Proletaryayla burjuvazi; emperyalizm ve işbirlikçi diktatörlüklerle halklar; sömürgecilikle boyunduruk altındaki uluslar arasındaki savaşım, Nisan ayından günümüze gelen süreçte de kendini değişik biçimler altında ortaya koydu. Keza emperyalist devletler, proletarya ve ezilenlerin dünyası karşısında “aynı gemide oldukları” bilinciyle uzlaşma ve birleşik hareket arayışlarına girseler de, emperyalist rekabet gerçeği çeşitli sorunlarda gelişmelere damgasını vurdu.
Değişik olgular, dünyada sınıf mücadelesinin güçlenmekte ve keskinleşmekte olduğunu; proletarya ve ezilenlerin eyleminde uluslararası özelliklerin belirginleştiğini; buna karşın emperyalist cephede kutuplaşmanın, farklı rekabet merkezleri hazırlamanın öne geçtiğini gözler önüne serdi. Bütün bu gerçekler son birkaç ayın politik olaylarının gerçekleşme biçimini sunmakla kalmamakta, fakat aynı zamanda, gelişmenin gelecek yönünü de işaret etmektedirler. Görüyor, seziyoruz ve anlıyoruz ki emperyalist küreselleşme saldırısına, kapitalizme ve faşist rejimlere karşı mücadele güçleniyor, umut büyüyor, halkların kurtuluş bayrağı yükseliyor.
Emperyalist Barbarlık Ve Rekabet Gizlenemiyor
Irak, başta ABD olmak üzere, emperyalist-kapitalist dünyanın uluslararası gündeminde baş sırada durmaya devam ediyor.
Bunu koşullayan iradenin Irak Arap halkının direnişi ve onun etrafında oluşan dünya proletaryası ve ezilenlerinin işgale karşı eylemleri olduğu kimsenin reddetmeyeceği bir olgu.
ABD emperyalizminin, politik ve ahlaki açıdan kaybettiği kadar, mali ve askeri bakımlardan da giderek daha fazla etkilendiği Irak ateşini söndürmek için kıvranıyor ve tüm manevra imkanlarını kullanıyor.
Ne var ki, bunun ifadelerinden biri olarak, “yetki devri” gibi konularda önemli tavizler vererek BM’ye aldırdığı karar ABD’ye gerçek bir ilerleme sağlayamadı.
Nitekim, Irak sorununun gölgesi altında geçen G-8, AB-ABD ve NATO toplantıları da, ABD’nin Irak’ta halka karşı tüm emperyalist dünya ile birlikte savaşma planına çözüm olmadı.
G-8 toplantısında Fransa ve Rusya, Irak işgalinin NATO birlikleri tarafından sürdürülmesi önerisini açıkça reddettiler. Büyük ümitler bağlanan NATO toplantısından da aynı sonuç çıktı.
“Meşru hükümet”, “BM’nin tüm sorumluluğu alması”, “Fransa’dan yardım talep edilmesi” koşullarında Irak sahnesinde yer alabileceklerini açıklayan Fransa Savunma Bakanı, emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesini gözler önüne serdi.
ABD emperyalizmi, Irak direnişini yok etmek için uyguladığı kitlesel işkencelerin ve tecavüz işkencesinin Ebu Gureyb fotoğraflarıyla deşifre oluşu; yine CIA’nın isteğiyle Beyaz Saray’ın binlerce Iraklı için kayıtlara geçmeden tutuklayın emri verdiğinin (böylece kayıplar gerçeğinin) açığa çıkması antiemperyalist, anti-ABD’ci öfkeyi büyütüp yaymaya devam ediyor.
Yapılan anketler gelinen aşamada, Rus halkının yüzde 87’sinin, İtalya ve İspanya halklarının yüzde 69’unun, Polonya halkının yüzde 73’ünün, Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının yüzde 86’sının, ABD halkının yüzde 54’ünün ve İngiliz halkının yüzde 51’inin Irak işgalini reddettiğini ortaya koyuyor.
Aynı biçimde, bir devlet ve sistem olarak ABD’yi destekleyenlerin oranında günümüzdeki durumun yüzyılın başından çok belirgin fark taşıdığı görülüyor.
99-2000’de ABD’ye destek (yüzde olarak) Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da 52 iken günümüzde 12; İngiltere’de 83 iken günümüzde 48; Fransa’da 62 iken günümüzde 31; Almanya’da 78 iken günümüzde 25; İtalya’da 76 iken günümüzde 28’dir. Eğer bu rakamların 2002’de sırasıyla (ve yine yüzde olarak), 30, 75, 63, 61, 70, 79 ve 61 olduğunu hatırlatırsak, ABD’den destek çekmenin esasen Irak işgali sonrası hızlı bir gelişme gösterdiği anlaşılır. Bu rakamların (Latin Amerika bir yana), Müslüman halkların yaşadığı devletlerde, özellikle de Ortadoğu’da çok çarpıcı bir tablo oluşturduğunu söylemek gerçeğe uygun olacaktır.
İspanya’nın işgal birliklerini geri çekmesi... Filipinler’in “rehine krizi” ve gösteriler karşısında askerlerini “görev süresi” dolmadan geri çekeceğini ilan etmesi... Yeni Zelanda ve Kazakistan’ın geri çekilecekleri beyanı… Polonya’nın yılbaşına kadar süre koyması… Bangladeş’in asker talebini reddetmesi… ABD’nin askeri karargahlarını kentlerin dışına taşımak zorunda kalması ve dönem dönem direnişin iradesini tanıyarak ateşkeslere girmesi… Direnişin bazı kentlerde ayaklanma düzeyine varması… Geçici Hükümet Konseyi’nde peş peşe yaşanan istifalar… İşkence fotoğraflarının ve kayıtsız tutuklamaların deşifre olması... Mukteda El Sadr etrafında örgütlenmiş ve kümelenmiş Şii Arapların (ki aynı mezhepten insanlar arasında en yoksul, en ezilen kesimi oluşturuyorlar) işgalcilere karşı silahlı savaşıma ve ayaklanmalara girişmeleri... Yurtsever direnişçilerin bir “ulusal merkez” yaratma yolundaki çaba ve adımları… Sabotajlar sonucu petrol üretiminin geçici de olsa duracak noktaya gelmesi… Bunlar Irak’ta geride kalan dönemin en önemli gelişmeleriydi.
Başkanı dahil CIA’dan istifalar; Pentagon generallerinin ve bazı emekli general ve diplomatların Cheney, Wolfowitz ve diğerlerinin istifasını, New York Times’ın ise, Irak-El Kaide bağlantısı hakkında aldattığı için halktan özür dilemesini istemesi; işgalcilerin gözdelerinden Ahmet Çelebi’nin İran’a ajanlıkla suçlanıp bürosunun basılması ve ABD mali desteğinden yoksun bırakılacağının açıklanması; yeni devlet başkanı olarak ABD’nin istediği Adnan Paçacı’nın değil Gazi El Yaver’in atanması; Irak ordusu kurma konusunda önemli başarısızlıklar; işbirlikçi polis ve ordu teşkilatına yazılmak isteyenlere dönük etkili saldırılar; Geçici Hükümet Konseyi üyelerine karşı politik suikastlar ve rehin alma yönteminin yarattığı etki kaydedilmesi gereken diğer olgulardır. CIA ajanı Allavi hükümeti aracılığıyla yapılması tasarlanan manevralar da hiçbir işe yaramayacak; Irak Arap halkı ve yurtsever direniş bu Pentagon hükümetini hainler topluluğu olarak tecrit ve imhaya girişecektir. Emperyalist illüzyonların aksine, ölü doğan Allavi hükümetinin yoğun bakımda tutulması bir işe yaramayacaktır. Nitekim törenlere saldırı olabileceği gerekçesiyle, “devir-teslim”in ilan edilenden iki gün önce ve yalnızca 5-6 soytarının katılımıyla yapılması, işgalcilerin ve uşaklarının ruh halini gözler önüne serdi.
Beklendiği gibi, “gelişmeler direnişin güç toplaması, birleşik bir irade kazanması, otoritesini genişletmesi; işgalcilerin ise kan, moral ve mevzi kaybetmesi” yönünde sürdü. Aynı doğrultuda devam edecektir.
G-8, AB-ABD Ve NATO Toplantıları
G-8, AB-ABD ve NATO toplantılarının temel gündemleri Irak’a NATO şemsiyesi (çok uluslu gücün komutasını resmen NATO’nun üstlenmesi) ve BOP’tu. Her iki gündemin de ABD patentli olduğu biliniyor. Irak’ta çıkışı bulamayacağı bir labirente girdiği bilinci ve ABD’ye karşı nefretle yüklü olan Müslüman halkları sosyo-kültürel ve politik açıdan “gen değişikliği”ne uğratma hedefi, ABD’nin söz konusu emperyalist planlarının temelini oluşturuyor.
Bu nedenle G-8 toplantısına Ürdün, Bahreyn, Yemen, Türkiye ile işgal rejimlerinin temsilcileri Karzai ve Gazi El Yaver de katıldılar. Davet edilmek istenen Mısır, Suudi Arabistan ile bazı Ortadoğu ve Kuzey Afrika devletleri ise toplantıya katılmayı düşünmediklerini önceden açıklamışlardı. Kuşkusuz bu, ABD’ye değil, fakat ABD’nin BOP planına alınmış bir tutum olarak kaydedilmeye değer bir çatlaktır.
G-8 toplantısının NATO’nun Irak’ta görev üstlenmesi gündemine, Almanya bir ölçüde uzlaşıcı yaklaşırken, Fransa ve Rusya açık bir karşıtlık sergilediler.
Schröder, “şu anda konuşulan, Irak’taki birliklerin yerini NATO birliklerinin alması değil, NATO’nun Iraklı askerlerin eğitimi konusunda nasıl bir rol oynayabileceğidir” dedi ve bunun çerçevesini, “acaba NATO’nun askeri açıdan Irak’ta devreye girmesi doğru olur mu? Bundan gerçekten şüphe duyuyorum. Almanya hiç bir şekilde verilecek kararı bloke etmeyecektir. Biz hiç bir şeyi engellemeyeceğiz” biçiminde çizdi.
Putin, “NATO’nun düşmana ihtiyacı var. Eskiden de vardı. Belki bugün de düşman arıyorlar. Irak’ta esas rol NATO’ya değil, BM’ye verilmeli” derken; Chirac ise, “Irak’a müdahale etmenin NATO’nun görevi olduğunu sanmıyorum”, “Bu büyük bir risk, Hıristiyan Batı’yla Müslüman doğunun çatışması tehlikesi de var” diyerek açıktan karşıt bir tavır aldılar.
Tıpkı G-8 gibi, NATO toplantısı için hazırlığa veya gündemdeki konular hakkında eğilim yoklamasına dönüştürülen AB-ABD toplantısında özgün bir sonucun çıkmadığını vurgulayarak, onu bir yana bırakırsak, “karar toplantısı” niteliğiyle, “NATO Zirvesi”nin de ABD planları açısından kesinlikle bir zafer elde etmek anlamına gelmediği; eğer aksi bir ifade gerekiyorsa bunun bir pirüs zaferi olduğu açıktır.
Toplantı serisini, BOP konusunu ayrı tutarak, İstanbul finali temelinde değerlendirirsek, Irak ve Afganistan’a dair beş maddelik sonuçtan söz edebiliriz. Bunların birincisi, her iki sorunun G-8, AB-ABD ve NATO toplantılarında tartışılması bir ABD başarısıdır, fakat olağanüstü bir yanı yoktur. İkincisi, ABD’nin Irak konusunda “kimseye muhtaç değilim, ben hallederim” iddiası çözülmüştür. Üçüncüsü ise, Irak’ta mali ve ekonomik çıkarları bulunan Fransa-Rusya odağı, ABD’nin bu ülkedeki sömürge tekelini parçalama ısrarını sürdürmektedir. Almanya, toplantıda Irak’la ilgili ABD önerisini bloke etmeme tavrına karşın, sonuçta, Fransa ve Rusya’yla amaç birliğine sahiptir. Dördüncüsü, NATO güçlerinin Irak polis ve ordusunu eğitme kararı, NATO’nun bugün Polonya komutasındaki çok uluslu gücün yerini alması projesinin reddedilmesinden öte bir anlam taşımamaktadır. Bu, NATO Genel Sekreteri’nin açıklamalarına açıkça yansımaktan başka; uzlaşıcı görünen Almanya, Irak’a asker göndermeyeceğini açıkça ifade etmiş, dahası Fransa ve başkaca devletler polis ve asker eğitimini dahi Irak dışında yerine getirme isteklerini ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla ABD’nin “asker ve polis eğitimi” zemininde Irak’ta NATO kimliğiyle (bayrak ve üniformasıyla) kurumsal görev üstlenmesi girişimi akamete uğramıştır. Beşincisi, Afganistan konusunda alınan karar daha önce de BM’de alınmış olanın teyidinden ibarettir; farklı olarak asker sayısının arttırılması örneğindeki gibi, Afganistan’da da “işlerin hiç de iyi gitmediğini” itiraf etmekle karakterize olmuştur.
Belki de Irak’ı anlamak temelinde bakıldığında tüm bunlardan daha önemli olan, “NATO’nun gerektiğinde başkaca görevler üstlenebileceği” “gizemli” vurgusuna, NATO Genel Sekreteri’nin getirdiği, “acil bir geri çekilme durumunda NATO’nun görev üstlenmesi” biçimindeki yorumunu, ABD’nin kaçış seçeneğini tartışmaya başladığı biçiminde okumak abartı olmayacaktır. Şimdilik şu söylenebilir: ABD, emperyalist rakiplerine ve “uluslararası meşruiyet”e (ya da BM’ye) giderek daha fazla muhtaç hale geliyor. Bu nedenle O, dün ihalelere sokmadığı emperyalist devletlere yarın çok önemli ödünler vermek zorunda kalacaktır. Tabi tüm manevraların hızı, çapı ve ömrü Irak’taki yurtsever direniş tarafından tayin edilecektir.
Emperyalist toplantıların diğer önemli gündemi olan BOP konusunda da bir irade birliği yok. ABD, bu konuda da umduğunu, istediğini elde edemedi. Bunun temelini oluşturan iki neden var: ilki, ayrı ayrı emperyalist çıkarlar; ikincisi, Ortadoğu iktidarlarının BOP’un kendi çıkarlarını tehdit ettiği bilinci.
Fransa Cumhurbaşkanının “Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin demokrasi misyonerlerine veya havarilerine ihtiyacı yok” açıklaması, Putin’in özel olarak davet edildiği halde NATO’nun İstanbul toplantısına katılmayacağını açıklaması; keza Mısır ve Suudi Arabistan’ın G-8 toplantısına katılmamaları bunun kimi verileriydi.
Rusya’nın, diğer şeylerin yanı sıra, BOP’un Kafkaslar’ı kapsamasına derin bir öfke duyduğu açık. Fransa’da (kuşkusuz tıpkı ABD gibi, ama farklı yönlerden) sorunu, a) sınıf mücadelesi açısından (Irak’ta NATO’nun görev üstlenmesinin veya geneldeki sosyo-kültürel ve politik dayatmaların, ezilen halkların İslam kimliği veya başkaca toplumsal ya da açık sınıfsal kimlikler temelinde mücadelesini geliştirip sertleştirebileceği) b) enerji kaynaklarına ve enerji yollarına kimin egemen olacağı (BOP, ABD egemenliğine çıkar) temelinde ele alıyor.
Irak’ta NATO’nun görev üstlenmesi konusunda olduğu gibi, çok daha kapsamlı ve stratejik olan BOP’ta da bir emperyalist irade birliği veya temel güç merkezleri arasında ABD doğrultulu bir koalisyon hedefi mevcut koşullarda elde edilemezdir. Nitekim o çok propagandası yapılan “İstanbul İşbirliği Girişimi” belgesi yayınlanamadı bile. Konu sonuç bildirgesinde ancak bir başlık olarak yer alabildi.
BOP konusunda gerek iğrenç sömürgeci mantık, gerekse de ortaya çıkabilecek toplumsal-politik sonuçlar (isyan veya köleleşme; ABD’nin ipinin çekilmesi veya ABD imparatorluğu) bakımından şunun iyi anlaşılması gerekir: BOP rejimlere hakimiyet yoluyla egemenlik projesinin derde derman olmadığını düşünen ABD’nin, “dikensiz gül bahçeleri” yaratmak üzere toplumlara (kültürel, politik ve ruhsal açılardan) hakimiyet projesidir. Dolayısıyla, meseleyi esasen yeşil kuşak iktidarlarının ve SB’ye yakın durmuş ABD’yle mesafeli rejimlerin değiştirilmesinden ibaret gören sığ kavrayışlardan sakınılmalıdır.
ABD, Müslüman halkları “genetik değişikliğe” uğratarak, anti-ABD’ci, anti-İsrailci, anti-Batıcı, antiemperyalist, isyankar ve devrimci özelliklerinden arındırmayı hedefliyor. Yaşam ve düşünüş tarzlarını değiştirmek, ABD hayranlığı ve köle ruhluluk şırınga etmek istiyor. Eğitim sisteminin içeriğinin ve biçiminin Batılılaştırılması, devlet resmiyeti taşımayan eğitim kuramlarının kapatılması, İslam algılayış ve yorumunun değiştirilerek, toplumsal hareketlerin içinde hareket ettikleri bir kanal olmaktan çıkarılması; politik rejimlerin biçiminin, Kuran-kitlelerin yönlendirilmesi bağını koparacak tarzda yenilenmesi; toplumsal gelenek ve göreneklerin ve bunlarla bağı içinde kadının mevcut durumunun değiştirilmesi; politik ve toplumsal yaşamda şeriatçı ve geleneksel müslümanlarm yerine “modernist müslümanlarm” egemenliğinin geliştirilmesi vb... Tüm bunların karşılığında elde edilmek istenen nedir? Doğu toplumlarına karşı nihilist, halkına yabancılaşmış, ABD ve “Batı medeniyetine kölece bir hayranlık ve boyun eğişle yüklü, sorusu, itirazı ve isyanı hadım edilmiş kuşaklar! Aslında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki işbirlikçi rejimler bu konuda ABD’ye “sorun çıkartmak” niyetinde değiller. Nitekim, Mayıs’ın son haftasında Tunus’ta toplanan Arap Birliği, kabul ettiği 13 maddelik programla “siyasi, ekonomik, toplumsal ve eğitim reformu” hedefini ilan etti. Ancak ABD bunun bir zaman kazanma oyunu olduğu görüşünde ve aynı zamanda bu rejimleri parlamenter biçimlere zorlamayı temel alıyor. Bu ABD için,
Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya değin müslüman halklar dünyasındaki “terör kaynağına” ve “teröristlere” karşı bir sınıf mücadelesi stratejisidir. “Denizi kurutmak” stratejisinin yeni bir versiyonudur. Boyunduruk altındaki, yoksul, ezilen ve umutsuz müslüman halklar; ve yine, “ateist devletlerin” yerine siyonistleri ve haçlıları koyan politik İslam ABD’nin başına bela olmuş bulunuyor. Bu bela onlar “Amerikanlılaştırılarak”, “Batılılaştırılarak” aşılmak isteniyor.
Elbette aynı anda, mevcut ve de yeni oluşturulabilecek tüm komünist, devrimci ve antiemperyalist örgütlülüklerin ezilip dağıtılması hedefleniyor. Bu aşağılık plan ve stratejinin eğitim, kadın ve burjuva egemenlik biçimlerinde reformlar sosuna batırılmış olması nedeniyle, sorunun özgürlük ve kölelik gerçeği temelinden koparılıp demokratik reformların yanında veya karşısında olmak burjuva ikilemine hapsedilmeye çalışılması; söz konusu sosun, politik iradesi kırılmış kesimlerde “statükonun yıkılması”, hatta “demokratik sömürgecilik” gibi teorilerle kutsanabilmesi ise başlı başına bir trajedidir.
Bütün bunların yanı sıra, BOP’un iktisadi amacı ise, halkı müslüman olan Ortadoğu devletlerinin ekonomik yapılanışının tümüyle emperyalist küreselleşmenin gerekleri temelinde (tabi ki ABD yörüngesinde) düzenlenmesidir.
ABD emperyalizmi, Venezüella hükümetini devirmek, Küba ve Suriye’yi teslim almak için ambargo ve darbeci saldırılarını sürdürüyor.
Bilindiği gibi ABD Ocak aynıda Venezüella ve Küba arasındaki dostluğun, “demokrasiye karşı tehdit teşkil ettiğini” açıklamıştı. ABD Genelkurmay Başkanı’nın “istikrarsızlık yaratmakla” tehdit ettiği, İsrail’in ise, “gerekirse Şam’ı vururuz” tehdidinde bulunduğu Suriye’ye, son dönemde, ilaç ve gıda dışındaki ABD ürünlerinin ihracını, yanı sıra hava trafiğini de yasaklayan, bazı Suriyelilerin ABD’deki mal varlığına el koyan Bush yönetimi, Küba’ya uyguladıkları ambargonun da sıklaştırılacağını açıkladı. Venezüella’da ise Chavez’e karşı, darbe ve politik suikast dahil çeşitli yollara başvuran emperyalist ABD’nin, Kolombiya’daki sivil faşist çeteleri Venezüella’ya soktuğu anlaşıldı. Bir çiftlikte 88 Kolombiyalı sivil faşist yakalandı.
Venezüella gerçeği, ABD elebaşılığındaki karşı-devrimin, Orta ve Güney Amerika’da birleşik bir çalışma yürüttüğünü, Latin Amerika’daki komünist, devrimci ve antiemperyalist güçlerin de en sıkı enternasyonalist birlik temelinde ve bir bölge devrimi perspektifiyle çalışmaları gerektiğini ortaya koyuyor.
Yukarıda dikkat çekilen olgular, ABD’ye karşı mücadelenin küresel önemi, güncelliği ve yakıcılığına yeni vurgular olarak da önemlidir.
NATO ve AB genişledi. NATO, Estonya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya, Slovakya ve Slovenya’yı kendine kattı. AB ise, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya, Estonya, Malta ve Güney Kıbrıs’ı üyesi haline getirdi.
Genişlemeler bu örgütlerin etkinlik alanlarını ve imkanlarını büyütüyor.
AB genişlemesi, AB içinde (örneğin Polonya, Macaristan vb. şahsında) ABD’nin truva atları mevzilerini güçlendirdi. İngiltere’nin kararları etkileme imkanı arttı. Fakat bunun giderek çözüleceğini bekleyebiliriz. AB’nin geliştireceği ekonomik ve mali bağların yanı sıra, halklarda artan ABD karşıtı öfke de bunda etkili olacaktır.
Bu yılın sonlarına doğru Bosna’da, himayeci sömürgeciliğin temel dayanağı olan NATO’ya bağlı KFOR’un yerini, AB’ye bağlı EUROFOR’un alacak oluşu Almanya-Fransa güç merkezinin inisiyatif üstlenme girişimi olarak dikkate değerdir.
İspanya’dan sonra, İngiltere’de ve İtalya’da yapılan seçimlerde de emperyalist savaş hükümetleri ağır bir yenilgiye uğratıldı. Blair’in İP’i yerel seçimlerden 3. parti çıkarken; İngiltere’nin Irak’ı işgaline karşı olduğu için İP’ten çıkarılan Londra belediye başkanı George Galloway, bağımsız aday olarak katıldığı seçimlerde yeniden Londra belediye başkanı seçildi. Berlusconi’nin Forza İtalya Partisi’nin kalesi Milano’yu da kaybettiği seçimlerde 22 bölgeden 14’ünü burjuva merkez sol aldı.
Fransa, Almanya ve Hindistan’da ise seçmenler emperyalist küreselleşme saldırısı programlarına öfkelerini hükümet partilerinden destek çekerek gösterdiler.
Burada son olarak AB Parlamentosu seçimlerine katılımın yüzde 44’de kaldığını vurgulamalıyız.
Çeçenya’da Rusya ile işbirliği içindeki rejimin devlet başkanı Kadirov’un ve törende yanında bulunan Rus askeri birlikleri komutanının bombalı suikastle öldürülmesi; Rusya Federasyonu’na bağlı Inguşetya’da İçişleri Bakanlığı, polis merkezleri ve sınır kontrol noktalarına karşı girişilen eş zamanlı büyük saldırı; Dağıstan’da, ise VGTRK adlı televizyon ve radyo kuruluşunun başkanının, ardından da Karşı İstihbarat Başkanının öldürülmesi Rusya için ağır politik, askeri ve moral darbeler oldu. Tüm bunlar Çeçen direnişçilerinin damgasını taşıyor.
Bu tabloya Gürcistan’ın Osetya’yı ABD rızasıyla yutma girişimi ve Osetya’nın Gürcü askerlerini esir alması gibi gelişmelerin eklenmesiyle Kafkaslar’da politik gerilim arttı.
NATO’daki son genişleme ve BOP’un Kafkaslar boyutu nedeniyle ABD’ye diş bileyen Rusya’nın savunma reflekslerini güçlendirmesi bir sürpriz olmayacak; Kafkaslar’da Rusya ve ABD merkezli emperyalist rekabet, manevra ve mevzi savaşları sürecektir. Bu durum, Rusya’nın Çeçen örneğindeki tipten “şeriatçı teröre” karşı ABD’yle işbirliği yapma imkanlarını daraltacaktır.
Kıbrıs’ta Annan Planı’nın referanduma sunulması emperyalistler için bir başarı oldu. Ancak Rum halkının verdiği karar amaçlarına en tam biçimde ulaşmalarını engelledi. ABD ve AB’nin, gerek Kuzey Kıbrıs’ı ödüllendirmek, gerekse de Rum yönetimini ve halkı tavır değişikliğine zorlamak için, Kuzey Kıbrıs’a ticari, mali ve diplomatik kimi kapılar aralayacağı anlaşılıyor. ABD’nin özellikle referandumdan sonra Denktaş’ı tümüyle dışlaması; AB’nin benzer eğilimleri; Türk burjuva ordusu ve müttefiklerinin desteğinin yetmemesi, Rauf Denktaş’ı seçimlerde aday olmayacağını açıklamaya kadar götürdü. Açık ki, bugün Kıbrıs’ta emperyalist çözüm planının uygulanmasını önleyebilecek herhangi bir iç ve uluslararası irade mevcut değildir. Şovenist refleksler, ulusal güvensizlik ve ayrıca yer yer de antiemperyalist duygular temelinde hareket eden Kıbrıs Rum halkının şekillendirdiği kararla oluşan verili durum, geçici bir dalgalanmadan ibarettir. Bundan sonra, Kıbrıs Rum ve Türk egemenlerinin (tabii Türkiye ve Yunanistan devletlerinin de) çıkarlarından çok, Almanya-Fransa ve İngiltere-ABD’nin ayrı ayrı çıkarları ve gelecek tasarımları yönlendirici olacaktır.
Taşkent’te yapılan ve en önemli gündemlerinden biri Afganistan olan “Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesi”; Rusya’nın Özbekistan’la imzaladığı stratejik ortaklık anlaşması; Çin ve Hindistan Savunma Bakanları’nın silahlı kuvvetleri arasındaki işbirliğini güçlendirme kararı almaları gibi gelişmeler, ABD’nin efendisi olduğu tek merkezli dünya planına vurulan birer darbe olarak da öne çıkıyor. Bunlara, ABD’nin askerlerini uluslararası ceza mahkemesinden muaf tutmayı hedeflediği anlaşma tasarısını BM’ye sunma cesaretini kaybetmesini de ekleyebiliriz. Bush’un Filistin-İsrail sorununda, İsrail’in siyonist utanç duvarını, tünellerini, suikast biçimindeki devlet cinayetlerini ve genel olarak katliamlarını onaylaması, Şaron’a övgüler dizip, “İsrail’in aşırıları hedef alma hakkı var” açıklamaları yapması, ABD’yi yalnızca Ortadoğu halklarının bir nefret merkezi haline getirmekle kalmıyor, aynı zamanda emperyalist rakiplerinin uluslararası manevralarına kan taşıyor.
Dünya Proletaryası Ve Ezilenler Umudu Büyütüyor
Irak direnişçileri, ABD elebaşılığındaki işgal güçlerine ve işbirlikçi militarist örgütlenmelere karşı sistematik saldırılarını aralıksız sürdürüyor ve düşmana ağır politik, askeri ve moral darbeler vuruyorlar. İşbirlikçi Geçici Hükümet Konseyi (şimdiki Geçici Irak Hükümeti) üyeleri politik suikastların gölgesi altında yaşıyorlar. Emperyalizmin ve ezilenlerin açık silahlı savaşımının sürdüğü Irak’ta direniş, Bağdat, Basra, Kut valiliklerinin, tv ve radyo binalarının işgali, karakolların ele geçirilip silahlara el konmasında veya Felluce’de olduğu gibi ayaklanma düzeyine varmış bulunuyor.
Irak’ın yurtsever Arap halkı, Felluce’de bir haftada 600 şehit ve 1200 yaralı pahasına büyük kahramanlık örnekleri yaratarak işgalcilere kök söktürdü. İki günde ancak iki kilometre ilerleyebilen ABD ordusu, ateşkes ilanına mecbur kaldı.
200 bin tutsağa, onbini aşkın ölüm ve onbinlerce yaralıya karşın büyüyerek süren yurtsever Irak direnişi, emperyalizmin ve burjuva demokrasisinin maskesini de yırtıp atıyor. ABD’nin, direnişi yok etmek için yarattığı Ebu Gureyb zindanı gerçeği, proletarya ve ezilenlere, dünyanın dört bir yanında nefretle protesto ettikleri, emperyalist terör ve barbarlığı bir kez daha gösterdi.
ABD’nin Felluce’de halkın üzerine misket ve salkım bombaları yağdırması; Kerbela ve Küfe’de camilere karşı hava ve kara saldırısına girişmesi, Latin Amerika halklarının kanını dökmüş katilleri Irak’ta toplama düşüncesi, yedi bin kişilik bir kontrgerilla ordusu kuracağını açıklaması, işgal valisi Paul Bremer’in yerine “Bağdat Büyükelçisi” sıfatıyla, yine Büyükelçi yaftasıyla bulunduğu Honduras’ta ve Nikaragua’ya dönük kontrgerilla faaliyetinde başrol oynamış J. Negroponte’yi ataması, Irak’ta özel şirketlere bağlı asker sayısının yirmi bini bulması, bazı devletlerin işgal koalisyonu içindeki askerlerini çekeceklerini, bazılarının ise bu meseleyi düşüneceklerini açıklamaları, ABD tekeli General Electric’in ve Alman tekeli Siemens’in Irak’taki tüm faaliyetlerini durdurduklarını ilan etmeleri, çeşitli devletlerin tekellerde çalışan veya açıklamadıkları görevlerle gönderilmiş sivil vatandaşlarını geri çekmeleri vb. olgular emperyalist cephenin Irak’ta nasıl bir çıkmazda olduğunun son birkaç aylık örnekleridir. Irak onlar için bir cehennem.
Irak direniş güçleri, cepheleşme çalışmalarında ve politik-askeri birleşmeler yolunda önemli adımlar atarken, halk da Sünni-Şii birleşik mücadelesini geliştiriyor. Sünni kuvvetlerin El Sadr direnişine verdikleri destek, ABD askerlerine ortak saldırı, birbirlerinin gösterilerine katılım, Felluce’ye birlikte yardıma gitme gibi pratikler bunun son aylardaki örnekleri oldu.
ABD emperyalizmi ve suç koalisyonu Irak direnişi önünde sarsıcı politik, ahlaki ve askeri darbeler yemeye devam ederken; yurtsever direniş dünya proletaryası ve halklarına güç ve yeni ufuklar kazandırıyor.
Filistin direnişi imkansızın gerçekleştirilmesi zemininde sürmeye devam ediyor. Şeyh Yasin’den sonra Rantisisi’yi ve Hamas’ın üst düzey komutanlarından Vail Nasır ve yardımcısı başta olmak üzere, değişik direniş örgütlerinden çok sayıda savaşçıyı füze saldırılarıyla katleden, bizzat Şaron’un ağzından “yol haritası”nın öldüğünü açıklayan, Arafat için ABD’ye verilmiş “öldürmeyeceğiz” sözünün geçersiz olduğunu ilen eden, Filistin topraklarını duvarlar ve hendeklerle çeviren, 3 yılda 3 bin Filistinliyi şehit eden İsrail zulüm ve barbarlığına, 4 milyon kardeşinin sürgünde yaşıyor olmasına rağmen kahraman Filistin halkı, binlerin ve onbinlerin katıldığı gösterilerini, silahlı savaşımını ve intifadayı sürdürüyor. Ne İsrail-ABD cani birliği, ne etkin bir askeri-mali desteğe sahip olmaması, ne de dünya ezilenlerinin İsrail’e karşı etkili-zorlayıcı eylemler geliştirememesi Filistin direniş iradesini kırıyor.
İşgalci NATO güçleri Afganistan’da direnişi önleyemedikleri gibi, büyük umut bağladıkları, Pakistan ordusunun sınır bölgelerindeki saldırılarından da bir sonuç alamadılar. Karzai’ye suikast girişimi; kukla hükümetin bir bakanının savaş ağaları arasındaki rekabet nedeniyle öldürülmesi; direnişçilerin, devlet ve BM de dahil işgalci güç karargahlarına roketli, bombalı saldırıları; NATO ve ABD kayıplarının artması ve işgalcilerin Karzai hükümetini meşrulaştırmak için planladıkları seçimleri ertelemek zorunda kalmaları sürecin kimi olgularıdır. ABD ajanı Karzai’nin, İstanbul’da, NATO’nun asker takviyesinin 2005 Şubat’ım beklemeden hemen yapılmasının, Eylül’de gerçekleştirileceği uzun zaman önce açıklanmış seçimler için çok önemli olduğu konusundaki yalvarışları vurgulanan gerçeğin zavallıca bir itirafı oldu. Times gazetesinin, “Afganistan’da güvenlik sorunları NATO’yu başarısızlığın eşiğine getirdi” diyerek teyit ettiği bu gerçek, NATO toplantısı sonrası, seçimlerin altı ay ertelendiğinin açıklanmasıyla iyice gün yüzüne çıktı.
Sri Lanka’da hükümet partisi Tamil El alam Kurtuluş Kaplanları(LTTE)’yi “Tamil halkının tek meşru temsilcisi” olarak kabul ettiğini açıkladı. Bu, 1972’den günümüze 55 bin ölüm ve 1,5 milyon zorunlu göç pahasına yürütülen ulusal özgürlük mücadelesinin önemli bir kazanımıdır. LTTE, bu açıklamayı özerklik talebiyle oturacağı “barış masası” için ön koşul ilan etmişti.
Kolombiya’da, ABD işbirlikçisi kontrgerilla hükümetinin, Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN)’nin zindandaki sözcüsü Francisco Galon’un ateşkes görüşmeleri zeminini hazırlaması için burjuva parlamentoda konuşmasını kabul etmesi, Kolombiya rejiminin ne ölçüde sıkıştığının bir verisidir. ELN sözcüsü, parlamentodaki konuşmasında barış görüşmeleri için “tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması” koşulunu ileri sürdü.
Tüm bunların dışında, Nisan’dan günümüze proletarya ve ezilenler dünyanın değişik köşelerinde iktisadi ve politik genel grevler, dev politik gösteriler, silahlı savaşımlar gerçekleştirdiler.
Yunanistan’da ücret artısı talebiyle yapılan genel grev, 58 kent ve kasabada gösterilerle desteklendi. Kolombiya’da Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (FTAA)’nı protesto etmek için genel greve giden işçi ve ezilenler yüzbinlerce kişinin katıldığı gösteriler düzenlediler. Guatemala’da devletin yoksulları topraklarından zorla atmasına, ağır vergilere ve NAFTA’ya karşı proletarya, köylüler ve yerli halk 48 saatlik genel grev genel direniş gerçekleştirdi.
Almanya’da, burjuvazi sendikaların haklarının sınırlanmasını isterken, hükümet ve sermayenin saldırılarını protesto için 500 bin işçi ve emekçinin katıldığı gösteriler yapıldı. Grevci Fiat işçilerine saldıran polisin 13 işçiyi yaraladığı İtalya’da binlerce yargıç, hükümetin yargıyı denetimine almasına karşı 3 günlük greve gittiler. İngiltere’de 100 bin kamu emekçisi, çalışma koşullarının ve ücretlerin iyileştirilmesi için 48 saatlik uyarı grevi gerçekleştirdi. Fransa’da 80 bini aşkın işçi ve emekçi memur Elektrik ve Gaz işletmesinin özelleştirilmesi girişimine karşı grev örgütlediler. Eyleme demiryolu, metro ve havaalanı çalışanları da destek verdi. Avrupa Sendikalar Birliği’nin çağrısıyla, başta İtalya ve Fransa olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde onbinlerin ve yüzbinlerin katıldığı eylemler gerçekleştirildi. Peru’da çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve eğitim hakkının ihlaline karşı sokak gösterisine girişen öğretmenler, 2 arkadaşlarının katledilmesine varan polis saldırısına karşı bazı hükümet binalarını ateşe verdiler ve güçlü sokak çatışmaları geliştirdiler. Şili’de çalışma koşullarının düzeltilmesini isteyen balıkçılar, eylemlerini göz yaşartıcı bomba kullanarak bastırmak isteyen polisle çatıştılar. Lübnan’da, halk, benzin fiyatlarına yapılan zamları protesto etti. Göstericilere ateş açan polis üç kişiyi katletti. Washington’da 1 milyon kadın dev bir gösteriyle kürtaj hakkını kısıtlayan Bush’u protesto etti. Irak’ta Güney Koreli tercümanın esir alınıp öldürülmesinden sonra, hükümet Irak’a 3000 asker göndermekten caymayacağını açıklayınca Güney Kore halkı sokak gösterileri yaptı. 500 bin işçiyi temsil eden Kore Sendikacılar Konfederasyonu’nun eylem kararına pilotlar Irak’a asker ve malzeme taşımayı boykot kararıyla destek verdi. Otomobil sektöründe çalışan 40 bin işçi ekonomik-demokratik taleplerle düzenledikleri gösterilerde, Irak’a asker gönderilmesini de protesto ettiler. Filipinler’de halk, “rehine krizinden” sonra, hükümetin, Irak’taki işgal koalisyonunda yer alan Filipin askerlerini geri çekmesi için etkili gösteriler gerçekleştirdi.
Nepal’de silahlı savaşım hızından hiçbir şey kaybetmezken, NKP(M)’nin çağrısıyla, işçiler ve ezilenler 3 günlük politik genel grev genel direnişe gittiler. Fabrikalar, okullar, işyerleri kapalı kaldı.
Venezüella’da on binlerce işçi ve emekçi ABD emperyalizminin baskı, komplo ve saldırganlığını protesto etmekle kalmadı, binlerce kişi milis gruplarında örgütlenmeye başladı.
Chavez, “Bolivarcı devrim antiemperyalist aşamaya vardı” deyip silahlanmaya çağırarak ezilenlere doğru bir adım attı. Keza o, hormonlu tohum kullanılmasını yasaklayarak bir ABD tarım tekeli ile daha önce yapılmış anlaşmaları tanımayacağını ilan etti. Küba’da, ABD emperyalizminin, ambargoyu sıkılaştıracağını açıklamasına proletarya ve emekçilerin yanıtı 1 milyon kişilik dev gösteri oldu. Halk Küba’nın ABD sömürgesi olmayacağını haykırdı.
Binlerce işçi ve emekçi Yunanistan’da ABD ve İsrail saldırılarını; Bahreyn’de Irak ve Filistin katliamlarını; İngiltere’de Irak’taki işkenceleri; ABD’de de işkence ve işgali lanetledi.
Nepal’de, rejimi protesto eden işçi ve ezilenlerle polis arasında şiddetli çatışmalar çıktı. Halk monarşinin gösterileri yasaklamasına aldırmadan sokakları zapt etti. Bini aşkın kişi tutuklandı.
Suudi Arabistan’da değişik tarihlerde şirket merkezlerine ya da özel sitelere yapılan baskınlarda emperyalist tekellerde çalışan ABD, İngiliz, Avusturalyalı ve çeşitli uluslardan kişiler “ülkeyi terk etmedikleri için” öldürüldü. Uluslararası petrol tekellerini bunaltan bu saldırılar karşısında Suudi rejimi katliamların yanı sıra şimdilerde “teslim olacak eylemcilere af” çağrılarıyla çare arıyor! Aynı tipten bir saldırı da Suriye’de yabancı temsilciliklere dönük tarzda gerçekleştirildi. Bu ABD’nin büyükelçiliğini geçici olarak kapatmasına yol açtı.
Dünya proletaryası ve ezilenlerinin azgın düşmanı Bush, topraklarını kirlettiği İtalya, Fransa ve İrlanda’da on binlerin ve yüzbinlerin katıldığı gösterilerde işçiler, emekçiler ve gençler tarafından protesto edildi. İtalya’da toplam katılım 2 milyona ulaştı. İsrail’de ise 150 bin kişi “barış” talebiyle gösteri düzenleyerek Şaron-Bush politikalarını mahkum etti.
Meksika’da, Latin Amerika-ABD zirvesi, Washington’da IMF ve Dünya Bankası toplantıları, İrlanda’da ABABD zirvesi enternasyonal eylemlerle protesto edildi.
Ele alınan dönemde proletarya ve emekçiler dünyanın dört bir yanında 1 Mayıs kutlamalarıyla sosyalist geleneği sürdürdü; yeni bir yaşama, yeni bir dünyaya özlemlerini ortaya koydular. Bu yıl gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamalarının temel yönü, geçen yılda olduğu gibi uluslararası sermayenin neoliberal saldırı programının protesto edilmesiydi. Irak’taki emperyalist işgalin lanetlenmesi ise, pek çok gösteride karşılılığını bulan ortak nokta olarak öne çıktı.
Egemenler Halklarımıza Zulüm, Emperyalizme Uşaklıkta Hız Kesmiyor
Geçtiğimiz Ocak ve Şubat aylarında önce Tayip Erdoğan’ın, ardından Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un ABD’ye hesap vermeye gidişleri sonrası, ABD-Türkiye ilişkilerinde 1 Mart tezkeresi şokunun etkileri zayıflamaya yüz tuttu. Çünkü ABD, Tayip Erdoğan’dan olduğu kadar, hiç değilse bazı konularda İlker Başbuğ’dan da duymak istediklerini esasta duymuştu. Ordunun, “ılımlı İslam-model ülke”, Kıbrıs ve Kongra-Gel bağlamında Güney Kürdistan konusunda koyduğu kimi kayıtlar, ABD emperyalizmine aşılabilir görülmüştü. Çünkü, BOP, Afganistan, Güney Kürdistan Kürtlerine tavır ve İncirlik üssü gibi konularda rota iyiydi.
Sermaye oligarşisiyle hükümetin tam bir irade birliği içinde oldukları, ordunun ve Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin ise farklı bir pencereden baktıkları Annan planı referandumu Kuzey Kıbrıs’ta birincilerin istediği biçimde sonuçlandı. Kıbrıs Rum halkının referandumda hayır kararı vermesiyle teselli bulan ordu ve politik müttefikleri, bunun bir avuntu olduğunun, Denktaş Cumhuriyeti’nin fiilen bittiğinin bilincindeler. Onu yeniden canlandırma yolundaki her adımları akamete uğrayacaktır.
Son birkaç aylık gelişmeler Türk burjuva devletinin Güney Kürdistan Kürtlerinin statüsü sorununda uğradığı irade kırılmasının iyice belirgin bir görünüm kazanmasına tanık oldu. İlker Başbuğ’un ABD’de de yaptığı açıklamalarda, Güney Kürdistan’daki Türk burjuva ordu askerlerin varlık nedeni veya geri çekilme koşulu olarak Kongra-Gel’i işaret etmesinde verili olan değişim işareti, Güney Kürdistan’da Barzani’ye, Ankara’da ise Talabani’ye yapılan devlet açıklamalarıyla yeni bir aşamaya vardı. Sömürgeci faşist diktatörlüğün yeni politikası; ABD şemsiyesi altındaki politik güçlerin ortak iradesine dayalı olmak koşuluyla bir federasyona karşı olmadığıdır. Ancak bunun “etnik değil coğrafi”, “gevşek değil sıkı” olmasını ve Kerkük’ün statüsünün özel biçimde düzenlenmesini tercih etmektedir! Elbette bütün bunlar aynı zamanda, Güney Kürdistan politikasının iflasının resmi ilanı anlamına gelir. Önümüzdeki süreçte, Güney Kürdistan’daki burjuva ordu (kontrgerilla) güçleri, bunların örgütleme ve istihbarat faaliyetleri giderek daha ciddi bir sorun haline gelecektir. Sömürgeci faşist diktatörlüğün o son mevzisinde de tutunamayacağını söyleyebiliriz.
Sermaye ve faşizmin güçleri ABD isteklerini bir bir yerine getiriyorlar. Erdoğan’ın ABD haccından sonra, gelişmelerin yönü şöyle tarif edilmişti: “ABD’nin direktifleri şunlardır: Güney Kürdistan Kürtleri konusunda ABD’yi rahatsız etme, Kıbrıs’ta Annan planıyla masaya otur; İncirlik’e dair yeni ABD planlarını sindir, beklentileri karşılamaya hazır ol; Afganistan’a ve gerektiğinde Irak’a işgal birlikleri göndermede duraksama; AB içinde truva atı olma yolunda ilerle; ABD tekellerinin Türkiye’deki yağma faaliyetine gölge etme, taleplerini karşıla; (...)”
Güney Kürdistan ve Kıbrıs’taki gelişmeler vurgulandı. İncirlik’in kullanımı anlaşması bir yıl uzatıldı; Afganistan’a söz verildiği gibi 3 helikopter ve 56 asker gönderildi, 2005 Şubat’ında binlerce asker gönderileceği de taahhüt edilmiş görünüyor; AB yolunda ilerleme konusunda kararlılık sürüyor; bu temelde yeni bazı yasal-anayasal düzenlemeler yapıldı, Zana’lar bırakıldı, TRT’den anadilde yayın başlatıldı; ABD tarım tekeli Cargill’in istekleri yeni yasalar çıkarılarak yerine getiriliyor. Eğer NATO toplantısında kabul edilseydi, Irak’a gönderilecek uluslararası askeri güç içinde Türk burjuva ordu birliklerinin yer almasının “iyi olacağı” gerek başbakan, gerekse de Adalet Bakanı tarafından açıklanmıştı.
Emperyalizme bağlılığın IMF reçetelerine harfiyen uymak, Dünya Bankası talimatlarını yerine getirmek gibi başka sonuçları da sürüp gidiyor. Özelleştirme kervanına tren istasyonlarının eklenmesi, Dünya Bankası’nın 1 milyar dolarlık kredi karşılığında, tarımsal destek ve bankacılık yasası ile Ziraat ve Halk bankalarının özelleştirilmesine dair somut plan isteğini koşul olarak dayatması bunun yeni örnekleridir. Ayrıca Dünya Bankası, hükümetten emekli aylıklarının vergilendirilmesini, aylık bağlama oranının düşürülmesini ve emeklilik yaşının yükseltilmesini istedi. Asgari ücretteki komik artış ise IMF ve burjuvazinin direktifinin yerine getirilmesiydi.
Tayip Erdoğan’ın G-8 toplantısına çağrılması, Blair ve Bush’un Ankara teftişleri, İstanbul’da yapılan İKÖ bakanlar toplantısı ve elbette NATO toplantısının Türk burjuvazisi ve devleti için doğurduğu sonuçlar özel bir başlık altında ele alınmayı gerektiriyor.
Blair’in Ankara gezisi, tıpkı Bush’unki gibi, NATO toplantısına sunulacak yeni ABD-İngiliz planına destek istemekte cisimleşti. Kuşkusuz temel mesele Irak’a ve Afganistan’a asker gönderilmesiydi. Benzer bir film Bush teftişinde de de sahneye kondu. Farklar iki noktada yoğunlaştı: birincisi Bush’tan Güney Kürdistan’da HPG’ye karşı askeri harekata girişilmesinin istenmesi; ikincisi ABD için, ziyaretin, 1 Mart tezkere cezası affının resmi ilanı anlamı taşımasıydı. Blair ve Bush ziyaretleri Türk burjuva devletinin yeni yükümlülükler altına girmesi, fakat herhangi bir kazanım elde edememesiyle sonuçlandı. Bush, Erdoğan’a, Kongra-Gel hakkında farklı düşünmediklerini, fakat ABD askerlerinin HPG’ye savaş açacak durumda olmadıklarını, Irak direnişinin onları esir aldığını itiraf etti. Bush’un en büyük vaadi “yeni Irak hükümeti”nin bu sorunu ele alacağıydı. Nitekim kendini bile savunma yeteneğinde olmayan ajan Allavi hükümeti Kongra-Gel’i terörist örgüt olarak ilan etti.
G-8 toplantısındaki “demokratik ortak” komedisini bir yana bırakırsak, Türk burjuva devleti, NATO toplantısında da herhangi bir politik, askeri, mali veya ekonomik kazanım elde etmiş değildir. Aynı şey toplantı resmiyeti dışındaki ikili görüşmeler için de geçerlidir. Sermaye ve faşizmin elinde AB’ye giriş konusunda umutlandırılmak dışında bir şey kalmamıştır. Türkiye’nin ancak milyarlarca dolar ödenerek yapılabilecek ölçüde tanıtım imkanı bulduğu veya yakında gökten turist yağacağı içeriğindeki açıklamalar bunun itirafından başka bir şey değildir.
Bush’un, ABD emperyalizminin sömürgeci küstahlığını defalarca tekrarlayan tavırlarının, korunmasına dair avuç kontrolüne varan alçaltıcı uygulamaların ve İstanbul’un, Ankara’nın pek çok alanının halka yasaklanmasının işbirlikçilerin, faşist rejimin hanesine yazıldığı da burada kaydedilmelidir.
İKÖ Bakanlar Toplantısı ve İKÖ Genel Sekreterliğine ilk kez bir Türk’ün seçilmesi üzerine yapılan tantanalı değerlendirme ve açıklamalar da, psikolojik savaşa dayalı propagandadan öte bir değer taşımamaktadır. Gerçekte İKÖ, bırakalım dünyayı, İslam ülkeleri çerçevesinde bile yaptırım gücü olan, şu veya bu gelişmeye yön veren bir örgüt değildir. Sermaye hükümetinin gösterdiği adayın seçilmesinde ABD’nin oynadığı rol de ayrıca kaydedilmelidir. ABD, “model ülke”sini BOP süreci için mevzilendirmek yolunda böyle bir sembolik adım geliştirdi. Meselenin asıl önemi de bu noktadadır.
Son birkaç aylık süreçte karşıdevrim cephesinde hükümet ve ordu (her ikisinin etrafına kümelenen güçler çevreler) arasında ÖSS’de imam hatip liselerini (bu arada meslek liselerini de) normal liselerle aynı koşullara kavuşturmak için hazırlanan yasa taslağı üzerinde ciddi bir iç mücadele yürütüldü. Genelkurmay yazılı bir açıklama yaparak yasayı “cumhuriyet ve laiklik karşıtı” ilan etti. Üniversite rektörleri yasa çıkarsa toplu halde istifa edecekleri tehdidinde bulundular. İliştirilmiş gazeteci M. Ali Kışlalı, “bu meselenin Kıbrıs’a benzemeyeceği”ni hatırlattı. TÜSİAD hükümete yanlış hareket ettiğini söyledi. TÜSİAD Başkanı’na göre “meclis çoğunluğuyla toplumsal uzlaşma temsil edilemez. Gündemi korumak ve gemiyi rotada tutmak iktidarın görevi”ydi. Rektörler ve öğretim üyeleri yasa taslağına karşı birçok şehirde yürüyüşler yaptılar. (İstanbul’da Alemdaroğlu elebaşılığındaki yürüyüşe AKP hizasındaki polis teşkilatının tacizi dikkat çekiciydi.) Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, “bu ülke için gerekirse kan da can da veririz” açıklamasında bulundu. Eğitim-Sen ve kimi DKÖ’lerin imam hatipler ve laiklik ekseninde AKP-Ordu kamplaşmasında ordu cenahına yedeklenen bir pratiğe sürüklendikleri görüldü.
Hükümet tüm bunlara rağmen yeni yasayı burjuva meclise onaylattı. Fakat beklendiği gibi Sezer veto silahını kullanarak, yasayı iade etti. Karşıdevrim kampındaki bu iç mücadele, AKP’nin kendini ve hükümetin pozisyonunu çok güçlü hissettiği bir dönemde gelişmişti, fakat buna rağmen AKP daha ileri gitmeyi göze alamadı. Tayip Erdoğan, grup toplantısında “yasanın askıya alındığını” açıkladı. AKP’nin güç denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Ordunun faşist rejim içindeki ağırlığını koruduğu bir kez daha su yüzüne çıktı.
Aynı tipten, fakat simgesel temelde bir gelişme de Sezer’in NATO toplantısı süreci davetlerinde AKP’lileri eşsiz çağırmasıydı. Tayip Erdoğan, grup toplantısında “Türkiye’nin prestiji ve çıkarları” adına bunu da sineye çekti.
Bu arada, imam hatip lisesi mezunlarının polis meslek yüksekokulları ile polis akademisine girmesini engelleyen düzenleme Anayasa mahkemesince onaylandı. Böylece imam hatip mezunlarına polis olma yolu da kapanmış oldu.
Sermaye ve faşizm cephesinde, üç silah ihalesinin iptali, kayıt dışı gözaltı ve işkencede ortaya çıkan sistematik yükseliş, İsrail’e karşı yapılan açıklamalar ile bazı yasal ve anayasal değişiklikler dikkate alınması gereken diğer bazı konulardı.
Üç silah ihalesinin iptaliyle, başta, daha önce engellenen Fransa ve İtalya olmak üzere, Avrupalı emperyalistlere ihaleye katılma yolu açılmasının AB’ye giriş yönelimiyle uyumlu bir adım olduğu söylenebilir. Fakat bunda ABD-Ordu, Israil Ordu gerilimlerinin de belirli bir etkide bulunmuş olabileceği göz önünde tutulmalıdır.
Kayıt dışı gözaltı ve işkencede belirgin ve sistematik bir yükseliş yaşandığı son İHD raporunda da yer buldu. Diktatörlüğün bu yöntemi kullanmayı sürdüreceği anlaşılmaktadır. İç ve uluslararası kamuoyu bir süre önce Tayip Erdoğan’ın İsrail’e “ateş püsküren” konuşma ve açıklamalarını dinledi ya da okudu. İsrail’deki elçiyi “danışmalarda bulunmak üzere geri çağırmak” gibi bazı diplomatik tavırlarını izledi. Bütün bunlarda ordunun tavrının da hükümete büyük cesaret verdiği şüphesizdir. Genelkurmay sözcülerinden İlker Başbuğ, “İsrail-Filistin barışının sağlanmasının bölgenin bir numaralı sorunu olduğunu, bu ateşin yandıkça etrafına da yayıldığını, terörün kaynaklarının kurutulması için Filistin ve Irak sorunlarının en kısa zamanda çözümünün zorunlu olduğunu” beyan ediyordu. Doğrusu bütün bunlar ABD politikaları ve “model ülke Türkiye” “görevlendirmesiyle” uyumluydu. Fakat bazı gariplikleri de içermiyor değildi. Örneğin o ateş püsküren Erdoğan, henüz sözleri havada uçuşmaya devam ederken G-8 toplantısı için gittiği ABD’de Siyonist Ehud Barak ile görüşüp, Siyonist kurumlardan ödül almaktaydı. Ki, politik İslamcılığından tüm hayat hikayesi temelinde nedamet getirdiğini her vesileyle açıklayan Erdoğan “orta yolu bulmuş bir müslüman” olduğunu da yine ABD’de ilan ediyordu. Tartışmalar sürdüğü günlerde bir İsrailli bakan İsrail enerji firmasıyla Zorlu Holding arasında imzalanan 1 milyar dolarlık anlaşmaya katılıyor; bu arada halklarımız burjuva meclisin Filistin Dostları gruplarında 50, İsrail Dostları gruplarında ise 204 milletvekilinin yer aldığını öğreniyor; keza aynı süreçte aralarında Hanefi Avcı’nın da bulunduğu en üst düzeyden bir grup polis şefi “istihbarat eğitimi” için İsrail yolunu tutuyorlardı!
O halde İsrail’le yaşanan gerilimin gerçek nedenleri nelerdir? Hükümetin İsrail’e karşı çıkışlarını yönlendiren iki etken var: birincisi, ABD planı doğrultusunda, (bir Filistin “devleti”nin kurulmasına dayanan) yeni bir “İsrail-Filistin barışı” için arabulucu adayı olarak hazırlık; ikincisi ve güncel planda daha önemli olanı, İsrail’in Güney Kürdistan’da PDK ve YNK ile ilişkilerine tepki vermek, engelleyici bir baskıya dönüştürmek... İsrail’in Güney Kürdistan’da toprak satın aldığı, PDK ve YNK güçlerine askeri eğitim verdiği türden bilgiler, generalleri ve faşist sömürgeciliğin diğer güçlerini fena halde öfkelendirdi. Görülüyor ki, bu sorun çözülmediği sürece Türk burjuvazisi ve devleti İsrail’e karşı sivri bir dil kullanmaya ve onun bazı ayrıcalıklardan yararlanmasına engel olmaya devam edecek.
Ölüm cezasının Anayasa ve yasalardan tümüyle çıkarılması; DGM’lerin kaldırılması; ordunun RTÜK ve YÖK’teki temsiliyetlerine son verilmesi son birkaç ayın gelişmeleri içinde yer aldı. Sırada cezaların infazı yasasındaki, TCK’daki ve sendikalar yasasındaki değişimler var.
Anlamı üzerine yeterince konuşulmuş ve rejimin yönü bakımından öngörülmüş olan bu tip gelişmeler bakımından asıl sorun, açılan yeni alanın çok dar kalması, proletarya ve ezilenlerin ise bu durumu değiştirecek bir tutum geliştirememeleridir. Nitekim Barolar ve diğer hukukçu örgütleri cephesinden bile şuanda eski ağırlaştırılmış müebbet cezaların iptali konusunda kayda değer bir girişim görülmüyor. DGM’nin kaldırılmasının biçimsel değil, işlevsel olması için bir kitle baskısı uygulanamadı. Yerine kurulan mahkemeler bir kopyası olmasa bile, aynı omurga üzerine oturdu. Tıpkı bunun gibi yeni infaz kanunundaki tutsakların aleyhine hükümler veya yenilenmesine hazırlanılan sendikalar yasasında korunmak istenen faşist hükümler ya da TCK’daki aynı mahiyetteki düzenlemeler anlamlı bir kitle baskısı oluşturulamadığı koşullarda yürürlüğe giriverecek! Burjuvazi demokratikleşmiş olacak; buna karşın işçi sınıfı ve ezilenler ise, tıpkı hükümetin enflasyonu “mahvetmesi”nden olduğu gibi, bu demokratikleştirmeden de bir fayda görmeyecekler.
İşçi Sınıfı Ve Ezilenlerin Sesi Daha Gür Ve Daha Kararlı
Son birkaç aylık dönemde, proletarya ve halk hareketinde bir canlanma ve politikleşme gelişti. İşçilerin, emekçi memurların, gençlerin, kadınların özgün talepleri temelinde giriştikleri eylemler dışında, 1 Mayıs ve NATO toplantısı süreçleri önemli bir politik mayalanma yarattı.
Ekonomik-demokratik çerçeveden başlarsak, öncelikle vurgulamalıyız ki, işçi sınıfı saflarında toplu sözleşmeler hala bir dinamizm, ileri yürüme kaynağı olamıyor. İşsizlik terörü korkusu ve sendikaların sonuna kadar gitme konusunda güven vermemesi, işçileri, kötü toplu sözleşmelere teslim olma tavrına yöneltmeye devam ediyor. Özelleştirme saldırısına karşı Petrol-İş kolunda sınırlı da olsa süren sınıf dayanışması, sınıfın ve halkın genel-birleşik bir direnişine dönüştürülemedi. Buna karşın, ele aldığımız süreçte de, sendikal örgütlülük girişimlerini boğmak için uygulanan işten atma terörü ve yine aynı sonuca yol açan özelleştirme saldırısı karşısında tek tek kararlı ve fedakar mücadeleler geliştirildi. Bursa’da, Eskişehir’de, Antep’te, İstanbul’da sendikal örgütlenme haklarını kullandıkları için işten atılan; Samsun, İstanbul, İzmir, Malatya, Van, Manisa, Kocaeli gibi illerde özelleştirme ve işten atma terörüyle yüz yüze gelen işçiler, direnişlerle, yürüyüşlerle, yol kesme eylemleriyle, dayanışma geceleriyle saldırıları püskürtmeye çalıştılar. Özelleştirme mağduru 500 işçi Türk-İş Genel Merkezi önünde düzenledikleri eylemde, 20 aydır kandırıldıklarını söyleyerek Türk-İş yönetimi ve AKP’yi protesto etti. Aydın’da, Batman’da, Maraş’ta ve İstanbul Havalimanı’nda işçiler baskılara, angaryaya, düşük ücretlere, kötü çalışma koşullarına ve işten çıkarmalara karşı eylemler sergilediler.
İşçilerin öncü bölükleri 1 Mayıs’tan sonra, NATO toplantısına karşı mücadelede de politik tutumlar geliştirdiler. DİSK ve bağlı kimi sendikalar ile TÜRK-İŞ bünyesindeki bazı sendikaların ve sendika şubelerinin bu süreçte yer almaları ileri bir tutum oldu. Limter-İş’in NATO karşıtı değişik etkinlikleri, Belediye-İş’in NATO toplantısını protesto için iki saat iş bırakması, Deri-İş’in basın açıklaması, Yol-İş’in iş bırakması işçi sınıfı açısından değerliydi.
Emekçi memur eylemleri, ekonomik-demokratik zeminde ücret sorunu, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sürgün, ek ödenek gibi talepler etrafında yoğunlaşırken; politik planda 1 Mayıs’ın ardından Irak işgalini ve Ebu Gureyb işkencelerini protesto ile NATO’ya karşı eylemler temelinde sürdü.
13 Mart eylemiyle bir adım öne çıkan öğrenci gençlik, sonraki süreç boyunca YÖK ve ÖSS protestoları, sivil faşist saldırılar, devlet terörü gibi sorunlar etrafında yükselttiği mücadelesine, 1 Mayıs ve NATO toplantısına karşı eylemler zemininde belirgin bir politik ivme kazandırdı. Bu konudaki dolaysız eylemlerden başka, denilebilir ki, akademik-demokratik talepli eylemlerden, şenliklere değin her ileri adımı NATO’yu hedefleyen yönde şekillendirmeye yöneldi.
Emekçi kadınlar cephesinde de benzer tablolar oluştu.
Daha genel bir vurguyla ifade edersek, kitle hareketi son dört aylık dönemde, gerek 1 Mayıs, gerek NATO toplantısına karşı eylemler zemininde işçilerin, işsizlerin, gençlerin, emekçilerin, kadınların birleşik yürüyüşü biçiminde gelişti. DİSK’in ve KESK’in 1 Mayıs tutumlarından sonra, NATO toplantısına karşı mücadele içinde de yer almaları onlar bakımından ileri bir tutum sayılmalıdır. Yine İstanbul 1 Mayıs’ı ve NATO toplantısına karşı mitingin yurtsever hareketten bağımsız anlamlı bir nicelik düzeyine ulaşması üzerinden atlanmaması gereken bir diğer olgudur.
Bunlardan ayrı olarak bu yıl, 71 devrimci önderleri anısına yapılan eylem ve etkinliklerin dikkate değer bir canlılık ve yaygınlık taşıması; başkaca zayıflıklarına karşın 1516 Haziran yıldönümü etkinliklerindeki yaygınlık ve kabuğunu kırma arzusu hareketin gelişim yönü ve eğilimleri hakkında fikir vericidir.
44 il ve ilçede 1 Mayıs kutlamaları örgütleyen, İstanbul’da girdikleri irade savaşından kazanımla çıkan, antiemperyalist ve devrimci taleplerin 1 Mayıs’a damgasını vurmasını sağlayan işçi sınıfının ve ezilenlerin öncü, ileri bölükleri, NATO toplantısına karşı mücadelede istekli ve moralli oluşlarıyla dikkat çektiler. Savunma ruh halinden çıkış eğilimleri, örneğin eylemlere ve mücadele biçimlerine bakışta kendini ortaya koyuyor ya da 71’in devrimci ruhuna sempati de cisimleşiyordu. Kitlesel mitinglerin, devrimci kitle şiddetinin, mücadelenin askeri biçimlerinin, barikat direnişlerinin, sanatsal kültürel etkinliklerin, çok değişik biçimlerdeki yasal ve yasadışı sokak gösterilerinin kaynaştırılmış olmasına duyulan bu sempati yeni bir ruh halinin oluşmaya başladığını göstermektedir. Sayısız kent ve ilçede “NATO ve Bush karşıtı platform”lar kurulması, bunun mahallelere doğru taşınması daha büyük mücadelelere girişme arzusunun somut bir dışavurumuydu. Gerek dünya proletaryası ve ezilenleri adına, gerekse de Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının antiemperyalist ve devrimci talepleriyle yürütülen çalışmalar, Irak işgalinin önlenmesi eylemlerinden sonra en geniş birliğe ve en yaygın kampanyaya dönüştü. Yalnızca İstanbul’da polis 256 eylem kaydettiğini açıkladı. Mücadele süreci, geniş yığınlarda NATO’ya ve emperyalizme karşı antiemperyalist duygu ve düşünceler oluşturdu. Toplanan 1 milyon 400 bin imza da bunun ifadelerinden biriydi.
Adım adım büyüyen devrimci inisiyatif, “Gelme Bush” tipi sloganlarda cisimleşen geri, politik perspektifi zayıf anlayışları etkisizleştirdi. Marksist-Leninist komünistlerin Ankara’da hareketi bir adım ileri götürme hamle ve kararlılığı; İstanbul Okmeydanı’nda geliştirilen (Marksist-Leninist komünistlerin kitlesellikleri ve hazırlıklarıyla dikkat çektikleri) birleşik direniş; aynı günlerde peş peşe boy veren FESK’e ait politik kararlılık ve bir eşiğin ötesine geçişi yansıtan devrimci şiddet eylemleri ve DHKP-C’li bir devrimci savaşçının yaşadığı bomba kazası karşısındaki tutum devrimci, antifaşist ve antiemperyalist saflarda ayrıştırıcı oldu. Bu açıdan, küçük burjuva reformist hareketin ÖDP, TKP ve EMEP kesimi ve küçük burjuva ulusal reformist hareket kötü bir sınav verdi. Halklarımızın duygu ve düşüncelerinin çok gerisine düştüler.
Keza burada, NATO toplantısının protesto mu edileceği yoksa engellenmeyi mi çalışılacağı perspektifinde cisimleşen bir ayrışmanın da yaşandığı kaydedilmelidir. Görüldü ki, küçük burjuva reformist hareket bu konuda da protestoculuğun ötesinde bir bakış açısı ve iddiadan yoksundur. Fakat aynı şey büyük ölçüde devrimci hareket için de geçerlidir. Tıpkı 1 Mayıs öncesi olduğu gibi, NATO toplantısına karşı mücadele sürecinde de, devrimci harekette iddiasızlık, ufuksuzluk, içe dönüklük dikkat çekiciydi. NATO toplantısının engellenmesi yönündeki perspektif ve pratikte de Marksist-Leninist komünistler bir adım ilerideydiler.
Politik islamcıların bazı kesimleri Bush ve NATO karşıtı eylemlere katılsalar da genel olarak etkisizdiler. Camilerden çıkışta yapılan protestolar kısmi ve zayıftı. Bu, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki politik islamcı hareketin tarihi şekillenişi, toplumsal özellikleri ve politik gerçekliğiyle bağlı bir durumdur.
1 Mayıs ve NATO toplantısına karşı eylemler, öncü bölüklerden başlayarak, geniş kitlelere özgüven ve moral kazandırdı. Aynı biçimde onların savunma ruh halinden çıkışlarını da hızlandıracaktır.
Bir özgünlük, elbette önemli bir özgünlük olarak belirtmeliyiz ki, coğrafyamızda NATO ve Bush’a karşı geliştirilen eylemlerin, dünyanın değişik köşelerindeki bu tip gösterilerden en önemli farkı, komünistlerin, devrimcilerin, antiemperyalistlerin damgasını taşımasıydı.
Sömürgecilik Dillerin Varlığına Boyun Eğdi, Haklarını Reddediyor
TRT Yönetim Kurulu aracılığıyla uzun dönemdir engellenen “yerel dil ve lehçelerde yayın” kararı, hükümetin uluslararası isteklere dayalı baskısı temelinde uygulandı. Kürtçe’yi örtmek için, bir başka ifadeyle Kürt ulusal mücadelesi sayesinde Çerkesce, Boşnakça, Arapça dillerinde de yayınlar yapıldı. Kuşkusuz inkar, asimilasyon ve imha çizgisi bakımından bu niteliksel bir darbeydi. Hem de, Kürtçe demek yerine “Kırmancı” ve “Zazaca” adı altında “mahalli lehçeler” imajı yaratılmak istenmesine karşın!
Kimi Boşnak ve Çerkes dernekleri aracılığıyla gericiliğin örgütlenmesine, “biz azınlık değiliz, ayrı dillerde yayın talebimiz yok” vb. açıklamalar yaptırılmasına karşın, Lazların, Abhazların ve Çingenelerin yayın talebi, bir demokratik hakkın kullanılması isteğinin ateşlendiğini gösteriyordu. Böylece faşizmin psikolojik savaşı boşa çıktı.
İnkarın iflasının resmi itirafı bakımından çok önemli ve Türk halkımızdaki şovenizmin çözülmesinde belirli ölçülerde katkıda bulunabilecek olan TRT yayınları, yerel tv ve radyolara konulan yayın yasağı ve çok sınırlı bir süreye sıkıştırılmışlık nedeniyle Kürt halkına, “git para ver dilini öğren” diyen dershane mantığının, tv-radyo versiyonuydu. Herhangi bir saatte, istediğiniz herhangi bir kanaldan, tercih ettiğiniz bir programı değil, sömürgecilik tarafından belirlenen gün ve saatlerde, onun uygun gördüğü konularda “mahalli lehçe”nizde yapılan yayınları izleyebilir, dinleyebilirsiniz! Çünkü siz bir ulus, halk veya azınlık mensubu değil, alt kimliği Kürt olan, büyük Türk ulusuna mensup Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarısınız!
O nedenledir ki, Kürt çocuklarının dillerini öğrenme ve Kürt insanının dilini geliştirme hakkı yok; tek tek arzu eden Kürt bireylerinin para verip ana dilini öğrenme, yine vaktini-saatini denk getirip kendi dilinde yapılan bayat haber programlarını dinleme hakkı var!
Fakat nihayetinde, Kürtçe lehçeler ve de Boşnakça, Çerkezce, Arapça yayın yoluyla görülmüştür ki, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da Türkçe dışında diller ve elbette bu dillerin tüm hak eşitliği sorunu vardır. Artık kavga, “var”ın, “yok”un ötesinde haklar zemininde yüreyecektir.
Kürt ulusunun DEP’ten burjuva meclise yolladığı milletvekillerinin 10 yıllık hapislikten sonra ve mahkemenin kalan kısa süreyi de yatmaları kararına rağmen, Yargıtay süreci içinde serbest bırakılmaları, sermaye ve hükümetin AB yolundaki engelleri kaldırma ve Leyla Zana’lar kanalıyla Kürt halkı içinde sömürgeciliğe rıza üretme beklentisinin ürünü oldu.
MHP, kontrgerilla güçleri ve kimi şovenist çevreler, “mahalli dil ve lehçelerde yayın” konusunda olduğu gibi, Kürt milletvekillerinin bırakılması nedeniyle de ırkçı, şovenist, asimilasyoncu kinlerini kustularsa da, Türk halkımızdan umdukları desteği bulamadılar. Şovenizmi kışkırtma ve ayaklandırma tutumu son olarak da Leyla Zana, Hatip Dicle ve Tuncer Bakırhan’ın Amed mitingindeki konuşmaları vesilesiyle başlatıldı. “Hadlerini aştılar”, “demokratik sabır taşmak üzere”, “bu memleket sahipsiz değil” gibi ulumalar ve tehditlerle tam bir psikolojik savaşa giriştiler. Serdar Turgut türünden burjuva liberal geçinen bazı şarlatan köşe yazarları da dahil, geniş bir cepheden demagoji ve ırkçı söylemlere dayalı yaylım ateşine başladılar. Fakat hüsrana uğradılar. Gördüler ki, Türk halk yığınlarını şovenist reflekslere sürüklemek kirli savaş koşullarındaki kadar kolay değil.
Türk burjuvazisi ve medyası ise koro halinde Leyla Zana’larm şahsında yeni bir liderlik ve merkez yaratmak; onları ilk temel adım olarak silahlı savaşıma cepheden tavır alan bir konuma itmek; sonraki süreçte de ulusal kitleler içinde sömürgeciliğe rıza üreten bir rol oynamalarını sağlamak için şiddetli bir psikolojik ve ideolojik kuşatma geliştirdi. Bu AKP’nin mantığını deşifre edecek biçimde, “bir elimizde demokratik haklar, birinde sopa var; birincisinin kıymetini bilmez, silahlı savaşıma açıktan tavır almaz, sömürgeciliğe rıza üretmezseniz sopayı kullanırız” tehditleriyle el ele gitti. Söz konusu ağır psikolojik ve ideolojik cendere, bir ölçüde de AB bağlamındaki beklentiler (ki bunların Abdullah Gül ve bazı Kürt çevreleriyle görüşmelerde üretildiği tahmin edilebilir) Leyla Zana’ya tek taraflı “ateşkesin hiç değilse altı ay daha uzatılması” çağrısını yaptırabildi.
Bütün bunların dışında, sömürgeci faşizmin Kürdistan dağlarında HPG’ye karşı bahar aylarından itibaren yoğunlaştırdığı saldırılar şiddetlenerek sürdü. 1 Haziran’dan sonra, gerillanın varlık hakkını daha etkin savunmaya başlaması, sömürgeci ordu birliklerinin kayıplarını da yoğunlaştırdı. Bunun yarattığı kimi endişe yüklü tartışma ve gerilimler sömürgeciliğin medyasına yansısa da, temel propaganda çizgisi, “sizi nasıl yendiğimizi unutmayın; bu kez çok daha ağır biçimde ezeriz” oldu. “Demokratik tövbe”yi ve “Türkiye’nin sabrının bir daha sınanmamasını” emrettiler. Zorunlu göçler, yanan köyler, faili meçhul adı verilen kontrgerilla cinayetleri, işkenceler hatırlatıldı. Kürt halkımızdan “şu huzur dolu günlerin kıymetini bilmesi” istendi. Genelkurmay Başkanı, “kafa karıştırıcı söylemlerin bir işe yaramayacağını, bölücülük ve sinsi irticayla mücadelenin kararlılıkla süreceğini” açıkladı. Genelkurmay İkinci Başkanı ve ordu sözcüsü İlker Başbuğ, Kürt milletvekillerinin mitinglere katılımlarını, Kürtçe konuşmalarını, bazı ulusal demokratik talepleri dillendirmelerini sömürgeci faşist kinle hatırlattı ve buna engel olmayan bürokrasiyi azarladı. Kürt gerillalarıyla ilgili ordunun bildik tehdit ve değerlendirmelerini tekrar etti.
Son zamanlarda tüm bunlara bir de, kontrgerillanın psikolojik savaş harekatı olarak Kürdistan’daki politik İslamcı ve diğer gerici güçlerin seferber edilmeye çalışıldığı “HPG’yi ve eylemlerini kınama” yürüyüşleri komedisi eklendi. Bunda ısrar edileceği ve dinsel gericiliğin etkisi altındaki kitlelerin bir dönem de böyle kullanılacağı görülüyor. Buna silahsız koruculuk hareketinin geliştirilmesi de diyebiliriz.
Newroz’dan sonraki süreçte sömürgeci faşist terör çeşitli biçimlerde ve yaygın olarak sürdü. Mitinglerde kimlikleri kamerayla kaydetme rutin bir hal alırken, Van’ın dört ayrı ilçesinde köylüler fotoğrafları çekilerek fişlendiler. Gözaltı ve tutuklama terörü yoğunlaştı. Hakkari’ye bağlı Bay köyünde özel timcilerin ölen köpeklerini köy mezarlığına gömmeleri ya da 33’lerin katili M. Muğlalı’nın adının kışlaya verilmesi gibi örnekler de, ırkçı-sömürgeci mantık ve ruh halinin vardığı noktalar bakımından önemlidir.
Son birkaç haftadır Öcalan’la görüşmelerin engellenmesi vurgulanan gerçeklerle birlikte düşünüldüğünde sömürgeciliğin “dönem politikası” daha iyi anlaşılacaktır. Kuşkusuz, Talabani’nin Ankara’da Kongra-Gel’in üç parçaya bölündüğü açıklamalarına girişmesi; Güney Kürdistan’da ise, tek taraflı ateşkesin bozulması kararının İmralı’dan verildiğinin 17 üst düzey Kongra-Gel yöneticisi tarafından kendisine söylendiği beyanatında bulunması; PDKve YNK’nın bir parçası olduğu işbirlikçi kukla hükümetin ilk karar olarak KongraGel’in terör örgütü olduğu ilanı ve Kongra-Gel’e karşı silah kullanılacağı, bu konuda Türkiye ile birlikte hareket edecekleri açıklamaları önümüzdeki sürecin nasıl bir atmosferde gelişeceğinin başka bazı verileridir.
Görünen o ki, sömürgecilik, gerilla faaliyetinin ciddiliğinden kuşku duymuyor ve onunla kısa sürede sonuç alamayacağını düşündüğü bir savaşa hazırlanıyor. Bu açıdan, Genelkurmay’ın medyadaki borazanlarının ve genel olarak sömürgeciliğe politika üretme iddiasındaki yazarların uyarıları aynı noktada toplanıyor: savaşı yürütürken Kürt halk kitlelerini karşınıza almayın, onu kazanın. Kirli savaş yıllarının bu temel dersini unutmayın! Ordu, savaşı kazanmak için bunu dikkate alsa bile, şekillenişi, kirli savaş yıllarında oluşmuş alışkanlıkları ve sömürgeci faşist ruh hali yine katledilen gerillaların kulaklarının kesilmesi vb. biçimlerde kendini ortaya koyuyor. Çatışma alanlarından başlayarak halka zulüm yine hızla yaygınlaşıyor.
Gerilla İmha Ve Tasfiyeye Karşı Direniş Hakkını Kullanıyor
Küçük burjuva reformist ulusal hareket içinde Newroz sonrası iki önemli gelişme yaşandı. Birincisi, 1 Eylül 1998’den itibaren sürdürülen tek taraflı ateşkesin sona erdirilmesi, ikincisi ise, Osman Öcalan yönetimindeki bir grubun Kongra-Gel’den kopuşunu kesinleştirmesiydi. Kürt halkının DEP’ten burjuva meclise gönderdiği, sömürgeciliğin ise hapishaneye atıp 10 yıl tutsaklık yaşattığı Leyla Zana’ların serbest bırakılmak zorunda kalmaları ve Kuzey Kürdistan seferleri Kürt halkı açısından diğer önemli gelişmeydi.
5 yıl sürdürülen ve bu sürede 500 gerillanın şehit düştüğü tek taraflı ateşkesin sona erdirilmesinin, uzun bir tartışmanın ürünü olduğu Murat Karayılan’ın açıklamalarından anlaşıldı. Karayılan, Leyla Zana’nın Amed’den yaptığı “ateşkesin hiç olmazsa 6 ay daha uzatılması” çağrısını değerlendirirken, bunun el yordamıyla alınmış bir karar olmadığını, meselenin iki yıldır tartışıldığını vurguladı. Bu, Kongra-Gel’de seçimler öncesi kamuoyuna yansıyan iç gerilimin zeminini de ortaya koymaktadır. Ateşkesin bitirilmesi kararının Kongra-Gel’in Olağanüstü Kongresi’nde alındığı, HPG’nin, sürecin gelişimine göre devreye sokacağı değişik taktik planlara sahip olduğu; savunmayı etkin biçimde ve hesap sorma hakkını kullanarak uygulayacağı görülmektedir.
Somut ve kayda değer ulusal demokratik talepler ileri sürülerek sona erdirilen tek taraflı ateşkesin ilk önemli sonucu, ABD’yle birlikte ve silahsızlanarak yürüyelim diyen Osman Öcalan ve grubunun Kongra-Gel’den ayrılması oldu. Bunun, bir bakıma iltihabın patlaması ve irinin vücudun dışına akması gibi, Kongra-Gel bakımından hayırlı bir durum olduğu teslim edilmelidir. Talabani’nin Ankara’da yaptığı açıklamalardan anlaşılan o ki, Osman Öcalan grubunun YNK’yla sıkı bağları var, ancak, bu ikinci firardan sonra ABD himayesinde yaşamaktadırlar. Hem ABD’nin, hem de sömürgeciliğin Osman Öcalangiller üzerine Kongra-Gel ve HPG’nin tasfiyesinde yararlanma planları yaptıkları aşikar. Ne var ki planların ayrı yollar ve biçimler içerdiği de bir gerçek. ABD’nin eğilimi Talabani’nin “genel af” çağrısında somutlandı. Sömürgeciliğin eğilimi ise Amed’de çıkarılan gıyabi tutuklama kararında dışa vurdu.
Tek taraflı ateşkesin sona erdirilmesinin ikinci sonucu, sömürgeciliğin askeri kayıplarının hızla artması; Kürdistan’daki devlet baskılarının ve yasakların buna paralel bir yoğunlaşma göstermesi; kirli savaş yöntemleri ve sonuçları hatırlatılarak Kürt halk kitlelerinde kaygı, korku yaratma ve gerillayla duygusal bağını zayıflatma, koparma doğrultusundaki sömürgeci propagandalar; yine aynı amaca endeksli Kongra-Gel’in tek taraflı ateşkes kararını ve HPG’nin eylemlerini kınama gösterileri örgütleme vb. oldu.
Üçüncü sonuç, burjuva reformizmine yakın duran küçük burjuva reformist ÖDP’de somutlandığı, çeşitli ilerici aydın çevrelerin de bir parçası oldukları, silahlı direniş ve silahlı kurtuluş hakkına karşı, sömürgeciliğin yedeğinde, gerici tepkiler ve tutumlar geliştirilmesidir. Çatışmalar alevlenip, burjuva ordunun kayıpları arttıkça bu tutum daha fazla gelişecek, dal budak salacaktır.
HPG’nin silahlı savunma veya direniş hakkını daha etkin kullanmasının gerek güçleri ayrıştırma ve birleştirmede; gerekse de güç biriktirmede önemli bir rol oynayacağı görülmektedir.
Yeni bir ateşkes için ileri sürülen talepler, Kürt gerçeğini bireysel düzeyde kabulden, kolektif düzeyde kabule zorlayan, ulusal demokratik kazanımları geliştirip hukukileştirmeyi amaçlayan yapıdadır.
Leyla Zana’ların katıldığı mitingler, kitlesellik, ulusal coşku, kazanma duygusu gibi açılardan yeni bir düzeydi. “Ateşkes’in altı ay daha uzatılması” örneğindeki hatalara, “borsa tavan yapsın” türü trajik çiğliklere ya da sömürgeciliğin Genelkurmay Başkanı’na seslenirken kullanılan, Kürt halkımızın hak etmediği ve öfkelendiren üsluba karşın, Kürt milletvekillerinin, ulusal gerçeklik, Öcalan, Kongra-Gel, silahlı direniş güçleri gibi konularda meşruiyeti sahiplendikleri görüldü. Kendi üzerlerinden oynanmak istenen oyunu fark edip, sömürgeciliğin tuzaklarına yem olmamak konusunda kısa sürede uygun refleksler sergilemeleri ve burjuva medyanın projektörleri altından çekilmeleri de (kuşkusuz bunda NATO toplantısının da büyük etkisi oldu) olumlu bir tutumdur.
Bütün bunların dışında, ulusal hareket, Kuzey Kürdistan’da da 1 Mayıs’ta kutlamalarına dikkat çekici ölçüde ilgisizdi. Kürdistanlı komünist, devrimci ve ilerici güçlerin yer aldığı 1 Mayıs yürüyüş ve mitingleri belirli kentlerle sınırlı kaldı. Katılım genel olarak zayıftı. Sorumluluğunu esasen yurtsever emekçi memurların üstlendiği ve Kürdistan’ın içlerinde düzenlenen mitinglere katılım ise adeta sembolik kaldı.
Aynı durum NATO toplantısı sürecinde de görüldü. Küçük burjuva ulusal reformist hareket NATO toplantısına karşı sessiz ve ilgisizdi. Protesto etmek gibi bir düşünce bile taşımadığı açığa çıktı. İstanbul mitingindeki sembolik katılım bu gerçeği değiştirecek bir özellik taşımamaktadır. Keza ulusal günlük basın NATO toplantısı sürecinde halklarımızın acılarının, öfkesinin ve mazlum halklarla dayanışma duygusunun ateşlediği bombalama eylemleri hakkında attığı manşet ve yaptığı yorumlarla sömürgeci faşişt demagojiye eklemlendi. Ölüm orucunda zorla müdahaleye karşı bedenini ateşe vererek şehit düşen iki devrimci savaşçıyı sahiplenmek, faşizme askeri eylemle yanıt vermek üzere yola çıkan DHKP-C’li genç devrimcinin iradesi dışında otobüste patlayan bombayı ve FESK’in, Bush’a tashih edilmiş Hilton oteline yönelik bombalı saldırısını “NATO tipi eylem” ve “terör” olarak niteleyebildi. Kuşkusuz bunlar her şey bir yana kendi tarihine hakaret etmekten başka, bugün silahlı savunma hakkını kullanmakta olan Kürt gerillalarına da hakarettir. Düşkünlükten başka bir şey de üretmez.
Hayat hükmünü yürütüyor. Açıklıkla ifade edebiliriz ki, ABD ve AB’ye bağlanmış açık ya da örtük umutların; sömürgecilikten değişik beklentilerin gerçekler tarafından ağır biçimde cezalandırılacağı bir sürecin içindeyiz.
ABD’nin Irak işgali sonucu, Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt ulusal hareketinin elde ettiği konum Kuzey Kürdistan’daki Kürt hareketini etkilemeyi, yeniden saflaştırmayı sürdürüyor.
KNK 5. Genel Kurulu’nun başarısızlığı; Osman Öcalangillerin tutumu ve son olarak da Mahmut Kılınç, Cemil Gündoğan, Nejdet Buldan, Recep Maraşlı, Sıraç Bilgin, Selim Çürükkaya ve Ayhan Çiftçi gibi 76 ismi “Kürt aydınları” yaftasıyla bir araya getiren açıklama bunun son örnekleridir.
Osman Öcalangiller açıklamalarında şöyle diyorlar: “Şoven, dar milliyetçi, dinci ve dogmatik klasik sol hareketle birlikte “antiemperyalizm” bayrağını kaldırarak bölgenin otoriter ve halkların çıkarına olmayan anti-demokratik sistemi koruyorlar. Denilebilir ki bütün statükocu güçler aralarındaki çelişki ve çatışmaları bir tarafa bırakarak uluslararası müdahaleye karşı “kutsal savaşa” girmiş durumdalar. Uluslararası güçlerin demokrasi ittifakına karşı bölgenin milliyetçi, dinci ve klasik sosyalist güçleri egemen statüyü koruma ve sürdürme ittifakını kurmuşlardır.”
“İmkan ve olanaklar özgürlüğe kavuşmak için bu kadar elverişliyken hiç kimsenin hangi gerekçe ve ne adına olursa olsun halkımıza tekrar acı dolu günleri ve yılları yaşatmaya hakkı yoktur. Günümüz koşullarında uluslararası müdahaleye karşı olmanın halklarımız yararına sonuçlar doğuracağı kanaatinde değiliz.”
“Klasik sol çizgideki ulusal kurtuluşçuluk geniş toplumsal dinamikleri işlevsiz bırakmakta Kürt halkı adına demokratik siyasal mücadelenin gelişmesini engellemektedir.”
“Irak’ta demokratik bir rejimin kuruluş çalışmalarına ve Türkiye Hükümetinin demokratikleşme çabalarına destek verilecek, İran ve Suriye’deki rejimlerin aşılması ve demokratik açılımların sağlanması doğrultusunda çaba gösterilecektir.”
57 “Kürt aydını” ise şunları söylemektedirler: “Amerika’nın, Irak’a müdahalesi, Güney Kürdistan’da Kürt Halkı için önemli kazanımlar yarattı... Türkiye’de yeni bir siyasi tablo ortaya çıktı, AKP hükümeti, Avrupa Birliği’ne tam üyelik amacıyla bazı yasal düzenlemeler yaptı. Diğer taraftan, bu konseptin sonucu olarak PKK kendi içinde ciddi zorlanmalar yaşadı ve örgütsel dağılma aşamasına geldi. Öcalan’ın örgüt içindeki “tartışmasız lider” pozisyonu tartışmalı bir hale geldi.
“Bu siyasal gelişmelerden rahatsızlık duyan derin devlet sürece bu savaş kararıyla müdahale etmek istemektedir. Militarist güçler, yeniden Türkiye’de tek belirleyici güç olmak istemektedir. Güney Kürdistan’daki kazanımları yok etmek ve Kürt Halkının geleceğini karartmak için, buraya müdahale zemini yaratmaya çalışmaktadır. Nitekim, savaş kararının alındığı mekan Türk Genel Kurmayı’nın kontrolündedir.”
“Bu savaş; taşıdığı amaç ve hedefleri açısından kabul edilemezdir. Bu savaşın tek tarafı ‘Türk derin devleti’ olacaktır.”
“Bu amaçsız savaşa karşı olan bütün güç çevreleri; ortak bir program dahilin de hareket etmeye çağırıyoruz.”
Kürt ulusuna dair demagojilerini ve komplocu şarlatanlıklarını bir yana bırakırsak bu aşağılık ve tiksinti veren açıklamaların Ortadoğu’da direnen mazlum halklara karşı ABD emperyalizmini desteklemek; proletarya ve ezilenlerin köleleştirilmesini vaaz etmek; Barzani-Talabani hareketinin ABD işbirlikçiliği ve Ebu Gureyb işkencelerini savunma temelinde Kürt ulusuna sürdüğü lekeyi koyulaştırmak ve tıpkı sömürgecilik gibi HPG’nin tasfiyesine çalışmak dışında bir anlam taşımadığı açıktır.
Kongra-Gel ve HPG bağlamında son önemli gelişme ise, sömürgeciliğin Kuzey’de yürüttüğü saldırılarına İran ve Suriye’nin sunduğu güncel destektir. Güney Batı Kürdistan’daki devlet teröründen sonra, Doğu Kürdistan’da Kürt gerillalara karşı yürütülen saldırılar, üç sömürgeci devlet arasındaki görüşmeler ve Türk burjuva sömürgeciliği ile Talabani ve kukla Irak hükümeti arasındaki anlaşmalar bunun ifadeleridir. Kuşkusuz bölgenin ilerici işçi ve halkları bu uğursuz sömürgeci ittifakın karşısında olacaklardır.