Soğuk Savaş bitiminden başlayarak politik islami akımlarda iki gelişme belirgin olarak dikkat çekti. Biri, Lübnan ve Filistin’deki islami örgütlerin ABD destekli İsrail savaş makinesine karşı savaşı geliştirmeleri, diğeri de 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra kuklalarının iktidarda olduğu İslam ülkelerini askeri üsleri haline getiren ABD’ye karşı El Kaide’nin askeri eylemleri geliştirmesidir. Şimdi ise, ABD işgali altındaki Irak’ta silahlı direnişteki başlıca güçlerden birisidir politik İslamcılar.
Müslüman ülkelerde artan ABD hakimiyeti ve emperyalist hegemonyaya karşı, milliyetçi hareketler, hemen bütünüyle uzlaşma ve işbirliği hattına girdiler. Politik islamcı akımların büyük çoğunluğu ise popüler deyimle “ılımlı islam”cılıkta karar kılarak ABD’yle uzlama-işbirliği yolunu tutarken, bir bölüm islamcı örgüt ise ABD’ye karşı eylem çizgisi açısından radikal yönde ilerliyor. Özellikle de Irak’ta ABD işgaline karşı silahlı direnişin başlıca akımlarından birisidir radikal İslamcılar. (IKP, Irak’ta Direniş, Teoride Doğrultu, sy.16, sf. 42)
Bütün bunlar politik islamcı akımların analizini ve izlenecek politikaların geliştirilmesini başta bölge olmak üzere dünya işçi sınıfı hareketi, devrimci ve komünist hareketin ivedi görevleri arasına koyuyor.
Geçmiş Dönemde İslami Gericilik Batılı Emperyalizmin Yedeğiydi
20. yüzyılın başlangıç yıllarında emperyalist işgallere karşı islami ideolojiyle mücadele eden hareketler çıkmışsa da, bunlar bütün içinde kısmi ve arızi kalmışlardır. Sınırlı antiemperyalist rol oynayan bu hareketlerden istikrarlı örgütlenme içinde olanlar, süreç içinde ya karşıdevrim safına geçtiler, ya emperyalizmle uzlaştılar ya da işbirliğine giriştiler. Örneğin Endenozya’daki Serekat İslam gibi. 20. yüzyılın başında komünistlerle ittifak içinde antisömürgeci olan bu islami örgüt, sonraki on yıllarda karşı devrim safında yer almış, 1960’lı yıllarda da ABD emperyalizmi ve Suharto faşist diktatörlüğünün, komünistlere ve halka karşı kanlı katliamlarının suç ortağı olmuştur. Şeyhlere dayanan ve örneğin yüzyılın başında emperyalizme ya da Rus Çarlığı’na ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arap, Kürt, Türk ve diğer müslüman halkların milliyetçiliğiyle ortaya çıkan politik islami hareketler ise, bir süre sonra emperyalizmle uzlaşma, işbirliği çizgisine girmişlerdir. Vahabilerin ve Haşimilerin, mücadeleye giriştikleri Osmanlı İmparatorluğu’na karşı, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda rakip emperyalist blokun lideri olan İngiliz emperyalizminin işbirlikçisi olmaları buna örnektir. Ya da Hindistan’ın sömürgeciliğe karşı mücadelesi sürecinde, yüzyılın başında alt kastlardan müslüman din adamlarından antiemperyalist ve komünist kişiler (Bolşevik devriminin etkisi, Hindistan alt kıtasında bile muazzamdı. Devrimin ilk yıllarında Maulana Obaidullah Sindhi (Mevlana Ubeydullah Sindhi), Lenin’i görmek için Sovyetler Birliği’ne gitti. 1924’te, başka bir din adamı Maulana Hasrat Mohane (Mevlana Hasret Mohani), Hindistan Komünist Partisi’nin genel sekreteri oldu.) çıkmıştır, ama 1948’den sonra, politik islamcı hareketler, pro-İngiliz bir politik çizgide Pakistan’ın kuruluşunda rol oynamış, emperyalizm işbirlikçisi gericiliği temsil etmişlerdir.
Bunun dışında, geleneksel islami kurum ve siyasi hareketler, doğrudan politik örgütlenmeler olarak ortaya çıkan islami hareketler, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, genel olarak, emperyalizmle işbirliği ya da uzlaşma çizgisinde olmuşlardır.
Samir Amin’in vurguladığı gibi, günümüz politik islami hareketleri, İngiliz emperyalizminin teşvikiyle ortaya çıktılar:
“Modern Politik İslam, Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğine hizmet eden oryantalistler tarafından icat edildi ve Pakistan’da Mawdudi tarafından geliştirildi.” (Politik İslam)
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında islami hareketler, emperyalist dünyanın egemenliğini ele geçiren ABD emperyalizminin sosyalist ülkelere ve halklara karşı yürüttüğü Soğuk Savaş’ta, Yeşil Kuşak Stratejisi’nin aracı olarak geliştirildiler ve kullanıldılar. ABD, hegemonik hedefleri arasında tayin edici yer tutan Ortadoğu’da Arap burjuva milliyetçiliğine karşı da, politik islamcı hareketleri kullandı. Koşullardaki farklılığı dikkate alarak, İngilizlerin Hindistan’da politik islami kullanmasının bir benzerini ABD, Ortadoğu’da Arap burjuva milliyetçiliğine karşı, Endenozya’da burjuva demokrat Sukarno’ya (ve elbette komünistlere) karşı uyguladı. Hatta, kendisine pürüz çıkaran Butto iktidarını askeri faşist darbeyle deviren ABD, Pakistan’da politik islami değişik derecelerde, faşist darbenin müttefiki ve sivil vurucu gücü olarak kullandı.
Bütün bir Soğuk Savaş süreci boyunca ABD, emperyalist dünyanın lideri olarak, Ortadoğu ve müslüman ülkelerde, işçi sınıfı, emekçi halk hareketi, komünist ve devrimci harekete karşı politik islamı, vurucu güç ve dalgakıran olarak kullandı. Bunun özellikle sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı yansıyan formu ise, Yeşil Kuşak Stratejisi’ydi.
Bu dönemde, başta Arap ülkeleri olmak üzere, Sovyetler Birliği içindeki müslüman ülkelerde, Türkiye, Afganistan ve Güney Asya’daki müslüman ülkelerde, bütün akımlarıyla politik islamcı hareketleri mali bakımdan destekleyen, örgütlenmelerini sağlayan başlıca güçler, ABD’nin bölgedeki kuklası Suudi otokrasisi ve Arap-Amerikan petrol tekelleri oldu. CIA ve Suudi istihbarat örgütü ile Pakistan istihbarat örgütü, Soğuk Savaş sürecinde, islami gericileri doğrudan örgütlendirdiler ve yaydılar. Geleneksel islami tarikatları yaydılar, islami partileri geliştirdiler, Müslüman Kardeşler ve bugünün diğer islamcı hareketlerini doğrudan kurdular veya beslediler. Türkiye ve K. Kürdistan’daki politik islamın başat rolü de, ABD’ci vurucu güç ve dalgakıran rolü oldu.
ABD, bu politikasını, sosyalizmden kapitalizme geri dönüş yapan ve dünyada ABD’ye karşı inişli çıkışlı tarzda politik askeri hegemonya mücadelesine giren sosyal emperyalist SB’ye karşı da sürdürdü.
Bu süreç boyunca, başat olarak ABD’ci gerici rol oynayan politik islamcı hareketlerin yanı sıra, az sayıda politik islamcı lider ve örgüt, antiemperyalist işlev gördüler. Bunlardan, ideolojik olarak islami bir renk taşısa da esasen politik islamcı çizgiye sahip olmayan Moro Ulusal kurtuluş Cephesi (Filipinler’deki) ve İran’da Halkın Mücahitleri örnek verilebilirler.
Konuya ilişkin tipik örnekler ise, Güney Lübnan’da örgütlü bulunan Hizbullah ile Filistin’deki Hamas örgütleridir. Bunlar, etkin olarak 80’li yıllar içinde ortaya çıktılar ve ABD desteğindeki siyonist İsrail işgaline karşı mücadele içinde, aynı zamanda ABD karşıtı bir rol oynadılar. Bunlar, nesnel olarak belirli sınırlılığı olan antiemperyalist ilerici bir nitelik taşırlar. Nitekim böyle olduğu için de, ideolojik olarak esasen antikomünist ve dini köktenci olmalarına rağmen, laik yurtsever ve sosyalizmden etkilenen devrimci güçlere karşı saldırgan bir tavır içine girmiyorlar.
Yeni Uluslararası Koşullarda Yol Ayrımı
1998’de başını El Kaide’nin çektiği bazı panislamist örgütler, ABD askeri güçlerinin müslüman ülkelerden çekilmemesine tepki olarak, ABD güçlerine karşı eylem kararı aldılar. Oysa bu örgütler, 1991 Körfez Savaşı’nda bile, ABD’nin işgaline karşı çıkmamışlardı. Hatta bunlara Afganistan’da konuşlanma izni veren Taliban iktidarını da ABD emperyalizmi Pakistan gericiliği eliyle kurmuştu
Başını El Kaide’nin çektiği bu panislamist örgütler, gerçekte ideolojik söylemlerinin gereği olarak, ABD askerinin müslüman ülkelerden, özellikle “kutsal mekanlardan” çekilmesi gerektiğini ileri sürdüler ve bu doğrultuda hareket ederek ABD’ye cihat ilan ettiler. Kuşkusuz yalnızca bu nedenle de olsa söz konusu panislamist örgütlerin ABD’ye cihat ilan etmeleri, ABD karşıtı haline geldiklerini, emperyalist dünyanın egemen gücüyle çatışmaya, ona darbe indirmeye başladıklarını gösterir.
Nitekim cihat ilanından sonra, söz konusu panislamist örgütler, Sudan, Suudi Arabistan ve Yemen’de askeri hedefler başta gelmek üzere, ABD güçlerine karşı radikal silahlı eylemler gerçekleştirdiler. 11 Eylül 2001’de ünlü İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan eylem dönüm noktası oldu. Daha önce Sudan’da ilaç fabrikasını bombalama vb. gibi saldırılarla yetinen ve bu örgütleri yine de kendisiyle uzlaştırmaya ve kendisine yönelik eylemlerden vazgeçirmeye çalışan ABD emperyalistleri, 11 Eylül’den sonra, dünya egemenliği için sınırsız saldırganlık stratejisi eşliğinde, bu pan-islamist örgütleri de baş hedefi ilan etti. Politik islamı, popüler deyimle “ılımlı islam” içinde, ABD işbirlikçiliğinde “stabilize” etme politikasına geçti.
ABD’nin “yeşil kuşak” politikasından “ılımlı islam” politikasına geçmesi, El Kaide ve izleyicisi örgütlerin, ABD işbirlikçiliğinden karşıtlığına geçmeleri, öncelikle 1990’lı yıllara girerken, SB’nin çöküşü ve dünya devrim hareketinin dip noktaya gerileyişiyle belirlenen yeni uluslararası koşullarla ilgilidir. ABD bu koşullarda, artık radikal islami gericiliğe ihtiyaç duymuyordu. İkincisi, islami gericiliğin bir bölümü, ideolojik söylemine uygun davranarak, ABD askerlerinin “kutsal mekanlar”ı terk etmesini talep ediyordu. Bu koşullarda, politik islam büyük çoğunluğuyla, ABD’nin dünya hegemonyasının işbirlikçiliğinde karar kılar ve “ılımlı islam” kulvarında yürürken, küçük bir bölümü ABD karşıtlığına yöneliyordu.
Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte bu yol ayrımı daha da keskinleşti. Örneğin, İran mollalarına yakın olan ve ABD karşıtı bir pozisyonda yer alan Irak İslam Devrimi Konseyi (El Hekim liderliğindeki örgüt) ABD işgalinin zaferinden sonra İran mollalarının da teşvikiyle ABD’nin kukla Irak rejimi içinde yer alırken, Selefiler içinde mütalaa edilen islamcı örgütler, ABD işgaline karşı, silahlı direnişi en önde yükselten güç haline geldiler. Ya da, Türkiye’deki islamcı gericiler, antiemperyalist söylemlerine rağmen, başlıca olarak, Alevilere, aydınlara karşı eylem koyar, birahanelere saldırmakla yetinirken, İngiliz Konsolosluğu ve HSBC bombalamalarında görüldüğü gibi, ABD ve İngiliz hedeflerine yönelen örgütlenmeler ortaya çıkmaya başladı.(1)
Bugün ABD emperyalizminin emperyalist dünya hegemonyasını elinde tutma ve rakiplerine ve halklara karşı pekiştirme stratejisinde, enerji kaynakları deposu olan Ortadoğu ve Kafkasya-Orta Asya üzerine odaklanması, askeri işgallerini bu bölgede yoğunlaştırması, büyük çoğunluğuyla müslüman inançtan halkların yaşadığı bölgede politik islamı kaçınılmaz olarak keskin bir yol ayrımına sokacaktı.
Dahası politik islam içinde, ABD işbirlikçisi islami gericilik karşısında kaçınılmaz olarak ABD karşıtı islamcı hareketin oluşmasına da yol açacaktı. Bunların bir bölümünün işlevi biten radikal islamcı hareketlerden gelmesi, ya da buradan gelen El Kaide gibi örgütlerin ABD karşıtı islamcı hareketlerin önünü açması yoluyla, bu türden hareketlerin gelişmesi sürecin pratik biçimleridir. Ama süreçle birlikte belirginleşen yön ise, panislamist ideolojik gerici bakış açısına sahip olmalarına rağmen politik açıdan ABD karşıtı islamcı hareketlerin ortaya çıkmasıdır. Bu hareketler, Irak işgaline karşı direnişin kanıtladığı gibi, ABD-İngiliz emperyalist saldırganlığına karşı öfke duyan müslüman inançtan halkların ezilen kesimlerinin öfkelerini de saflarına çekerek, kitle dayanaklarını ve güçlerini büyütüyorlar. Dünyada devrim dalgasının yükselişe geçmekte zorlandığı ve özellikle müslüman ülkelerde devrimci-komünist hareketin zayıf olduğu bugünün koşullarında, müslüman inançtan halkların öfkesinin önemli bir bölümünü toplayacakları da görülüyor. Süreç ilerledikçe, işlevsel tasfiyeye tepki refleksiyle, ABD karşıtlığı çizgisi birbirinden ayrışacak, ikinciler daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır.
Böylece politik islami hareket içinde, büyük çoğunluğu -AKP örneğindeki gibi- ABD’cilikte (ABD’nin ipine daha çok sarılacak ölçüde işbirlikçilikte) karar kılarken, bir bölümü ABD karşıtlığında karar kılacaktır. Olmakta olan da budur.
Politik islamın büyük çoğunluğunun ABD’cilikte ve emperyalizm işbirlikçiliğinde daha kararlıca yer almasının maddi koşulları da bugün daha çok artmıştır. Türkiye, İran, Pakistan, Mısır, Endonezya ve Malezya gibi ülkeler, kapitalist gelişimi ve emperyalist sistemle entegrasyonu ileri düzeyde olan yeni sömürge ülkelerdir. Ve bu ülkelerde, burjuvazinin yalnızca burjuva laisizmi çizgisindeki bölükleri değil, politik islamcı bölükleri de, bu aynı süreç içindedir. İslamcı burjuva bölükler, iktisaden büyüdüler ve bugün ABD işbirlikçiliğine gidiyor olmalarınm nedeni yalnızca geçmişte ideo-politik nedenle ABD’ci olmalarından gelmiyor, iktisadi büyümeleri ve emperyalist kapitalizmle entegrasyon da “ılımlı islam” kulvarına demir atmalarını koşulluyor. Türkiye’de Ülker’in, islami renkte bir sermaye grubu olarak NATO İstanbul zirvesinin finansörü olması bunun tipik ve çarpıcı örneğidir.
İslamcı büyük sermaye ve politik temsilcileri içinde, Mahatir Muhammet gibilerinin, geçmişte ABD uşaklığı yaparken bugün ABD ve emperyalizm karşıtı demagoji yapar pozisyona geçmesi, ekonomik krizin yol açtığı yıkım koşullarıyla bağlantılıdır. Kriz koşullarında toplumsal patlamaları engellemek için islamcı burjuvazinin bir kanadı -başbakan Mahatir Muhammed- kendi ekonomi bakanı ve taraftarlarını günah keçisi yapıp cezalandırarak, yoğun bir demagoji eşliğinde bir hareket geliştirerek, Endonezya’dakinin benzeri bir ayaklanmayı önlemiş, toplumsal patlamaya gidecek öfkeyi de bu sayede kendi arkasına çekmiştir.
Ya da bugün ABD’nin, Suudi Krallığını rejim değişikliğine uğratmayı dillendiriyor olması, gerçekte bu ABD kuklası krallığın, emperyalizmle çatışmasından değil, islam şeriatına dayanan rejimin radikal islamcı hareketlerin gelişmesine elverişli bir zemin olmasına karşı ABD’nin tepkisinden gelmektedir.
Gerçekte politik islamcı akımların tümünün kapitalizm savunusu içinde olmaları bir yana bunların ezici çoğunluğu neoliberal ekonomik politikaları savunmaktadır. Bu nedenle de politik islamcı akımların büyük kısmının bugün ABD’ci veya emperyalizm işbirlikçisi olmalarında şaşılacak bir yan yoktur.
Birçok nedenin yol açtığı bir sonuç olarak politik islamcı akımların büyük çoğunluğu, bugün ABD işbirlikçiliğinde daha istikrarlı hale gelmişlerdir. Türkiye’de AKP’nin en sadık ABD’ci olması, ABD’nin Cezayir’de FİS’i destekler tavır takınması, Irak’ta Şii islamcı Sistani, El Hekim gibi liderlere kukla rejim içinde yer verilmesi canlı örnekler olarak gösterilebilir. Keza, ABD’ci Suharto kliğinin iktidarı halk ayaklanmasıyla tasfiye edildikten sonra Washington, Endonezya’daki politik islamcı akımları da, burjuva laik partileri de ABD ve emperyalizm işbirliğinde rejim içinde bir araya getirmekten geri durmadı. Sudan’da islamcı rejimi kendisinin çizdiği sınırlar içinde istikrarlı kılmaya çalışıyor, ABD. İran’da mollalar rejimi, bir kanadıyla AB’li emperyalistlerle işbirliği yaparken ve ABD’yle uzlaşma belirtileri gösterirken, Hatemi kanadı “ılımlı islam”cılıkta karar kılıyor.
ABD'ye Ve Emperyalizme Darbe Vuran İslamcı Akımlar
Ancak, bugün, Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah gibi örgütlerin yanı sıra, Irak’ta veya başka müslüman inançtan halkların yaşadığı ülkelerde, ABD’ye ve diğer emperyalist hedeflere yönelen panislamist hareketler, ideolojik açıdan gerici olmalarına ve geriye gidişi savunmalarına rağmen politik bakımdan sınırlı antiemperyalist rol oynamaktadırlar.
Bu bakımdan, bu hareketlerle emperyalist işgale ve siyonizme karşı Filistin halkını desteklemede, eylemlerde yan yana gelme tutumu ya da aynı emperyalist hedef(ler)e karşı nesnel olarak yan yana savaşma pratiği yanlış değildir. Proleter ve emekçi halk hareketinin, komünist ve devrimci hareketin bundan kaçınmaması gerekir. Bu başta Irak ve Filistin devrimci hareketleri açısından böyledir, ama koşullardaki değişiklikler dikkate alınarak bölgenin ve ülkemiz halklarının, devrimci ve komünist hareketinin mücadelesi açısından da gereklidir.
Bugün, bazı troçkizan akımların, özellikle Irak Komünist İşçi Partisi gibi troçkizan bir akımın, “her iki gericiliğe de karşı olmak” politikası, gerçekte kendilerinin, pratikten kopuk bir aydın hareketi olmaları ve doktrinerizminden kaynaklanıyor. Dahası, ABD emperyalist işgaline karşı silahlı direnişten kaçınmanın örtüsü rolünü oynuyor. Bugün Irak’ta silahlı direniş dışında, ABD emperyalist işgaline karşı mücadeleyi yükseltmenin, halkları seferber etmenin bir yolu yoktur. Diğer tüm mücadele biçimleri bu mücadeleye tabidir. Nitekim, Baas milliyetçileri ve radikal islamcı akımlar, ABD’nin kolay askeri zaferini, cesur askeri eylemler süreciyle, pirus zaferine dönüştürdüler ve ABD’nin yenilebileceğini göstererek, Irak sunni Arap halkından başlayarak, şii Arap halkına yayılan ve bölgedeki halklara uzanan ABD’ye karşı direniş ümidini yükselttiler. “Her iki gericiliğe de karşı” çizgisindeki revizyonist IKP lideri Hamid Majit’in vardığı durak ise, ABD’ci kukla rejim içinde yer almak oldu.
Ya da Türkiye’de, aynı “her ikisine de karşı...” çizgisindeki reformcular ve oportünistler, İngiliz emperyalizmine ait hedefleri vuran radikal islamcı saldırıları protesto etmekten, “şiddete ne kadar karşı olduklarını” göstermeyi birinci vazife saymaktan, sinagog bombalamasını -ki bizce yanlış bir hedefti- TÜSİAD’cılar, faşist rejimin temsilcileri , AKP ve bilumum gericilerle birlikte protesto eylemlerine katılmaktan geri durmayarak, kime yedeklendiklerini gösterdiler. Generallerin, siyasal islamla hesaplaşmasının da keskin ifadesi olan 28 Şubat müdahalesini, yararlanma adına destekleyen pragmatist TKP, 2003 Konferansında “emperyalizme karşı mücadele” perspektifi çizerken, politik islamla hiçbir koşul ve şartta emperyalizme karşı ittifak yapılmaması gerektiğini vurguluyor:
“Emperyalizme karşı mücadelede dinci hareketlerle ittifak ya da işbirliği Komünistler için söz konusu olamaz:
Antiemperyalist mücadele, genel olarak sosyalist mücadele ile bir bütünlük oluşturur. Sosyalist mücadelede ödünsüz karşıt olunması gereken bir kesim, antiemperyalist mücadelede herhangi bir biçimde yandaş olamaz. Bu ilke, dinci hareketlerin gerçekte ne kadar “anti-emperyalist” olduklarına ilişkin değerlendirmeleri önceleyen bir ilkedir.”
Kuşkusuz bu, yalnızca Türkiye ve Kuzey Kürdistan için de değil bölge için söyleniyor.
Ciddi bir toplumsal hareketin politik öncülüğüne soyunmaktan pratikte ısrarla kaçan, yalnızca grupçu lafazanlıkla ve propaganda grubu olarak güç toplamaya çalışan TKP’nin, antiemperyalist mücadelede de pratik yüklerin altına girmekten aciz olacağı kendisi için anlaşılır bir zaafı. Ama, ABD işgallerinin yaşandığı bir dönemde ve bölgede, politik islamcı akımların hiçbiriyle sosyalistlerin, emperyalizme karşı ittifaka girmemesini vurgulamak, ciddi bir antiemperyalist mücadeleden kaçmaktan kaynaklandığı gibi, bunu sosyalist mücadelede uzlaşılmaması gerektiği gerekçesine dayandırmak ise, mantıksal olarak da saçmalıktır. O çok istekle arkasında secdeye vardığınız burjuva laisist kemalistler, sosyalist mücadelede ödün verilmesi gereken güçler midir ki, onlarla emperyalizme karşı mücadelede ittifakı reddetmiyorsunuz da, emperyalizmle çatışan islami gericilerle reddediyorsunuz? Geçmişte TİP’li revizyonistlerin, antiemperyalist demokratik devrimi reddetmek için sözde sosyalist devrimi savunması, ama pratikte Ecevit CHP’siyle her türden kuyrukçu ittifaka girebilmesinin sırrı, parlamentarist çizgiyi gizlemenin ve güncel devrimci mücadeleden kaçmanın bir örtüsü olarak kullanma yöneliminde yatıyordu. TİP artığı lafazan TKP’nin tutarsızlığının sırrı da aynı gıdayı almış olmasından geliyor.
Bağımsız Devrimci Çizgide Özgüven
Proletaryanın öncüsü misyonuna sahip komünist hareket, başta işgal altındaki ülkeler gelmek üzere ve belli farklılıklarla ülkemiz, bölge ve diğer müslüman inançtan halkların yaşadığı ülkelerde, ABD ve emperyalizm işbirlikçisi politik islamı, devrimin ve mücadelenin temel düşmanları olarak hedef alır. Diğer yandan ABD ve emperyalizme nesnel olarak darbe vuran, mücadelede halkı değil ABD ve diğer emperyalistleri hedef alan kısmen antiemperyalist islamcı akımlarla ise, geçici ve emperyalizme karşı mücadeleyi ilerleten eylem birliklerine girmekten de kaçınmaz.
Pan-islamist ideoloji, tarihsel olarak geri dönüş özlemini ifade eder ve gericidir. Pre-kapitalist egemen sınıf ideolojisi olduğu gibi, günümüzde de burjuva sınıf tarafından kapitalizmin egemenliğini korumada halk kitlelerini yanıltmak için kullanılır, kullanılıyor. Bu panislamist partiler için de geçerlidir. Ancak, ABD’nin yeni uluslararası koşullardaki saldırı stratejisi nedeniyle ve müslüman halkların, devrimci seçeneğinin zayıflığı koşullarında dini ve milliyetçi geleneksel ideolojilere yönelmesi bir olgudur. Bu nedenle, bazı burjuva ve küçükburjuva sınıf kökenli hareketlerin ABD ve emperyalizme karşı tepkilerine, dahası özellikle işgallere karşı mücadelelere girmelerine yol açmaktadır. Dolayısıyla konjonktürel olarak antiemperyalist panislamist ve ulusalcı hareketler gelişmektedir.
Komünistler, bu türden hareketlerle geçici ve şarta bağlı eylem birliğini mümkün görseler ya da nesnel olarak eylemlerde yan yana gelseler de, esasen proleter, emekçi ve ezilen kitleleri, komünist proletaryanın ve devrimci antiemperyalizmin etrafında toplamayı hedeflerler. Panislamist akımların, antiemperyalist mücadeleyi karşıdevrimle sonuçlandırma çizgisine karşı da hegemonya mücadelesi yürütürler. Panislamist akımlar, geçici olarak antiemperyalist mücadelelere girişseler de, burjuva, küçükburjuva nitelikleri onların emperyalizmle uzlaşmalarına elverişlidir. Gerek içsel özellikleri, gerekse emperyalizmin -Mukteda Sadr örneğinde belirtileri görüldüğü gibi- uzlaşma manevraları, bu hareketleri mücadeleyi karşıdevrimle sonlandırmalarına yol açar. Filistin’de Hamas ve İslami Cihad, reformcu bir burjuva çözümde, kendilerine de iktidardan pay verilmesi koşullarında uzlaşmaya açıklığını pek çok zaman dillendirmektedir. Antiemperyalist niteliği olmayan Taliban, son zamanlarda Pakistan islamcı hareketleri içinde önemli yeri olan ruhani bir lider aracılığıyla uzlaşmaya çekilmeye çalışılmaktadır. Hemen ve kolayca değilse de bu türden manevraların sonuç alması mümkündür. Müslüman halkların emperyalist işgallere karşı mücadelelerinin antiemperyalist bir devrime dönüşerek, toplumsal devrim yönünde ilerlemesinin güvencesi, komünistlerin ve devrimci öncünün, ABD işgallerine ve emperyalizme karşı mücadelelere başarılı devrimci önderlik yoluyla, bu hegemonya mücadelesini kazanmalarına bağlıdır. Bugün Irak ve Afganistan’da, hatta Filistin’de, politik islamcı akımların sert bir silahlı direniş içinde olmalarına rağmen böyledir. Antiemperyalist islamcı hareketlerin, bugün ABD’ye, ABD ve İsrail’in askeri işgallerine karşı silahlı direnişi, kısa vadede, elbette devrimin gelişmesine yaramaktadır. Bu bakımdan komünist öncüler bu fırsatı değerlendirmekten geri durmazlar. Ama uzun vadede bu aynı akımların emperyalizmle uzlaşma potansiyeli nedeniyle hegemonya mücadelesini kazanarak devrimi zafere ulaştırmaları gerekir. Devrimi geliştirme pratikleri hegemonyayı kazanmalarını güvenceler, hegemonyayı kazanmak için mücadeleleri devrimi ve devrimci güç birikimini ilerletir.
Ayrıca, panislamist akımlar, stratejik bakımdan antiemperyalist devrimci değillerdir ve söz konusu nesnel yan yana geliş ya da eylem birliği, asla stratejik bir özellik kazanmamalıdır. Bu İran devriminin kanlı bir tarzda islami karşı devrimle sonuçlandırılması deneyiminde yeterince kanıtlanmıştır.
Dahası, komünist ve devrimci öncünün dikkate alması gereken diğer bir faktör, kısmi ilerici politik rol oynayan islamcı hareketlerin, komünistlerin, işçi ve emekçileri bağımsızca örgütlemeleri karşısında çok uzun boylu demokratik özelliğe sahip olmadıklarıdır. Bu da, hegemonya mücadelesinin zorunluluğunu ve zaferini hazırlama görevini öncünün önüne koyar.
Ayrıca, ABD işgali karşısında sınırlı bir antiemperyalist tavra sahip bu hareketler, müslüman ümmetçiliğiyle, müslüman halklar arasında milliyetçi çatışmalara pek yol açmasalar da, Alevilik, Dürzilik, Nusayrilik vb. gibi halk mezheplerine karşı gerici katliamcı bir niteliği -ideolojik nedenle- üretmeye her zaman açıktırlar. Aynı zamanda, bölgenin ve dünyanın müslüman olmayan halklarına karşı da aynı düşmanlığı üretmektedirler. Nitekim eylemlerinde, söz konusu sivil halkları hedef almakta sakınca görmemeleri de buradan geliyor. Bu, onların Irak’ta bile değişik inançtan halkları birleştirme yeteneği gösteremeyeceğini, dünyada ise emperyalizme karşı halkları birleştiremeyeceğini, ama halkları gerici boğazlaşmalara iteceğini gösterir.
Sonuç olarak, bu etkenler, komünist öncüye, emperyalizme karşı, ulusal bağımsızlığın öne çıktığı işgal altındaki ülkelerde de, antiemperyalist mücadeleyi devrime dönüştürme ve devrimin kesin zaferi için, sınırlı ilerici rolü olan politik islamcı hareketlerle geçici eylem birliği ve ittifaka girme, ama stratejik olarak hegemonya mücadelesi yürütme görevleri yüklemektedir. (Aynı stratejinin bir benzeri işgal altında mücadele eden milliyetçi örgütler için de geçerlidir.) Daha yüzyılın başında sömürge müslüman halkların mücadelesi için Lenin ve Komintern bu görevi şöyle formüle etmişti:
“...geri ülkelerde din adamları, etkin öteki gerici unsurlar ve ortaçağ unsurlarıyla savaşım gereğidir. Avrupa ve Amerika emperyalizmine karşı kurtuluş hareketini, hanların, toprak sahiplerinin, mollaların, vb. gücünü artırma çabasıyla birleştirmeye çalışan panislamcılıkla savaş gereğidir.” (Viladimir İlyiç Lenin, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı, Haziran-Temmuz 1920)
İslamcı hareketler içinden, ideolojik bakımdan, emperyalist kapitalist sisteme karşı alternatif ve kurtuluş arayan akımlar çıkmadı. Çıkma olasılığı -hristiyan kurtuluş teolojisinin bir benzeri- kuşkusuz önsel olarak reddedilemez. Ancak geçmiş tarihsel dönemdeki halk dini örnekleri (Karmatiler, Alevilik, Bedrettinilik, El Hak ) bir yana bırakılacak olursa, yakın tarihte ancak çok az sayıda dini lider dışında böylesi bir akım yoktur.(2) Kısmi antiemperyalist radikal islamcı akımların varlığı ve mücadele geliştiriyor olmaları, antiemperyalist işlevlerinin abartılmasına ya da taban-tavan ayrımı doğrusundan hareketle, politik islama karşı uzlaşıcı yanılsamalara da yol açmaktadır. Geçmişte, Fransız revizyonistlerinden Graudy’nin ideolojik söylemde ifade ettiği teoriyi, bugün Filistin halkının devrimci mücadelesi içinde dövüşmüş Venezüellalı enternasyonalist devrimci Iliç Ramirez (‘Çakal’ lakaplı olarak tanınıyor) pratik açıdan dile getirmekte, “devrimci islam” tezini ortaya atmaktadır. Buradan da esinlenerek, ama esasen işçi sınıfı ve halklardan güncel devrim ümitsizliği nedeniyle, radikal politik islamcı akımlara “devrimci işlev”, “devrimci yıkıcılık”, dünya devrimi dalgasına ön açıcılık rolü veren çevreler bu yanılgıya düşmektedirler. Yakın dönemde, Halklar ve Özgürlükler Cephesi (HÖC) gibi devrimci çevreler, islami inançlı emekçileri kazanma adına türban mücadelesinin yedeğine düştüler. Bunlar boyutları ve içeriği birbirinden farklı olmak kaydıyla, söz konusu politik islamcı kesimlerin antiemperyalist rolünü abartan, dolayısıyla hegemonya mücadelesini zayıflatan bir rol oynamaktadır.
Öte yandan, işçi ve emekçi yığınların devrimcileşeceğinden ümitsizliğe kapılan, ÖDP ve EMEP gibi reformcu partiler, bir yandan, sinagog eylemini protestoda, radikal islamcılara karşı faşist, liberal ve emperyalist gericilikle yan yana gelirken, diğer yandan, Filistin halkını destekleme adına, Saadet Partisi, ABD’ci katil Ağar’ın partisiyle birlikte miting düzenlemekte, onlara yedeklenmektedirler. Bazı farklılıklarla benzer bir hatayı, Baas milliyetçileri ve anti işgalci islamcılara karşı Irak Komünist Partisi’nin(IKP) devrimci kanadı da yapıyor. ABD’yle uzlaşan ve işbirliğine giren Hamit Mejit kliğine karşı bir çizgide devrimci bir yol tutarak ABD işgaline karşı silahlı direniş kararı alan IKP’nin Kadre kanadı, Saddam’ın ABD’yle çatışmasını “doğru tutum” diye alkışlayabiliyor. Aynı grup, yaratan’ın (Allah’ın) varlığını kabul etmeyi Marksizmle bağdaştırmaya çalışıyor ve bunu, özellikle feda eylemleriyle ABD’yi şaşkına çeviren Sallafi (Selefi) islamcıların antiemperyalistliğinin abartılı yorumuna dayandırıyor.
Oysa işçi sınıfımız ve halklarımızın, öncü iradede ısrar ve tutarlı devrimci politika ve çabalarla, antiemperyalist devrimci mücadelesinin gelişeceğine devrimci inanç ve özgüven esastır. Kitlelerle devrimci bir çizgide buluşmanın tayin edici önem kazandığı bugünün koşullarında bunu sonuna değin sürdürmek, devrimciliğin öne çıkmış temel ölçütüdür. Marksist-Leninist komünistler, kitlelerin devrimcileşeceğine inanç ve özgüveni yüksekte tutacak, halkların ve sosyalizmin temel düşmanlarıyla uzlaşmaz devrimci bir çizgide yürüyecekler, yanı sıra aynı ilkeyi, geçici yol arkadaşlarına karşı da yüksekte tutacaklardır.
Dipnotlar
1- Devletin polis güçleriyle çatışmaya kontra işlevi oynamış olan Hizbullah da girdi, ancak bu, ABD-İngiliz emperyalist hedeflerine yönelen örgütlerin işlevinden tamamen farklıdır. Şöyle ki, işlevi bitip tasfiyesine lideri öldürülerek girişilen Hizbullah bir tepki refleksi olarak bu türden eylemlere girişmiştir. Bu eylemleri anlık bir tepkisel refleks olduğu gibi, emperyalizmi hedefleyen programa da, emperyalist ve faşist hedeflere yönelen programı ve eylemleri de yoktur.
2- “ Sudanlı Mahmud Taha kendi İslam yorumunda özgürleşme ögesini vurgulayan tek islami aydındı. Hartum otoriteleri tarafından düşünceleri nedeniyle ölüme mahkum edildiğinde, Taha’nın infazı, “radikal” ya da “ılımlı” tek bir İslamcı grup tarafından protesto edilmedi. Kendilerini “islami rönesans”la özdeşleştiren ya da bu hareketlerle “diyalog” öneren hiçbir aydın tarafından da savunulmadı. Olay Batı medyasında haber bile olmadı.” (S.Amin, Politik İslam makalesinden)