marksizm resmi ideolojiye dönüştü... Marksist teorinin canlı hayatla bağı koptu, büyük bir durgunluğa ve giderek krize girdi...”
Marksizm’in devlet ideolojisi haline gelmesi, Marksist teorinin geliştirilmesi çabalarını nasıl etkiledi? Bu, 20. yy sosyalizm deneyimlerinin ortaya çıkarttığı gerçek ve oldukça da önemli bir sorudur! Fakat bundan, örneğin, sosyalist devletin ideolojisiz olması gerektiği sonucu çıkabilir mi?
Marksizm’in durgunluğa girmesinin nedeni resmi ideoloji haline gelmesi midir? Marksizm’in resmi ideoloji haline gelmesinden kaçınılabilir mi, dahası kaçınılmalı mı? Eğer kaçınılmaması gerekiyorsa resmi ideoloji haline geldiği koşullarda “durgunluğa” girmesi nasıl önlenebilecektir!
Proletarya, proleter devrim yolundan burjuvazinin egemenliğini yıkar ve kendi egemenliğini kurar. Herhangi bir devletin ve o arada proletarya diktatörlüğünün de ideolojisiz olması herhalde düşünülemez. Çünkü proletarya diktatörlüğü, sınıf mücadelesinin en sert şekilde sürüyor olması demektir.
Sosyalizm ve Marksizm proletarya diktatörlüğünün “resmi” ideolojisi olacaktır.
Marksizm’in gereği ve proleter sınıf mücadelesinin mantığı odur ki, proletarya diktatörlüğü programına; sınıfları ortadan kaldırmayı ve sosyalizmin inşasını, dünya proletarya diktatörlüğünü ve komünizme geçişi koyacaktır. Proletarya diktatörlüğünün resmi ideolojisi bundan başka bir şey de değildir ve keza Marksizm’in resmi ideoloji haline gelmesinin de başka bir anlamı olamaz.
Ancak 20. yy sosyalizm deneyimlerinde, proletarya diktatörlüğünün kurulduğu ülkelerde Marksizm’in donuklaşması gerçekliğinin nedenini, Marksizm’in resmi ideoloji haline gelmesinde görmek ve buradan hareketle Marksizm’in proletarya diktatörlüğü devletinin resmi ideolojisi haline getirilemeyeceği ve getirilmemesi gerektiği sonucunu çıkartmak; Marksist sınıf mücadelesi öğretisinden sapmak, tarihsel materyalizmi bir kenara fırlatmak olur.
Marksist teori donuklaştı, bu doğru. Marksist teorinin canlı hayatla bağı koptu, bu da doğru. Marksist teorinin “geliştirilme çabasının” sınırlı kalması anlamında durgunluğa sürüklendiği de doğru. Fakat bunlardan hareketle Marksist teorinin kriz içinde olduğunun iddia edilmesi de saçma olur. Yenilginin, Marksist teorinin dünyayı açıklama gücüne sahip olmamasından kaynaklandığı anlamına gelir ki; burjuva bilim adamlarının dahi Marks’ın analizlerine övgüler dizdikleri, onu bir “150 yıl sonrasını gören bir kahin” olarak niteledikleri, şapka çıkarmak durumunda kaldıkları bir dönemde, Marksizm iddialı bir yazarın bunu öne sürmesi de gülünç bir durumdur.
Güneş, “Marksizm’in bütünlüğü parçalanmış ve parçaların her birini öne çıkartan Marksizm anlayışları ortama egemen olmuştur” diyor. Bir önceki dönemin Marksizm kavrayışına yöneltilmiş oldukça anlamlı bir eleştiridir bu. Marksizm iddialı hareketlerin Marksizm’le ilişkilenişleri söz konusu olduğunda, onların Marksizm kavrayışlarının Marksist bütünlükten uzak olduğu, daha doğrusu Marksizm’i fraksiyoncu tarzda tek yanlı kavrayarak çarpıtmaları dönemin temel gerçekleri arasındadır.
Marksist teori nasıl geliştirilmiştir? Marksist teorinin kurucuları, içerisinde yaşadıkları “dünyayı” anlamak, açıklamak ve değiştirmek istemişlerdir. Marksist teorinin “keşfi” bütünüyle bu zeminde gerçekleşmiş ve tarihin döl yatağına teori-pratik birlikteliği/bütünlüğü biçiminde düşmüştür. Teori-pratik birliği, Marksizm’in genlerine içerilmiştir. Marksizm akademik çalışmalarla değil, bizzat proleter sınıf mücadelesinin içerisinde en ön saflarda mevzilenmiş devrimci Marksist partilerin kolektif ve keza bu partilerin önderlerinin ve etkin unsurlarının özel bireysel çabalarıyla geliştirilmiştir. Zamanında Marksist partilerin saflarında yer almış ve fakat daha sonra kopan kimi etkin unsurların Marksizm’i geliştirme çabalarını da bir önceki dönemlerinin birikim ve koşullanması ile açıklamak anlamlı olur.
Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm koşulları altında teorinin canlı hayatla bağı konusu, karşımıza bizzat hayatın kendisinde bürokratik durgunluğun önlenmesi, yani hayatın canlılığının korunması sorunu olarak çıkmaktadır ki, bu, devrimin sürekliliği dışında bir başka yoldan sağlanamaz. Devrimci amaçlar olmadan, Marksizm’in hayatla bağı kurulamaz. “Bürokratik durgunluk”, devrimci amaç kaybına yol açmaktadır. Marksist teorinin donuklaşıp hayatla bağını kaybetmesini, esas olarak kurulan sosyalist düzenlerin amaçlaşması anlamında “bürokratik durgunluk” ile ve tabi bürokratik durgunluğu da bir sonuç kabul edersek; devrimin sürekliliğinin sağlanamaması ile açıklamaya çalışmak, Marksizm bakımından doğru ve anlamlı olur. Eğer Marksizm’i dinamik ve devrimci kılan temel etken Marksizm’in canlı hayatla ilişkilenmesi, canlı hayata bağlanması ise bu ancak devrimci bir biçimde olabilir. Devrimin bütün durumlar içerisinde nihai amacına doğru durmaksızın ilerletilmesi iradi çabası, Marksizm’i bütün yeni durumların devrimci teorisini yapmakla mükellef kılar. Burada Marksizm’in hayatla bağının kurucuları olarak partilerin, bireylerin devrimci duruşlarının süreğenliğidir temel olan.
Proletarya diktatörlüğü koşulları altında, düzenin amaçlaşması olarak bürokratik durgunluk eğilimi ile devrimin kesintisiz sürdürülmesi eğilimi ortaya çıkar. Bu iki temel eğilimden ilki Marksizm’in donuk, cansız, ölü kavranışım; ikincisi de canlı, dinamik, yani devrimci kavranışım koşullar. Tarihsel materyalizme bağlı kalacaksak, proletarya diktatörlüğü ülkelerinde Marksizm’in donuklaşması eğilimi gerçekliğini böyle açıklamalıyız.
Eğer Marksizm; hayatla bağı koptuğu için “durgunluğa, giderek krize girdiyse”, o halde Marksizm ile hayat arasındaki bağın kuruluşu üzerinde odaklanmak, tereddütsüz bu halkayı kavramalıyız. Marksizm’in hayatla bağını kurmak, bu Marksizm’in araçsal kavranışı ve Marksizm’in politikleşmesi demektir. O halde bu gerçek varoluş bağlamı dışında bir Marksizm, ölü/hayatla bağı kopmuş bir Marksizm olduğuna göre, “Marksist teorinin krizi” tanımı “hayattan kopuk” bir tartışma ya da fantastik bir durumdan başka nedir ki?
Kriz analizlerini baz alırsak yazı, akademik Marksizm ile hayatla bağlı devrimci Marksizm arasında gidip geliyor. Oysa sorun, bir teori pratik birliği olarak kavranmadıkça doğru konmuş olamaz. Yazının kafa karışıklığı, her şeyden önce sorunu teori pratik bütünlüğü içinde kavrayamayışından kaynaklanıyor. Kriz, onun düşüncesinde ve eyleminde teori pratik bütünlüğünü kırmış bulunuyor; bu, krizin yıkıcı etkisinden başka bir şekilde açıklanamaz.
Teorinin görevi nedir?
Şu pasajda yalnızca Lenin değil, aynı zamanda, Marksist teorinin kurucularının görüşünü de buluyoruz:
“Öte yandan ise, Marks, teorisinin tüm değerinin, ‘özünde eleştirel ve devrimci’ olmasında yattığını kabul ediyordu. Ve bu son nitelik, gerçekten de tam ve koşulsuz olarak Marksizm’in yapısında vardır. Çünkü bu teori, modern toplumdaki bütün uzlaşmaz karşıtlık ve sömürü biçimlerini açığa çıkartma, bunların evrimini izleme, geçici niteliklerini farklı bir biçime dönüşmelerinin kaçınılmazlığını gösterme ve böylece tüm sömürüyü elden geldiğince çabuk ve kolayca sona erdirmesinde bir araç olarak proletaryaya hizmet etme görevini doğrudan doğruya önüne koymuştu. Tüm ülkelerdeki sosyalistleri kendine çeken bu teorinin dayanılmaz çekiciliği, tam da, kesinlikle ve en üstün biçimde bilimsel olmak (toplumsal bilimde son söz olmak) niteliği ile devrimci olmak niteliğini birleştirmiş olması olgusunda yatar, bunları rasgele ve yalnızca öğretinin kurucusu kendi kişiliğinde bir bilimcinin ve bir devrimcinin niteliklerini birleştirmiş olduğu için değil, kendi yaradılışı gereği ve ayrılmaz bir biçimde birleşmiştir. Gerçekten de, teorinin görevi, bilimin amacı, burada, gerçek ekonomik savaşımında ezilen sınıfa yardım olarak tanımlanmıştır.” (24)
Marksist teorinin kendini işçi sınıfının hizmetinde görmesi, görevini açıkça böyle tanımlaması, Marksist teorinin hayat damarlarından birisidir ve keza devrimciliğinin bir ana kaynağıdır. Onun içindir ki, biz Marksist Leninist komünistler, kendini işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin hizmetine adama dışındaki bir “Marksizm”in, ölü bir Marksizm olduğunu inatla, ısrarla açıkladık. Bu türden yaklaşımlarla aramıza kalın bir sınır çektik. Bu nedenledir ki, Marksizm dendiğinde, ezilen sınıfın mücadelesiyle ilişkilenmiş, bağlanmış, ona hizmet etme görevini başarmakta olan bir Marksizm’i, yani Marksist hareketi anlıyoruz. “Marksizm’in krizi” dendiğinde de, kendi kendine krize girmesi olanaksız olan Marksist teorinin krizini değil, canlı bir şeyin, Marksist hareketin krizini anlıyoruz. Lenin ile düşünce birliği içerisindeyiz:
“Marksizm, tam da, cansız bir dogma olmadığı, tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti olmadığı, eylemin canlı bir kılavuzu olduğu içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki şaşılacak kadar beklenmedik değişmeleri yansıtmak zorundaydı. Bu değişme, derin parçalanmalar ve dağılmalarda, yalpalamanın her biçiminde, kısaca, Marksizm’in çok ciddi bir iç bunalımında yansıyordu. ”(Lenin, Marksizm’in Gelişiminin Bazı Özellikleri, Marks Engels Marksizm)
“Marksizm’in çok ciddi bir iç bunalımından” söz eden Lenin, burada bunalımın bir tanımını da yapıyor. O’na göre kriz, “toplumsal yaşam koşullarındaki değişmeler’in Marksist hareketteki “derin parçalanmalar ve dağılmalarda, yalpalamanın her biçiminde” kendini göstermesidir. Elbette ki, Marksist teori, toplumsal koşullardaki değişimi yansıtmalıdır, zaten ezilen sınıfın mücadelesinin hizmetinde olma görevini bir başka şekilde yerine getiremez. Ama, her halde toplumsal koşullardaki değişim nedeniyle “parçalanmalar”, “dağılmalar”, “yalpalamalar” yaşayan “Marksist teori” değil, “Marksist harekettir.” Peki krizin teorik/düşünsel boyutu ya da düzlemi yok mudur? Kuşkusuz var, bütün yeni durumların materyalist çözümlemesinin yapılması ve devrimci teorisinin kurulması gerekiyor.
Bilinç ve Eylem yazarlarından E. Adaklı, M. Güneş’e itiraz ederken sorunu özsel bakımdan doğru koyuyor:
“Dünya devrim güçlerinde yaşanmakta olan ‘Marksizm’in krizi’ değildir. Marksizm’i çağın değişimlerine uygun olarak yeniden üretemeyen, eskiyen söylemlere sıkışan ve ezilenlere yeni siyasal açılımlar sunamayan bizlerin krizidir.”(Agy. S.95) Doğrudur. E. Adaklı, bir cümleyle değindiği “Marksist teorinin krizi” analizinin kapsamlı bir eleştirisine her nedense girmez.
Bir “kriz döneminden” geçmekte olduğumuza göre, Marksist olma iddiasındakilerin kriz konusunda bir düşünce birliğine ulaşmaları herhalde önemlidir. Çünkü bu tartışma en nihayetinde, “krizden nasıl çıkılacak” sorusunun yanıtıyla günlük devrimci eyleme bağlanmak zorundadır. Marksist hareket gerçekliği dışında, teori dünyasının alanında, Marksist teorinin krizi teorisi ortaya atıldığına göre, “Marksist teorinin krizden çıkması” ile “Marksist hareketin krizden çıkması”, herhalde farklı farklı şeyler olacaktır!
Teorik tasfiyeciliğin derinliği
“Marksist düşüncenin yığınca birikmiş sorunu var. Marksizm’in sorunlarına gene ancak Marksizm içinden ve onun yöntemini esas alarak cevaplar üretebiliniz.”
Acil, yaşamsal teorik görevlerin, “Marksist düşüncenin yığınca birikmiş sorunu var” formatında sunulması, Marksizme/devrimci teoriye akademik yaklaşımın çarpıcı bir yansımasıdır. Marksist akademisyenler teorinin biriken sorunlarından söz ederler, bu onların kendi alanlarını ve rollerini tanımlayışını, keza Marksizm’le/teori ile ilişkilenişlerine tanımlayıcı biçimde denk düşer. Onlar, teori için teori peşindedirler. Devrimci Marksistler ise mevcut duruma hücum edip pratik biçimde devrimcileştirme eyleminin ışığı, kılavuzu olarak Marksizm/devrimci teori ile ilgilenirler. Devrimci teorinin görevidir bu.
“Yığınca birikmiş sorun”, nedir bunlar? Bu tarz sunumlara, teorinin birikmiş sorunları vb. tanımlara, ilk defa tanık oluyor değiliz. Sorunun bu tarz konuşu okuyana nasıl bir mesaj veriyor, nasıl bir düşünceye sevk ediyor? Tanıyı koyana kazandırdığı nedir bunun? “Sorun”ların çözümüne nasıl bir katkı sunuyor? Bu, devrimci teoriye ciddi bir yaklaşım olarak kabul edilebilir mi? “Marksizm’in birikmiş sorunları”, bu “sorun”lar somut olarak çözümlenip tarif edilmediği sürece, bu türden yaklaşımlar, en iyimser ifade ile Marksizm hakkında kuşku ve güvensizlik yaymaktan, “ideolojik bunalımı” ağırlaştırmaktan öte bir rol oynayamaz. Yazarın devrimci teoriye karşı sorumlu olmayan, daha doğrusu sorunlu yaklaşımını şu satırlarda da buluyoruz:
“...Eski nizamın böylesine temellerinden sarsılıp çatırdadığı bir dönemde, geçen yüzyılın klasik doğruları da işlevsizleşmiştir.”
Hakikaten, “...geçen yüzyılın... işlevsizleş”tiği iddia edilen “klasik doğruları” nelerdir? Marksist hareketin klasik doğrularının işlevsizleştiği, geçerliliğini yitirdiği mi iddia edilmektedir? Öyle değilse niçin yazılmıştır bu satırlar!
Her şey bir kez daha sorgulanabilir, ama her şeyin işlevsizleştiği ve dolaysıyla geçerliliğini kaybettiğini ilan etmek, düpedüz teorik/ideolojik tasfiyeciliktir.
Geçen yüzyılın en geçerli “klasik doğrusu”, sınıf mücadelesidir, örneğin. Ne oldu, Marksizm’in sınıf mücadelesi öğretisi/teorisi ve tabi yaşamdaki karşılığı işlevsizleşti mi?
Sosyalist düzenle kapitalist düzenin barış içinde bir arada yaşayamayacağı, geçen yüzyılın bütün tarihi tarafından doğrulanmadı mı? Bu devrimci teorinin klasik bir doğrusu değil mi, bu geçersiz mi artık?
Ya da burjuva diktatörlüğün parlamenter yoldan devrilemeyeceği, burjuvazinin egemenliğinin şiddete dayanan devrimle yıkılmasının kaçınılmaz olduğu bütün çıplaklığı ile açığa çıkmadı mı? Şimdi teorinin klasik bir doğrusu değil mi, şiddete dayanan devrimin zorunluluğu?
Ve de burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesi, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümü ve sosyalist ekonominin inşası vb. için proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu göstermedi mi geçen yüzyıl?
Ve, geçen yüzyılın klasik doğruları arasında değil miydi bunlar?
Ya da devrimci teori ile silahlanmış profesyonel devrimciler çekirdeğinin ekseninde illegal temelde kurulmuş ve işçi sınıfı ve ezilenlerin hareketiyle sıkı sıkıya bağlı, sınıflar mücadelesinin tanıdığı her çeşit mücadele biçimini kullanmaya hazır devrimci parti modeli, Leninist tipte devrimci parti teori ve pratiği, geçen yüzyılın genel kabul gören bir doğrusu değil miydi? Tabii ki, tartışılabilir, ama niçin, niçin yitirdi geçerliliğini!
Bu toptancı yaklaşım, bu mantık yürüterek sonuca gitme tavrı, sorunların çözümü bakımından ne işe yarayacaktır? Burjuvazi devrimcileri fiziki olarak yenebilir, birçok kez yenebilir ve gerçek devrimciler, yenilginin akabinde ayağa kalkıp yeniden savaşa tutuşanlardır. Ama klasik doğrularımızın geçerliliğini yitirdiğini söylemek, ideolojik yenilgi anlamına gelir ki, bunun Marksizm’i terk edişten başka sonuç vermesi de beklenemez. Zaten içinden geçmekte olduğumuz dönemde Marksizm’i terk ediş eğilimi bir gerçektir ve besbelli ki, devrimci saflarda belli ölçülerde oluşmuş bulunan ideolojik yenilginin bir yansımasıdır. Geçen yüzyılın klasik doğrularının geçerliliğini yitirdiğinin bu kadar kolay ilanı, yazarın Marksizmle bağlarının ve bağlılığının ne denli zayıfladığının bir göstergesidir.
Kriz nasıl çözülecek?
Tabii ki burada söz konusu olan, yapısal krizdir. Krizin analizi, krize müdahalenin girişini oluşturmakta, bu soruların yanıtı da kriz analizlerinden başlayarak netleşmektedir.
Krize müdahalenin hayati sorunu, her şeyden önce Marksizm’in ilkeleri ve temelleri için mücadeledir. Yalnızca muhataplarımızın, “Marksizm’in yöntemi” ve tarihsel materyalizm dışında Marksizm’e herhangi bir göndermede bulunmayarak o muazzam Marksizm hazinesini önemsiz gösteren teorik tasfiyecilikleri nedeniyle değil; keza yalnızca muhatabımız geçen yüzyılın klasik doğrularını topyekun “işlevsiz”likle damgalayıp böylelikle geçersiz ilan ettiği için değil, ama bizzat burjuvazi, ideolojilerin öldüğünü, tarihin sonunun geldiğini ilan ederek Marksizm’e ve sosyalist ideolojiye karşı yok edici bir savaş yürüttüğü ve bu caniyane savaş, 20. yüzyıl sosyalizminin yenilgisi gerçekliği ile de birleşerek işçi sınıfının ileri bölüklerinin sosyalist sınıf bilincini felç ettiği için de Marksizm’in ve sosyalizmin ilkeleri ve temelleri uğruna mücadele yaşamsaldır.
Kriz, kendini aynı zamanda hareketin iç parçalanmaları ve atomizasyonu biçiminde de ortaya koyduğuna göre, buradan çıkarılabilecek sonuç da Marksizm’in ve sosyalizmin ilkeleri ve temellerini korumak için mücadelenin önem ve aciliyetidir. Herhangi bir biçimde yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, şunu özellikle vurgulamalıyız: Marksizm’in ve sosyalizmin ilkeleri ve temelleri uğruna savaşım, bu asla Marksist formüllerin, Marksist metinlerin günümüzde işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci eyleminin yaşamsal sorunlarından kopuk bir tarzda tekrarı anlamına gelmiyor, alıntıcılık ya da derlemecilik anlamına ise hiç gelmiyor. Bu, politik bir sorundur; Marksizm’in ve sosyalizmin ilkeleri ve temelleri ancak günün yaşamsal devrimci sorunlarını yanıtlama zemininde savunulabilir. Bunlar elbette ki devrimci programın, strateji ve taktiğin, devrimci önderliği örgütlemenin sorunlarıdır. Bunlar, doğası gereği akademisyenlerin değil, devrimcilerin işidir.
Lenin’in Marksist hareketin krizine müdahale yaklaşımı da özsel bakımdan böyleydi. O, Marksist hareketin krizi koşullarında aynı şeyi yapmıştır: “Bu parçalanmaya karşı kararlı bir direnme, Marksizm’in temellerini ayakta tutmak uğruna kararlı ve inatçı bir savaşım, yeniden gündem konusu olmuştu.” (aynı yerde) Kaldı ki, bizim bugün karşı karşıya kaldığımız kıyaslanamaz biçimde ağır durum, on misli, yüz misli daha büyük bir kararlılık ve enerjiyle Marksizm’in ve sosyalizmin ilkeleri ve temelleri uğruna mücadele etmemizi gerektiriyor.
Her kriz analizi, esasen öyle ya da böyle krize bir biçimde müdahale anlamına da gelir. Bunun da ötesinde her kriz analizi bir müdahale planını kapsar ya da koşullandırır. Bu nedenledir ki, krizin “Marksist teorinin krizi” olarak görülmesi ile “Marksist hareketin krizi” olarak tanımlanması, krize tamamen farklı yöndeki müdahaleleri koşullandıracaktır ve koşullandırmaktadır. Kriz, bir kez Marksist teorinin krizi olarak değerlendirildikten sonra, teori-pratik birlikteliği tutarlılığı içinde bir müdahale planı geliştirilemez.
“Marksizm’in sorunlarına gene ancak Marksizm içinden ve onun yöntemini esas alarak cevaplar üretebiliriz. Teorik-ideolojik kriz öne çıkmıştır. Ancak salt teorinin alanında kalarak mevcut kriz aşılamaz.”(87) Krizi, “Marksist teorinin krizi” olarak tanımlayıp, “Marksizm’in sorunları” gibi teorisist kavramlarla yol almaya çalışılırken; eylemin, pratiğin gerekliliğinin zikredilmesi güzel, ama durumu kurtarmaya yetmiyor, yazının eklektizmini derinleştirip daha da çarpıcı hale getiriyor.
“Salt teorinin alanında kalarak mevcut kriz aşılamaz”... Tamam, peki, teorinin alanı dışına, hemen şimdi nasıl çıkacaksınız? Yazının, krizin nasıl aşılabileceğine dair bir öngörüsü niçin yok?
Eğer kriz, teorinin krizi ise kuşku yoktur ki, krizden çıkış hipotezleri de bu öncül üzerine kurulacaktır. Şimdilik politik eylemin ve örgütün çok da önemli görülmediği ise zaten biliniyor. Dahası yazı ilerledikçe, tutkulu tasfiyeci meydan okuma çizgisi, belirginleşiyor.
“Salt teorinin alanında kalarak mevcut kriz aşılamaz” diyen Güneş’in krize çözüm planı nedir? Bakalım:
“Bu çalışmayla bir grubun, bir çevrenin, bir geleneğin canlandırılmasına çabalamıyoruz. Mevcut gruplara bir yenisini eklemeyi hiç düşünmüyoruz. Yapmak istediğimiz, mevcut kaos ve çözümsüzlük ortamını yok ederek, solun tüm birikiminin topyekün ileri sıçratılmasının yollarını aramaktır. Bildik ve alışılmış tavırlar bizi belirlemiyor. Tüm devrimci ve sol ortamın ihtiyacı olan yeni bir siyaset tarzını hayata geçirmek üzere yola çıkıyoruz. Alışılmış siyaset yapma tarzını ve alanını terk ederek solda yeni bir zemin ve yol açmak istiyoruz.” (90)
Durun, bu iş böyle olmaz. Geride kalan birkaç yılın kaybedilmesinden hiçbir sonuç çıkartılmıyor mu? Geride kalan birkaç yılın kaybedilmesinin burada tartışmakta olduğumuz tasfiyeci kriz çözümlemeleriyle bağıntısı yok mu? “Öteki...” deneyimi ne oldu? Çıkan, elde edilen sonuç nedir? Denemeye, aramaya yeni başlamıyorsunuz? Evet, başkalarını tutuculukla, tasfiyecilikle vb. yargılıyorsunuz; ama orta yerde çözülmüş atomize, olmuş/edilmiş yapılar gerçeği de var! Bunların da bir sorumluluğunun, hesap-kitabının olması gerekmez mi?
İddia büyük, “Yapmak istediğimiz mevcut kaos ve çözümsüzlük ortamını yok ederek solun tüm birikiminin topyekün ileri sıçratılmasının yollarını aramaktır.” Peki, yapılan ne: Bir kısım sicilli tasfiyecilerle buluşarak bir teorik politik dergi çıkartmak ve de “sosyalist forum” nevinden çabalar, değil mi! Bu araçlarla, bu yollardan “kaos ve çözümsüzlük ortamını” nasıl “yok edeceksiniz? Hangi teori ve hangi pratikle, hangi teori ve pratik birliği ile yapacaksınız bunu!
Tanrı aşkına, “hayata geçirmek üzere yola çık”tığmız bu “yeni bir siyaset tarzı” nedir? Niçin tanımlamıyor, tarif etmiyorsunuz? “Alışılmış siyaset yapma tarzını ve alanını terk” etmekten söz ediyorsunuz, ama bunu yeni bir durum gibi niçin sunuyorsunuz? Hayır, siz “alışılmış siyaset yapma tarzının ve alanını” değil, siyaset alanını “terk ediyorsunuz”, daha doğrusu, siz siyasal mücadele alanının dışına çıkalı çok oluyor. Sizce sosyalist forumda bir araya gelmeye eğilim gösterenlerin genelinin, siyasal mücadele alanında varlık gösteremeyenlerden oluşması bir tesadüf mü?
“...Yeni programatik gerçekler ipuçlarıyla hızla öne çıksa da, dönemin Marksist tahlili tamamlanmadan gerçek temellerine oturamaz. Boşluktaki programlar, politik pusulasızlık ve stratejik hedefsizlik doğuruyor. Büyük devrimci görevler bir yana, kendini koruma amaç haline geliyor. Bu durumun bıktırasıya tekrarı, devrimci saflardaki moral motivasyonu tüketiyor. Somut olarak görülmeyen şiddetli bir tasfiyecilik dalgası tüm devrimci özneleri kemirmeye devam ediyor.” (89)
Görüldüğü gibi, “Salt teorinin alanında kalarak mevcut kriz aşılamaz”, ama dönemin Marksist tahlilinin “tamamlanması” birinci sorun oluyor. Bunda da şaşılacak bir şey yok, kriz “teorinin krizi” olunca asıl sorun da “tahlili tamamlamak” oluyor. Zaten programlar “boşlukta” olduğuna ve keza bu, “stratejik hedefsizlik” doğurduğuna göre, ee tabi ki, bu “politik pusulasızlık” koşullarında nasıl politika yapacaksın, neyle politika yapacaksın! Bir önceki dönemin tüm kazanımları reddedildiğinde; yeni dönemin tahlili de tamamlanmadığına göre, buyurunuz meleklerin cinsiyetini tartışmaya! Pardon, bu tartışma ne kadar zamandır sürüyor? Bu tartışma süreci boyunca kazanımlar ne oldu? Bu tartışmalar, aynı zamanda ideolojik ve örgütsel atomizasyon süreci olmadı mı?
Peki, “somut olarak görülmeyen şiddetli bir tasfiyecilik dalgası, tüm devrimci özneleri kemirmeye devam” etmiyor mu? Evet, “şiddetli bir tasfiyecilik dalgası” devrimci öznelere için için işliyor. Güneş, tasfiyecilikten söz ederken onun yalnızca bir biçiminden, düne saplanıp kalmaktan, yani dogmatizm biçimindeki tasfiyecilikten bahsediyor. Buna odaklanıyor. Bununla hesaplaşıyor. Doğrudur, böyle bir tasfiyeciliği görmemek körlük olur.
Evet, “kendini koruma amaç haline geliyor.” Kendi kendisinin amacı haline gelmek gerçek bir tehlike, gerçekleşmekte olan bir durum. Kendi kendisinin amacı haline gelmek, sosyalist ve devrimci amaçların terk edilişi, varlık hakkının yitirilmesi demektir. Amaç kaybına uğrayan ve kitlelerle bağını kaybedenlerin varlık hakkı kalmayacak ve tükenecektir haliyle.
Ama Güneş’in pozisyonunda olanlar için asıl önemli olan, tasfiyeciliğin diğer biçimini görebilmek ve onunla bir sınır oluşturabilmektir. Diğer biçimiyle tasfiyecilik, her şeyden önce bir önceki dönemin kazanımlarının görülememesi ve savunulamaması ya da düpedüz reddedilmesi nedeniyle sürekliliğin kaybedilmesidir. Yukarıda bunun çarpıcı görüngüleri üzerinde durduk. Bunlar tasfiyeciliğin yeniden yapılanma döneminin kazanımlarına karşı körleşme biçimiyle de birleşerek, dönemin özgün tasfiyeciliğini meydana getirmektedir.
“Eski bizimdir, bizim olduğu için güzeldir. Ancak olduğu gibi korumamız ve devam ettirmemiz imkansızdır. Şimdi devrimcilik, kendi yetersiz temelleri dahil her şeyin yıkılıp yeniden kurulmasını zorunlu kılıyor.” (88)
“Şimdi” tarihsel bakımdan, yani bir yeniden yapılanma döneminin genel ruhu hakikaten böyledir. Ama Güneş, buna, mutlaklaştıran çok güncel bir anlam veriyor. Bu da, doğruluğunu kuşkulu ve tartışılır kılmanın ötesinde tasfiyeci bir karakter kazandırıyor. Neden ille de her şey yıkılıp yeniden kurulacak! “Yıkılmak ve yeniden kurulmak”, yeniden yapılanmanın temel görüngülerinden birisi olabilir ve öyledir de. Ama neden tek biçimli bir süreç olsun ki, yeniden yapılanma? Hakikaten neden tutkuyla tek biçimli bir süreç olarak sunuluyor yeniden yapılanma? Dönüşüme uğrayarak yeni döneme adapte olmak, önceki dönemin kazanımlarını içerip aşmak da yeniden yapılanmanın temel görüngüleridir.
“Eski olanı yıkın”, bu olsa olsa tasfiyeciliğin ilkesi olabilir. İyi de, geride kalan dönemin kazanımları yok mu? Düne ait olan her şey, düne ait olduğu için eski ve geçersiz mi? Tarihsel süreklilik diye bir şey yok mu? Dün, bugün ve yarın; tarihin ard arda gelen, ama bir biri ile ilişkisiz, organik bağıntıdan yoksun, tecrit haldeki kompartımanları mı yani?
Örgütsel tasfiyecilik
“Geçen dönemin ideolojik, politik, örgütsel yapı ve kurumlarının kalıntıları üzerimize ağır bir yük olarak çökmüş ve bizleri nefessiz hale getirmiştir... Her şeyin çatırdadığı bu dönemde, kalıcı kurumlar ve araçlar inşa etme ve var olanları aynı biçimde tutma çabası büyük bir tutuculuktur.” (88)
Çok farklı şeyler, tam bir üstünkörülükle aynılaştırılıyor. “Var olanları aynı biçimde tutma çabası”, bunun gerici bir çaba olacağı hemen anlaşılıyor tabi, ama varolandan varolana fark yok mu? Varolandan varolana fark var ve bu esasen öyle önemsiz, ihmal edilebilir bir durum da değil. Birilerinin farklı olduğunun altını çizmekte de utanılacak bir şey yok. Evet, MLKP farklı. O krize doğdu ve yapısal krize gelişen bir yanıt. Onun somutunda varolanı korumak niçin gerici olsun? Bu yeni bir yapı, ama “var”; onu korumak, geliştirmek niçin gerici olsun!
Zincirlerinden boşalmış bir tasfiyecilik! Geçen döneme ait olan öldürür, onlar bizi öldürmeden; biz yakıp, yıkıp her ne biçimde olursa olsun tasfiye ederek, onların işini bir an önce bitirelim, bir an önce yakamızı kurtaralım! Tutucu olmamak için elde avuçta ne varsa her şeyi, ama her şeyi tasfiye edelim. Böylece neyin eskiyi ve tutuculuğu temsil ettiği, neyin geçen dönem kazanılmış, yarma taşınması gereken birikimi temsil ettiği gibi can sıkıcı ayıklama işleriyle uğraşmaya de gerek yoktur.
Şöyle özetlenebilir tasfiyecilik:
Birinci tez: “Şimdi devrimcilik, kendi yetersiz temelleri dahil her şeyin yıkılıp yeniden kurulmasını zorunlu kılıyor.”
İkinci tez: “Her şeyin çatırdadığı bu dönemde... var olanları aynı biçimde tutma çabası büyük bir tutuculuktur.” Ve de “her şeyin çatırdadığı bu dönemde, kalıcı kurumlar ve araçlar inşa etme... büyük bir tutuculuktur.”
Sonuç: Her şey yıkılmalı, ama asla yeni yapılar kurulmamalıdır!
Bütün bunların, içinden çıkılmakta olan dönemle devrimci ve sorumlu bir hesaplaşma olduğu iddia edilebilir mi? Bunlar dünden, içinden çıkılan dönemden bir kaçıştır. Ne yenilikçidir, ne devrimci; en kaba biçimiyle tasfiyecidir.
“Onlarca birlik deneyleri yaşanmış ve tümden tüketilmiştir, tekrarı mümkün değildir. Yeniden yapılanma, mevcut hiçbir yapıya veya yapılara bağlı olarak ele alınamaz. Tersine, mevcut örgütsel yapıların ve sol ortamın aşılmasına yakından bağlıdır. Mevcut örgütlü öznelerden biri veya birkaçı veya tümünde belirli kesimler bu göreve büyük katkılarda bulunabilir. Ama yeniden yapılanma, verili duruma yaslanarak başarılamaz. Mevcut sol ortamın dışında farklı zeminlerde yaratılacak ortak birikim ve araçları şart koşar.” (91)
Tam bir tasfiyeci cephanelik oluşturan bu iddiaların her birine en azından değinmek kaçınılmaz oluyor.
“Onlarca birlik deneyleri yaşanmış ve tümden tüketilmiştir, tekrarı mümkün değildir.” Bunun bir tekerleme olduğunu ve rahatlıkla çok kötü bir şekilde tekrar edildiğini söyleyebiliriz. Bilinç ve Eylem’in yapmakta olduğu da bir çeşit birlik değil midir? Herhalde yayın kurulu da bir örgüttür. Malum sicilli tasfiyecilerle Yayın Kurulunda bir birlik yapılmıştır. Demek ki, Güneş, gerçekte bugün birliğe değil, birliğin belli biçimlerine karşıdır. Ve zaten yeniden yapılanma, kendi içerisinde potansiyel olarak birlik sorun ve olanaklarını da barındırmaktadır. Bilinç ve Eylem’in de dahil olduğu “Sosyalist Forum” girişimini yapan çevrelerin davet ettikleri yapılara çözülme ve birliğe açık olmayı ön şart olarak ileri sürmeleri de, bu gerçeğin yansıması. Birlik deneyimlerinin “yaşandığı ve tüketildiği” tezi, hem bir yeniden yapılanma döneminin yüklü olduğu birlik olanaklarına karşı köreltici olması nedeniyle ve hem de yaşanmış birlik deneyimlerini aynılaştıran ve devrimci kazanımları kabaca reddeden yaklaşımı nedeniyle, her iki bakımdan da tasfiyecidir.
Öyle değil mi, tarihimizdeki farklı birlik deneyimleri gerçeğini inkar ve görmezden gelmenin neresi yeni siyaset tarzıdır? Öznesi başkaları olunca devrimci kazanımları kabaca görmezden gelip yadsımanın neresi “yeni siyaset tarzı” dır? Siyasi mücadeleye dolaysız biçimde karışmayı gündeme getirmeyen birlik biçimlerini onaylayan yaklaşımın, neresindedir bu yeni siyaset tarzı?
“Yeniden yapılanma, mevcut hiçbir yapıya veya yapılara bağlı olarak ele alınamaz.... Mevcut örgütlü öznelerden biri veya birkaçı veya tümünde belirli kesimler bu göreve büyük katkılarda bulunabilir.” Tasfiyecilik M. Güneş’te bir tutku haline gelmiştir. Fakat kafası hakikaten çok karışık. Devrimci hareket söz konusu oldu mu statik düşünüyor. Değişimi ve yenilenmeyi göremiyor. İncelemesinde değişeni, yeniden yapılananı, yeni olanı, geleceği olanı bulma, anlama, öne çıkartma yaklaşım ve yönelimi görülmüyor. Kazanımlara karşı körelmiş bir durumu, duruşu var. Devrimci imkanlara karşı körelmiş bu duruş, yenilgici ve kötümser yaklaşımı yansıtıyor.
“Mevcut yapılar” krizle ilişkilenişleri itibarıyla eşit midir? Eşitsiz gelişme yasası devrimci yapılar için geçersiz midir? Gelişme her yerde eşitsizdir. Ama “mevcut yapılar ”ın “eski yapılar” olarak sunulması, gerçeklere meydan okumaktır, materyalist yöntemden açıkça uzaklaşıp, sapmaktır. Örneğin; yapısal kriz 1990’larda oluştuğu zaman, ne ÖDP, ne Bilinç ve Eylem, ne de MLKP vardı! Bunların her biri bizzat krize doğdular! Mevcut yapıların kimilerinin tutuculaşmaktan da öte gericileşmesi (yani yeniden yapılanmayı ifade eden gerçek gelişmelere karşı direnmeleri ve savaşmaları), kimilerinin dönüşüp yenilenmesi, kimilerinin ölümü vb. sürecin doğasına uygundur.
“Verili durum”, 1990’larda yapısal krizin oluştuğu koşullardaki “verili durum” değildir. Öyle değil mi? Verili durum çok değişti, bu verili durum, bir verili durum, ama başka bir durum! O halde sorun nedir ? Güneş’in “verili duruma” yaslanarak bir yere varamazsınız uyarısının muhatabı, olsa olsa bugün için “verili durumu” iyi görünenlerdir! Verili durumu kötü olanların buna yaslanmaları zaten anlamlı olamayacağına göre, bu böyledir. O halde demek ki, tasfiyecilik kötümserlikle bağlıdır; öyle ki, tasfiyeciliğin manifestosu niteliğindeki yazı, açıkça karamsarlık yaymaktadır. Adeta şöyle deniyor; düşman pek ala yarın sizi de yere serebilir, verili durumunuzun ilerleyerek sürmesinin bir güvencesi mi var sanıyorsunuz! Siz de aklınızı başınıza toplayıp, tasfiyecilikte karar kılın!
“Mevcut örgütsel yapıların ve sol ortamın aşılmasına...” Şimdi “mevcut örgütsel yapılar”m hiç biri, yapısal krizin oluştuğu dönemdeki yapılar değil, az ya da çok hepsi, ister krizin tutuculaştırıcı, ister çözücü ve isterse devrimci dönüştürücü/yeniden yapılandırıcı etkilerinin belirleyiciliği altında ve gelişme çizgisinde olsunlar, bütün “mevcut örgütsel yapılar” değişmiş ve değişmekte olan örgütsel yapılardır. Devrimci örgütlerin gelişim çizgileri somut olarak çözümlenebilir durumlardır. Hepsinin aynılaştırılmasına en başta Marksist Leninist komünistlerin farklılığı gerçekliğini vurgulamak için itiraz ediyoruz, ama aynı zamanda kriz ve yeniden yapılanma gerçekliğinin anlaşılabilmesi için de devrimci yapıların aynılaştırılmaması gerektiğinin altını çiziyoruz.
Güneş’in bir yeniden yapılanma döneminde dünkü yapıların durumunun ne olacağına dair teorik görüşleri, durumu anlamasına yetmiyor. Bu nedenle bir yandan varolan gruplardan biri veya bir kaçının yeniden yapılanma devrimci görevlerine önemli katkılarda bulunabileceğini belirtirken, diğer yandan “var olan gruplar her türlü devrimci gelişmenin önünde engel” ilan edilebiliyor.
Aşağıdaki satırlarda yansıyan düşüncelerin tutarsızlığı çarpıcıdır. Tutarsızlığın altını kalınca çizmek gereğini duyuyoruz:
“Mevcut örgütlü öznelerden biri veya birkaçı veya tümünde belirli kesimler bu göreve büyük katkılarda bulunabilir.”
“Niyet ve iradelerin dışında var olan gruplar her türlü devrimci gelişmenin önünde engel haline gelmiştir.”
Hangisine inanacağız?
“Niyet ve iradelerin dışında var olan gruplar her türlü devrimci gelişmenin önünde engel haline gelmiştir. Devrimi hareketin yaşadığı en büyük çıkışsızlık buradan kaynaklanmaktadır. Bu gerçeklik bütün çıplaklığıyla gruplar dünyasının önündedir. Bir büyük devrimci yapılanma kaçınılmazdır. Gruplar ya inatla eski zeminlerde daha da tutuculaşıp felçleşecekler ya da daha büyük dünyaları kurmak için mevcut işlevsizleşmiş eski yapılarını aşmaya cesaret edecekler. Mevcut durumda ısrar her şeye varabilir, ama asla büyük bir devrim örgütüne sıçrayamaz.” (90)
Varolan gruplara savaş açılıyor. Fakat bu ne kadar devrimci ve ne kadar tasfiyecidir? Tasfiyecilik ve gericilik burada açığa çıkıyor.
“Var olan gruplar” bakımından hiçbir ayrım yapılmaması bir tesadüf sayılmamalıdır. Grupların yeniden yapılanma süreciyle bilinçli, yarı bilinçli ya da tamamen kendiliğindenci tarzda kurduğu ilişki, dolayısıyla süreci yönetme, süreç tarafından yönetilme, sürüklenme durumları da farklıdır. Her birinin durumu farklıdır ve materyalist analizin bunu açığa çıkartması gerekir. O zaman yeniden yapılanma söz konusu oldu mu her birinin pozisyonu da netleşir.
“...Ancak yeniden yapılanma, eskinin kadrolarıyla başarılamaz. Yeni bir genç devrimciler kuşağının hızla mücadeleye kazanılması esastır. Yeniden yapılanma, ancak bu genç kuşağın omuzlarında yükselir...” (91)
Bunu yazanlar “eskinin kadroları” olunca, bizim ilk aklımıza gelen; acaba sorumluluk üstlenmekten mi kaçmıyorlar, sorusu oluyor. Eğer dünden devralınacak bir şey yoksa, yani yeniden yapılanma yeni, boş ve temiz bir sayfa açma gibi algılanıyorsa, yani yeniden yapılanma aynı zamanda geçmiş/bir önceki dönemin kazanımlarını koruma/sürdürme gibi bir temel unsur da taşımıyorsa Güneş’in öne sürdüğü görüş doğru kabul edilebilir. Tersi geçerliyse, dünden devralınacak bir şeyler varsa, yani yeniden yapılanma aynı zamanda geçmiş/bir önceki dönemin kazanımlarının koruma/sürdürme gibi bir temel unsuru da taşıyorsa, eski kadroların ayrışacağını, “yenilenenlerin”, hadi söyleyelim kendini yeniden yapılandırmayı başaranların yeniden yapılanmanın temel bir unsuru olabileceğini/ olacağını da kabul etmek, devrimci aklın ve materyalist tarih anlayışının gereğidir. Yeniden yapılanma, hemen şimdi çözülmesi gereken devrimci bir sorun olduğu içindir ki, yeni devrimci kuşakların omuzları üzerine yükselemez. Onlara bırakmak, günün en yakıcı devrimci görevinden yan çizmek olur. Kaldı ki, yeniden yapılanma artık tanımlanabilir bir gerçekliktir, yeniden yapılanmanın temellerinin de kendini aşan “eskinin kadroları” tarafından atılabileceği ve atmakta olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Yeni bir genç devrimciler kuşağının hızla mücadeleye kazanılması ”na gelince, bu tabii ki hemen başarmakla yükümlü olduğumuz ertelenemez görkemli bir devrimci görevdir. Bunun üstesinden gelmek, muazzam bir devrimci başarı olacaktır. Ama nasıl başarılacaktır bu? Ve kim gerçekleştirecektir bunu? Ve tabii, nasıl bir çalışma tarzı ve hangi araçlar ile? Bütün bu soruların açık devrimci yanıtları olmadığı zaman, her şey kendiliğindenciliğe terk edilmiş olmaz mı!