Dünya ezilenlerinin yarattığı zenginliğin en büyük paylarından birini alan ve neoliberal saldırganlığın başlıca merkezlerinden olan Avrupa kapitalizmi, son yarım yüzyılda gemlemeyi başardığı kendi proletaryasının uyanmasından hep korkuya kapılmıştır. Bu korku, yalnızca Avrupa emperyalistlerinin ve kapitalist devletlerinin değil, aynı zamanda dünya emperyalist-kapitalist sistemin de korkusudur. Çünkü Avrupa işçi sınıfı, bir kez siyasi olarak harekete geçtiğinde, neoliberal emperyalist saldırganlığın en ciddi muhalifi haline gelebilecek ve tüm dünya işçi sınıfı ve ezilenlerinin hareketi üzerinde dolaysız etkide bulunabilecek zincirlenmiş bir dev gibidir. Avrupa işçi sınıfının kendi burjuvazisine karşı mücadelesi, yalnızca emperyalist sermayenin —oldukça kışkırtıcı biçimler de kazanan pervasızca uyguladığı neoliberal saldırganlığın hızını kesmekle kalmayacak, daha da kapsamlı uluslararası bir rol oynayabilecek niteliğe sahiptir; dünyanın dört bir yanında emperyalizmin ekonomik, siyasi ve askeri saldırganlığı altında yıkıma uğrayan ezilenlerin üzerindeki boyunduruğu gevşetici, dolayısıyla da onların mücadelesine de alan açıcı bir etkide bulunacak, başka coğrafyalardaki sınıf mücadelelerini de hızlandırıcı/sürükleyici bir rol oynayacaktır.
Dev uyanıyor. Zincirlerini kırmaya başladı. 30 yıldır işçi hareketi adına yaprağın kımıldamadığı ülkelerde dahi, işçi sınıfı on binler, yüzbinler olup sokaklara dökülüyor, şalterleri indiriyor ve dünya zenginliklerini yüzyıllardır doymaz bir iştahla yağmalayan, halklara cehennem azabı çektiren kendi burjuvazisinin en korkulu kabusu olduğunu hissettirmeye başlıyor.
En son Fransa işçi sınıfının Şubat ayı içinde başlayan ve Mart ayma da taşan grev ve gösterileri, Avrupa işçi sınıfının uyanışının açık bir göstergesiydi. Sokağa çıkan milyonlar, Fransız tekelci burjuvazisinin ve gerici hükümetin neoliberal saldırılarına karşı öfkesini haykırdı. Özellikle bu son mücadelelerde, sendika bürokrasisinin bütün oyalayıcı tutumlarının, taban örgütlenmelerine dayalı aşağıdan geliştirilen bir inisiyatifle aşılması ve mücadelelerin bu yönünün öne çıkması, Avrupa işçi hareketinin yeni yeni kazanmaya başladığı bir nitelik olarak önemliydi. Avrupa işçi hareketinin yeni döneminin işaretlerinden biriydi.
Yanılsamadan gerçeğe
1995’teki Fransız işçi sınıfının, gençliğinin, çiftçilerinin —birbirini etkileyen ve besleyen eylem dalgası, Avrupa işçi hareketinin silkinişini haber veriyordu. Bu uyuyan devin, artık uyanma zamanının geldiğinin de işaretiydi. İtalya işçi sınıfı, Fransız sınıf kardeşlerinin mücadelelerine yanıt verdi; genel grevlerle birleşen eylem dalgası, Berlusconi Hükümetinin de sonunu getirdi. İspanya, Yunanistan gibi Avrupa işçi sınıfının diğer bölükleri izledi bunu. Eylemler, neoliberal saldırıların hızının yavaşlamasında etkili oldu. Hareket, yalnızca Avrupa tekelci burjuvazisine istediği gibi at oynatamayacağını göstermedi, aynı zamanda neoliberal saldırganlığa dikensiz gül bahçesi hazırlama görevi üstlenmiş sendika bürokrasisinin de huzurunu kaçırdı.
Sonraki süreçte hareket, sessizliğe gömülmedi ise de, yeniden geçici bir durağanlık dönemine girdi. Bu, Avrupa işçi sınıfının yeni mücadele dinamikleri ve potansiyelleri biriktirdiği bir dönemdi. Avrupa işçi sınıfının neoliberal saldırganlığın dünya çapındaki yıkıcı sonuçlarını algılama, sendikal krize yeni çözüm arayışları geliştirme ve yer yer sendika bürokrasisiyle hesaplaşma, bu hesaplaşmaların bir sonucu olarak yeni mevziler inşa etme ve örgütlenme, emperyalist küreselleşme karşıtı hareketle birleşik mücadele kanallarını açığa çıkarma yönünde değerlendirdiği hazırlıkla örtüşüyordu.
Uluslararası mücadelenin izinden
Neoliberal saldırıların AB kararlarıyla yeniden tırmanışa geçtiği 2001’den sonra, Avrupa işçi hareketi de canlandı. İtalya, Yunanistan, İspanya, İngiltere, Almanya, Fransa, Portekiz işçileri grevler ve kitlesel gösterilerle yanıt verdi buna. 2002’de İtalya işçi sınıfının “iş güvencesi” yasasına karşı genel grevi, Yunanistan’da sağlık ve eğitim emekçilerinin grevleri, İspanyanın Sevilla kentinde toplanan AB zirvesine karşı sokaklara dökülen milyonların eylemi, Avrupa işçi hareketindeki yükselişin önemli verileriydi. Hareket ulusal düzeylerde sınırlı kalmadı, aynı zamanda Avrupa tekelci burjuvazisinin birleşik sınıf duruşuna karşı da ortak bir mücadele pratiği ortaya çıkardı. 2003’te AB’nin sosyal güvenliğin tasfiyesi ve emeklilik yaşının artırılması kararlarına karşı Avrupa işçi sınıfı da birleşik bir tutum aldı; 2-3 Nisan bütün Avrupa ülkelerinde eylem günü olarak ilan edildi. Bütün Avrupa’yı saran eylem dalgası, işçi hareketinin en zayıf olduğu ülkelerde dahi büyük bir hareketi ateşledi. Bunlardan biri Avusturya idi. AB’nin emeklilik yaşının yükseltilmesi kararına Avusturya işçi sınıfı 30 yıldan sonra ilk defa yeniden harekete geçti. Yüzbinlerce işçi iş bırakırken, 300 bin işçi gösterilerle saldırıya suskun kalmayacağını gösterdi. Hollanda, İsveç, Belçika, İsviçre, Norveç, Danimarka gibi işçi hareketinin zayıf olduğu ülkelerde de işçiler, bu birleşik eylem kararına uydu. Fransa işçi sınıfı, 2-3 Nisanın eylem hattını Mayıs’ta da sürdürdü. Genel grevle başlayan eylemler, Haziran’a kadar sürecek eylemlerin de önünü açtı. Aynı günlerde, Avrupa’nın başka ülkelerinde de eylemler kesilmedi. Benzeri bir eylem, Avrupa sendikalarının ortak kararıyla 2004’te de hayata geçirildi. Enternasyonal eylem, Avrupa işçi kitle hareketinin yeni dönemine işaret eden önemli bir gelişme ve dünyadaki enternasyonal kitle hareketinden etkileşiminin göstergesiydi.
Avrupa işçi sınıfının enternasyonal nitelikteki hareketlerine ve sınıf dayanışmasına önemli bir örnek de 2004 yılının sonuna doğru gerçekleşen General Motors tekeline bağlı OPEL otomobil işçilerinin direnişidir. Almanya’da OPEL patronlarının bini aşkın işçiyi işten çıkarma saldırısına karşı gelişen direniş etrafında Avrupa çapında bir sınıf dayanışması örüldü. Avrupa’nın başka ülkelerindeki OPEL fabrikalarında çalışan işçiler, Alman sınıf kardeşlerinin desteğine koşmakta gecikmediler. Direniş, Mercedes, Siemens gibi başka tekellere bağlı fabrikalarda çalışan işçilerden de destek gördü. Direnişi ayırıcı kılan, 2003 ve 2004’teki kıta çapında genel eylem kararlarında ya da uluslararası savaş karşıtı koalisyonların emperyalist saldırganlığa ve işgale karşı aldığı dünya çapında eylem kararlarında olduğu gibi, her hangi bir merkezin iradesine bağlı kalmadan ve karar beklemeksizin sınıfın aşağıdan gelişen iradesinin bir ürünü olmasıdır. Bu uluslararası sınıf dayanışmasının altına imza atan işçi sınıfı bölükleri, OPEL işçilerine yapılan saldırıda kendi geleceklerini görmüş, sendika bürokrasisinin oyalayıcı ve tavsatıcı sınıf işbirlikçi girişimlerine rağmen bir sınıf refleksi göstermiştir. Direniş ve uluslararası sınıf dayanışması karşısında OPEL patronları geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Avrupa işçi sınıfı hareketinin durumu, gelişen yanları ve geleceğine ışık tutan bu enternasyonal eylemler yeni dönem kitle hareketinin ortaya çıkardığı önemli bir niteliktir. Avrupa işçi sınıfı da bu tarz eylemlere yönelerek, kendi çıkış yolunu aramakta ve açmaktadır. Son birkaç yılın işçi hareketlerine damgasını vuran İtalya proletaryası, bu konuda önemli bir düzey yakalamıştır.
İtalya işçi sınıfı yol açıyor
2002 yılında Berlusconi Hükümeti’nin işçi kıyımı yasasına karşı ayağa kalkan İtalya proletaryası, gerçekleştirdiği genel grevle hayatı felç etmişti. O dönemde bize -ve Avrupa işçi sınıfından büyük beklentileri olan herkese “Merhaba proletarya” dedirten bu büyük genel grev hareketi sırasında alanlara çıkan 11 milyon işçi, İtalya kentlerinin en büyük meydanlarına sığmamıştı. Bu büyük eylemiyle hükümete geri adım attıran ve sonraki dönemde de işçi sınıfının kitlesel baskısını İtalyan tekelci burjuvazisinin üzerinden eksik etmeyen işçiler, Avrupa işçi sınıfının en ileri bölüğü olarak öne çıkmıştı.
1995’te birinci Berlusconi döneminde hükümeti koltuğundan aşağı indiren İtalya proletaryası, bu haklı unvanı, yalnızca neoliberal politikaların kendi üzerinde yarattığı yıkıma karşı mücadele ederek almadı; o aynı zamanda emperyalist saldın ve işgale karşı da Avrupa işçi sınıfının en dinamik ve kitlesel eylemlerine imza atarak elde etti. Iraklı kardeşlerine binlerce kilometre uzaktan enternasyonal bir selam gönderdi; yüzbinler olup meydanları doldurdu, makineleri susturdu, savaş araçlarının nakledilmesini bloke etti, askeri üslere saldırdı, Amerikan emperyalizminin Avrupa’daki en sadık dostlarından olan Berlusconi hükümeti üzerinde, Irak’taki İtalyan askerlerin geri getirilmesi için eylemleriyle baskı kurdu.
Almanya'da devrimci Pazartesilere
İşçi eylemleri, 2004’te de devam etti. Özellikle Almanya işçi sınıfı, neredeyse bütün yılı ayakta geçirdi. Toplu İş Sözleşmesi mücadeleleri, sosyal demokrat SPD ve Yeşiller koalisyonunun Ajanda 2010 ve Hartz IV saldırısına karşı mücadeleler, Avrupa kapitalizminin bu ileri ülkesinde yıla damgasını vurdu. Pazartesi Eylemleri diye adlandırılan Hartz IV yasasına karşı mücadeleler oldukça dikkat çekiciydi. 1989’da Berlin Duvarının yıkılışının önünü açan Pazartesi gösterileri, o dönemde sosyalizme karşı bir hareket olarak gelişmişti ve adeta Batı kapitalizminin zaferini simgeliyordu.
O yıllarda, revizyonist bürokratik yönetime karşı ayağa kalkan Doğu Alman işçi sınıfı, değişim arayışlarına yanıtı, Batı kapitalizmine entegre olmakta bulmuş, boynunu gönüllü bir şekilde kapitalist sömürü boyunduruğuna uzatmış ve kaderini Alman tekelci burjuvazisinin pençelerine teslim etmişti. Çok geçmeden bunun büyük bir yanılgı olduğunu anlayacaktı. Çünkü, geleceğine dair büyük umutlarla sarıldığı Avrupa burjuva demokrasisi, aslında dizginsiz bir sömürü, artan ve giderek kronikleşen işsizlik ve yoksullaşmaydı.
Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Avrupa’nın dağılışıyla dizginlerinden boşanan Batı kapitalizmi, hızla sosyal devleti, dolayısıyla işçi sınıfının 150 yıllık mücadelesinin tarihsel kazanımlarını tasfiyeye yönelmişti. 1989’da karşıdevrimci bir girişim olarak çıkan Pazartesi Eylemleri, aradan 15 yıl geçtikten sonra işçi sınıfının elinde bir mücadele bayrağı haline geldi. Pazartesiler, Doğu Almanya’yı yutan Batı Alman tekelci burjuvazisinin neoliberal saldırılarına karşı Alman işçi sınıfının mücadele arzusu ve öfkesine ışık tuttu.
Avrupa işçi hareketinde yeni dönem
Bütün bu gelişmeler, Avrupa işçi hareketi bakımından yeni bir dönemin başladığına işaret etmektedir. Avrupa işçi sınıfı 2001’den bu yana, sürekli ayakta. Hareket bu süreç içinde önemli bir genişleme gösterdi. İşçi hareketinin daha canlı olduğu İtalya, İspanya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerin dışında Almanya, İngiltere, Avusturya, Belçika, Hollanda, İsviçre ve İskandinav ülkelerine doğru genişledi. Bu genişleme henüz, Avrupa tekelci emperyalist burjuvazisinin iktidarını sarsan devrimci bir dalgaya dönüşmüş olmaktan uzaktır elbet. Ancak neoliberal saldırıları püskürtme doğrultusunda giderek güçlenen bir kitle politizasyonu ve pratik hareket kuvveti biriktirdiği de kesindir. Geleceği belirleyen gelişmenin yönü budur.
Hareketi yeni yapan, her şeyden önce, onun içerisinden geçtiğimiz tarihsel-politik koşulların ürünü olması ve dolayısıyla günümüz toplumsal hareketlerinin kimi özelliklerini taşımasıdır. Hareketi geçmişten farklı kılan yeni unsurlar, henüz harekete bir bütün damgasını vuran, onu belirleyen bir düzeyde değildir. Her yeni hareket gibi geçmişin/gelenekselin zayıf/cılız dinamikleri üzerinde kendi gelişim kanallarını açmaya çalışmaktadır. Bu nedenle geleneksel sendikal anlayış ve yapılardan henüz kopuşamamıştır. Onun zayıf yönüdür bu. Ancak Avrupa işçi sınıfı, yer yer bilinçli, yer yer de kendi sınıf güdüleriyle bunu anlamakta, hissetmekte ve bu yönde arayışlar geliştirmektedir. İtalya’daki COBAS örneği, Almanya ve İngiltere’de muhalif sendikacıların örgütlenme ve alternatif oluşturma çabaları, en son Fransa’da hükümetin neoliberal saldırılarına karşı taban inisiyatiflerinin aşağıdan basıncı ile örgütlenen genel grev ve milyonları sokaklara döken kitlesel gösteriler, İspanya’da tersane işçilerinin geleneksel sendikal kalıpları yıkarak geliştirdikleri militan direnişler, OPEL işçilerinin direnişi etrafında örülen uluslararası sınıf dayanışması, tüm bu çabalara örnek oluşturan önemli verilerdir. Son 50 yıla damgasını vuran “toplumsal barış/uzlaşma” döneminin sona erdiği gerçeği, Avrupa işçi sınıfının bilincinde de belirmeye başlamıştır. Tüm bu yeni yönelim ve arayışların başlıca nedenlerinden biri budur.
Avrupa işçi sınıfının yeni arayış ve yönelimlerine, hareketi dünden farklı kılan özelliklerine tekrar döneceğiz. Ancak önce sorunu daha iyi analiz etmek ve durumu daha anlaşılır kılmak için Avrupa işçi hareketinin son 50 yılını ve bu sürece damgasını vuran “toplumsal barış/uzlaşma” dönemine ve sonuçlarına; bunun hareket üzerinde yarattığı ideolojik ve politik bozulmaya değinmek gerekiyor.
"Toplumsal barış" ve işçi sınıfı
19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarındaki sınıf mücadeleleri, 20. yüzyılın başlarında Rusya’da gerçekleşen Ekim devrimi, Avrupa tekelci burjuvazisini, işçi sınıfı karşısında geri adım atmaya zorladı, onu uzlaşma siyasetine doğru geriletti. Bütün bu sınıf mücadeleleri boyunca burjuvazi, işçi sınıfını yenemeyeceğini görmüştü. 1930’larda Avrupa’nın bazı ülkelerinde burjuvazi, işçi sınıfının —özellikle ücretler bazı talepleri konusunda sendikalarla anlaşmalara vardı. Böylelikle “toplumsal barış/uzlaşma” siyasetinin temelleri atıldı.
Avrupa’nın bazı bölgelerinde; özellikle kuzeyde kurumsallaşan bu süreç, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Avrupa’nın -başta merkez ülkeleri olmak üzere hemen hemen bütününde temel alındı. Avrupa’da sınıf mücadeleleri, emekle sermaye arasındaki çatışmalarla karakterize olan bir dönemden –göreli bir barış (sendikalar, patronlar ve devlet arasındaki ikili, üçlü görüşmeler ve uzlaşma politikaları) dönemine girdi ve işçi sınıfı mücadelelerinin sonraki 50 yılma da damgasını vurdu.
Emekle sermaye arasındaki —göreli barış, refah devletinin -ya da sosyal devletin üzerinde geliştiği zemini de oluşturdu. Emekle sermaye, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki antagonist/uzlaşmaz çelişkiler silikleştirildi. Sömürenlerle sömürülenler arasında bir “toplumsal sözleşme” oluşturuldu. Sosyal devlet, bu “toplumsal sözleşme’nin kendisiydi. Devlet, bütün toplumun asgari ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olacak, patronlar ücretler ve sosyal haklar konusunda uzlaşmaz davranmayacak; çalışma yaşamına barış hakim olacaktı... Diğer taraftan işçi hareketi üretimin kapitalist örgütlenmesi, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve patronların emek sürecini düzenlemesini kabul edecekti. Böylelikle çalışma yaşamına “barış” hakim olacaktı. Bunun anlamı, işçi sınıfının, sosyal devlet ve tedricen iyileşen yaşam koşullan karşılığında kendi sosyalist projesinden vazgeçmesiydi.
“Toplumsal sözleşme” bu temel ilkeler üzerinde kendini var edecekti. Emekle sermaye arasındaki ilişki de buna göre düzenlendi. Ücretler ve çalışma koşullan tedricen iyileştirildi. Yaşam standartları belirgin bir biçimde yükseltildi. Bu politika, önemli kazanımlar sağladığı için de işçi sınıfının kitlesel desteğini kazandı.
Patronlarla işçiler arasında çıkan sorunların çözüm yöntemi olarak ‘diyalog’ temel alındı. Sorunlar masa başında çözülmeye başlamıştı. Savaşın yıkıntıları üzerinden, dünya kapitalizminin yeni lideri Amerikan emperyalizminin desteğiyle kendini yeniden örgütlemeye girişen Batı Avrupa burjuvazisi, işçilerin karşısında uzlaşmaz tavrını (daha sonra yeniden çıkarmak üzere) geçici olarak para kasasına koymuştu. Anlaşmazlıkların masa başında çözüldüğü koşullarda işçi sınıfı da mücadeleyi geri plana itti; böylelikle kendisini de geri plana itmiş oldu. Patronlar ve devlet temsilcileri karşısında kendini savunacak ‘vekillere’ bıraktı inisiyatifi.
Sendika bürokrasisinin güçlenmesinin önünü açan bu süreç, tersinden de işçi sınıfının mücadele dinamiklerini eritti. Emek hareketi, derin bir apolitizasyona uğradı, sermayeye karşı ılımlılaştı. Sınıf bilincinin parçalandığı ve işçi sınıfının kendi tarihine ve tarihsel misyonuna yabancılaştığı bu süreç, hareketin radikal dinamiklerini marjinalleştirdi. Bu sınıf uzlaşma siyasetini yönetmek, sosyal demokrat partilerin tarihsel rolü haline geldi. Sendika bürokrasisi de sosyal demokrat partilere entegre oldu. Bugün sosyal demokrasinin yaşadığı kriz, tam da bu nedenle sendikal hareketin kriziyle dolaysız bir bağ içindedir.
Sosyal devlet ve “toplumsal barış/uzlaşma”, gerçekte işçi sınıfının gücünün ürünüdür. Burjuvazi, sınıf mücadelelerinin ve sosyalizmin kazanımlarının basıncı altında “toplumsal barış/uzlaşma” siyasetine başvurmak zorunda kalmıştır. Keza İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan sosyalist blok, kapitalizmin üzerinde daha büyük bir basınç yaratmıştır. Bu da dolaysız bir biçimde, özellikle kapitalizmin ileri ülkelerinde, işçi sınıflarının yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönünde etkili olmuştur. Bunu böyle kavramamak; tersinden kapitalizmin gelişme düzeyinin bir sonucu olarak görmek, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz tarihsel çelişkilerin üzerini örtmek, sınıfın gücünü ve sınıf mücadelelerinin değiştirici etkisini küçümsemek anlamına gelir ki, sendika bürokrasisinin ve sınıf işbirlikçi oportünist siyasetin beslendiği ideolojik temel de burasıdır. Sendika bürokrasisinin ve oportünizmin bugün içine düştüğü batak da buradan gelmektedir.
Sermaye kurduğu "barış"ı bozdu
“Toplumsal barış” siyasetini olanaklı/uygulanabilir kılan, üzerine oturduğu tarihsel koşullardı. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 20. yüzyılın ilk yarısında proletarya ve ezilen halkların verdiği mücadeleler ve Ekim devriminden başlayarak bir dizi ülkede gerçekleşen devrimler, burjuvaziyi uzlaşma siyasetine doğru geri adım atmaya zorlamıştı. Ancak “toplumsal barış/uzlaşma” siyasetinin uygulanabilmesi için, bu basıncın kapitalizmin ekonomik koşullarıyla da buluşması gerekiyordu. İkinci Emperyalist Paylaşım savaşı sonrası oluşan kapitalizmin uzun süreli istikrar dönemi, böyle bir olanağı sundu. Batı kapitalizmi, savaştan sonra 20 yıldan fazla bir istikrar ve güçlü bir ekonomik büyüme yaşadı. Bu durum emperyalist sömürü sonucu elde edilen karların emek, sermaye ve sosyal devlet arasında bölüşülmesine olanak sağladı.
Bu sınıf uzlaşması, yüksek büyümeye sahip istikrarlı bir kapitalist ekonomiye dayandığından, kırılgan bir niteliğe sahipti. Nitekim Batı kapitalizminin 1970’lerin başında yaşadığı ekonomik krizle birlikte, gerilemeye başladı. Kriz, burjuvaziyi, maliyetleri düşürmek için diğer şeylerin yanı sıra, ücretlere ve sosyal devletin temellerini oluşturan kamu harcamalarına saldırıya yöneltti. Kapitalist güçler, saldırıya geçti ve “barış”ı bozdu.
Ancak, mücadeleci dinamikleri alabildiğine gerileyen, ılımlılaşan işçi sınıfı ve emek örgütleri buna hazır değildi. Tam bir şaşkınlık yaşadılar; sermaye, “toplumsal barış”a uygun davranmıyordu. Patronlar, görüşmelerde hiç de uzlaşıcı değildi. Aksine düşmanca ve kendi çıkarlarını dayatıcıydı. Sendika bürokrasisi, “toplumsal barışı” korumak için sermayenin saldırıları karşısında pasif kaldı ve işçi hareketi savunmaya geçmeye zorlandı. Artık çıkarlarını iyi savunamadığı için işçiler, sendikaları terk etmeye başladı.
Bu gelişmeler, aynı zamanda işçi sınıfının burjuvaziyle tutuştuğu sınıf mücadelelerini, esas olarak kaybedeceği bir dönemin de başlangıcıydı. Neoliberal saldırganlık 80’lerde iyice hız kazandı. SB ve Doğu Avrupa’nın dağılmasıyla da önündeki bütün engeller kalkmış oldu. Burjuvazinin artık “toplumsal sözleşme’ye de ihtiyacı kalmamıştı. Emekle uzlaşmaya gerek yoktu. Bütün cephelerde zafer kazanmıştı. Ve toplumsal sözleşmeyi yırttı attı. Emekle sermaye arasındaki barışçıl bir arada yaşama siyaseti darmadağın oldu.
Üretim sürecindeki değişiklikler ve sınıf mücadelelerine etkisi
Sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırıları, kapitalist üretim sürecinde yaşanan değişimlerle de paralel bir seyir izledi. Teknolojik gelişme, üretim araçlarının yenilenmesine ve emek üretkenliğinin artışına olanak sağladı. Bu durum, kaçınılmaz bir biçimde kapitalist üretim süreci üzende önemli değişikliklerin önünü açtı. Üretim araçlarının yenilenmesine bağlı olarak, çok sayıda işçinin yaptığı işin, yeni üretim teknolojisi ile daha az sayıda işçi ile yapılıyor olması, sermayeyi yeni üretim biçimlerine yöneltirken, binlerce işçinin toplandığı fabrikaların, kapitalist üretimdeki rolünü de zayıflattı. Bunun sonucu, üretim sürecinin esnekleştirilmesi oldu. Burjuvazi, 19. yüzyılın ikinci yarısına ve 20. yüzyılın son çeyreğine kadarki bölümüne damgasını vuran -akar bant da denilen Fordist-Taylorist üretim biçimini terk etmeye başladı. Başta Japonya gelmek üzere Uzakdoğu’da başlayan üretimin esnekleştirilmesi, uluslararası sermayenin sarıldığı kurtarıcı oldu. Bu, binlerce, hatta on binlerce işçiyi bir çatı altında toplayan entegre bir sistem olan fabrikanın da parçalanması anlamına geliyordu. Birçok üretim ünitesi, fabrikadan koparıldı. Taşeronlaşma alabildiğine yaygınlaştı. Eskiden fabrikanın herhangi bir ünitesinde üretilen bir parçayı, artık taşeronlar üretmeye başladı.
Fordist üretim biçimi, işçilerin on binlercesinin aynı işletme ve tesis çatısı altında bir araya gelmesini, ortak bir yaşamı paylaşmalarını sağlıyordu. Binlerce, on binlerce işçinin aynı vardiya saatlerinde işe başlaması, aynı yemekhanede yemek yemesi, aynı zamanlarda dinlenmesi, onların sorunlarını da ortaklaştırıyordu. Üretim sürecindeki bu ortaklaşma, işçilerin sendikalarda örgütlenmesini kolaylaştırırken, sınıf bilincine ulaşmalarının da olanaklarını artırmıştı. Üretimin esnekleşmesiyle birlikte bu durum giderek değişti. İşin parçalanmasına bağlı olarak, üretim merkezden çevreye kaydı. Dolayısıyla işçi sınıfı da... Sanayi proletaryası, sınıf mücadelelerindeki belirleyici rolünü yitirmeye başladı. Fabrikalarda istihdam edilen işçi sayısı büyük oranda azalırken, işçi sınıfının büyük bölümü esnek çalışmaya itildi. Bu, işçi sınıfının büyük bölümünün örgütsüz ve güvencesiz çalışma koşullarına mahkum edilmesi anlamına geliyordu.
Bu süreç, sendikalarda örgütlü işçi sayısının da hızla düşmesinin önünü açtı. Esnekleşme, sendikal harekete büyük bir darbe indirdi. Kapitalist üretim sürecindeki bu değişim yalnızca işçi sınıfının örgütsel yapısını bozmadı, aynı zamanda bilincini de parçaladı. İşçileri tekilleştirdi. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiyi, patronla işçi arasındaki ilişkiye indirgedi.
Kapitalist güçlerin iki koldan geliştirdiği bu neoliberal yeniden yapılandırma süreci, SB ve Doğu Avrupa’nın yıkılışıyla birlikte 90’larm başında hız kazandı. Uluslararası tekelci sermaye, işçi sınıfı ve emekçilere karşı oldukça pervasız bir saldırıya geçti. Bu dönem, aynı zamanda kapitalist dünya içindeki uyumun da bozulduğu bir dönemin koşullarını olgunlaştırdı. Sermayenin olağanüstü merkezileşmesi, emperyalist güçler arasındaki rekabeti kızıştırdı. Uluslararası tekeller, emperyalist sermayenin dünya üzerinde serbestçe dolaşımının önündeki engelleri ortadan kaldırmak için ulusal ekonomileri kıskaca aldı. Uluslararası tahkim yasaları ile, MAİ, MİGA gibi uluslararası anlaşmalarla bunun hukuksal dayanaklarını oluştururken, ulusal ekonomileri de göçertme ve emperyalist sermayenin basit birer uzantısı haline getirme yolundan yüründü. Kuşkusuz bu saldırıların en yıkıcı sonuçlarını yeni sömürge ülkelerin halkları yaşadı. Özelleştirmeler, ulusal tarımın çökertilmesi ve uluslararası tarım tekellerine bağımlı hale getirilmesi, işçi sınıfı ve orta sınıflar üzerinde büyük bir yıkıma yol açtı.
70’li ve 80’li yıllarda daha çok yeni sömürge ülkelerde uygulanan bu süreç, 90’lardan sonra Avrupa’yı da etkisine aldı. Özelleştirmeler hız kazandı, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, sosyal güvenliğin budanmasında somutlaşan sosyal devletin tasfiyesini, çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması izledi. Neoliberal yeniden yapılandırmanın kaçınılmaz biçimde ortaya çıkardığı çalışma yaşamının kuralsızlaştırmasına, reform adındaki yasal düzenlemeler ve yeni iş yasaları ile de hukuksal dayanaklarına kavuşturulması yolundan gidildi.
Bütün bu saldırılar, işçi sınıfının yaşam standartlarında hızla bir kötüleşmeye yol açarken, orta sınıfları da olağanüstü bir biçimde çözdü. İşsizlik ve yoksullaşma büyüdü. Bugün Avrupa, ciddi bir işsizlik kriziyle yüz yüze. Birçok ülkede resmi veriler bile, İkinci Dünya Savaşı öncesi işsizlik düzeylerine ulaştı. Refah kıtası Avrupa, artık emekçiler bakımından giderek katlanılmaz hale gelmeye başladı. Orta sınıfların çözülmesi ve birçok sektörün artık kapitalist artı-değer üretimi sürecinin dolaysız bir parçası haline gelmesi, işçi sınıfını nicel bakımdan büyütmesine karşın, onunla ters orantılı bir şekilde de örgütlenme düzeyi alabildiğine düştü.
Avrupa’da tüm bu neoliberal saldırıların merkezinde AB duruyor. AB, bugün Avrupa’da neoliberal toplumsal ve ekonomik modeli kurumsallaştıran temel araçtır.
Sendikal kriz
Sermayenin tüm bu saldırılarına, sendika bürokrasisinin yanıtı sınıf uzlaşmacılığını devam ettirmek oldu. Neoliberal saldırılara karşı anlamlı mücadeleler örgütleyemedi. İşçi sınıfının aşağıdan geliştirdiği mücadeleleri de “toplumsal barış”ı korumak adına köstekledi. Böylelikle sendikalar, işçi sınıfının bilincinde önemsizleşmeye başladı. Ve sendikal hareket derin bir krize yuvarlandı. İşçiler, kitlesel olarak sendikaları terk etmeye başladı.
Son yirmi yıl içinde sendikalarda örgütlü işçi sayısı yarı yarıya düşmüş durumda. Ve bu büyük kan kaybı devam ediyor. Sendikal bürokrasi, bu kan kaybının önüne geçemiyor; statükolarını korumak için daha fazla sermayeye yanaşıyor, onların saldırı politikalarına payandalık yapıyor. Neoliberal saldırganlığa, dikensiz gül bahçesi hazırlıyor. Mevcut krizi içinde, üyelerinin acil ekonomik ve toplumsal çıkarlarının savunucusu olarak oynamaları gereken rolü yerine getiremiyorlar. Tüm sektörler ve sanayiler içindeki temellerini yitirdiler.
Kapitalist üretim sürecindeki değişimleri anlamakta oldukça geciktiler. Sendikaların örgütlü olduğu fabrikalar ve kamu işletmelerindeki işçi sayısı hızla düşmesine ve işçi sınıfının büyük bölümü örgütsüzleştirilmesine karşın, bu büyük örgütsüz kitleyi göz ardı ettiler. Sendikalardaki erimeyi durdurmak için yeni alanlara yönelme konusunda ya tümüyle hareketsiz kaldılar ya da oldukça geç müdahale ettiler. Bu yöndeki kimi pratikler ise “toplumsal uzlaşmayı” yeniden kurma amacına bağlandığı için, güven vermediler. Örgütlenme pratikleri, eğitim seminerlerinin ötesine geçemedi, geçemiyor.
Örgütsel kriz, sendikal krizin yalnızca bir boyutu. Daha temelde ideolojik kriz vardır. Toplumsal sözleşmenin ideolojik mirası, geleneksel sendikal hareketin boynunda ağır bir pranga gibi asılı durmaktadır. Sendika bürokrasisi de kendini, bu ideolojik zemin üzerinde hala varetmeyi sürdürmektedir.
Tümüyle burjuvalaşan sendika bürokrasisi, eski statükosunu kaybetmemek için, emperyalist küreselleşme zemininde toplumsal sözleşmeyi yeniden kurma çabası içindedir: 20. yüzyıl boyunca daha çok ulusal sınırlar içinde kalan emekle sermaye arasındaki toplumsal uzlaşma, “küreselleşmeye” bağlı olarak yeniden kurulmalıdır! Emekle sermaye arasındaki ilişkiler, uluslararası hukukla yeniden belirlenmelidir! Sendika bürokrasisinin, krize çözümü budur. Uluslararası sendikal konfederasyonlar ve koalisyonlar, bu amaçla, WEF toplantılarına katılmakta, uluslararası sermayeyi ikna etmek için yoğun çaba gösterirlerken, diğer taraftan, kendini emperyalist küreselleşme karşıtı kitle mücadelelerinden ve hareketlerden mümkün olduğunca yalıtmaya çalışmaktadırlar. Sosyal Forumlara, genel programın içinde değil de, daha çok ayrı programlarla katılarak emperyalist sermaye şirin gözükmeye, emperyalist küreselleşme karşıtı hareketle arasındaki mesafeyi korumaya özen göstermektedirler.
Yeni dönemin işaretleri
“Toplumsal barış”ı yeniden kurma yönündeki çabaların hiçbirisinin, işçi sınıfının yaşadığı mevcut krize çözüm olamayacağı artık açığa çıkmıştır. Burjuvazi, kendi kurduğu “barışı” neoliberalizmle dümdüz etmiştir. Ve bir daha da geriye dönmeye hiç niyeti olmadığını açıktan belli etmektedir. Avrupa işçi sınıfı, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başındaki mücadele dinamizmini ve toplumsal ideallerini yeniden kazanamadığı sürece, sermayenin saldırılarını püskürtemeyeceği gerçeğini henüz bir bütün olarak bilince çıkartmış değilse de, son yıllardaki sınıf mücadeleleri, bu yönde önemli çaba ve arayışların olduğunu göstermiştir. Kuşkusuz hareketin gelişimi, her yerde aynı düzeyde ilerlememektedir. Sınıf mücadelesi, doğası gereği eşitsiz bir biçimde gelişmektedir.
Avrupa işçi sınıfının son birkaç yıla sığdırdığı mücadeleler, hareket içinde çıkış arayışlarının arttığını gösteriyor. Sendika bürokrasisinin hareketi geriye çekici tutumları ve sermaye ile girdiği rezil işbirlikleri, işçi sınıfını geleneksel bürokratik sendikal hareketten kopuşa zorluyor. Ve -yazının başında da ifade ettiğimiz ve örnekleriyle de açıkladığımız gibi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sınıf bölükleri arasında yeni arayış ve yönelimler gelişiyor. Bu yeni arayış ve yönelimlere denk düşen mücadele pratikleri ortaya çıkıyor.
Bu yeni arayış ve mücadeleleri, geleneksel sendikal anlayışlardan ayıran ortak yanlarını başlıklar altında sıralayalım.
Enternasyonal mücadele ve dayanışma, Avrupa işçi hareketinin yeni bir niteliği olarak gelişiyor. 19 ve 20. yüzyıl boyunca işçi hareketinin sendikal mücadelesi, ulusal sınırların belirlediği bir zemin üzerinde gelişiyordu. İşçi sınıfının enternasyonal yönelimlerini daha çok sınıf bilinçli unsurlar, politik hareketler belirliyordu. Emperyalist küreselleşme ve sermayenin uluslararası saldırılarının birleşik burjuva sınıf karakteri, işçi sınıfı ve ezilenleri de uluslararası çapta ortak davranmaya yöneltti. Emperyalist küreselleşme karşıtı hareketlerde ilk somut biçimlerini alan enternasyonalist hareket tarzları, işçi sınıfını da bu mücadelelere katıldıkça etkiledi. Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık ve savaşa karşı mücadelelerin en önemli dinamiklerinden biri Avrupa işçi sınıfıydı. Amerikan emperyalizminin Irak’a ilk bombaları yağdırdığı gün (21 Mart 2003) emperyalist savaşa karşı uluslararası savaş karşıtı koalisyonlarının aldığı dünya genel grevi kararının merkezinde Avrupa işçi sınıfı duruyordu. Avrupa işçi sınıfın bu mücadelelerden öğrendiğini, AB’nin bütün Avrupa ülkelerini kapsayacak tarzda aldığı emeklilik yaşının yükseltilmesi kararına karşı aynı yıl gerçekleştirdiği kıta çapındaki 2-3 Nisan genel eylemleriyle gösterdi. Enternasyonal mücadele silahına daha sonra da başvurarak, bu yönelimin hareketi karakterize eden bir nitelik olarak geliştiğini ortaya koydu. Sermayenin uluslararası saldırılarının, ancak başka uluslardan emekçilerle birlikte mücadele edilerek püskürtülebileceğini bilince çıkarmaya başladı ve bu yöndeki arayışlarını yoğunlaştırdı. Bu arayışlar, onu aynı zamanda emperyalist küreselleşme karşıtı toplumsal hareketlerle daha etkin ilişkiler geliştirmeye yöneltti, yöneltiyor.
Avrupa işçi hareketi içindeki yeni arayışlar, dünyanın başka coğrafyalarında olduğu gibi kendini, daha çok politik ve toplumsal talepler üzerinde inşa ediyor. “Toplumsal barış” döneminin işçi hareketini ücret temelli işyeri ile sınırlı taleplere hapseden mücadele anlayışını reddederek gelişme kanallarını açıyor. Sermayenin, saldırılarının politik, ideolojik ve birleşik niteliği, işçi sınıfının politik mücadeleye daha etkin katılmasını gerekli hale getiriyor. Yeni tarz örgütlenmeler de bu bilinçten hareket ediyor. Avrupa işçi sınıfının uluslararası mücadelelere yönelmesi ve emperyalist küreselleşme karşıtı toplumsal hareketlerle ilişkilenme çabalarının içinde de bu bilinci görmek mümkün. Bu durum, kendiliğinden hareketin çehresinde de bir değişimin yaşandığına işaret ediyor. Kapitalist üretim sürecinde yaşanan değişimler, neoliberal yeniden yapılanmaya bağlı olarak orta sınıflardaki çözülme, memurların geniş bir kesiminin artı-değer üretim sürecine dahil olması gibi nesnel nedenlere bağlı olarak sınıf mücadelelerinin toplumsal zemininin genişlemesi, kendiliğinden hareket üzerinde de etkide bulunuyor. Yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik en küçük mücadeleler bile emekçileri devletle karşı karşıya getiriyor, politikanın alanına sokuyor.
Yeni tarz örgütlenme pratiklerini geleneksel bürokratik sendikal anlayıştan ayıran temel olgulardan biri de, bu örgütlenmelerin sektörlere dayalı örgütlenme anlayışını reddetmesidir. Kapitalist üretim sürecinin esnekleştirilmesiyle birlikte işçi sınıfının büyük bir bölümü kuralsız çalışma koşullarına ve örgütsüzlüğe itilmiştir. İşkolu esaslı sektörel örgütlenmenin, işçi sınıfının, kölece çalışma koşullarına itilmiş, örgütsüzleştirilmiş bu en geniş kesimini örgütlemeye yeterli olmadığı açığa çıkmıştır. Yeni tarz örgütlenme pratikleri, çalışmalarının merkezine bu örgütsüz işçi yığınları içinde örgütlenmeyi koymuştur.
Yeni tarz örgütlenmelerde taban inisiyatifinin geliştirilmesi, tabana dayalı örgütlenme modelleri öne çıkmaktadır. Yukarıdan, dayatmacı bürokratik sendikal yönetim anlayışına karşı aşağıdan, sınıf demokrasisinin işletilmesine dayalı bir örgütlenme ve yönetim anlayışı gelişmektedir. Fransa’daki son genel grev ve milyonların katıldığı gösterilerde taban inisiyatiflerinin belirleyici rolü, işçi sınıfı içersin deki mücadele arzusu ve potansiyelini açığa çıkarmıştır.
Tüm bunların bir toplamı ve sonucu olarak, geleneksel bürokratik sendikal kalıpların reddi üzerinden kendini inşa eden yeni tarz örgütlenme ve mücadeleler, kaçınılmaz bir biçimde sendikal bürokrasiyle hesaplaşmayı gerektiriyor. Avrupa işçi sınıfı, bugün bu hesaplaşmayı çeşitli düzeylerde başlatmış durumda. İşçi sınıfının aşağıdan basıncı ve yeni arayışları sonucu Avrupa’nın birçok büyük sendikası içinde muhalefet örgütlenmeleri oluşmuştur. Ve bu süreç ayrışmaya doğru ilerlemektedir.
Çıkış hattına doğru
Kuşkusuz tüm bu pratikler, hareket içinde yeni yeni açığa çıkıyor. İtalya’daki COBAS örneğinde de görüldüğü gibi bu arayışların geçmişi 20 yıl öncesine kadar gitse de, hareketin belirginleşen özellik ve nitelikleri olarak yeni yeni netleşmeye ve işçi sınıfı tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. İçerisinden geçtiğimiz süreç bir geçiş dönemine denk düştüğü için, henüz sınıfın hakim bir eğilimi haline gelmemiştir. Hareket, bu geçiş döneminin doğası gereği, sermayenin saldırılarına karşı henüz savunmada ve kazanılmış haklarını koruma temelinde mücadelelere girmektedir. Ancak, sermayenin saldırıları karşısında işçi sınıfının aldığı yenilgiler, onu, kaçınılmaz biçimde yeni arayışlara yöneltmektedir. Aynı zamanda köklü bir demokrasi ve sınıf mücadelesi geleneğine sahip olan Avrupa işçi sınıfının yeni arayış ve pratikleri anlama yetenekleri gelişkindir. Bu, Avrupa işçi sınıfının önemli bir avantajıdır. İşçi sınıfı kendi öz deneyimlerinden ve güçlü tarihsel geleneklerinden öğrenerek kopuş ve çıkış hattına doğru ilerlemektedir.
Bu çıkışın araçlarının, tek başına sendikal mücadeleler ve örgütlenmeler olmadığı ve olamayacağı, tarih tarafından defalarca kanıtlanmıştır ve gerçek yaşam ilişkileri içinde de açığa çıkmaktadır. Bu yeni arayış ve yönelimlerin gelişmesi kuşkusuz ki önemlidir. Ancak, işçi sınıfının gerçek sınıf kimliğini kazanması ve tarihsel rolünün bilincine ulaşması için yeterli değildir. Bu bilinç, işçi sınıfına komünist öncüsü tarafından taşınabilir. Avrupa işçi hareketinin geleceğini de komünist öncünün inşası temelindeki arayış ve elde edeceği başarılar belirleyecektir.
Son yıllarda Avrupa işçi sınıfı hareketi içinde bu yönde de çeşitli kıpırdanmaların olduğu görülüyor. Sosyalist partilerin işçi hareketi içindeki etkinliğini artırması, hareket içinde sola yönelimin gelişmesi, bu küçük kıpırtılara işaret etmektedir. Ancak bunun oldukça yetersiz olduğu da bir gerçektir. Gerek Avrupa işçi sınıfının tarihsel gelenekleri, gerekse de bu yaşlı kıtanın toplumsal yapısı, biriktirdiği patlama potansiyelleri, bu bakımdan oldukça geniş olanaklar sunmaktadır. Avrupa işçi sınıfı, bütün bu toplumsal olanaklara yaslanarak ve köklü tarihsel mirasının izlerini sürerek, tarih sahnesindeki yerini alacaktır.
Dev uyanmaktadır, ancak henüz uyku sersemliği içindedir.