Petrol, emperyalizmin damarlarında dolaşan kan... Petrol-dolar-borç tuzağı ise ezilen halkların emperyalizm tarafından sömürüsünün en önemli başlıklarından birini oluşturuyor. Hammurabi Kanunları'nda dahi adı geçen petrolün, ilk büyük savaşlarda bile izi görülüyor. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan, Körfez Savaşı'na petrolün damgasını vurmadığı savaş ve işgal neredeyse yok. Emperyalist küreselleşme döneminde petrol ve petrol kaynakları üzerindeki hegemonya mücadelesi ise petro-politik dengelerin yeniden kurulması hedefini taşıyor.
İnsanlık tarihinin bu “masum” enerji kaynağı üzerinden nasıl şekillendiğini, ABD'nin petrol politikalarını, petrol üreticisi ülkelerin tarihini kısaca petro-politik üzerinden gelişen bir tarihi, Av. Suat Parlar “Barbalığın Kaynağı PETROL” kitabında birçok belge ve veri ile anlatıyor. Kitabını “kahramanca direnişiyle beşeriyetin umut ve onurunu yüksek tutan Filistin Halkı'na” ithaf eden Suat Parlar'la “uygarlığın” sinir sistemini oluşturan petrol üzerine konuştuk.
* Barbarlığın Kaynağı Petrol’ isimli kitabınızda, 1800’lerden başlayarak yeniden bir tarih yazımı çalışması yapıyorsunuz. Bu tarih petro-politik dengelerin tarihi. Dünya ekonomisinin petrole bağımlılığının tarihi. Dünya petrole neden ve nasıl bağımlı hale geldi?
S.P.: Petrol çağının en büyük tekellerinden olan Standart Oil ve onun acımasız başkanı John D. Rockefeller’in sahneye çıkması ve spekülatif karmaşanın tekelci bir mantıkla düzene sokulması sonucu 1890 yılına ulaştığımızda Standart Oil’in tam anlamıyla bir dünya tekeli konumuna geldiğini görüyoruz. Petrol üzerinde bir imtiyazlar sistemini kurarak sömürgecilik dönemini aratmayacak bir tekelcilik dönemi baş gösterdi. Ortadoğu, Latin Amerika ve Orta Amerika’nın petrol kaynakları bu sistemin denetimi altına alındı. Petrol aristokrasisi ve dünya ekonomisinin petrol üzerinden yeniden tanımlanmasının kökenini Yedi Kızkardeşlere götürmek gerekir. Yedi Kızkardeşler, Standart Oil’in irili ufaklı şirketlere bölünmesi ile ortaya çıktı. Özellikle 1. emperyalist paylaşım savaşı askeri teknoloji açısından önemini ortaya koydu. Örneğin Brzezinski’den yaklaşık yüzyıl önce bir satranç tahtası yorumu yapılabilirdi Ortadoğu için. Belirttiğim gibi 1. emperyalist paylaşım savaşı, tank kullanımının yaygınlaşmasının zorunluluğu vb. gibi nedenlerle petrolün yaygınlaşmasının temel bir nedeni olarak görülebilir. Örneğin, ABD savaşa, Almanya’nın İngiliz petrol tankerlerini vurmaya başlaması sonucu girmiştir. Ve bu tarihten sonra dünya tekellerinin kendini petrol kaynakları ve onun üzerindeki imtiyazlar üzerinden şekillendirdiğini görüyoruz. Ancak emperyalizmin petrol konusunda manevra alanı dardır. Çünkü rezervlerin %5’lik kısmı ancak kapitalist merkezlerdedir. Dünya rezervlerinin %32’si ABD’de, %2’si Avrupa’da, buna karşılık %66’sı Ortadoğu’dadır. Ve petrol sınırlı sayıda tekelci şirketin egemenliği ile savaşlar, iç savaşlar, katliamlar ve çok büyük bir sefalet tablosu ile birlikte evrensel bir düzenden ziyade düzensizliğin simgesi oluyor.
* Türk burjuva devletinin kuruluşunu, saf antiemperyalist bir devrim olarak lanse edilme çabaları var, ancak bunun karşısında siz de kitabınızda aslında o kadar da anti-emperyalist olunmadığını söylüyor ve bunu veriler ve belgelere dayandırıyorsunuz. Bunların petrol üzerinden gelişimini bize biraz anlatabilir misiniz?
S.P.: Eğer Türkiye’nin adına Milli Kurtuluş Dönemi denilen süreci, petrol ve petro-politik açısından incelenirse, burada büyük güçlerin, emperyalist güçlerin bir hesaplaşma alanından söz etmek mümkün. Kitapta da aslında belgeleriyle ortaya konuldu; eğer Türk tarihi bir modernleşme tarihi olarak yorumlanırsa ortaya son derecede tıkız görüşler çıkar. Bu savaşa da antiemperyalist bir savaş çerçevesi içerisinde yaklaşabiliriz. Ama meseleyi emperyalistler arası çelişkiler ve sınıf çelişkileri bağlamında petrol eksenine oturtursak; buradaki petrolün paylaşımı çerçevesinde değerlendirirsek, o zaman, çok daha geniş oylumlu ve tarihsel çerçevesi olan bir boyuttan yaklaşırız. O da aslında burada bir anti-emperyalist mücadeleden ziyade emperyalistler arası prizmadan süzülen çelişkiler eşliğinde bir bölgesel savaşa tanıklık ederiz: Türk-Yunan savaşına tanıklık ederiz. Dolayısıyla petro-politik açısından Milli Kurtuluş adı verilen döneme yaklaşmak çok daha verimli sonuçlara bizi götürecektir, en azından dediğim gibi çok iç faktörle yüklü veya Misak-ı Milli faktörüyle çok yüklü anlayışın ne kadar yetersiz, tarihi açıklamada ne kadar elverişsiz bir model sunduğunu net olarak görmüş oluruz.
* Peki buradan yola çıkarak Türkiye’deki ‘petro-politik’ sınıfsal dengeleri bugüne de biraz daha yaklaşarak nasıl çözümleyebiliriz?
S.P.: Şimdi şunu söylemek mümkün; TC. Osmanlı’nın küllerinden doğdu, daha doğrusu Osmanlı’nın bittiği, yok olduğu noktada ortaya çıktı ve ilginçtir ki Osmanlı’nın parçalanmasıyla 26 devlet neş’et etmişken, bu 26 devletin önemlice bir bölümü petrollü alanların üzerinde kuruldu. Sınırları da neredeyse cetvelle çizildi. Burada tabi Türkiye’nin konumu tam bir tampon kordonu çerçevesi içerisinde anlaşılabilir o dönem çünkü Sovyet Rusya da en görkemli dönemini yaşıyordu, tabiri caizse.
İngiltere ile Sovyet Rusya arasında Türkiye bir tampon oluşturdu. Ortadoğu’ya yönelik olarak da bu tamponun bir anlamı vardı. Birincisi, Sovyetlerin bölgeye sızmasını önlemek açısından Türkiye’ye bir rol verilmişti. İkincisi de, Türkiye açıkçası Ortadoğu’da bir petrol bekçisi olarak üslendirildi. Bu konuda da Britanya Türkiye’ye bir rol çizdi. Daha savaşın ilk yıllarından itibaren yani 1921’lerden itibaren İngiltere’nin böyle bir eğilimi olduğunu görüyoruz. Bölgede kendi çıkarlarıyla bütünleşmiş ve kendi tercih ettiği çerçeve içerisinde güçlendirilmiş Türkiye’nin, Ortadoğu’da petrol alanlarının korunmasında fonksiyonel olabileceği değerlendirildi. Bu değerlendirme belki başlangıç aşamasında çok net kurumlaşmalara yol açmadı, ama daha sonrasında Türkiye’nin bütün askeri ve stratejik ilişkileri bu temelde kuruldu, buna NATO da dahil.
* Bugüne biraz daha yaklaşacak olursak Bakü-Ceyhan petrol boru hattı ve Türkiye’nin bunun üzerindeki politikaları, Kafkasya’ya yönelik politikaları üzerine ne düşünüyorsunuz?
S.P.: Şimdi şöyle bir durum var; ABD’nin çok uluslu petrol tekelleri açıkçası Bakü-Ceyhan’ı tercih etmiyor. Bu ABD’nin devlet olarak stratejik tercihi. Çünkü Rusya’nın bu petrol akışında, yani Hazar ve Orta Asya petrollerinin akışında devre dışı bırakılmasını savunuyor. Aslında alternatif yollar var. Bu alternatif yollardan bir tanesi de en kısa yol olan Körfez yolu. Ama şimdi Basra Körfezi, İran üzerinden geçecek bir petrol boru hattı ile beraber değerlendirildiğinde ortaya arz anlamında müthiş bir güç yoğunlaşması çıkar İran açısından. Yani şimdi düşünün en kısa yol İran diyoruz. Hazar ve Orta Asya petrolleri eğer İran üzerinden Körfez’e akıtılacak olursa, dünya petrol arzı üzerinde İran’ın çok büyük etkinliği olacaktır. Dolayısıyla İran’ı bu anlamda devre dışı bırakarak Bakü-Ceyhan üzerinden Doğu Akdeniz’e bir petrol boru hattı planlanıyor. Ama bu da son derece pahalı bir proje. Gerçi projenin önemlice bir bölümü tamamlandı. Fakat bu proje işler mi, doğrusu bunu bilemiyoruz. Çünkü bu projenin işlemesi çok aktörün yer aldığı denklemlerin çözümüne bağlı. Rusya bu projeyi istediği zaman alt üst edebilecek askeri ve diplomatik imkanlara sahip. Ermenistan bu proje konusunda ne diyecek çok da belli değil. Dolayısıyla Bakü-Ceyhan petrol boru hattının inşasının büyük bölümü tamamlanmış olmakla birlikte bir müddet sonra çok daha farklı alternatifler gündeme gelebilir. Bir de en önemlisi şudur; Rusya’nın ta Hollanda’ya kadar uzanacak bir petrol ve doğalgaz boru hattı projesi var. Bir tek son dönemde işte Çeçenistan’da meydana gelen olaylar da bununla bağlantılı. Çünkü Rus petrol boru hatlarının düğümü Kafkasya ve Orta Asya açısından Çeçenistan. Böyle değerlendirildiğinde açıkçası Türkiye çok bilinmeyenli bir denklemin orta yerinde duruyor. Bakü-Ceyhan mutlaka gerçekleşecek diyemeyiz ve Türkiye Bakü-Ceyhan gerçekleşse bile dünya petrol piyasasında ancak ABD emperyalizminin gölgesinde ve onun belirlediği işlevler çerçevesinde terminal olmaktan öteye gidemez.
* Bugünlerde hangi konu üzerine konuşursanız konuşun sonuçta Irak savaşına, Irak işgaline gelip dayanıyor. Petrolün de Irak işgalinde çok önemli bir rolü olduğunu artık herkes biliyor. Bu noktada bilinmeyenler var mı?
S.P.: En bilinmeyen şudur: Şimdi insanlar büyük bir kafa tembelliği içerisindeler ve Ortadoğu’ya baktıkları zaman dinamikleri, genel dinamikleri çözümleyemiyorlar. Bakın OPEC toplantılarının tutanaklarını çok iyi incelemek lazım.1999’da Ortadoğu’da yeni bir blok oluşmaya başladı, OPEC içerisinde. O, Suudi Arabistan, İran, Irak bloku idi. Uzun yıllar birbiri ile petrol fiyatları konusunda, kotalar konusunda kavga etmiş bu güçler, 1999’dan itibaren ortak hareket etmeye başladılar. ABD’nin bölgeyi işgali sadece Irak petrolleri vs. gibi gerekçelere bağlanamaz; Irak petrollerine ABD’nin ihtiyacı yok fiziki olarak. ABD zaten petrolünün büyük bir bölümünü Batı yarımküresinden karşılar. Buradaki temel mesele petrol piyasasına müdahale araçlarını elde tutmaktır. ABD’nin kabusu Suudi Arabistan, İran, Irak arasında oluşan güç ekseninin OPEC’de kendini ortaya koymasıydı. Bu, dünya petrol piyasasına müdahale imkanını veriyordu bu eksene. Ortak hareket, hem arz noktasında hem de geleceğe yönelik fiyatlandırma noktasında çok büyük bir imkan sağlıyordu. Düşünebiliyor musunuz, Suudi Arabistan ve İran’la barış içerisinde yaşayan bir Irak, Ortadoğu dengelerine nasıl yansırdı? ABD bunu engelledi, savaşın en önemli bilinmeyenlerinden birisi budur. Diğeri de petrol dışında sudur. Dünyanın en önemli su kaynaklarından biri, Nubyan Akiferi Genişletilmiş Ortadoğu denilen haritanın, yeraltı suları anlamında, doğrusu ABD’nin iştahını kabartmıştır. Ayrıca dünyanın önemli diyebileceğimiz akarsuları Fırat, Dicle ve diğerleri bu bölgededir. ABD’de petrolün bir litresi birkaç centle ifade edilirken domatesin kilosu aşağı yukarı altı dolar. Suyun önemi buradan da anlaşılıyor. Sadece petrol kaynakları değil bölgede su kaynaklarının ele geçirilmesi anlamında da Irak işgalini değerlendirmek lazım. Bilinmeyen demeyelim ama üzerinde durulmayan noktalardan bir de budur. Onun dışında, petrolün yanı sıra bir de tabi Irak halkının bölgenin en eğitimli halkı olması, Irak’ın İsrail’le askeri eşitliği sağlayabilecek yegane güç olması ve Arap dünyasının kalbinin Irak olması, Arap milliyetçiliğinin önemli bir odağı olması, sahip olduğu endüstriyel çeşitlilik, tarım alanındaki potansiyeli de ABD’nin Irak işgalindeki önemli noktalardır. Ama en önemlisi, açıkçası OPEC’in omurgasını kırmaktır, OPEC’in arz ve fiyatlar üzerindeki denetimini kırmaktır. Ve bölgedeki petrol üzerinde fiziki kontrolü tıpkı 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk elli yılında olduğu gibi tekel altına almaktır. Çünkü çok uluslu şirketler, uluslaştırılma kampanyası ile beraber bölgeden uzaklaştırılmışlardı. Şimdi bölgeye tekrar dönüşleri ve petrol rezervleri üzerinde fiziki kontrolü ele geçirmeleri durumu söz konusu. Bu ABD’ye inanılmaz bir güç tekeli sağlayacaktır yani ABD askeri imparatorluğunun anahtarı bu olacaktır. Çünkü Çin dahil olmak üzere dünyanın önemli güçlerinin hemen hepsi buna; işte yükselmekte olan, adına sanayileşen ülkeler denilen ülkeler de dahil olmak üzere petrollerini bu bölgeden alıyorlar. Mesela, buna Brezilya’yı örnek verebiliriz, Hindistan’ı örnek verebiliriz, Çin’in dışında. Kaldı ki, Avrupa ile Japonya’nın bu bölgeye bağımlılığı zaten biliniyor. Dolayısıyla Ortadoğu ve Irak petrolleri üzerinde bir ABD vetosu, böyle bir veto imkanı, askeri veto imkanı ABD’ye müthiş bir güç sağladı, ikincisi sanıldığı gibi Suudi Arabistan dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip değil son araştırmalar bunu gösteriyor, Irak’ın tespit edilen rezervleri dışında tahmin edilen rezervleri ile birlikte Suudi Arabistan’ın yerini almaya aday olduğu söyleniyor yani yaklaşık 260 milyar varillik bir servetten bahsediyoruz.
* Tüm bunlar üzerinden Irak savaşı, petrol boru hatları üzerinden yeniden şekillenen bir petrol politikasından bahsedebilir miyiz? Gelecekte petrolün rolü ne olacak? Bunlar üzerinden yeni enerji kaynaklarının yaratılması ve belki petrolün geri plana düşmesi, olasılıkları üzerine neler söyleyebilirsiniz?
S.P.: Şimdi aşağı yukarı 21. yüzyılın ilk çeyreğine kadar petrolün kullanılma oranları biliniyor. Yıllık petrolün kullanma, petrol tüketimindeki ortalama artış %1. Buna gelişmekte olan ülkeler açısından baktığımızda daha farklı bir rakamla karşılaşıyoruz. Onların yıllık petrol tüketimleri ortalama %5.6 oranında artıyor. Bu büyük bir artış. Petrolün şu anda diğer enerji türlerine göre kullanım oranı %39’larda. Oransal olarak ilk çeyrekte düşüş bekleniyordu, yani 2025’lerde %38 deniliyordu. Şimdi tahminlerini düzeltmeye başladılar. Dolayısıyla petrol kullanım oranlarında düşüş olmayacak. Doğalgaza gelince; doğalgaz petrole rakip olamaz. Yani temiz bir enerjidir, arz çeşitliliği vardır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunur, bu anlamda daha adaletli bir enerji kaynağıdır, dağılım anlamında belki, ama bu enerjinin nakli de alabildiğine pahalıdır. Çünkü boru hatları çok çeşitli ülkelerden geçtiği için askeri ve diplomatik sorunlara da yol açabiliyor. Onun için henüz daha doğalgaz konusunda istenen gelişme sağlanabilmiş değil. İşte doğalgaza ya da hidrojene dayalı bir takım yakıtların gündeme geldiğini görüyoruz, ama bunların araştırma geliştirme harcamaları son derece pahalı. Ancak ve ancak petrol fiyatları çok yüksek olur ise alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapılabilir. Orada da sıkıntı şudur; petrol tekelleri, hemen hemen bütün alternatif enerji piyasalarına da tekel kurmuşlardır. Yani onlar yatırımlarını sadece petrol alanına yapmıyor, diğer alanlar da kontrolleri altında. Petrol, uzun bir müddet kesinlikle diğer enerji kaynaklarının fiyatlarının saptanmasında da lider enerji olarak veyahut da stratejik hammadde olarak varlığını devam ettirecek. Yani fiyatlarda petrolün baskısı çok büyük. Böyle değerlendirildiğinde aslında petrol fiyatlarının yukarıya doğru gitmesi alternatif kaynaklar üzerindeki araştırmaları hızlandırır, ama bunlardan hemen sonuç alınamaz. Gelecekte neler olabilir? Birincisi, bir kere OPEC’in etkinliği ortadan kalkacak, bunu göreceğiz; İkinci bir nokta, Ortadoğu dahil olmak üzere dünyanın bütün önemli petrol alanlarının çokuluslu tekellere açıldığını ve imtiyazlar rejiminin geri döndüğünü göreceğiz. Bunlar gelecekler, fiziki kontrolü de ele geçirecekler.
Petrolde aşağı üretim ve yukarı üretim ayrımı vardır. Aşağı üretim; keşif, sondaj, ham petrolün çıkarılmasını içerirken yukarı üretim aşamaları; rafinaj, nakliye, petrolün işlenmesi ve pazarlanması gibi dalları içerir. Şimdi burada bir entegre sistemin tekrardan oluşumu söz konusu. 1970’lere göre entegreydi sistem; yani petrolün çıkarılmasından pazarlanmasına kadar çokuluslu şirketler ağırlıklarını koyarlardı. Daha sonra sadece petrolün yukarı üretim aşamasına müdahale ettiler, onunla yetindiler, ama şimdi tekrar başa dönüyorlar. Yani her büyük petrol tekeli aynı zamanda kendi rezervlerini de tutmak istiyor. Bu da şunu beraberinde getirecek; Ortadoğu petrolleri yani ulusallaştırılmış olanlar da özelleştirilecek. Bu beraberinde büyük problemleri getirir. Çünkü Ortadoğu ülkelerinin petrolden başka gelir kaynağı yok. Şimdi bu gelir kaynağının da emperyalistlerin istediği fiyatlandırma sistemi içinde değerlendirilmesi açıkçası bu ülkeleri derin krizlere sürükler. Bu krizlerde bu ülkelerde hızla devlet ve egemenlik krizine dönüşür. Yaratacağı sosyal tahribat korkunçtur; daha şimdiden Suudi Arabistan’da bile nüfusun %40-50’si işsiz. Gerçi Suudi Arabistan’da dışardan gelen yabancılar çalıştırılırdı düne kadar. Ama öyle bir hale geldi ki tablo artık, Suudi halkı yoksullaşmaya başladı. Bu anlamda iş talebi var ve gençler arasında işsizlik yoğun. Büyük bir sosyal huzursuzluk yaşanıyor-ki dünyanın petrol zengini ülkelerinden biri. Bu kaynakların bir kez daha Batı’nın eline geçmesi onlar açısından felaket anlamına gelecektir. İşin böyle bir boyutu var.
Petrol silahlanmayla birlikte değerlendirilmelidir. Bakın, Batı’nın politikası yıllarca şu olmuştur: Bu gelir transferine karşılık, petrol üreten ülkelere yapılan özellikle Ortadoğu’yu kastederek söylüyorum silah satılmıştır. Bu fonlar geri alınmıştır, özellikle Fransa’nın ve Amerika’nın politikası budur. Şimdi işin böyle bir boyutu da var. Bu ülkeler büyük problemler yaşıyorlar; silahlanmadan vazgeçemezler. Kaynaklar kıt. Buna bir de fiyata müdahale eklenirse şimdilik belki Amerika’nın ya da Batı’nın tercihi belli nedenlerle yüksek petrol fiyatları, ama eğer petrol fiyatları düşmeye başlar ise bunu büyük silah faturaları ile değerlendirdiğimizde iki katlı bir sömürü ile bu bölgelerin karşı karşıya kalacağını söyleyebiliriz.
Ama şu var; petrol daha bu yüzyılın sonuna kadar insanlığın başına bela olmaya devam edecek, rakamlar bunu gösteriyor. Rezervlere gelince 41 senelik rezerv olduğu söyleniyor. Tespit edilen rezervler 41 senelik bir ömre sahip. Ama petrol öyle bir madde ki arandığında bulunuyor. Daha önce de 20 yıllık ömrü kaldığından söz edilmişti. Roma Kulübü’nün Raporu daha kısa süreler biçmişti; şimdi 41 sene deniliyor, fakat bulunacaktır petrol. Yani fiyat yükseldikçe, çünkü araştırma geliştirme faaliyetleri de hız kazanıyor.
* Şu ana kadar egemenler ve emperyalist tekellerin, ABD ve diğer emperyalist ülkelerin açısından baktık petrole. Peki ezilenler açısından, kitle hareketi bakımından petrol nasıl bir yerde duruyor? Kitle hareketleri petrol üzerinde nasıl etkilerde bulunuyor ve bulunabilir?
S.P.: Şimdi tabii Ortadoğu’dan örnek vermek mümkün. Ortadoğu halkları petrol konusunda alabildiğine bilinçlendiler. Buna aynı zamanda Amerika kıtasında belli ülkeleri de örnek verebiliriz. Mesela Kolombiya’da da yüklü petrol rezervleri bulundu, orada da bu konuda muhalif hareketlerde bir eğilim var. Veya Venezüella’ya baktığımız zaman Chavez’i destekleyen geniş bir halk hareketi görülüyor. Ama işçi sınıfı Chavez’e karşı, işbirlikçi yani her yerde işçi sınıfı devrimcilerle ortak hareket ediyor diye bir kural yok. Tam tersine Brezilya’da petrol endüstrisinde çalışan işçiler devrimci, sosyalist. Ortadoğu’ya baktığımız zaman özellikle petrol konusunda zengin ülkelerde işte Mısır’ı, Ürdün’ü hariç tutarsak bir petrol bilinci var. Fakat bu da şöyle bir bilinç; buralardaki rejimler halktan vergi almaz, petrolü sübvansiyon olarak değerlendirir, eğitim sağlık gibi hizmetler bedavadır. Bunlar da halkla bu rejimler arasında bir uyuşmayı beraberinde getirir. Bu rejimlere yönelik çok büyük halk hareketleri ortaya çıkmaz. Bir farkla, İran Devrimi bu konuda söylenebilir. İran’da da otokrat Şah rejimi ağırlıklı olarak petrol gelirlerine yaslanıp çok da fazla vergi almadan sübvansiyonlarla durumu idare etti, ama petrol fiyatlarındaki düşüş ister istemez rejimin temellerinin de sallanmasını beraberinde getirdi. Çünkü petrol gelirlerinden başka hiçbir meşruiyet kaynağı olmadığı zaman sınıfsal kaynaşma çok daha yoğun olabiliyor. Bu da tabi Ortadoğu’nun geleceği açısından çok patlamalı bir süreci, devrimci bir süreci sürekli gündemde tutuyor. Yani Ortadoğu hakikaten denildiği gibi, bir devrim odağıdır. Bunun temel nedenlerinden biri de petrol ihraç eden ülkelerin neredeyse %90’lara varan oranda gelirlerinin petrole dayalı olması, doğru dürüst bir vergi yapısının olmaması, sermaye birikiminin ranta dayalı olması, buradaki petrol oligarşilerinin servetlerini Batı’ya aktarmalarıdır. Halkta bu konuda ciddi bir bilincin olması ve en ufak bir sarsıntıda da kitleselliği ön plana çıkaran hareketlerin gündeme gelmesi Ortadoğu’nun özelliğidir. Dolayısıyla Ortadoğu çok patlamalı gelişmelere gebe, ama burada şunu da söylemeliyiz ki; Ortadoğu’daki bu hareketler kendilerini sosyalist olarak dışa vurmaz. Yani bunun hal tercümesi İslam’la kendini ortaya koyar. Gelecekte de muhtemelen bu şekilde olmaya devam edecek.
* Biraz önce Chavez’den ve Venezüella’daki kitle hareketinden bahsettiniz. Chavez’in politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Petrolün antiemperyalist mücadelenin bir alanı haline gelmesi mümkün mü?
S.P.: Chavez, Amerika açısından bağışlanamaz bir suç işledi. Küba’yla ticari ilişkilere girdi, ama parasal ilişkiler değildi bunlar. Küba, Venezüella’daki sağlık sisteminin kurulmasına yardım etti, karşılığında petrol aldı. Venezüella bu bölgede 14 ülke ile Bartr anlaşmalarını imzaladı. Bartr ticareti, takas ticaretidir. Paraya dayalı ticaret değil, dolayısıyla siz doların, Amerika’nın egemenliğinin dışına çıkıyorsunuz. Bu Amerika’nın hiç tercih etmeyeceği bir durumdur. Ve ABD’nin o bölgeye yönelik çeşitli girişimleri var. Yani burada bir serbest bölge oluşumu peşinde. Latin Amerika ve Orta Amerika’da çok kapsamlı serbest bölge girişimleri var. Aynen Büyük Ortadoğu Projesi gibi. Yani bölgenin kaynaklarını tümüyle sızdırmaya dayanan bir anlayışı var. İşte Chavez bunu yıktı. Böyle bir tehdit oluşturuyor Chavez. İkincisi ABD, açıkçası petrolü Venezüella’dan almak istiyor. Birincisi kendisine çok yakın, ikincisi çok kalitelidir Venezüella petrolü. Maliyeti alabildiğine düşüktür ve Venezüella petrolü, ABD’yi Körfez’e bağımlı olmaktan kurtarır. Onun için de ABD, bu kaynaklar üzerinde Venezüella halkının denetimi olsun istemiyor. Bu denetimden hızla çıkarma peşinde. En önemlisi de şu tabi; Venezüella’da çokuluslu tekeller borularını öttüremiyorlar, çünkü Venezüella OPEC’in iki kurucusundan biridir. Diğeri de Irak’tır. Irak’ın cezalandırılmasında emperyalizmin bu kininin önemi de büyüktür. Çünkü OPEC’in iki militan ülkesi Irak ve Venezüella’dır. Venezüella, yıllarca Ortadoğu’da petrol üreten ülkeleri bilinçlendirme adına faaliyet yürüttü. Venezüella’nın efsanevi petrol uzmanları bu bölgede tek tek kapıları çalıp dolaşarak dünya petrol piyasasının iç yüzünü anlattılar. Venezüella’nın böyle özellikleri vardır. Venezüella’nın tabi Küba ile ilişkileri de ABD tarafından problem olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla her türlü karşıdevrimci girişim içerisindeler. Ama Venezüella gibi OPEC’te etkili, dünya petrol piyasasında önemli üretici bir ülkede de her tür gelişmeyi sağlayamazsınız; çünkü finansal anlamda bağımlı değil; elinde bir zenginlik var. Hele petrol fiyatlarının artması Chavez’in durumunu daha da güçlendirecektir. İşin böyle bir boyutu da var.
*Petrol fiyatlarının yükselmesi kimin çıkarınadır? Belki biraz da bu noktayı açabiliriz?
S.P.: Bu herkesin çıkarına şu an. Çokuluslu tekeller kasalarını dolduruyor. Araştırma geliştirme alanına fonlar ayrılabiliyor. Çünkü eğer siz, petrolün fiyatını yüksek tutarsanız, çıkarılması çok maliyetli olan alanlardaki petrol de çıkarılır. Mesela Hazar’daki petrolün çıkarılma maliyeti yüksektir, ama petrolün varil fiyatı 40 doları geçerse o maliyet uygun hale gelir. Bunun yanı sıra teknoloji yenilenebilir. Yüksek petrol fiyatları örneğin Rusya’nın harap olmuş petrol alanındaki sabit sermaye yatırımlarını yenilemesini de beraberinde getirebilir; demek ki Rusya da buradan kazançlı çıkıyor. Ama uzun vadede petrol fiyatlarının yüksek olması dünya ekonomisini, daha doğrusu kapitalist ekonomiyi durgunluğa sokar. Bunun örnekleri daha önce yaşandı. Var olan krizi tetikler; kendiliğinden kriz yaratmaz. Uzunca bir zamanda bu şekilde yüksek petrol fiyatlarını götüreceklerini zannetmiyorum. Çünkü dünyada daha önce de böyle dönemler yaşandı. Bu sert yükselişleri sert düşüşlerin izlediği dönemler de oldu. Ama şu anda yüksek petrol fiyatlarından özellikle az gelişmiş ülkeler dışında herkes yarar sağlar durumda. En az yarar sağlayan kim, Çin. En az yarar sağlayan kim, işte dediğimiz gibi az gelişmiş ülkeler. Çünkü bunların yıllık tüketimlerinde oransal olarak %5.6’lık bir artış var ve dolayısıyla yüksek petrol fiyatları uzun vadede yansıyacaktır. Rakamlar da aslında küçük gibi görülmekle birlikte az gelişmiş ülkeler açısından anlamlı. Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüksek petrol fiyatları ile %5’ini yitirmeleri söz konusu. Bu önemli bir rakamdır. Gelişmiş ülkeler bu anlamda daha esnek. Mesela Japonya’da bu oran %3-4, ama Japon ekonomisi açısından bile önemlice bir yüktür. Bunun uzun sürmesi durgunluğu beraberinde getirir. Ama şu anda açıkçası herkes kasalarını dolduruyor.