Sovyet sosyal emperyalizminin çöküşüyle patlak veren milliyetçi çatışmalar ve boğazlaşmalar, emperyalist burjuvazi tarafından ulusların federal, siyasi özerklik gibi yönetsel haklar elde etmelerinin kaçınılmaz sonucu olarak propaganda edildi. Bu ülkelerdeki milliyetçi boğazlaşmalar, büyük ölçüde yerel burjuvaziler ve Batılı emperyalist burjuvaziler tarafından gerçekleştirildi ve kışkırtıldı. Böyle olmasına rağmen, geçmiş on yıllarda ulusal kurtuluş hareketlerinden büyük darbeler yiyen emperyalizmin ideologları, bu durumu, emperyalist-burjuva köleci barışı dayatmanın ideolojik aracı olarak kullandılar.
Bu durum dünya çapında küçük burjuva devrimci ve reformcu hareketleri de etkiledi.
Yanı sıra bu durumu önceleyen on yıllarda emperyalist sömürgecilik sisteminin çöküşü, ulusal kurtuluş devrimlerinin bir dönemini sona erdirmişti. Yeni dönemde, emperyalist bağımlılık ve sömürüye karşı mücadele, giderek kapitalizme karşı mücadeleyle daha çok kaynaşmış bir sorun olarak gündeme gelirken, emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadele doğrudan ulusal kurtuluş devrimi olarak, yeni dönemde emperyalist işgale uğrayan ülkelerde gündemleşiyor. Geçen dönemde emperyalist ilişkiler sisteminin bir parçası olarak gündemde olan yenisömürge çokuluslu ülkelerde ilhak altında ve sömürge uluslar ise kurtuluş mücadelelerini sürdürüyor.
“Ulusal Hareketler Artık Gerici” Mi?
Emperyalist ve “çokuluslu yenisömürge” ulusların ara sınıfları, ezilen-sömürge uluslarına karşı potansiyel olarak sosyal şovenlerdir.
Bu nesnel koşullardan kaynaklanır. Birincilerde, işçi aristokrasisi, eğitimli küçük burjuvazi ve küçük mülk sahipleri, emperyalist burjuvazinin sömürgelerden edindiği azami kârdan aldığı kırıntılar sayesinde elde ettiği iyi yaşam koşullarını, “elindeki cenneti, kaybetmemek isteği onları büyük oranda ezilen-sömürge uluslarının bağımsızlaşmasına karşı sosyal şoven bir gericiliğe, inceltilmiş şovenizm savunusuna iter. Ancak ’60’lı ve ‘70’li yıllar dünya devrimci dalgası, onu önceleyen antifaşist devrimlerin büyük zaferinin devam eden etkileri, özellikle eğitimli küçük burjuvazi arasında, emperyalist sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş devrimlerini destekleme eğilimini güçlendirmişti. Dünya devrimi dalgasının geri çekilmesi, ’90’larda uluslararası yeni koşullarla birleşince, bu antiemperyalist eğilim giderek zayıfladı.
Emperyalist ülkelerin eğitimli küçük burjuvazisi içinde de emperyalist burjuvazinin liberal şovenizmine bağlanma ’90’lı yıllar boyunca egemen eğilim haline geldi.
Yenisömürge çokuluslu ülkelerde ise, egemen ulus küçük burjuvazisi, proleter ve komünist hareket güçsüz olduğu sürece potansiyel olarak sosyal şovenizme eğilim duyar. Kendi ulusunun burjuvazisiyle olan bağları, ulusal duyguları nesnel olarak burjuvazisinin yedeğine sürükler. Bu ülkeler küçük burjuvazisinin reformcu hareketlerinin -devrimci yükseliş dönemleri dışında- genellikle kaba veya inceltilmiş şovenizmi buradan gelir.
Emperyalist toplumsal yıkıma karşı başlayan enternasyonal kitle hareketi, henüz devrimci bir dalgaya dönüşmediği ve enternasyonal proleter ve komünist hareketin yükselişiyle henüz birleşme- diği, dünyada devrimci bir dalga henüz yeterince gelişmediği bugünkü koşullarda, geçmişte komünist hareketten etkilenen küçük burjuva reformcu ve devrimci örgüt ve aydınlar, yeni koşullarda bu soruna ilişkin de ideolojik kargaşalığa ve sosyal şovenizmin etki alanına girdiler. Bu kimilerini kaba bir şovenizme kimilerini ise sosyal şovenizme itti. Geçmişte pek çoğunun hatırı sayılır bir antiemperyalizm ve pek çoğunun ise tutarlı demokratik devrimci görüşlerini bilenler açısından, bu durum bazen izahı zor olan bir sorun haline bile geldi, gelmeye devam ediyor.
Kaba şovenizme batanların teorik görüşlerini uzun boylu ele alıp irdelemek, bilimsel bir tartışma açısından hiç de gerekli değil. Vurgulu değinmelerle geçmek yeterli olacaktır. Türkiye’de Aydınlık-İşçi Partisi, emperyalistlerin Kosova savaşında Sırbistan’da toplanan ve Sırp milliyetçiliğini destekleme deklarasyonu yayınlayan revizyonist partiler, bunun en sivri örnekleri. Aydınlık-İşçi Partisi, yenisömürge çokuluslu ülkelerde, ezilen ulusların mücadelesini, “emperyalizmin oyunu” ilan etti ve bunlara karşı, gerek eski sosyal-emperyalist bloka dahil, gerekse ABD ve Batılı emperyalizme bağımlı egemen ulus burjuva devletlerini açıktan ve kaba şovenist teori ve sloganlarla destekledi. Bu ülkeler içindeki ezilen- sömürge ulusların, eşiklik ve özgürlüğünü savunmak bir yana, reformlar yapılmasına bile şiddetli karşı durdu. Faşist, gerici, ABD uşağı devletleri savunmaktan geri durmadı. Çıplak şoven gerici bu tutumu, “emperyalist küreselleşme ulusal devletleri berhava ediyor, o halde yenisömürge devletleri savunmak antiemperyalist devrimciliktir”, üç dünyacı “devletler bağımsızlık istiyor” tezleriyle haklı ve etkili kılmaya çalışıyor. Sosyal şoven hareketlerin, nirengi noktası olan kendi burjuvazisinin şovenist çıkarları karşısında iyice şovenistleşiyor; Kürt ulusal sorununda, kısmi reformlarla düzeniçileşmeyi hedefleyen KADEK/KONGRA-GEL’in imhasını şiddetle savunuyor, Güney Kürdistan’a ilişkin faşist diktatörlüğün kırmızı çizgilerini hararetle destekliyor; Kıbrıs sorununda Denktaş’ı destekleyerek işgalciliği savunmada MHP’yle yan yana başı çekiyor vs.
Emperyalist ülkelerde, Marksizm iddialı olmayan reformcu hareketler, örneğin yeşiller hareketi, emperyalist burjuvazilerin ulusal devrimleri reformlarla sonlandırma taktiklerinin hararetli savunusunun yanı sıra, 1. Körfez Savaşı’nda görüldüğü gibi emperyalist birliğin baş destekçileri içinde yer alıyor, ya da herhangi bir emperyalist işgale karşı çıkıyorlarsa kendi burjuvazilerinin emperyalist çıkarları bunu gerektirdiği için yapıyorlar.
Yukarıda sözünü ettiğimiz bugünkü koşullarda devrimci ve marksist olma iddiasındaki küçük burjuva örgüt ve aydınlar da, ezilen ulusların mücadelesine karşı sosyal şovenizmden değişik derecede etkilendiler. Sosyal şoven tezler ileri sürdüler.
Bunlardan Demir Küçükaydın, bugünkü koşullarda ulusların kaderlerini tayin hakkının artık gericiler tarafından savunulduğunu ileri sürüyor, buradan hareketle bu tezi proletarya ve marksistlerin reddetmesi gerektiğini vurguluyor.
Bu tezini ulusal hareketlerin devrimci potansiyelini sona erdirdiğini ve ayrılmanın artık çokuluslu ülkelerde gelişkin egemen sınıf burjuvazisine yaradığı analizine dayandırıyor. Önce analizden başlayalım.
Antifaşist devrimlerin büyük zaferinin yol açtığı antisömürgeci devrimler dalgasının sonucu emperyalist sömürgecilik çöktü. ’70’li yıllar artık, Afrika kıtasındaki Portekiz sömürgelerinin kurtuluşu ve Vietnam ulusal kurtuluş devriminin zaferine tanıklık ediyordu. Emperyalist sistem, bunu yenisömürgecilik manevrasına dönüştürmeye girişti. Proleter devrimle bağlanmamış olmaları nedeniyle belirli ölçüde bu manevra başarıya ulaştı. Ancak ABD ve SB arasındaki dünya hegemonyası için siyasi-askeri rekabet bu manevranın, Batılı emperyalistlerce hedeflenen ölçüde başarıya ulaşmasını engelliyordu. Sosyal-emperyalizmin çöküşü, yenisömürgecilik sisteminin ’90’lı yıllar boyunca, ulusal kurtuluş devrimi yaşamış uluslar, hatta Vietnam da dahil, bütün dünyada çıplak egemenliğinin gerçekleşmesine elverişli koşullar yarattı.
Yenisömürgeci sistemde, askeri, siyasi, ekonomik, mali bağımlılık artmasına, mali ve ekonomik kölelik yoğunlaşmasına rağmen, görünüşte de olsa artık kendi ulus devletleri vardı. Dolayısıyla artan emperyalist sömürü ve boyunduruğa karşı mücadele, artık doğrudan ulusal kurtuluş sorunu olmaktan çıkmış, kapitalizme karşı mücadeleye bağlanmıştır. Ulusal hareketleri duygular, sloganlar, mücadeleler; eğer emperyalizme karşı darbe vuracak, işçi emekçi hareketinin politik gelişmesine yol açacak rol oynuyorsa ilerici, oynamıyorsa, gericidir. Çünkü, bu rolü oynamıyorsa, ya komşu uluslarla milliyetçi çatışmaların, varsa ezilen ulusun veya ulusal topluluklarının, kendi burjuvazisince baskı ve boyunduruk altında tutmanın, dahası kendi burjuvazisinin işçi, emekçi hareketini önlemede gericilik kaynağı olan ideolojik motif işlevini görüyordur. Bunu en son Malezya’da Mahatir Muhammed’in ’97 ekonomik krizinde, işçi emekçi hareketinin patlamasını önlemede emperyalizme karşı sloganlarla ulusal duyguları nasıl kullandığını bariz biçimde gördük. Ya da, Türk egemen sınıflarının, milliyetçiliği, Türk işçi ve emekçilerinin zehirlenmesinde, gerek Kürt gerekse Kıbrıs sorunlarında ve gerekse de Yunanistan’la süreğen sürtüşmeler yaratarak nasıl kullanmakta olduğunu görüyoruz. Yunan burjuvazisi de Türk tehlikesini Yunan milliyetçiliğiyle kendi ulusundan işçi emekçi hareketini milliyetçilikle zehirlemek için kullanıyor.
Hindistan-Pakistan çatışması, İran-Irak çatışması, hatta Saddam’ın Arapların Bismarklığına soyunarak Kuveyt’i ilhak girişimi, Ermenistan-Azerbaycan savaşı, hatta ’80’lerin başında Vietnam’ın Kamboçya’yı işgali, Çin-Vietnam çatışması, Çin-Hindistan sınır gerginliği, Peru- Ekvator sınırındaki petrol bölgesi için çatışma vs. çatışmalar bu türden milliyetçi gerici çatışmalardır. Ya da Arjantin cuntasının Malvinas adalarını İngiltere’den geri almak için çıkardığı savaş, ulusal davayı kullanarak halk kitlelerini gerici milliyetçilikle zehirleme çabasıydı. Yenisömürge ülkeler bütününde, gerek komşu ülkeler arasındaki gerici ulusal çatışmalara, gerekse özgün gerici çıkarlarını savunmada kimi zaman ve yerde emperyalist bir devletle birlikte kimi zaman ve yerde emperyalist devletlere rağmen çıkarılan milliyetçi çatışmalara çok sayıda örnek verilebilir.
Eğer istisnai olarak çok az sayıdaki geçmişten kalan küçük bazı sömürge ulus ve toprakları dışta tutarsak, emperyalist ülkelerin doğrudan siyasi ilhakı altında olan ve dolayısıyla ulusal kurtuluş sorunu olan sömürgeler kalmamıştır.
Ancak Rusya, Çin, Kanada, İngiltere, Fransa gibi az sayıda emperyalist ülkede, Hindistan, İran, Türkiye, Endonezya, İspanya ve benzeri çokuluslu yeni sömürge ülkelerde ezilen-sömürge ulusların kurtuluşu, İsrail işgali altındaki Filistin’de ulusal kurtuluş sorunları ve bazı Latin Amerika ülkelerinde yerli sorununda somutlaşan ulusal sorunlar genişçe vardır. Bunlar (küçük bazı deniz aşırı sömürgeleri saymazsak) iç sömürge ve ezilen uluslardır. O dönemde emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadele sorunlarının bir parçasıydı. Bugün de emperyalist ilişkiler sisteminin bir uzantısı olan sorunlardır ve yeni emperyalist güç ilişkilerine göre yeniden şekillenmektedirler.
Şöyle ki, İngiltere, Kanada, Fransa, Çin gibi, gücünü koruyan emperyalist ülkelerde, bu ilişkiler geçmişteki gibi emperyalist burjuvazilerin boyunduruğunun bu iç sömürgelerde sürdüğünü görmekteyiz. İngiltere-İskoçya, Kuzey İrlanda-Galler ilişkisi, Fransa-Korsika, Kanada-Qebek, Çin-Uygur ve Tibet ilişkileri geçmişteki gibi sürüyor... SB çöktükten sonra, Rus emperyalizminin ekonomik-mali güçsüzlüğü temelinde, geçmiş ilişkiler çatışmalı ve çatışmasız çözülerek, federatif cumhuriyetler, burjuvazilerinin öncülüğünde ayrılarak başta ABD gelmek üzere batılı emperyalist devletlere bağımlı hale geldiler. Gerileyen Rus emperyalizminin askeri gücü ancak bu ülkelerde askeri üsler bulundurmasına yetiyor. Bir de Kazakistan gibi Rus nüfusun büyük oranda bulunduğu ülkelerde etki sahibi olabiliyor.
Rus emperyalizmi, SB dönemindeki, nüfuz alanlarını yitirmekle kalmadı. Federatif cumhuriyetleri de ABD ve Batılı emperyalistlere kaptırdı. Eski federatif cumhuriyetlerin burjuvazileri, gerici milliyetçi rol oynadılar. Yanı sıra Yugoslavya, Irak gibi sosyal emperyalizmin nüfuz alanında ya da ara kategorideki çokuluslu ülkelerde, egemen olmayan uluslar, burjuvazileri önderliğinde ABD’nin ve Avrupalı emperyalistlerin hegemonyasına girdiler, buralardaki ulusal hareketler, somut olarak ABD ve Batılı emperyalistleri güçlendirdiler. Acılı ve yanılsamalı bir süreç sonrasında, söz konusu ezilen uluslar, Güney Kürdistan, Bosna, Kosova örneklerinde görüldüğü gibi ABD ve Batılı emperyalistlerin “çokuluslu” ya da himayeci sömürgeci boyunduruğu altına girdiler. Doğan ulusal düşmanlıkların ve emperyalistlere ilişkin yanılsamalarının proleter ve emekçi hareketinin devrimci gelişmesi önünde oluşturduğu engeller yanı sıra, şimdi bu uluslarda yeniden ve bu kez de emperyalist sömürgeciliğe karşı ulusal sorun, ulusal özgürlük mücadelesi vardır. Geçmişte ve bugün ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bağımlılığı altındaki ülkelerdeki ezilen-sömürge uluslarda ulusal sorunlar, emperyalist sistem ilişkilerinin bir uzantısı olarak varolmaya devam ediyor. Örnekleyelim:
İsrail Siyonist sömürgeciliği ABD emperyalizmi sayesinde Filistin üzerindeki işgalini sürdürebiliyor. ’91 emperyalist savaşı sonrası, yaygın kanaatin aksine, ABD, Filistin sorununu gelişkin bir özerklikle çözmeye yanaşmadı. Türk burjuvazisi, Kuzey Kürdistan ulusal devrimini ABD desteği sayesinde yenilgiye uğratabildi ve bugün sömürgeci boyunduruğunu ABD emperyalizmine bağımlılık ilişkilerinin bir eklentisi olarak sürdürebiliyor. Hint burjuvazisi ABD’ye yanaştığı için, iç ezilen-sömürge ulusları üzerindeki boyunduruğunu sürdürüyor, Keşmir sorununda Pakistan burjuvazisinin savaşa varan politikasını frenliyor. Endonezya çeyrek asır boyunca Doğu Timor’daki işgalini ABD’ye bağımlılık ilişkilerinin bir uzantısı olarak sürdürebildi. İran mollaları, Fars burjuvazisinin iç ezilen-sömürge ulusları üzerindeki boyunduruğunu Avrupa emperyalistleriyle girdiği bağımlılık ilişkilerinin bir uzantısı olarak sürdürebiliyor; üstelik ABD’nin ezilen ulus burjuvazilerini kışkırtma politikasına rağmen. İspanya Franko sonrası dönemde, burjuva demokrasisi ve bir parçası olarak ulusal siyasi özerklik manevrasıyla, devrimi ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinin patlamasını önleyebildi ve bugün ABD’ye bağımlılık ilişkilerinin bir uzantısı olarak sürdürebiliyor. Bu örneklerin yanı sıra Latin Amerika ülkelerinde yerli halkların tüm haklarından yoksunluğu sorunu ulusal bir sorun olarak var. Ve bu durumu, bu ülkeler burjuvazileri, ABD emperyalizmine bağımlılıkları yoluyla sürdürebiliyorlar.
Sonuç olarak, ulusal sorunlar, emperyalist sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri olarak sona erdi; ama yeni sömürge çokuluslu ve yerli halkların baskı altında olduğu ülkelerde geniş çaplı olarak devam ediyor. Daha önemlisi de ABD ve batılı emperyalizme bağımlı olan bu tipten ülkelerde, bütün ulusal hareketler doğal olarak emperyalizmi hedefliyor ve emperyalizme karşı mücadele etmeksizin ulusal kurtuluş ve ulusal eşitliği elde edemiyorlar. Diğer bir ifadeyle devrimci potansiyel taşıyorlar ve devrimci miadını henüz doldurmamış durumdalar, proleter devrimlerin müttefikidirler.
SB’de ve etki alanındaki ülkelerde gerici rol oynamaları dünya çapında ABD ve Batılı emperyalistlere bağımlı ülkelerde gerici rol oynayacakları anlamına hiç gelmez. Bu devrimci rolü görmezden gelmek, dahası reddetmek, proletaryanın ulusal baskıya karşı, halkların özgürlükleri için de en önde mücadele etmesi çizgisine ihanettir.
Ayrılma Hakkı Gerici Mi?
“Bugün elbette ayrılma hakkının hâlâ ilerici işlev gördüğü, ulusal baskı ve inkarın sürdüğü Türkiye, Rusya gibi yerler var. Ama bunlar geçen yüzyılın kalıntılarıdırlar. Çağımıza damgasını vuran, zengin ulusların, (tıpkı siyahlar veya Yahudilerin dışlanması ve haklardan yoksun kılınması gibi) fakir ulusları dışlama hakkı, anlamını kazanmış olan, en saf en gelişmiş özüyle ortaya çıkan ırkçı ayrılma hakkıdır. Bundan sonra sosyalizm dünya çapındaki mücadelesinde, ayrılma hakkı için değil, tüm insanlığın ve insanların kaderinin ortak olduğundan hareketle ayrılma hakkına karşı mücadele etmek zorundadır.” (Irkçılık, Milliyetçilik ve Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Demir Küçükaydın siyasal mücadelede önemli bir yer tutmuyor. Ancak, zikrettiği fikir yaygınlaşmakta olan bir eğilim olduğu için ele almak gerekiyor. Bilindiği gibi, ’90’lı yıllarda İtalya’da faşist Kuzey Birliği Partisi, yoksul Güney İtalya’dan ayrılma sloganını program maddesi yapmıştı, seçimlerde diğer şeylerin yanı sıra bu sloganla da kitlesel destek elde etmişti, muhtemelen aynı slogan nedeniyle hâlâ önemli destek görüyordur. Buna benzer az sayıda örnek olabilir. Ve daha çok, ekonomik kriz koşullarında, burjuvazinin, iyi yaşam koşullarını yitirmek tehlikesi içinde olan işçi ve küçük burjuva kesimlerin, devrimci harekete kaymasını önlemek için başvurduğu demagojik bir yöntemdir. Ama gerçekte İtalyan burjuvazisi de Güney İtalya’yı bir yük olarak görüp ayrılmasını istemez. Ne denli yoksul ve yeraltı kaynakları açısından da yoksun olursa olsun, Güney İtalya’yı, ucuz işgücü deposu ve pazar olarak değerlendirir ve ayrılmasını kesinlikle önler.
Demir Küçükaydın, çağımıza damgasını vuranın zengin ulusların yoksul ulusları dışlamasıdır görüşünden hareketle, ayrılma hakkına karşı çıkıyor ve gerici ilan ediyor. İlerici rol oynayan birkaç yer var; ama bu geçmişin kalıntısıdır, izahıyla da yenisömürge çokuluslu ülkelerde görece yaygın olan bu sorundan ve ilerici ve devrimci ulusal hareketlerin üzerinden atlıyor.
Oysa ayrılma hakkı, gelişmiş kapitalist ülkelerle birleşme-ayrılma sorunu değildir ve proleter kitlelere bu bilinci de vermez. Sömürge ve ezilen uluslar için söz konusudur, emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadele açısından bu sorun geçmişte kalmıştır. Ama ilk bölümde değindiğimiz gibi, yenisömürge çokuluslu ülkelerde görece yaygın olarak bu sorun vardır. Ayrılma hakkı bu ulusların büyük çoğunluğunda ilerici ve devrimci rol oynamaktadır.
Yanı sıra şimdi ABD ve diğer emperyalistlerin himayeci-mandacı boyunduruk yoluyla sözde kurtardıkları ulusların, bu kez de emperyalist boyunduruktan kurtuluş sorunu olarak kendi kaderini tayin hakkı ilerici bir rol oynayacaktır. Irak gibi, ABD’nin işgaline ve yönetimine yeni giren ülkelerde kendi kaderini tayin, ABD boyunduruğundan ayrılma/kurtulma hakkı, ilerici bir rol oynuyor. Demek ki, “geçmişin kalıntısı” olarak daraltılmayacak bir sorun.
Küçükaydın ve onun gibi düşünenler, proletaryanın iktisadi gelişmeye ve farklı uluslardan proletaryanın birliğine daha elverişli olması nedeniyle büyük devletleri tercih etmesi gerektiği doğru fikrinden hareketle de ayrılma hakkını artık gerici ilan ediyorlar. Evet, proletarya açısından böyle devletler tercih edilir; ama bir farkla, ayrılma hakkı korunarak. Federatif cumhuriyetler birliği biçiminde bir birlik yoluyla birliğe gitmek komünist proletaryanın siyasetidir. Ayrılma hakkı reddedilerek birlik kurmak açık ki, “zoraki birlik” in sosyalizm sosuna batırılmış biçimidir. Bu haklı olarak ezilen-sömürge ulusların proleterleri için ulusal özgürlük olmaksızın birlik olarak algılanacak ve burjuva-küçük burjuva akımların milliyetçiliğinin etkili olmasını sağlayacaktır. Eski egemen ulustan proleterlerin saflarında da şovenizmin sürmesine yol açacaktır.
Öyle görülüyor ki, Küçükaydın, “yeni”, orjinal fikir geliştireyim derken, gericilerle aynı sepete düşüyor.
’90’lı yıllarda gerek Küçükaydın, gerekse ÖDP liderliği, yazılarında, ulus tanımında da “yeni” şeyler söylemek adına özet olarak şu geri ve kimi zaman gerici rol oynayacak tanımı getirdiler: Ulusal kurtuluş için mücadele ediyorlarsa halklar ulus olarak tanımlanabilirler... (ÖDP liderleri iki sayı çıkarabildikleri teorik DEVRİM dergisinde bu görüşleri açıklamışlardı).
Oysa mücadele ulusun siyasal gelişmesine yol açsa bile, bir halkın ulus olup olmadığını belirlemez. Stalin’in ünlü ve bilimsel bakımdan doğru tanımına göre, tarihsel olarak oluşmuş insan topluluğu olarak ulus, dil, toprak, ortak iktisadi yaşantı ve kültür birliğidir. Ulusal kurtuluş mücadeleleri ise bu sosyolojik temel üzerinde doğup gelişen harekettir. Ulus olma koşullarına sahip halk toplulukları, potansiyel olarak ulusal mücadele olanağı taşırlar. Henüz ulusal kurtuluş mücadelesine girişmemiş olan ulusları uyandırıp mücadeleye seferber etmek proleter veya diğer öncü güçlerin görevidir. Sözde bu misyonla yola çıkmış olanların, henüz bu mücadeleye “yeterince” kalkışmamış ulusları ulus saymamaları, en azından, ulusal mücadeleleri yük olarak omuzlama kararsızlığı, dahası ezen ulus sosyal şovenizmidir. Stalin’in ünlü tanımına karşı çıkıp sözde yeni olarak getirdikleri tanım esasen de bu nedenden söz konusu bu sosyal şovenizm ve kararsızlıktan kaynaklanıyor.
Ayrılma Hakkına Evet Ama... Ya Da Tutarsız Devrimcilik
Aslında bu fikir şu formülasyonla yaygın olarak Türkiye devrimci hareketi içinde vardı: “Ayrılma hakkına evet, ama birlik olursa eşitlik...” Kısaca eşitliğin biçimi olarak, örneğin uluslar için federe cumhuriyetleri gerek görmemek, reddetmek. Bu fikri, sağıyla soluyla pek çok küçük burjuva devrimci parti ve örgüt dün de bugün de programatik düzeyde savunmaktan geri durmuyorlar. TKİP ve DHKP şahsında bu fikri eleştirelim:
“E- Ulusal sorun
1) Bugünkü düzen altında Kürt ulusunun temel ulusal haklan inkar edilmekte, Kürtler ve tüm azınlık milliyetler (Araplar, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler vb.) sistematik olarak ulusal baskı altında tutulmaktadır. Türk burjuvazisinin Kürdistan üzerindeki köleci egemenliği içte Kürt burjuva-feodal sınıflara, dışta emperyalizme dayanmaktadır. Bu, ulusal özgürlük sorununu Kürt köylülüğünün özgürleşmesi sorununa bağlamakta ve ona antiemperyalist bir karakter kazandırmaktadır.
2) Ulusal baskı ve eşitsizliğin sınıfsal baskı ve eşitsizliğin bir yansıması olduğunu göz önünde bulunduran TKİP, ulusal sorunun köklü ve kalıcı çözümünün ancak proletarya devrimi tabanında olanaklı olduğu gerçeğine dayanır. Proletarya devrimi programının bir parçası olarak, aşağıdaki istemler uğruna bugünden kararlılıkla mücadele eder ve iktidara gelir gelmez bunları derhal gerçekleştirir:
a- Her türlü ulusal baskı, eşitsizlik ve ayrıcalığın ortadan kaldırılması.
b- Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkı.
c- Tüm dillerin tam hak eşitliği. Zorunlu devlet dilinin kaldırılması. Herkese kendi anadilinde eğitim hakkı.
d- Tüm azınlık milliyetlere kendi dillerini ve kültürlerini kullanma, koruma ve geliştirme olanağı.
...Tüm öteki koşullar eşit olmak kaydıyla, ulusların özgür ve gönüllü birliğini savunur.” (TKİP Programı’ndan)
“1-Devrimci Halk iktidarı, ulusların kaderini özgürce belirleme hakkı ilkesine güre, ulusal sorunu devrimci bir çözüme ulaştıracaktır. 'Kürt ulusunun kendi kaderini serbestçe tayin hakkını (ayrılma hakkı da dahil) güvence altına alacaktır.
2-Devrimci Halk iktidarı, ulusların tek tek bağımsız devletlerini kurmalarından ziyade, ulusların ayrılma hakkı saklı kalmak üzere, tek bir devlet çatısı altında birleşmelerinden yana olacaktır. Yani ulusların ayrı ayrı küçük devletlere bölünmesi, ulusların emekçi sınıflarını burjuva önyargıların tutsağı yapacak, halklar arasında güveni sarsacak, onları emperyalizm karşısında da zayıf düşürecektir.
Ayrıca ezilen ulusun iktisadi ve kültürel geriliğine son vermek ve gerçek eşitliğin fiili olarak sağlanması için de merkezi tek devlet çatısı altında birleşmek devrimci bir çözümdür. Emperyalizmin karşısında birleşmiş bir güç olmak, her iki ulusun da çıkarınadır.
3-Ancak Kürt ulusu devrimci çözüme rağmen milliyetçilik temelinde bağımsız bir devlet kurma hakkını kullanacak olursa, Devrimci Halk iktidarı, bunu, Kürt ve Türk proletaryasının ve her iki ulusun çıkarlarına aykırı değilse, emperyalizmi güçlendirmiyorsa destekleyecektir.
4-Devrimci Halk iktidarı, Kürt ulusunun ekonomik, siyasi, kültürel vb. gelişmesi için bütün önlemleri alacaktır. Eski düzenden kalan eşitsizliği telafi etmek için Kürdistan'ın ekonomik, sosyal, kültürel vb. gelişimine öncelik verecek ve bu konuda özel bir çaba sarf edecektir.
5-Devrimci Halk iktidarı, çeşitli ülkelere dağılmış Kürt ulusunun birleşme talebini, proletarya ve halkların çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye ve çözmeye çalışır. Ve bu mücadeleyi, Ortadoğu devriminin önemli bir adımı olarak değerlendirir.” (DHKP Programı’ndan)
Bu uzun alıntıları, soruna ilişkin programa- tik görüşleri, devrimci olan yanları ve devrimci olmayan yanlarıyla birlikte anlaşılabilsin diye vermek zorunda kaldık.
Bunlar ve benzeri küçük burjuva devrimci akımlar, ayrılma hakkını formüle ediyorlar. (Hatta DHKP, bütün parçalardaki Kürt halkının birleşme hakkını savunacak kadar ileri bir görüş de savunuyor, TKİP ise böyle bir görüşü savunmaktan bilinçlice uzak duruyor ki, bu sosyal şoven tavrının eleştirisi bir başka yazının konusu olabilir) Fakat sıra “özgür ve gönüllü birlik”e gelince, her iki parti de, ‘tek devlet’te ısrar ediyorlar. Komünistler, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, tüm uluslardan ve ulusal topluluklardan proletaryayı ve halkları elbette birleşik bir devlet içinde birleştirmeyi amaçlıyorlar. Özgür ve gönüllü birliği bu yönde örgütleyecek bir hatta mücadeleyi geliştirmeye çalışıyorlar.
Sömürge Kürt ulusu, özgür ve gönüllü birlik temelinde, biçim olarak ulusal siyasal özerklik (bölgesel özerklik) veya federe cumhuriyet çözümüyle, siyasal olarak kendini yönetme imkanına kavuşturulmazsa, Kürt ulusundan proletaryanın ve emekçilerin Türk ulusundan proletaryaya güven eksikliğinin giderilmesi ve kaynaşmaları yetersiz kalacak, bu birliğin sosyalizm sosuna bulaştırılmış şovenizm olduğu, eski egemen ulusun “devlet” imtiyazının korunduğu duyguları canlı kalacaktır.
Sovyet devriminde, devrim öncesi, ayrılma hakkının yanı sıra öngörülen çözüm “bölgesel özerklik”ti, diğer bir ifadeyle toprak temeline dayanan otonomiydi. Ancak Bolşevikler, devrimin zaferinden sonra, Stalin’in gerekçelerini temellendirdiği gibi, ulusal sorunun sanıldığından daha çok halkların duygu ve siyasal yaşantılarını etkilediğinin, devrimin zaferi sonrasının pratiği içinde anlaşılması ve federasyonun proleterlerin ve emekçilerin kaynaşmasını engellemeyecek biçim olduğunun anlaşılmasıyla, program değişikliği yaptılar. Bölgesel özerklik çözümünden sovyetik federatif cumhuriyetler çözümüne geçtiler. (Bkz, Eserler C.3, sf.40)
Sovyetik federatif cumhuriyetler birliği çözümü, proleter devrim deneyiyle ileri olduğu kanıtlanmış bir çözümdür. Ama, küçük burjuva devrimcileri, bu leninist çözümden ısrarla uzak durarak, leninizmden uzak olduklarını, proleter devrim deneylerinden öğrenmekten uzak olduklarını kanıtlıyorlar. Hatta, TKİP, Kürt ulusunun birleşme hakkını yadsıyarak, bu konuda DHKP’den daha geri konuma düşmekten kurtulamıyor. Kuşkusuz söz konusu bu programatik gerilik ve hata, bir yanıyla onların proleter devrimciliğe göre tutarsız bir devrimcilikle malul olmalarından geliyor; ama öte yandan, dünya ve bölgedeki ’90’lı yıllarda gelişen şovenizmin etkisinden de kaynaklanıyor.
Bölgeden bu konuya ilişkin bir örnek de, İran Komünist İşçi Partisi’dir:
“Kürt sorunu “Bölgedeki bütün ülkelerde Kürtlere karşı uygulanan ulusal baskının uzun tarihi, Şah rejimi ve İslam rejimi altında İran Kürdistanı’ndaki özerklik için yapılan protesto hareketleri ve mücadelelerinin kanla bastırılması yüzünden komünist-işçi partisi ilke olarak Kürtlerin özgür referandumla İran’dan ayrılma ve bağımsız devlet kurma haklarını tanır.”
“Komünist-İşçi Partisi Kürdistan’daki ulusal güçler tarafından sunulan Kürt özerkliği fikrini Kürt ve Kürt olmayan ulusal kimliklerin tek bir ulusal çerçeve içinde varlıklarının sürdürülmesini amaçlayan bir reçete olarak görür. Ulusal özerklik ulusal bölünmeleri ölümsüzleştirmekle ve resmi olarak meşrulaştırmakla sınırlıdır ve sahneyi gelecek yıllardaki ulusal çatışmalara hazırlar.” (İKİP Programı’ndan)
İKİP, kağıt üzerinde de olsa ayrılma hakkını savunacak kadar konuyla ilgili demokratik devrimci bir görüşü program ediniyor. Dillerin eşitliğini de savunuyor. Ama, sıra gönüllü ve özgür birliğin çözümüne gelince orada duruyor, bölgesel özerklik veya federatif cumhuriyetler çözümünü reddediyor. Hatta, sosyal şoven bir tavırla, günümüzde bölgesel özerklik ve federalizmi gericilikle suçlayacak denli sosyal şovenizme batabiliyor. Devrim sonrası çözümde ise sözünü bile etmekten kaçınıyor.
Oysa, devrimin zaferiyle, komünistler, ezilen-sömürge uluslara ayrılma hakkını tanımanın yanı sıra, tüm uluslardan proletarya ve emekçilerin birliğini sağlamayı ulusal özgürlük biçimleriyle birleştirerek yapar. Bunun tarihsel ileri biçiminin sovyetik tipte federatif cumhuriyetler olduğu, proleter devrim deneyiyle kanıtlanmıştır. ‘Halklar birliğe özgürce karar veriyorsa, dil eşitliğinden ve baskının ortadan kalkmasından öte siyasal yönetim alanında ulusal özgürlüğe ne gerek var, sosyalizm zaten ulusal sorunu çözer’ mantığı, besbelli ki “işçi komünizmi” adına Fars sosyal şovenizminden başka bir şey değildir.
Güncelde de bu partinin, bölgesel otonomi ve federasyonu, ‘milliyetçi çatışmaları getirir’ gerekçesiyle ‘gericilik’le suçlaması, nedenli sosyal şovenizm içinde olduğunu gösteriyor:
“Demokrat Parti özerklik istiyor, bu isteğini bütün ülkeye genişleterek, Kürt nasyonalizminin nasyonalist merkezi bir devlet karşısında yalnız olmayacağı bir formül uydurarak bu ereğe daha kolay ulaşacağı sonucuna varmıştır. Federalizm formülü Demokrat Parti’ye Kürdistan’ın olağandışı bir örnek sayılmamasıyla birlikte özerklik istemesinde yardımcı olacaktır. Federalizm Demokrat Parti önderliğinde Kürt ulusu dahil ‘İran’ı oluşturan bütün uluslara özerklik verin’ anlamına gelir. İran’ın geri kalan halkının, Kürdistan’ın geniş bölümleri de dahil, zorunlu olarak kendilerini Fars, Lor, Gilek, Afgan, Kürt, Arap, Beluci ve Türkmen olarak etiketlemediklerinden onlara ne.
“Ancak daha şimdiden, federalizmi ve toplumun etnik örgütlenmesini bilinçli ve ısrarla savunan herhangi bir hareketin gerici sayılması gerekmektedir.” (Mansoor Hekmat, İKİP lideri, Radyo KPFK’nin kendisiyle 1991’de yaptığı röportajdan)
Oysa, bir devrime göre geri olmasına karşın, bölgesel özerklik ve federasyon demokratik reformlar olarak, İslami gericiliği gerileten ilerici gelişmeyi ifade eder, yeter ki, İran halklarının mücadelesinin bir parçası olarak gerçekleşsinler. Proletarya ve komünistler, bu türden reformları, devrimin engeli yapılmadıkları ve emperyalist bir savaşın parçası olmadıkları sürece demokratik ve ilerici büyük çaplı reformlar olarak görür ve destekler; ama bununla yetinmezler.
Dünyanın bir gericilik ve belli bölgelerin milliyetçi boğazlaşmalardan geçtiği ’90’lı yıllar, proletarya ve komünistlerin, ulusal sorunda bilincini karartmamak, proleter devrim deneylerinin ve proletaryanın mücadele tarihinin kazandırdığı en ileri çözümü savunma kararlılığını küçük burjuvazinin devrimciliğinin tutarsızlığı derekesine düşürmemelidir. Marksist leninist komünistler, bu sorunda da leninizmden aldıkları proletaryanın tutarlı devrimci bayrağını yüksekte tutmaya devam edecekler.