Erguvan; eflatundan kırmızıya, mor ve pembe renk cümbüşü çiçekler açan bir ağacın adıdır. Eski İstanbul’un boğaza ve denize bakan tepelerini dolduran erguvanlar çiçek açtığında manzaranın büyüleyici görünümü tarifsiz olurdu her halde... Herhalde diyoruz, çünkü İstanbul’da erguvana rastlamak talan edilmiş ören yerinde define bulmak gibi bir şey olur... Ne yazık ki erguvani atmosferi ancak ve yalnızca duyarlı yüreklerin, usta kalemlerin anlatımlarından okuyabileceğiz bundan böyle.
Erguvan Kapısı ise Oya Baydar’ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan son romanının adı. Yeni romanıyla Oya Baydar, büyük yayınevlerinin ve medya tekellerinin promosyon-reklam-pazarlama mekanizmalarının yeni malzemesi olarak raflara dizildi, vitrine çıktı. Alışılageldiği üzere ve ne yazık ki samimi edebiyatseverler tarafından da kanıksanan ve kabullenilen pazarlama teknikleri hızla devreye girdi. Milliyet’ten Radikal’e, Birgün’den Cumhuriyet’e, köşelerden eklere röportajlar, tanıtımlar, övgüler, edebiyatla-romanla ilgisi olan-olmayan şahsiyetlerin kaleminden cömertçe yazıldı, çizildi, anlatıldı. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasına egemen olan nomenklatura karar verdi: Ve Erguvan Kapısı derhal “klasik” ilan ediliverdi.
***
Oya Baydar sırasıyla yazdığı; Elveda Alyoşa (1991), Kedi Mektupları (1993), Hiçbiryere Dönüş (1998), Sıcak Külleri Kaldı (2000) ve Erguvan Kapısı (Nisan 2004) romanlarına karşın edebiyatçı-yazar olarak mı kabul edilmeli? Yoksa geçmişi 60’lı yıllara kadar uzanan, 70’li yılların hareketli politik ortamında yönetici düzeyde sorumluluklar üstlendiği, ‘80 darbesiyle yurtdışına kaçtıktan sonra 90’larm başına kadar bir biçimde sürdürdüğü politika ile ilişkileri dolayısıyla eski siyasi kimliği ile mi tanımlanmalı? Bu sorunun yanıtını kendisine bırakalım. Ancak politik geçmişiyle birlikte Oya Baydar, bugün karşımıza roman yazarı olarak çıksa da, romanlarında siyasal kimliğinin dolaysız yansıması olan fikirlerle ağırlıklı olarak siyasal içerikli romanlar yazdığına ya da romanlarında siyasal-toplumsal gelişmeleri ağırlıklı olarak işlediğine göre, romanlarıyla ilgili yapılacak değerlendirme ve tartışmaların siyasal merkezli yürütülmesi işin doğası gereğidir.
Erguvan Kapısı’nı okurken bizde iz bırakan, kendisini tartıştıran, olumlu ya da olumsuz kayda değer bulduğumuz noktalar ise romanın dili, kurgusu, zaman-mekan uyumu, anlatım tekniği vs. değildi. Bir romanın edebi yanının da irdelenmesi, tartışılması roman tekniği bakımından değerlendirilmesi gerekir elbette. Ama bu görevi konunun uzmanlarına bırakmayı daha doğru buluyoruz.
‘80 askeri darbesi siyasal-toplumsal hareketi faşist zorbalıkla ağır biçimde ezerken, toplumun geride kalan unsurlarına da ağır travmalar yaşatmıştır. Darbenin psikolojik etkisi kurumsallaştırılarak uzun yıllara yayılmıştır. Aydın tabakalarda; yılgınlık, sinme, güce boyun eğme, aydın onurunun ayaklar altına alınmasına göz yumarak aydın namusunu yitirme, yozlaşma istisna olmaktan çıkmış genel eğilim halini almıştır. Kültür-sanat-edebiyatta toplumsalı terketme, politik olana tepki ve yüz çevirme, arabeskleşme, umutsuzluk ve karamsarlıkla kişisel olana sığınma, bireysel kurtuluş yollarının “keşfi”, ideolojisizlik ideolojisine sarılma ve depolitizasyon bayraktarlığının yaratıcılığı, üretkenliği, estetiği tüketmesi bilerek tercih edilmiştir. Özalist ekonomi-politikalarla liberalizme açılımlar; liberal ekonomi, siyasal liberalizm ve sivil toplumculuk çizgisi, anlayışı ve kültürünün gelişmesi... Bu dönemin yükselen yıldızı orta sınıflardır.
***
70’lerin siyasal aktörlerinden ‘80 darbesiyle yurtdışına kaçmayı başaranlar ülkedeki Kafkavari dönüşümü yaşamamış olabilirler. Ancak onların da büyük çoğunluğu emperyalist metropollerde politik sürgün olarak mülteci-tasfiyeciliğin çürütücü etkilerinden kurtulamadılar.
Bir dönemin ürünü olan ideolojik tercih-siyasal duruşların ‘80 darbesiyle farklı siyasal iklim ve coğrafyalarda, büyük oranda birbirlerini etkileme olanaklarının olmadığı koşullarda birbirine benzer bir evrim geçirmeleri şaşırtıcı olmamalıdır. Sınıf kökenleri, siyaset tarzları, “kabeleri”, “mayaları” ortaktır. Aralarında esasa dair olmayan çok az farklar vardır. ‘89-‘91’de revizyonist kampın çöküşünün resmen ilanı bu küçük farkları da ortadan kaldırmış, tek yumurta ikizine dönüştürmüştür yeni yetme orta sınıf “mensuplarımızı” ve Türk usulü liberalizm “kaşiflerimizi”...
Bu kategori içerisinde Oya Baydar tipiktir. “1989’da duvar yıkıldığı zaman, Berlin Duvarı’ndan nefret eden ben duvarın altında kaldım” diyordu bir gazete röportajında, “O yıllarda 40’lı yaşlardaydık, yeniden başlamak için çok geçti, enkaz kaldırmak için de, onun için bizim çevre çok yıkıldı. Önce şaşkınlık, sonra yenilgi duygusu” (Birgün gazetesi 13 Mayıs 2004). Revizyonizmin çöküşünden 15 yıl sonra söylenen bu sözlerin nostaljik bir temenniden başka bir anlamı yoktur. Berlin Duvarı’yla birlikte Oya Baydar da çökmüştür; 25-30 yıllık siyasi tarihi, modern revizyonist tezleri Berlin Duvarı’nın moloz yığınına karışmıştır. “Yeniden başlama”nın, “enkaz kaldırma”nın sözü bile edilemez. Engel “40’lı yaşlar” da değil, üstelik! Bir devrin sona ermesi, noktalanmasıdır söz konusu olan. Modern revizyonizmle birlikte Oya Baydar da tamamlamıştır ömrünü. Sosyalizmin yeni dönem tarihi, modern revizyonizmle zamanında hesaplaşmış olan, yıkılışından sonra da moloz yığınına bayrağını diken uluslararası emperyalist kapitalizme meydan okuyuşunu sürdüren devrimci sosyalistler tarafından yazılmaktadır.
***
Erguvan Kapısı bir “arayış” romanıdır. Ama Oya Baydar’a özgü bir arayıştır bu! Arayış; bulma umuduyla her adımda yaklaştığını hissettiren bir duygu değil. Ne aradığı, niçin aradığını bilmemenin, bundan da öte “bulmak” diye bir amacın olmadığı kendi başına bir amaç olarak “arayış”... Anlamsız, çözümsüz; anlamlandırma ve çözümleme sorunu olmayan rotasız bir arayış.
Hiç yaşanmamış bir hayatın, hissedilemeyen heyecan ve coşkunun, tadına varılmayan duyguların, inanç ve bağlılığa inançsız, her şeye yabancı bir hiçliğin romanı... Bir de tam yaşamın bütün zevklerini tattım duygusuyla doygunluğa erişmişken, yaşadıklarının anlamsızlığının ve boşluğunun farkına varmanın derin hayal kırıklığı. Sadece pişmanlık, döneklik, safını değiştirme, inançsızlaşma vs. değil, hiçliğin karanlık dipsiz boşluğundan düşüşün romanı. Boyuna düşme, yere çarpma bekleyişi, sonu gelmeyen bir düşüş... Zaman ve mekan hissinin anlamsızlığında, uzayın yerçekimsiz ve zamansız bir boyutunda yön hissini kaybetmiş bir toz zerreciğinin bir yerlere varma-ulaşma amacından yoksun devinimi…
Toplumsal yaşamdan kopuk, toplumsal-insani değerlerden bihaber, orta ve üst-orta sınıf çevrelere mensup okumuş-aydın kesimleriyle, solcu eskilerinin yollarının kesişmesiyle ortaya çıkan kimlik bunalımlarının iç karartıcı haleti ruhiyesi...
***
Oya Baydar da türdeşi yazarlar gibi romanlarına “ötekileri” dahil etmekten hoşlanır. Öfkelidir Oya Baydar ötekilere. Duvarlar yıkılmış, kaleler çökmüş, ideolojiler bitmiştir. Ama “ötekiler” hala ısrarla bağlıdırlar devrim ve sosyalizm ideallerine. İşkence görmekte, yargılı-yargısız infazlarla katledilmekte, hapishane direnişleriyle gündemindedirler ezilenlerin, emekçilerin. Ölmekte-öldürmektedirler. Oya Baydar değişen çağın “kararlı” bir temsilcisidir. Katledenler meşru, katliama uğrayanlar suçludurlar. İşkence görenler zaten dinozor, işkenceciler ise sadece bir grup psikopattırlar. Oya Baydar 12 Eylül Diyarbakır zindanını düşünmek, 90 günlük işkenceleri, idamları, sokak infazlarını dinlemek istemez. 700 bin insanın işkenceli sorgulardan geçirilmesi, onlarcasının işkence sonucu ölümü, yüzlercesinin sakat kalması Oya Baydar’ın sorunu değildir. İdam edilen 28 devrimci ve gözaltında kaybedilen 1000’e yakın insan Oya Baydar için istatistik bir değer bile taşımaz. Zaten mültecidir o, faşist cuntanın en azgın yıllarında! ‘92’de döndüğünde ise hesaplaşmasını cunta artıklarıyla, işkence sorumluları, kontrgerilla tetikçileriyle değil, “ötekiler”le yapmaya girişir. Mülteciliğinin suçlusu da onlardır. ‘80 öncesinden anlatıp duruyordu zaten “maocu bozkurt”tu onlar, eylemleriyle ırkçı milliyetçiliği ve devlet terörünü kışkırtıp duruyorlardı, kontrgerillanın sol uzantılarıydılar, ‘77 Taksim katliamının sorumluları da onlardı... Faşist terör ve katliamların sorgulanmasına en yaklaşabildiği nokta “bu ülkenin kendi çocuklarını yediği”dir. Dağlarda-sokakta-evlerde yargısız infazların, gözaltında işkenceyle katletme ve kaybetmelerin, cezaevlerinde kalaslarla linç edercesine öldürmelerin, yani bilcümle resmen ve taammüden işlenen devlet cinayetlerinin, devrimcilerin kendini savunma amaçlı eylemlerinin şiddete tapınmacılık eleştirisi üzerinden üstünün örtülmesi-aklanmasından başka bir şey değildir o masum görünen meşum ifade.
Reformizmin-revizyonizmin ideolojik hesaplaşması marksizmledir, siyasal hesaplaşması devrimcilerle. 90’lara kadar emekleme dönemini yaşayan liberalizm, 89-91 revizyonist kampın siyasal-ideolojik teslimiyet ve çöküşüyle bütün alt yapısını yitiren yerli revizyonizmin boşalttığı alanı doldurarak semirmiştir. Eskinin ne kadar döneği, teslimiyetçisi, tasfiyeci-mültecileri, revizyonistleri varsa “yeni” liberal kimlikleriyle sahnedeki yerlerini aldılar birer birer. Pişman olmuşlardı, dönektiler, teslimiyetçi, tasfiyeci-mülteciydiler, yine de kanıtlamaları gerekiyordu sadakatlerini burjuvaziye.
Bilinen kuraldır: “kimin ekmeğini yiyorsan onun kılıcını sallarsın!” Gazetelerdeki köşelerinden, dergi sayfalarından, yayınladıkları kitaplardan, konferans, panel, seminerlerden boca ettiler haznelerinde biriktirdikleri ne varsa. Nerede devrim, sosyalizm sözü duydularsa saldırdılar oraya, nerede gördülerse devrimciyi, sosyalisti hedef gösterdiler efendilerine. Emekçileri hor gördüler, küçümsediler ezilenleri, öfkeleri birikip patladığında halkın sömürülmeye katledilmeye karşı, taşla sopayla savunmaya çalıştıklarında kendilerini, cam çerçeve edebiyatıyla ilk önce bunlar sıçradılar yerlerinden ve saldırıya geçtiler; vandal ilan edildiler tüm ezilenler ve devrimciler, kendilerini savunmanın adı da vandalizm oldu... “Varoş devrimciliği” deyip arabesk yorumlarla içeriksizleştirmeye çalıştılar emekçi halkın yaşadığı gecekondu mahallelerinin ezilmişliğe öfkesini, isyanını.
***
Oya Baydar Erguvan Kapısı’nda, bu kez Ölüm Orucu direnişi üzerinden hesaplaşmaya kalkışıyor devrimcilerle. Fütursuz ve keyfi, tek yanlı ve adaletsizdir bunu yaparken Oya Baydar. Tek yanlıdır; çünkü başlamadan daha mahkum etmiştir devrimcileri, adaletsizdir; çünkü devrimcilere kendilerini objektif olarak ifade etme şansı tanımamaktadır, keyfidir; çünkü devrimcilere ait olmayan anlayış-yaklaşım-kültür ve karakter özelliklerini adeta yamamaktadır onlara, fütursuzdur; çünkü insani duyarlılık taşımaksızın, halkın ve devrimcilerin değerlerine saldırmada sınır tanımamaktadır. (O kadar yanlıdır ki romanında derin devlet bürokratı, kontrgerilla planlayıcısına “arın” Murat adını vererek arındırır, kandırılmıştır sözde Arın Murat, durumun farkına varır, pişman olur, “işi” bırakır ve öldürülür derin devlet tarafından.)
Oya Baydar’ın çizdiği devrimci tiplerin gerçek yaşamla ilgisi yoktur. Yakışıklı olmalarını önemser, ama aşık olunacak tipler değildir ona göre! Tipik “varoş delikanlısı”, bıçkın, kaba-saba... Gösterişçi ama kof, ideolojisiz-teorisiz, vandalist devrimcilik. Paronayak ve güvensiz, komplocu, örgüt içinde yükselmenin yollarını arayan düşük kademede üçkağıtçılar, şirket basamağı gibi yükselen örgüt hiyerarşisi, sürekli ‘dışarıdan’ yönetilen vurgusu, -‘kökü dışarıda’ resmi fobisinin Oya Baydar’ca tezahürü bireyin özgürlüğü, bağımsız karar verme iradesi yok edilmiş, mekanik, körü körüne bir bağlılık... “Ötekilere” olan öfkesini haklı çıkarmak için bilinçli çizilmiş, çarpıtılmış bir tipolojidir bu.
Oya Baydar kendi kuşağının temsilcilerine karşı toleranslıdır. Acıma duygusuyla doludur onlara karşı, ne de olsa “yitik kuşak”tır! Asıl neden bu değildir elbet. 60’lı ve 70’li kuşağın devrimcileri ağırlıklı olarak küçük burjuva aydın kesimlerden geliyordu. Oya Baydar’ın toleransı aynı sınıf kökenli olmalarından kaynaklanır, bir tür sınıf dayanışmasıdır. Burada temel bir nokta mutlaka vurgulanmalıdır; o yılların devrimcileri büyük oranda sınıf intiharları gerçekleştirerek katıldılar devrimci mücadeleye. İşçiler, emekçiler, yoksul köylülerle işgallerde direnişlerde omuz omuza, günlük yaşamlarında iç içeydiler. Oya Baydar ise daha o yıllarda küçük burjuva aydın-akademisyendir ve siyasal faaliyetlerinde bu sınıfsal kimliğinden ödün vermez. “Sen aslında halkı hiç sevmedin, emekçi halka hiç yakın olmadın, onlar senin ideolojik tercihinin figüran yığınlarından ibaretti. Sınıfla hiç özdeşleşmedin, onları küçümsedin, kendi kurtarıcı misyonunu gerçekleştirebilmek için gerekli kurtarılacaklar yığınından ibaretti onlar senin için...” (s. 76) Çarpıcı bir Oya Baydar çözümlemesidir bunlar. Revizyonist akıl yürütmenin gerekçesi de hazırdır: “Aslında halkı sevmeyiz, küçümseriz, onlar da bizden pek hoşlanmaz ya. Mesele işçi sınıfının, halkın kendi önderlerini kendi içinden çıkarması. Lenin, işçi sınıfına bilincin dışardan, aydınlardan götürüleceğini söylerken, tam da bunu anlatmak istiyordu. Yapmamız gereken, işçi önderlerini, halk önderlerini yetiştirmek.” (s. 70) Tam bir küçük burjuva kendini beğenmişlik ve aydın ukalalığı. Lenin hiçbir yerde işçi sınıfına ukalalık yapın demiyor. İşçi sınıfına bilinç dışarıdan gidecek diyor, işçi sınıfı dışından aydınlar başta olmak üzere, mensubu oldukları sınıfın dünya görüşü, yaşam tarzı ve ideolojilerini reddederek, bilimsel sosyalist dünya görüşü, işçi-emekçi yaşam tarzı ve ideolojisini benimseyeceklerini, sınıf intiharlarını gerçekleştirerek işçi sınıfı mücadelesine katılacaklarını söylüyor.
Oya Baydar’ın özellikle ‘80 sonrası kuşağın devrimcilerine öfke duyması bundandır. ‘80 sonrası kuşakta, ‘90 ve günümüz devrimci kuşağında sınıfsal köken önemli ölçüde değişmiş, işçi-emekçi kökenli devrimcilerin nicel ve nitel oranı yükselmiştir. Halkın, ezilenlerin, “kurtarıcılarını” kendi içinden çıkarmaya başlamasını küçümsüyor, hor görüyor Oya Baydar. 70’lerin küçük burjuva aydınları akademisyenlerinin başaramadığı, yenildikleri, yıkıldıkları koşullarda, bugünün devrimcileri kim oluyormuş da halkın kurtarıcıları olarak çıkıyormuş ortaya ! Orta sınıf kibrinin, tahammülsüzlüğünün dışavurumudur söz konusu olan. Dolaysız bir sınıfsal tutum alıştır Oya Baydar’ınki; Erguvan Kapısı, aynı zamanda emekçi halkın devrimci mücadelesiyle ve halkın içinden gelen devrimcilerle ideolojik-politik hesaplaşma romanıdır...
“Bizimkilerin jargonunda “bacım” demek, aslında ‘seni şa’apmayacağım’ güvencesi vermektir. Çükü kadın-erkek arasındaki birincil ilişki cinseldir halkın kültüründe, devrimcisi komünisti farketmez, ortak kökenimiz köylü devrimciliğidir.” (s. 69) Egemen sünni inanışın alevi halka, faşist devletin kadın ve erkek devrimciler arasındaki yoldaşlık ilişkilerine, haksız ve mesnetsiz yönelttikleri cinsellik suçlamalarından farksızdır burada içerikte savunulanlar. Halkı böyle tanır Oya Baydar, halkın değerlerini uçkuruyla ölçer. Kadının namusunun cinsel organından bakılarak ölçülmesiyle, devrimcilerin ve halkın “bacı” nitelemesinde Oya Baydar’ın çağrışımı aynıdır.
***
“Toplumsal sınıflarla, o sınıfların taşımaları gereken ideolojik değerlerin ve söylemlerin böylesine karşıt, böylesine çelişik olduğu bir başka ülke bulmak zordur. Türkiye’de işçiler kapitalizmin değerlerini savunur, burjuvalara hayranlık duyarken, en sıkı komünistler varlıklı kesimlerden, burjuva kökenli aydınlardan çıkar...” (s. 120) O “sıkı komünistlerden birisi de Oya Baydar oluyor yani. Nasıl “sıkı komünistlik” oluyormuş bu: “kendi yitik kuşağımın çoğu üyesi gibi benim de ne aşka, ne devrime, ne hayata yeniden başlayacak gücüm vardı. Kaybeden taraftaydım, yenilmiştim...” (s. 55) Oya Baydar ve avanesi hiçbir zaman komünist olmadılar, hiçbir zaman devrimci değillerdi. Toplumsal muhalefetin en yaygın ve güçlü olduğu devrimci mücadelenin yükseliş dönemlerinde, sığındıkları kuytulukları-limanları açık denizlerin coşkun dalgaları döverken kıyıya ulaşmalarını engelledikleri için, kelimenin tam anlamıyla dalgakırandı onlar. Antimarksist revizyonist tezleriyle işçi düşmanı, yasalcı-legalist yapılanmalarıyla tasfiyeci, reformist siyasal çizgileriyle düzen içi ve devrim karşıtıydılar.
Solculuğu, sosyalistliği paşa torunları, bürokrat çocukları, burjuva aydınlarına has bir olgu gibi gösterme çabası boşunadır. Tatlı su solculuğu-sosyalizmi tanımının sahibidir bunlar. Açık denizlere çıkamazlar, çok az cesaret edenler ise ilk fırtınada can simidini kaptıkları gibi gemiyi terk edenlerin başında gelirler. Varlıklı kesimlerden, burjuva kökenli aydınlardan “sıkı komünist” çıkmış mı, gösterebilir misiniz? Bazı dönemlerde solcu, sosyalist, marksist kimlikli örnekler çıkmıştır, ama ağır bedeller söz konusu olduğunda tereddütsüz soyunup atmışlardır marksistliklerini, solculuklarını. Marksizm, sosyalizm, işçi sınıfının dünya görüşüdür. Gerçek marksistler sosyalistler, ancak işçi sınıfı ve ezilenler arasından çıkar; sınıf intiharıyla işçi sınıfına katılanları da bu aynı kategoride düşünmek gerekir. Niyetlerle ilgili değil, nesnel bir durumdur bu, sınıfsal aidiyet ve ideolojik kimlik edinmeyle ilgilidir
İşçi sınıfının tarihinin her döneminde kendi sınıf ideolojisine göre hareket etmediği doğrudur, ama kapitalizmin değerlerini savundukları ve burjuvalara hayranlık duymaları demagoji ve çarpıtmadır. Bir avuç işçi aristokrasisi; sarı sendikacılar ve sendika ağalarının, işçi sınıfından kopmuş yabancılaşmış, burjuvazinin ajanları durumuna gelmiş kesimlerin o tarifi işçi sınıfına mal edilemez. Oya Baydar; işçilerin yaşamını bilmez, halkı tanımaz, roman yazarlığı da akademisyen ve siyasetçi kimliği gibidir; ezberci, kibirli, halktan uzak, halka yabancı...
***
Oya Baydar tarihsel materyalizmle ve materyalist felsefeyle de hesaplaşma içindedir. Bilime tarihle, toplum ve felsefeyle bağını koparmayanlar için her başarısızlıkta, her yenilgide bir zafer isteği yatar. Ama Oya Baydar köprüleri atmıştır, bilim ve felsefeyle de son bağlarını koparma kararlılığındadır.
“Arayış”ta amaç bulmak değil, neyin arandığı da önemli değil demiştik Erguvan Kapısı’nda. Her şey bireyin bilincinde başlıyor ve bitiyor orada. Nesnel dünyanın yaratıcısı bireyin kendisidir; aşkta da böyledir yaşamda da! “Aşkta, arzunun nesnesinin değil, arzulayanın ihtiyacının önemli olduğunu, inanç gibi aşkın nesnesini de kendi ihtiyaçlarımız, kendi özlem ve duygularımızla yarattığımızı, yaşayarak öğrenmiştim.” (s. 165) Özne-nesne arasındaki dolaysız ilişkinin birbirini koşullayım, birbirini etkileyerek dönüştüren, etkileyerek belirleyen ve iç içe geçen halkalar biçiminde ilerleyen bir süreç olarak algılanması, Erguvan Kapısı’nda öznenin nesneleşmesine dönüşmüştür. Nesne ise karşılıklı çıkar ilişkilerinin basitçe karşılanmasında kullanılan tüketim maddesine indirgenmiştir... Arayış gibi nesne de özneyle ilişkisinden koparılmış, tecrit halde kendi başına amaçlaşmıştır. “... bulmaktan çok aramak ilgilendiriyordu. Ve sanırım onun için önemli olan, arayışın nesnesinden çok mekanıydı.” (s. 170) “İnancın ve tapıncın gerçek nesnesi hiç önemli değildir..., önemli olan inanmaktır.” (s. 171)
Dış dünya denilen, insan bilincinin dışında ondan bağımsız var olan ve insan bilincine rağmen dinamik, değişken ve enerjik varlık, bilinci de belirler. İnsan ve doğa, tarih ve toplum, geçmiş ve gelecek, bilim ve ütopya, aşk ve yaşam, ideoloji ve politika, inanç ve amaç, varlık ve bilinç mutlak olarak birbirleriyle bağlıdır, birbirini etkiler, değiştirir, dönüştürür, bastırır, engeller, yapar, yıkar, geliştirir, ön açar, neden olur, aydınlatır, hızlandırır vb. Keyfi biçimde bu evrensel bağı koparmaya kalkışmanın, yok saymanın faydası yoktur. Doğa bu evrensel kanunu size rağmen işletir, direnemezsiniz. Anlamak istemeyenleri, diyalektik gerçekliğe duvara toslar gibi çarpmaktan kurtaracak yol-yöntem henüz icat edilmiş değil ne yazık ki! Oya Baydar da bilmektedir bunları kuşkusuz. Ama çıkışsızdır. “Artık aranacak hiçbir şey kalmadığını düşünmektedir dünyada. Bitmiş tükenmiştir. “Umudu ve geleceği,... yaşama, insana, geleceğe inancını yitir”miştir. (s. 281) Yaşlanmaktan öte bir şeydir bu. “Bir yaşa gelirsin ve geriye bakarsın. Kırık dökük bir şeyler vardır mutlaka. Yenilgiler, haklılıklar, kendinden memnuniyetsizlik, belki daha da fazlası: ölümler, biten aşklar, hiçlik duygusu..” Ne kadar kızarsak kızalım Oya Baydar’a, insanın içini parçalayan, dayanılmaz acınası bir tablodur önümüzde duran: bir insandan geriye kelimenin tam anlamıyla “hiçbir” şeyin kalmamış olduğunun hazin tablosu...
Oya Baydar, özne ile nesne arasındaki bağı kopararak yaşamla ölüm arasındaki bağı da koparmıştır. Kendisi sosyal bir varlık olarak “ölmüştür”, o yüzden “ölümden yaşam çıkmayacağına” inanır. Buna değineceğiz ilerde. Önce inanç ve amaç bağının koparılmasıyla nereye varmak istediğine bakalım.
İnanç, bir düşünce üzerinde kararlaşma iradesidir. Yalnız mistik, tanrısal bir anlamda da kullanılmaz. Günlük yaşamda inanç ve bundan türetilmiş çokça kavram sözcük çekincesizce kullanılır. Bir ideolojiye bağlılık da inançla ifade edilebilir.
Sembol, bir düşünce ya da duygunun anlatılmasında güçlük yaşandığında ya da daha etkili ifade edileceğine inanıldığında kullanılan, araçsal bir kavramdır. İnanç ve sembol, hiçbir biçimde kendi başına bir anlam ifade etmezler, bir düşünce, duygu ya da bir dünya görüşü, akım vb. ile birlikte kullanılırlar. Bu anlamda özne ya da nesne değil; bir nesnel varlıkla doğrudan bağlı araçtırlar. Sabit, statik, dogmatik değil, koşullara ve dönemlere göre değişebilir, esnek ve hareketlidirler. Anlam-içerik taşıyıcısı olmaları, dönemlere göre geçişlilik özelliği kazandırır.
“Semboller kimliklerin dışa yansıtılmasıdır, ötekilere ‘ben buyum’ demenin en kestirme yoludur. Sanırım insanlar kimliklerini en güçlü biçimde dinsel ya da ideolojik aidiyetleriyle inançlarıyla tanımlıyorlar.” (s. 218) Bu biçimde kesin ve mutlak değil, ama semboller kendini bir biçimde ifade etmenin aracıdırlar aynı zamanda, bunda nasıl bir yanlışlık olabilir? İnsan sosyal bir varlıktır. Oya Baydar’ın ortaya attığı gibi “inanmak ihtiyacı ve kutsallık özlemi, genetik bir kod gibi insanların içinde” (s. 171) değildir. Ama genetik yapıları sosyal ve psikolojik bir canlı olarak kodlanmıştır. İster gens, klan, kabile; ister aşiret, cemaat; ister ulus, sınıf kategorileri biçiminde olsun, bilinçleri ve iradelerinden bağımsız olarak bu sosyal birimlerden bir ya da bir kaçının mensubudur ve burada bilinç devreye girer nesnel olarak mensubu olduğu birimle öznel aidiyet bağları da kurar. Kural olmamakla birlikte bunu inançsal ve sembolik araçlarla yansıtabilir de! Bunda da bir terslik yoktur.
Oya Baydar niye karşı çıkıyor o halde? İki nedenle: birincisi; sembolist ve burjuva biçimcisidir. Olaylar ve olgular, duygu ve düşünce öncesi ve sonrası olmayan, maddi varlık koşullarından bağımsız, zamansal ve mekansal süreçlerden kopuk kendi başına şeylerdir ve üstelik insan bunları kendisi yaratır Oya Baydar’a göre. “Dinsel ya da ideolojik ne kadar inanç varsa hepsi sembollerle, simgelerle konuşur, simgelerle etkiler ve insanlar inançlarının simgeleri için birbirlerinin gözlerini oyarlar. İnançlara simgelerini yaratır ve simgeler inancın yerine geçmeye başlar. Çoğu zaman, inançlar uğruna değil, semboller uğruna savaşılır.” (s.217) Öz-içerik, varlık anlamını yitirmiş, biç im-araç sembol amaçlaşmıştır: İşsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet yoktur! Toplumsal çürüme, yozlaşma düşkünleşme yoktur! Azgın sömürü, lüks-debdebe-şatafat yoktur! 80’lerin Diyarbakır zindanı-Ebu Garib-F Tipleri yoktur! Irak, Filistin, Afganistan işgal ve soykırımları yoktur! Direniş ve mücadele, devrim ve sosyalizm, parti ve örgüt, yoldaş ve yoldaşlık, feda eylemleri ve ölüm orucu, isyan, intifada, serhıldan, hepsi semboliktir Oya Baydar’a göre.
İkincisi; “İnanca dayalı kimlikler, mümin ve müritler yarattı. Özgür insanın birey kimliği değil, müminin ve müridin sorgulamayan köle kimliği öne çıktı.” (s. 218) Oya Baydar’ın temel sorunu budur: Duvarlar yıkıldı! İdeolojiler çağı sona erdi! Ardından gidilecek, uğruna ölünecek, eşine ender rastlanacak kıyım, zulüm, katliama karşın inadını, ısrarını, isyanını sürdürecek din, ideoloji, parti, önder, ideal, inanç ve amaç yoktur, olamaz, mümkün değil! Ama var! Oya Baydar ruhunu ve kimliğini Berlin duvarının yıkıntıları arasına terkedip, ülkeye döndüğünde karşılaştı “kabusu” ile! Gerçek olması mümkün olmayacağına göre kollarını sıvayıp kabusu ile hesaplaşmalıydı. Baş başa ve el ele verdiler eskinin revizyonist bugünün liberalleri, aynılar aynı yerde toplanıp yekun kibirli, ukala, orta sınıf devşirme aydınları burjuvazinin tetikçiliğine soyundular iştahla: ilkellik, kabalık, cahillik, vandallık, kenar mahalle devrimciliği, çete, cinayet ve terör şebekeleri, ajan-provokatör yuvası, “itlaf” mangaları, örgüt bağnazlığı, şef despotizmi, ölü sevici, ölüm kutsayıcılar... Arsızlık, yüzsüzlük, utanmazlık değil de nedir bunlar?! Kimin çıkarına bu canhıraş uğraş?! Boğaz manzaralı yalılarda oturmak, kucağında kedi sevip, kaliteli şarap yudumlamak, en lüks otel ve restoranlarda ağırlanmak, en şık salonlarda balolara katılmak, en donanımlı basın bürolarında çalışmak, büyük gazetelerde bir köşe kapmak, çok satar olmak, “dönüşünüzün muhteşem” olduğunu kanıtlamak için mi hepsi?! Yani şimdi sizler “özgür bireyler”mi oluyorsunuz? “Özgürleşmenizin” karşılığı mı tüm bunlar? Burjuva ideolojisinin “müridi”, “mümini” masum kalmıyor mu yanınızda? Bu muydu “kör öfkenin ve isyanın tahrip edici çığlığının yerine, insanın umut türküsü” (s. 387) deyip, “arayıp bulamadığınız”?.. Dönekliği kabullenmede zorlanıyorsunuz; hırçınlığınızın, gerçeğe sadakatsizliğinizin, tahammülsüzlüğünüzün kaynağı budur oysa! Kaleminizi kılıç yerine, bilgisayar klavyenizin tuşlarını mitralyöz tetiği olarak kullanıyorsunuz! Su katılmamış bir entelektüel zorbasınız!
Erguvan Kapısı’nda sürekli işlenen, ara ara tekrar edilen bir kavram var: “İktidar çürütür”müş! Niye bu genellemecilik? Tekellerin çürümüş iktidarına tek söz etmeyen, her tür burjuva diktatörlüğünün kutsayıcısı devşirmeler, ezilenlerin iktidarı söz konusu olunca paniğe kapılıyorlar. “Pis bir şeydir iktidar dedikleri, en iyisi dokunmayın siz ona, uzak durun, çürütür sizi!!” Ama siz bireysel iktidar adacıklarınızı kurmak ve kollamak için kılıç şakırtıları ile kelleler uçuruyorsunuz!
Hayır bay ve bayan liberal dönekler! Ezilenler kendi iktidarları için savaşacaklar, kendi düzenlerini kurmak için savaştıkça arınacaklar, bir tür devletten devletsizliğe geçiş olan, sizlerin tüylerini diken diken eden proletarya diktatörlüğünü kuracaklar. Özel mülkiyetçi düzen, sermaye-sömürü, devlet-iktidar, doğa ve toplum sistemi-işleyişi için evrensel kavramlar değildir. Tarihin bir aralığında ortaya çıktığı gibi özel mülkiyet, başka bir tarihsel süreçte de ortadan kaldırılacaktır. Özel mülkiyetçi bütün düzen, sınıf ve iktidarlar çürütür! Doğrusu budur!
Oya Baydar, Erguvan Kapısı’nda işçi ve emekçilerle, ezilen milyonlarla hesaplaşmasını bilimsel sosyalizm, marksizm ve felsefi materyalizm üzerinden yürütürken, devrimcilerle, devrimci örgüt ve partilerle “kavgasını” feda eylemleri, şiddet ve ölüm kavramları üzerinden yürütüyor. Feda eylemi olarak ölüm orucu son dört yıl gündemde oldu. Burada ölüm orucu direnişinin haklılığı-haksızlığı tartışması yürütmeyeceğiz. Güçlü ve derin bir kararlılığı yansıtan, ideallerine sarsılmaz bir bağlılığın ifadesi, onurlu bir yaşam ve özgürlük düşünün en sert kavga biçimlerinden birisi olarak ölüm orucu direnişi, ezilenlerin mücadele biçimlerinden birisi olarak sınıf mücadeleleri tarihinin onurlu sayfalarındaki yerini almıştır.
Oya Baydar ve benzerleri şaşırmakla kalmamakta ısrarla karşı çıkmaktadırlar: “Ölümden yaşam çıkmaz”mış! Niye?! Hiç tarih okumamış mıdır Oya Baydar? M. Ö. 3-4.yy’da Yunan-Pers savaşında iki milyonluk Pers ordusunun karşısına ilk çıkan 300 seçkin Ispartalı savaşçının eylemini nasıl adlandırmak gerekir? 300 Ispartalının kendilerini feda etmeleri, Yunan site devletlerinde yaşayan insanların yaşam yolunu açmamış mıdır?
Hasan Sabbah’ın Selçuklu ve Abbasi egemenlerini hedefleyen politik suikastları gerçekleştiren feda savaşçılarını, Avrupa merkezci şarlatanların iddia ettikleri gibi “haşhaşla, afyonla beyinleri uyuşturulmuş fedailer” olarak tanımlamak ne kadar doğru ve ikna edicidir? Bu feda eylemleri yağma, talan ve kıyım savaşlarında geriletici roller oynamamış mıdır?
Rus narodniklerinin Çarlığa karşı feda eylemleri, Japon pilotlarının kamikaze uçaklarıyla ABD filolarının bacasına ölüm dalışları savaşın gidişinde hiç mi rol oynama mıştır?
1. emperyalist paylaşım savaşı öncesinde, 1910’larda Libya çöllerinde Arap-Bedevi savaşçılarının İtalyan emperyalizmine karşı savaşta mevzilerini terk etmemek, ölünceye kadar çarpışmak amacıyla ayaklarını büküp bağlamaları savaşın sonucunun tayininde nasıl bir etkide bulunmuş olabilir sizce?
2. emperyalist paylaşım savaşında Alman tankları Stalingrad önlerine kadar gelmişken nasıl püskürtüldü? Geri çekilmek yok! ne demektir savaşta? Ya bombaları sarıp gövdelerine Alman tank denizine dalıp, tankların altında bombaları patlatmak nasıl bir eylem biçimidir? Sovyetler bu savaşta 20 milyon (hatta kimi kaynaklara göre de 26 milyon) insanını yitirdi. Ama sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ve sovyet insanları kazandı.
80’lerdeki, Diyarbakır zindanını bilir misiniz Oya Baydar? Bilmezsiniz, siz o sıralar Almanya’ya kaçmıştınız. Ama hayranı olduğunuz birey özgürlüğü, fırsatlar ülkesi, Amerikan kültürünün Ebu Garip garabetini izliyorsunuzdur. Diyarbakır zindanında siyasi tutsaklar, cop sokulup “ben kuyruklu kürdüm” diye bağırmaya zorlanıyorlardı. Cinsel organlarına ip bağlayıp boyunlarına asılıyor, dolaştırılıyorlardı. Özel eğitilmiş köpekler, özellikle cinsel organlarına saldırıyordu tutsakların. Her türlü işkence ve zulmün yanında, ulusal onurlarının ayaklar altına alınmasına karşı Mazlum yaktı ilk kibriti, Kemal’lerin Ölüm Orucu ve ardından Dörtler tutuşturdu dört kibriti... Kürt ulusunun bilincinde ve kimlik ediniminde bu feda eylemlerinin nasıl bir tarihsel rolü olduğunu hafızalarınız almaz sizin... Ve ardından 84 ölüm orucu metriste başlayan. Malta koridorunda yarı komada yatarken “tek tipi giy hastaneye götürelim” pazarlığında, giymeyip ölmek feda eylemi değil mi? Nasıl gelindiğini sanıyorsunuz 90’lardan 2000’lere? Direnmek nedir, hak kazanmak nedir biliyor musunuz? Direnerek kazandığımız/kazandırdığımız bir toplu iğne var mı bu ülkenin halklarına, ezilenlerine? Onuruyla yaşamanın ne demek olduğunu da mı bilmiyorsunuz? Hüseyin Demircioğlu ne diyordu 96’da ölüm orucuna başlarken: “Böcekleşerek yaşayacağıma omurumla ölmeyi tercih ederim!”
Ölümden yaşam doğmaz mı gerçekten? Yine çarpıtma, yine yalan, yine demagoji! Nasıl ve niçin öldüğünüze bağlıdır bu Oya Baydar!
Oya Baydar’a göre “feda”, “kurban”, “şehit” kavramları ve eylemleri yalnız İslam dini motifli ve kökenlidir. Batı toplumlarında rastlanmaz, üstelik siyasal-sınıfsal temeli yoktur! Bazı tezler ortaya atarken tutarlılık ve ciddiyetiniz, ikna gücünüzü, amaç ve niyetinizi de yansıtır. ‘82 Diyarbakır, ‘84 Metris, ‘96 ve ‘2000 ölüm orucu direnişlerinin esin kaynağı, katolik İrlandalıların ulusal özgürlük örgütü IRA’lı devrimcilerin 82’deki ölüm orucu eylemidir. Ancak Oya Baydar’da gerçeğe sadakati ve aydın onurunu boşuna ararsınız!...
Varsın birileri tarihin sonunun geldiğini ilan etsin, biz ölümden yaşam büyütmeye devam edecek, tarihin tekerine çomak sokmaya kalkanların ellerini kıracağız. Büyük insanlık tarihsel ilerleyişini sürdürecek ve insanın emekle-üretimle-mutlulukla evrensel buluşmasını gerçekleştirecektir.
“Ölmek isteyen ölsün, intihar hakkını savunurum ben. İntihar, insanın tek özgürlüğüdür belki de. Ama seçimini bireysel olarak, özgürce yapmış olma koşuluyla.” (s. 349) Çağın insana bakışıdır bu. Toplumcu bakış, kolektivizm, ortaklaşmacılık, paylaşım yoktur burada. Burjuva bireyciliğinin, benciliğinin sonal amacı-varacağı noktaya işaret ediliyor: yalnızlaşma-bunalım-intihar! Burjuva kültür ve yaşam anlayışının insana verebileceği ve Oya Baydar’ın hararetle tanıdığı bireyin intihar hakkıdır. Sizin deyişinizle Oya Baydar: teşekkürler biz almayalım!
Orta sınıf aydınların, liberal burjuvaların, sivil toplumcuların öteden beri örgüte, örgütlenmeye mesafeli durdukları biliniyor. Örgütlü toplum, örgütlenme özgürlüğü kavramlarının bir anlamı yoktur onlar için. Örgüt disiplini ise en korktukları kavram. Karşılığında ortaya koydukları tek şey birey özgürlüğü. Toplumsal, siyasal ideolojik açıdan hiçbir orijinalliği olmayan, içeriksiz, ‘boş kubbede hoş seda!’ “Başka bir güce bir örgüte, bir cemaate, ideolojik veya dinsel bir üst belirleyici delege edilmiş irade, kişinin özgür iradesi midir?” (s. 292) “Evet onlara uzağım; evet, sizin o gün söylediğiniz gibi çocuksu, cahil, ilkel buluyorum; iradelerini örgütlere teslim ettikleri için küçümsüyorum onları. Tekkelere benzeyen örgütlerinden, örgüt şeflerinden, dinsel inançlardan beter, bağnaz ve katı inançlarından, müritliklerinden nefret ediyorum. Şeflerin otoritelerini pekiştirmek için manga manga ölüme sürülen bu inanmış insanların ölü seviciliklerinden, alınlarındaki kızıl şahadet bantlarından, marksizmle, komünizmle, sol’la falan ilgisi olmayan bütün bu dinsellikten iğreniyorum.” (s. 242)
Bazı durumlar vardır; söz hükmünü yitirir sözün ve insanın bittiği an ve yerdir! İnsani duyarlılık, ahlaki değerler, kaba burjuva biçimciliğine kurban edilmiştir. Akılla yürek arasındaki ana damar kesilmiştir. İnsanın emeğine yabancılaşması edimsel olarak insanlıktan çıkışın ilk adımıysa, ikinci adım duyusal kopuşla tamamlanır.
***
Bizans egemenleri ve soylularının sembolüdür erguvan. Erguvan Kapısı ise aristokrat sınıfına, soylular arasına, saraya kabul kapısıdır. Oya Baydar avamı hor görüp, küçümseyip, soyluları yüceltmesine karşın neonlarla aydınlatılan sırça köşke, soylular kulübüne, burjuvalar arasına kabul edilmeyişine sitem etmektedir. Aramaktan yorulmuş, nereye başvuracağını bilmez halde. Erguvan Kapısı metaforu ile burjuvalar dünyasına giriş kapısını bulamamanın umutsuzluğu, hırçınlığıyla saldırganlaşmaktadır.
Oya Baydar her bakımdan yitik-bitiktir. Hiçbir projesi yoktur, ütopyasını yitirmiş, inancını tüketmiş, yaşama dair ne varsa yıkılan duvarın moloz yığınına gömülmüştür. Tutunacak dalı yoktur. Aşkı da haza kurban etmiştir. İki cins arasındaki en insani ve doğal, üretken, yaratıcı, en güzel ilişkiyi de cinsel arzuların, kaba, hoyrat ve bıktırıcı tekrardan ibaret “alış-verişe” dönüştürmüş ve katletmiştir. “O zaman bir limona sığınmak istersin, güllere, bağlara, kedilere, bazen de, eğer gücün varsa, korkmuyorsan yeni bir aşka” (s. 355) Oya Baydar için aşk da bitmiştir.
Burjuva biçimciliği duygusuzdur. Ne kadar güzel sözcükleri yan yana getirseniz, romantizmi çağrıştıran bütün renkleri ve engelleri alt alta sıralasanız da başaramazsınız: ruh yoksa, duygu yoksa, heyecan yoksa, yaşam yoktur!
“Karşıdan ay doğuyor. Gök ayının o ikisi: batan güneşle doğan ayın karşılaştığı günler... Her şey tablo gibi, gerçek olamayacak kadar, insanı çaresiz bırakacak kadar güzel. Ve her şey hep aynı: aynı güneş, aynı ay, aynı renkler, aynı deniz, aynı tekneler, suda aynı biçimde atlayan aynı yunus balıkları, aynı saatlerde aynı ağaçlara konan, aynı kanat çırpışlarıyla saatine, mevsimine göre hep aynı yönlere uçan aynı kuşlar, aynı zeytin ağaçları, aynı cumalar, aynı lavanta çalıları, aynı sardunyalar, aynı... aynı... aynı... Sonra mevsimler: hep değişen ve aynı kalan. Doğanın kendini korkunç, bıktırıcı ve muhteşem bir düzende tekrarı.” (s. 418)
Her sözcüğün ve kavramın düşüncede ve duyguda bir karşılığı vardır. Sözcükler ve kavramlar düşüncede ve duyguda yarattıkları titreşim ve heyecana göre gerçek anlamlarını bulurlar. Heyecan ve titreşim sözcüklere ve kavramlara can taşır, ruh katar, hayat verir. Güzelliğin tarifi de budur. Kentlere hayat veren sokaklardır, sokakları susturursanız kentleri öldürürsünüz. Boş sokaklar ölü kentlerin imgesidir. Oya Baydar’da imge yoktur. Dili kuru, soğuk ve soyuttur. Duygu yüklenebilecek kavramların, romantizmi anlatabilecek sözcüklerin Oya Baydar’ın dilinde suyu çekilir. Her şey durmuştur, hayat susmuştur, doğa yalnızlaşmış, kendine dönmüştür, çölleşmiş, çoraklaşmış, viran kalmıştır.
Hareketsiz ve donuktur, acı içinde kıvranır adeta Oya Baydar’ın elinde. Kanat için için yüreği, ama duyarlılığını yitirmiş hoyrat eller bihaberdir kanattıkları yaradan. Baharda yeşeren dallarıyla çiçeğe durmuş bir ağaca bakarken, köklerinden gövdesine, dallarına hücum eden, coşarak akan yaşam suyunu göremiyorsa insan, ağaç odun, yaprak yeşillik, çiçek de ottur olsa olsa, basitçe... Varoluşçuluğun dayanılmaz ağırlığı’ çöker insanın omuzlarına, kan çekilir damarlardan, hayat susar!
Umutsuz da olsa çırpınır, uzatmaya çalışır elini, ama son nefesini verirken ki, atardamarlardan çekilen kanın iradesiz kasılmalarıdır yalnızca son çırpınışlar. “Ben ölümden yaşam doğacağına inanmıyorum. Yine de ölüme meydan okumaları etkiliyor beni. İnançlarıyla inançsızlığıma, anlamsızlığıma ayna tutuyorlar.” (s. 242) derken küçük bir umut, vicdani sorgulamayı sezer gibi oluyor insan. Ama hayır, “yıllar geçer büyü dağılır ve cesaretiniz varsa sorgularsınız, gerçeklerle yüz yüze gelirsiniz. Kimliğinizi yitirmiş gibi olursunuz önce, oysa asıl iğreti olan öteki kimliğinizdi. Tekelleşmiş örgütler üzerinden, jargonlarla ifade edilen yapma ideolojiler üzerinden dirilmiş sahte bir kimlik” (s. 239) deyince ölümün çoktan gerçekleşmiş olduğunu anlarsınız. Ölümle yaşam arasında hiç de kalın bir çizgi yoktur. Her koşulda ölüm yaşamı, yaşam ölümü içinde taşır. Yaşayan ölülerle, öldükten sonra yaşayanlar arasındaki farkı ise ne kadar çırpınırsa çırpınsınlar yıkıntılar altında kalanlar anlayamazlar.
Sonuç olarak
“Hiç birimiz masum değiliz, çocuklar bile. 60’ların, 70’lerin umut ve masumiyet çağı bir daha geri gelmeyecek” deyip ebedi uykunuza dalabilirdiniz. Ya da “belki de çözüm hiçbir yerde olmayı başarabilmektedir, zamanda ve mekanda ebedi sürgünlük halidir çözüm” (s. 313) diyerek kozmik evrende hacimsiz ve kütlesiz, gerçekte varlık olmayan bir “varlık” olarak sürdürebilirdiniz amacı bulmak olmayan arayışınızı. Oysa başından beri farkındasınız, biliyorsunuz: insanlar niye okusun inançsız, kimliksiz, ütopyasız, durmuş ve donmuş hayat hikayenizi. Aşkın da estetiği yok dilinizde. Geriye tek şey kalıyor: rol çalmak! Devrimcileri taşıyacaksınız romanınıza, keyfinize göre kurgulayacaksınız. Şımarık zengin çocuklarının kadir-kıymet bilmezliğiyle canınız sıkıldıkça tepineceksiniz üzerlerinde. Yaratılmış değerlerle oynayacak, kirletecek, bozacak, dağıtacaksınız sorumsuzca... Yeter artık, düşün yakamızdan! İdeallerimizi, inançlarımızı, şehit yoldaşlarımızı, yazarlık yeteneğinizin dolgu malzemesi olarak kullanmayın! Erguvanlarla aldatıp baldıran şerbeti içirmeyin insanlara! Dünyalarımız ayrı; bunu siz de kabul diyorsunuz! Biz dünyamızda mutluyuz, sizden de bir umudumuz, beklentimiz yok! Niçin çekilmiyorsunuz siz de kendi ebedi istirahatgahınıza, insanlığa en büyük hizmetiniz bu olurdu inanın! Toplayın pılınızı-pırtınızı, umutsuzluklarınızı, yenilgilerinizi, inançsızlığınızı, romanlarınızı ve küfürlerinizi, viran yıkıntılara dönmüş yaşamınızı ve çıkın gidin insanlık aleminin dünyasından...
Yani, yanıtlanması sizin için daha zor olacak bir soruyla noktalayacağız son sözümüzü:
“Arkadaşım Ulaş, 1970’lerde vuruldu, öldürüldü. Oğlum Ulaş’ın ulaşabildiği yer ise Londra’nın batakhanelerinde uyuşturucu bağımlılığı oldu” (s.244) diyor Erguvan Kapısı’nda bir kahramanınız. Peki siz söyler misiniz Oya Baydar; siz kendi oğlunuza hangisini layık görüyorsunuz?!