Maoculuğun Yöntem Krizi: Sınıf Teorisi'nin Teorisizliği

Sınıf Teorisi dergisi, 5. sayısında, “Programdan” başlığıyla bir köşe açtı. Bu köşede Maoist Komünist Partisi’nin (MKP) 1. Kongresi’nde kabul edilen program açılarak tartışılıyor. Köşenin ilk konusu ise, “Devrimin dostları ve düşmanları kimlerdir” gibi, Mao Zedung’un deyişiyle “devrimin en hayati sorunu”na ayrılmıştı.

Maocu dostlarımız, yazı boyunca, gerçek yaşam ile zihinlerindeki dogmanın kalın duvarları arasındaki çatışmayı yaşıyorlar. Kimi noktalarda hayata temas ediyor; ama sonra büyük bir hızla dogmanın güvenilir sığınağına geri sıçrıyorlar.

Yazı, MKP’nin programından alınan şu temel ifadeyle başlar: “Yarı sömürge yarı feodal sosyo-ekonomik yapıya sahip toplumda yeni demokratik devrimin başlıca düşmanları; emperyalizm, feodalizm ve komprador bürokrat kapitalizmdir.” (sf. 66)

Ardından, sıra, gerçek yaşamla bu formül arasındaki bağı kurmaya gelir.

Nerede Yaşıyor Bu Toprak Ağaları?

Önce, “mevcut sistemi yönettiği” iddia edilen “toprak ağası sınıfı” tanımlanır. “Alt yapıda olduğu gibi, üst yapıda da güçlüdür. Komprador bürokrat kapitalizm ve emperyalizmle iç içe bir şekilde, mevcut sistemi yönetir.” (sf. 66)

Toprak ağası sınıfına ayrılan bölüm boyunca, ST yazarı, ayakları yaşadığı topraklara basmayan bir hayal gezgini gibidir. Sahi kimdir bu “toprak ağası sınıfı”? Örneğin hangi belli başlı tanınmış toprak ağalarından söz edebilirsiniz? Bu sınıfın ideologları, siyasi partileri var mıdır? Eğer herhangi bir sınıftan değil, “sistemi yöneten” bir sınıftan söz ediyorsak her halde, bu sınıfın iktidarını hangi araçlara dayandırdığını da göstermek gerekir değil mi? Oysa ST dogma makamından konuşuyor ve genel olarak toprak ağası sınıfının özelliklerinin ne olduğunu anlatıyor, somut, Türkiye ve Kuzey Kürdistan topraklarında iktidar süren gerçek bir toprak ağası sınıfını değil. Somut konuşmaya çalıştığı bir iki noktada da tam anlamıyla tökezliyor.

Önce, kapitalist toprak sahibinin ücretli tarım işçilerini sömürüsüyle, feodal toprak sahibinin feodal köylüyü sömürüsünü birbirine “karıştırıyor”: “Bu sınıf, başta köylüleri ve tarım işçilerini sömürür.” Ücretli işçi çalıştıran feodal ağalar? Marksist teorinin belkemiğini kırmadık mı dostlar? Ücretli emek, sermaye demektir. “Tarım işçisi” sömürüsü, toprak sahibinin artık bizzat kapitalist olduğu, üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde, ücretli biçimde işçi çalıştırarak artı değer elde ettiği koşullarda yaşanır. Feodalizmde ise tersine, köylüler sınıflara ayrışmamış bir bütündür ve hepsi de ağaya bağlıdır. Zorunlu olarak çalışmak ve ağa için üretmek zorundadırlar. Feodal toprak ağası, köylülere “ücret” ödemez. Toprağına bağlı olan köylüyü zorla çalıştırır ve artı ürüne el koyar. Köylülüğün yekpare bir bütün olmaktan çıkıp parçalanması, tarım işçisi, yarı-proleter köylü, küçük köylü, orta köylü, zengin köylü ve kapitalist toprak sahibi biçiminde ayrışması, çok sayıda köylünün topraksız kalıp, ücretli çalışmaya başlaması, tarımda kapitalizmin gelişiminin ifadesidir. Siz ise, hayalinizde “tarım işçisi sömüren toprak ağaları” yaratarak tarımdaki derin kapitalist gelişmeyi dogmanızın sınırlarına hapsetmeye çalışıyorsunuz.

Peki, bu “toprak ağası sınıfının” ekonomik temeli nedir, sorusuna ST’nin verebildiği yanıt ise, yine kendi tezlerini yanlışlar: “Bu sınıfın altyapı bakımından etkili olduğu yerlerin başında Kuzey Kürdistan, Orta Anadolu, Akdeniz, Karadeniz ve Ege Bölgesi gelmektedir. Bu alanlar içinde en etkili olduğu yerler Kuzey Kürdistan’dır. Yani Kuzey Kürdistan’da feodalizm ve feodal ilişkiler, diğer alanlara göre, gerek alt yapı ve gerekse üst yapı bakımından daha güçlü ve etkilidir.” (sf. 66) ST, bu iddiasını herhangi bir somut veriye dayandırma ihtiyacı hissetmiyor. Hangi gerçek, somut veriler Ege Bölgesi’nde toprak ağalığının hala var olduğunu gösteriyor? Ya Orta Anadolu, Karadeniz ve Akdeniz’de? Zaten ST, gerçekte bu bölgelerde toprak ağalığının çözülmüş olduğunu bizzat kendisi de görüyor, biliyor. Örneğin, Maocu gerillaların savaştığı Karadeniz dağlarında toprak ağalığının yerini her yerde küçük köylü tarımı ve pazar ilişkisi almamış mıdır? Köylü, haraç ödemek ve toprağında çalışmak zorunda olduğu bir toprak ağasına mı bağlıdır, yoksa borç ağıyla bağlı olduğu burjuva devlet ve özel bankalar tarafından mı sömürülmektedir? Köylülük, feodalizmin köylülüğü gibi, tek bir sınıf mıdır, yoksa ayrışmış, parçalanmış mıdır? Gerçek durum bu olduğu için, ST de vurguyu Kuzey Kürdistan’a yapıyor. “Feodalizm”in en güçlü olduğu bölge Kuzey Kürdistan’dır, diyor. Dediğinizi doğru kabul etsek dahi, TC devlet sınırları içindeki en geri ekonomik bölgeye sıkışmış bir sınıfın, tüm sistemi yönetmesi mümkün müdür? Dahası, siz de Kuzey Kürdistan’ın boyunduruk altında olduğunu biliyorsunuz. Teziniz, Türkiye-Kuzey Kürdistan arasındaki gerçek ilişkiyi baş aşağı etmiş olmuyor mu? Hem K. Kürdistan’ın Türkiye egemen sınıfları tarafından boyunduruk altına alındığını söyleyeceğiz, hem de varlığı itibariyle esasen Kuzey Kürdistan’a sıkışmış bir sınıfın hem Türkiye’yi, hem K. Kürdistan’ı yönettiğini! Bu nasıl bir çelişki! Sakın, Türk burjuvazisi, Kuzey Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğini toprak ağaları sınıfını ayakta tutmak üzerine kurduğu için, feodalizmin çözülmesi Kürdistan’da daha geç ve sancılı yaşanmış olmasın? Ama muhakkak tespit etmeliyiz ki, feodalizm, Kuzey Kürdistan’da da önemli oranda çözülmüştür. Kimi yarı-feodal kalıntılar varlığını korumakla birlikte; eski toprak ağaları-aşiret reisleri sınıfı akaryakıt ticareti, taşımacılık, nakliyat gibi işler üzerinden kapitalistleşme sürecine girmediler mi? Kirli savaş yılları, bu bakımdan da incelenmelidir. Faşist sömürgeci rejim, yandaşı olan aşiretlere uyuşturucu ticareti, benzin istasyonları gibi işlerde alan açarak, karşıtı olanların köylerini ise zorla yakıp boşaltarak, milyonlarca köylüyü zorla kentlere göç ettirerek, altyapıdaki feodal unsurları önemli ölçüde tasfiye etmiş de oldu. Bunlara GAP’ın özellikle Harran bölgesinde yarattığı etkileri de eklemek gerekir. Harran ovası, Koç, Sabancı gibi Türk tekellerine ve İsrail, ABD tarım şirketlerine ait devasa kapitalist çiftlikler tarafından parsellenmiştir. Hala K. Kürdistan kırında kalan köylülük önemli oranda çözüldü. Her yaz Kürdistan kentlerinden ve kırından Adana, Ordu, İzmir, Akçaabat vb. bölgelere fındık, pamuk, mandalina vb. toplamak için kitlesel olarak akın eden Kürt tarım işçileri bu gerçeğin bir görünümüdür.

ST, tüm bu sorulara, yine aynı yazıda bir yanıt veriyor: “Feodalizmi sadece toprak ağalan sınıfıyla özdeşleştirmek doğru bir anlayış olmaz. Bunun içerisine kapitalist çiftlik sömürüsünden tutalım, tefeci tüccar sömürüsüne, oradan da emek hizmetine göre sömürü biçimine kadar hepsi, feodal sömürü içerisine girer.” (sf. 66) ST deyim uygunsa “kör değil” ve bu topraklarda tarımsal ilişkilere artık kesin biçimde kapitalizmin egemen olduğunu görebiliyor. Ancak bunu açık olarak tanımlamaya cesaret edemiyor. Küçük köylünün kapitalist banka tekelleri ve burjuva devlet tarafından sömürülmesi ve kapitalist çiftlik temelinde ücretli emek sömürüsü, tarımsal ilişkilerin açık gerçeğidir. Ancak Maocu teoriye göre yarı-sömürge olan bir ülke aynı zamanda ve kural olarak yarı-feodal de olmak zorunda olduğu için, tarımdaki kapitalizm gerçeği ST tarafından açık biçimde formüle edilemiyor. Bu gerçekliğin adının konulması, adeta “ihanet”e eşdeğer bir durum olarak görülüyor. Dolayısıyla ST’nin bulduğu çözüm, kapitalizm gerçekliğini “feodalizm” kabuğunun içine sıkıştırmaya çalışmaktan ibaret kalıyor.

“Feodal Burjuvazi”

ST’nin köylülüğü tanımladığı bölüm, toplumsal gerçekliğe temas eden bir bölüm olarak dikkati çekiyor. Bu bölümde, kırda yaşayan sınıflar anlatılır. Canlı ve gerçekçidir. Şunları söylüyor ST: “Köylülük katı feodalizm dönemindeki gibi, serflik şeklinde varlığını sürdürmüyor. Kapitalizmin doğal ekonomiyi (kapalı köy ekonomisini) parçalamasıyla birlikte, köylülük de homojen varlığını adım adım yitirerek farklı kategorilere bölünmüştür. Ekonomik durumlarına göre köylülük zengin, orta ve yoksul köylülük diye üç kategoriye ayrılmaktadır.” (sf. 81) Yani ST, kapalı köy ekonomisinin pazar ilişkileri temelinde parçalandığını, feodal topluma özgü köylülüğün çözülüp ayrışarak yerini burjuva, küçük burjuva ve proleter köylülüğe bıraktığını kabul ediyor. ST’ye göre, bu yeni temel üzerinde sınıflar farklılaşması şöyledir: Zengin köylülük, topraklarını kiraya veriyor, tefecilik yapıyor, ücretli işçi çalıştırıyor, ellerinde kapitalist üretim araçları var. Orta köylülük, ücretli işçi çalıştırıyor, küçük çaplı tefecilik yapıyor. Ama sömürücü değil, kendisi de üretimde çalışıyor. Yoksul köylülük, ya da kır yarı proletaryası, hiç toprağa sahip olmayan ya da yetersiz toprağı olan bir sınıf ve “toplam köylü nüfusunun çoğunluğunu” oluşturuyor. Bir de, mevsimlik işçiler, tarım işçileri ve topraksız köylüler var, ki bunların sayısıyla yoksul köylülüğün sayısının toplamı, ST’ye göre, “köylülüğün toplam nüfusunun yüzde 70’lereyakınını oluşturuyor.” (sf. 81-82) Mevsimlik işçilerin sayısı “her yıl katlanarak artıyor”. “Mevsimlik işçilerin çoğunluğunu da Kuzey Kürdistan ve Karadeniz bölgesindeki yoksul köylüler oluşturuyor.”

Bu bölümde ST’nin yaptığı tespitlere kimi itirazlarımız olabilir. Örneğin küçük ve orta köylülük arasında bir ayrım yapmamış olmasını eleştirebiliriz. Fakat açık olan bir şey varsa, bu bölümdeki analizlerin, “toprak ağası sınıfı” bölümündeki soyut ve dogmatik tespitlerin tersine, yaşadığımız toprakların toplumsal maddi gerçekliğinden beslendiğidir. Tabii, bu çaba, ST “toprak ağaları sınıfı” isimli hayaletin peşini kovalamaya devam ettiği sürece topal kalacaktır. Çünkü kapitalist toprak sahipleri kırın gerçek egemenidir ve giderek Koç, Sabancı gibi banka-sanayi kapitalistleri de geniş topraklar satın alarak kapitalist tarım üretiminin önemli, temel bir unsuru haline geliyorlar.

Köylülüğe ilişkin tüm bu söylenenlerden sonra, ST’nin nasıl olup da hala bu topraklarda “toprak ağaları sınıfının” ve “feodalizm”in varlığından söz edebildiği hayret verici geliyor. Ama dostlarımız durumu şöyle açıklıyorlar: “Mevsimlik işçilerin emeği feodal sömürüye denk düşen ‘götürü’ şeklinde gasp edilmektedir. ‘Saat ve kilo miktarına göre’ çalıştırılırlar. Günde yaklaşık 15 saat çalışırlar. Hiçbir sosyal güvenceleri yoktur.” (sf. 82) Peki sevgili dostlar, kentlerdeki konfeksiyon atölyelerinde de çok sayıda işçi ‘saat ve kilo miktarına göre’ çalışıyor... Onlar da mı “feodal” biçimde sömürülüyor? Ne zamandan beri kapitalist sömürüyle feodal sömürüyü ayırt eden unsur, “emeğe el konuluş biçimi” oldu? Kaldı ki, işçileri “sosyal güvenceden yoksun” biçimde uzun saatler boyunca çalıştırmak, kapitalist sömürünün özelliklerine ters düşen bir durum mu ki, “feodal sömürü” tezinize kanıt olarak bunu gösteriyorsunuz? Neden biraz olsun gerçekliğe dokunmuşken, bunu cesaretle sonuna kadar götürmüyorsunuz?

Böylece, ST’nin “tarım işçilerini sömüren toprak ağaları”nın sırrı da çözülmüş oluyor. Gerçekte bunlar, kapitalist toprak sahipleridir. Ve, ST’nin bizzat kendisinin verdiği orana göre, eğer yoksul köylüler (kır yarı-proletaryası) ve tarım işçileri, köylülüğün yüzde 70’ini oluşturuyor ise, kapitalist toprak sahipleri de, ücretli emek sömüren burjuva bir sınıf olarak bu ilişkinin karşı ucunda yer alır. ST, toprak ağalarının kapitalist toprak sahiplerine dönüşmüş olduğunu söylemek istiyor, söyleyemiyor. Ülkenin yönetici sınıfı için kullandığı “feodal burjuvazi” kavramı ise, bu çelişkinin doruk noktası oluyor. (sf. 80 ve 87)

“Birkaç Fabrika”

Yazının işçi sınıfına ayrılan bölümünde ST, dogmatizmin korunaklarına geri çekilir. Çünkü işçi sınıfının nüfus içindeki oranı sorunu, ST’nin strateji, taktik ve günlük politikaları bakımından derin etkileri olacak temel bir sorundur. ST, herhangi bir istatistik veriye ya da somut analize dayanmaksızın, işçi sınıfının nüfus içinde küçük bir azınlık olduğunu savunmaya devam eder. Ama burada gerçekten Marksizm adına protesto edilmesi gereken tam bir keyfilik sergiler. Herhangi bir kaynağa dayandırılmadan “kent küçük burjuvazisi, köy küçük burjuvazisi ile birlikte, toplam nüfusun yarıdan fazlasını oluşturmaktadır”, “köylülük Türkiye-K. Kürdistan nüfusunun yarısını oluşturmaktadır” gibi tespitler yapılır. Oysa ST aynı yazıda köylü nüfusunun yüzde 70’inin yarı proleter ve proleter köylülükten oluştuğunu ifade ediyor. Genel nüfus sayımı sonuçları başka veriler sunuyor. Nüfus sayımı sonuçlarına göre, 1990’da nüfusun yüzde 40’ı kırda, yüzde 60’ı kentte yaşıyordu. Bu oran, 2000 yılında yüzde 35’e yüzde 65 oldu. ST’nin “toprak ağalığının en güçlü olduğunu” söylediği Kuzey Kürdistan’da bile, bu oran kent nüfusu lehine gelişmiştir: Kır, “Doğu Anadolu”da nüfusun yüzde 46’sını, Güneydoğu Anadolu ise yüzde 37’sini oluşturuyor. (1990’da bu oranlar Doğu ve G.doğu Anadolu için sırayla yüzde 57 ve 50 idi.) Yine DİE verileri, kent nüfusunun büyük çoğunluğunun da sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışan ücretlilerden oluştuğunu gösteriyor. (DİE’ye ait bu veriler, http://www.die.gov.tr/IstTablolar/04nf025t.xls web adresinden bulunabilir.)

ST’nin keyfiliği sanayi proletaryasına gelince doruğa varıyor: “Sanayi proletaryası çok sınırlı sayıdadır. Ki ülkemizde sanayi gelişmemiş ki, sanayi proletaryası da gelişsin. ... Birkaç fabrika var, o da emperyalizme bağlı montaj sanayidir.” (sf. 87) ST yazarına, İstanbul’dan otobüse binip, İzmir’e kadar yolculuk etmesini öneririz. Bu durumda sadece otoyol üzerindeki fabrikaları dahi saysa, daha Gebze’yi çıkmadan, bu ülkede “birkaç” fabrika olduğu zannından kurtulur.

ST, “sanayi proletaryasını sadece büyük ölçekli işletmelerde çalışanlarla sınırlıyor. “Birkaç fabrika” tezi de buna dayandırılıyor. “İşçi nüfusunun çoğunluğunu tekstil, inşaat, turizm, küçük ve orta boy atölyeler ve hizmet sektöründe (belediye vb. yerlerde) çalışan işçiler oluşturmaktadır.” Bu yaklaşıma göre, örneğin Ümraniye İMES’te çalışan binlerce metal işçisi, Tuzla’daki deri işçileri, büyük fabrikalarda değil de, ‘küçük ve orta’ işletmelerde istihdam edildikleri için sanayi proletaryası sayılmıyor. Burada da dogmanın kılıcını çektiğini görüyoruz. Bu kez kılıç, sanayi proletaryasını yok saymak için çekilmiştir. Tekstil, kimya, metal, konfeksiyon, gıda vb. sanayi kollarında çalışan ve sayıları 10 milyonu aşan, çoğunluğu küçük ve orta işletmelerde istihdam edilmiş işçileri saymazsak, tabii ki bu ülkede “sanayi proletaryası” yoktur diyebiliriz! Ancak kapitalist üretim sürecinin bugünkü örgütlenişinde, binlerce işçinin çalıştığı dev fabrikalar yerine, tekeller, çok sayıda küçük ve orta işletmeden oluşan bir fason-taşeron işletmeler ağını tercih ediyorlar. ST, burada da özü, içeriği yadsımak için, biçimi öne sürüyor. Onun için ücretli sanayi işçisi sayısı değil, büyük fabrikalarda çalışan işçi sayısı önemlidir.

Gerçi, onu bile hesaplama zahmetine girmiyor ama...

İşçi sınıfının ele alındığı bölümle ilgili göze çarpan bir diğer nokta ise, bu başlık altında tarım işçilerine hiç değinilmemiş olmasıdır. Neden tarım işçileri, işçi sınıfından ayrı olarak “köylülük” başlığı altında ele alınmıştır? Kapitalist çiftliklerde ya da zengin köylünün toprağında çalışan tarım işçileriyle sanayi işçileri arasında bir sınıf farkı mı var? Yoksa sorun, tarım işçilerini bu başlığa almanın, sınıf analizinde sizi götüreceği nokta mı?

Sınıf Teorisi’nin ‘Feodal Faşizm’i

ST, faşizm konusunda da Marksizm’in canına okumaya devam ediyor. Eğer faşizm, Dimitrov’un (sizin de kabul ettiğiniz) tanımındaki gibi, “mali sermayenin en gerici, en terörist, en şoven kesimlerinin diktatörlüğü” ise, mali sermayenin var olmadığı, tekelci kapitalizmi bir yana bırakın, daha kapitalizmin dahi hakim olmadığı, hala toprak ağaları sınıfının iktidarı altında “yarı-feodal” ekonomik yapıdaki bir ülkede nasıl faşist diktatörlük olabilir? Mali sermaye, banka ve sanayi tekellerinin kaynaşmasından oluşmuyor mu? Sizin tezinize göre, bırakın tekelleri, kapitalist gelişme daha emeklemekte! Böyle yaparak ST, faşizmi sınıfsal ve tarihsel bağlamından kopararak herhangi bir baskı rejimine indirgiyor. Bu durumda, faşizmi 1923’ten başlatmakta da sakınca görülmüyor! Daha henüz kapitalist gelişmenin başlarındaki, cılız bir Müslüman taşra burjuvazisinin toprak ağalarıyla ittifakına dayanan kemalist burjuva cumhuriyeti, faşist olarak niteleniyor. Peki kimdir bu faşizmin toplumsal temeli? “Gerek toprak ağası sınıfı, gerekse de komprador büyük burjuvazi sınıfı, bizimki gibi ülkelerde en gerici, en şoven, en ırkçı sınıftır, ... faşizmin sosyal dayanaklığını oluşturmaktadır.” (sf. 69) Hatta ST bunu evrensel teori düzeyine de çıkarıyor: “Faşizmin ... bizim gibi ülkelerde sosyal dayanağı komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası sınıfıdır” (sf. 77) Ve faşizm, “1923 sonrası yukarıdan aşağıya doğru kemalist ideolojiyle inşa edil”miştir. (sf. 69) Bu tezler insana sordurtuyor: Osmanlı İmparatorluğu da mı faşist bir devletti? Ne de olsa toprak ağaları Osmanlı’da da vardı, hatta gerçekten egemen sınıftılar da. Toprak ağalarının “en gerici, en şoven” sınıf olduğundan da şüphe yok. Öyleyse, Osmanlı’nın, Rus Çarlığı’nın, İmparatorluk Çin’inin, vb. de “faşist” olarak nitelenmesi gerekir. ST’nin Dimitrov’un tanımındaki “mali sermayenin en gerici kanadı”nı bir çırpıda “toplumun en gerici sınıfı”na nasıl çeviriverdiğini görmek ilgi çekicidir. Bu topraklarda faşist diktatörlüğü, bir yarı askeri diktatörlük olarak inşa eden 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin tekelci kapitalizmin gelişimiyle ve ona karşı gelişen devrim tehdidinin bertaraf edilmesi karşıdevrimci girişimiyle bağlı olduğu açıktır.

Sıra Burjuvazide

ST’nin iki hayaleti daha var. Bunlar, “komprador bürokrat burjuvazi” ve “milli burjuvazi”. Büyük burjuvazi, “komprador bürokrat burjuvazi” sıfatıyla tanımlanıyor. Kavramlarla oynamamak gerekir dostlar. Komprador burjuvazi, dış ülkelerde üretilen malların ticaretini yaparak gelir elde eden ve bizzat kendisi üretim yapmayan bir sınıftır. Bu sınıf, 1920 ve 30’ların Çin’inde vardı. 1910 ve 20’lerin Osmanlı ve Türkiye’sinde de vardı. Ancak, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak, büyük burjuvazi, bizzat kendisi de üretim yapmaya başlar. Bu, onun kâr hırsının doğrudan bir sonucu olduğu kadar, genel kapitalist gelişmenin de bir ürünüdür. Akıl var, mantık var, bizdeki büyük burjuvazi nasıl “komprador” olarak tanımlanabilir! Koç, Sabancı, Doğan, Karamehmet, Ayhan Şahenk, Zorlu, bunlar komprador mu? Bu holdinglere ait yüzlerce fabrika sanayi ürünü üretmiyor mu? Bunları dünyanın dört bir tarafına ihraç etmiyor mu? Oysa size göre, “bu burjuvazinin elindeki kapitalizm, tamamıyla balon ve gerici kapitalizmdir ve emperyalizme bağlıdır” “Balon kapitalizm”in ne olduğunu anlayamadık! Ama bildiğimiz bir şey varsa, işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisi, bankaları, fabrikaları, sahip olduğu kapitalist çiftliklerle gerçek bir üretim ve finans zemini üzerine oturuyor.

Bunun “gerici” bir kapitalizm olduğu şüphe götürmez; ama yoksa siz emperyalist kapitalizm çağında hala “ilerici kapitalizm” olabileceğini mi düşünüyorsunuz?

“Bu ülkede kimse emperyalist tekelci burjuvaziden bağımsız bir sanayi gösteremez” diyorsunuz. Şüphesiz. Türk tekelci burjuvazisinin işbirlikçi olduğu apaçık, gözle görünür bir gerçek. Ama bir dünya sistemi olarak emperyalist kapitalizm zaten, tüm ulusal ekonomilerin emperyalist merkezlerin ihtiyaçlarına bağımlı kılınması demek değil midir? IMF, Dünya Bankası gibi kuramların işlevi, borç tahsildarlığı yapmanın yanı sıra, yeni sömürge ülkelerin ekonomilerini emperyalist merkezlerin ihtiyaçlarına göre dönüştürmek değil mi? Öyleyse, ST, yeni sömürge ülkelerde bağımsız bir kapitalizmin olmaması ile, kapitalizmin hiç olmaması arasındaki farkı (devasa bir fark!) görmüyor demektir. Nitekim “emperyalist kapitalizmin işine bu gibi ülkelerde kapitalizmi geliştirmek değil, geri feodal üretim ilişkilerini ayakta tutmak gelir. Çünkü geri üretim ilişkisi üzerinde daha fazla sömürü ve kâr elde edecektir. Emperyalizm için ‘kapitalizmi geliştirir’ demek, ona ilerici misyon yüklemekle eş anlamlıdır.” Emperyalizmin geri üretim ilişkisiyle “daha fazla” kâr elde edeceğini nasıl hesapladığınızı açıklamanızı istemek de hakkımız olsa gerek. Bu durumda örneğin, emperyalist çokuluslu tekellerin 60’lardan itibaren neden fabrikalarını yeni sömürgelere taşıdığını nasıl açıklayacağız? Böyle yapmakla emperyalistler, kendi kârlarını mı azaltmaya çalışıyorlar? Kaldı ki, yeni sömürgelerde kapitalizmin gelişmesi emperyalistlerin keyfine mi bağlı ki, düğmeye basıp engellesinler? Kapitalizm nesnel bir toplumsal üretim ilişkisi değil mi? Emperyalist sömürgecilik, yeni sömürgelere niyetinden bağımsız olarak bu nesnel ilişkiyi taşımak zorunda değil mi? Bunu yapmakla emperyalizmin “tarihin kör aleti” olarak hareket ettiğini söylemek doğrudur; ama emperyalizme ilericilik atfetmek başka bir şeydir. Emperyalizm, gittiği yere yıkım götürür. Nitekim, yakın bir örnek olarak, çokuluslu şirketlerin fabrikalarını yeni sömürgelere yaydıkları ’70’ler ve ’80’ler aynı zamanda bu ülkelerde askeri darbelerin, IMF yıkım programlarının yılları olmamış mıdır? Bu ikisi arasında bir çelişki görmeniz, kapitalizm konusundaki hayalciliğinizden kaynaklanıyor olmasın?

“Milli burjuvazi”ye gelince... Büyük burjuvaziyi tanımlayamadığınız için, orta burjuvaziyi de tanımlayamıyorsunuz. Ekonomik bakımdan tekelci büyük burjuvaziye bağlanmış, emperyalist küreselleşmenin emeğin kazanılmış haklarını gasp etmesinden (Kölelik Yasası vb.) çıkar sağlayan, tekelleşmeye çalışan, ama emperyalist küreselleşmeden zarar gördüğünde de bağırıp çağıran bir sınıftır orta burjuvazi. Ama nihayetinde halka karşı tekelci burjuvaziyle birleşmekte tereddüt etmez. Dahası, Türk orta burjuvazisi, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesinden de çıkar sahibidir ve şoven politikada tekelci burjuvaziyle kaynaşır. Refah Partisi hükümeti örneğinde gördüğümüz gibi, bu sınıf iktidar olanaklarını eline geçirmeye başladığı anda, bundan antiemperyalist tedbirler almak için değil, tersine, bizzat tekelleşmek için faydalanır ve emperyalizme de boyun eğer. Bu olgu, İşçi Partisi’nin Rus-Çin emperyalizmi yandaşı politikalarından veya geçmişin Refah Partisi’nin hükümet pratiğinden görülebilir.

ST, “Kızılelma ittifakını” milli burjuvazinin bir eylemi olarak görüyor. (sf. 77) Gerçi ST bu çıkışı “karşıdevrimci” ilan ediyor; ama, sonuçta “kızılelma ittifakını” oluşturan MHP, BBP, İP, Ülkü Ocakları gibi parti ve örgütler “milli burjuva akımlar” olarak ilan edilmiş oluyor. ST’ye göre milli burjuva akımlar karşıdevrimci değildir. Tek tek bazı karşıdevrimci politikaları vardır. MHP ve BBP’ye uygulandığı anda, ST’nin tezi tüm akıl sınırlarını zorluyor. Eğer MHP karşıdevrimci değilse, bu memlekette karşıdevrimci kimdir diye sorası geliyor insanın! Eğer tartışma konumuz İP ise, devrimci gençlere yönelik bu kadar saldırısından, devrimci ihbarcılığından, Genelkurmay’ın siyasi sözcülüğüne soyunmasından, Kürt devriminin yeminli düşmanlığını yaptıktan sonra dahi bu parti karşıdevrimci olmuyorsa, bu partinin hangi koşulda karşıdevrimci sayılabileceği konusunda ST’nin bizi aydınlatması gerekir.

Diğer yandan, ST’nin Kürdistan’daki milli burjuvaziyle ilgili özeleştirileri ve bu sınıfla taktik ittifakların olanaklı olduğu tespitleri doğru ve ye- rindedir. Ancak bu olgu Kürdistan üzerindeki sömürge boyunduruğuyla bağlıdır ve aynı ilerici rolü Türk orta burjuvazisi oynayamaz. Sömürge bir ülkenin orta burjuvazisiyle, ulus devletini kurmuş, ama sonradan emperyalizmin yeni sömürgesi olmuş bir ülkenin orta burjuvazisi aynı kategoriler içinde değerlendirilebilir mi?

“Ki emperyalizm de bu gibi (yarı-sömürge, TD) ülkelerde esas olarak toprak ağası sınıfına dayanır” tespitiyle ST hayal dünyasındaki gezintisini sürdürür. “Tanrı aşkına” dostlar, somut konuşursak, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını temsil edenler kimlerdir? “Toprak ağaları” mı, yoksa Sabancı’lar, Koç’lar, Şahenk’ler, (aynı zamanda OYAK holdingin de sahibi olan) faşist generaller mi? TÜSİAD ve Genelkurmay, tekelci burjuva sınıfın iktidarını ve aynı zamanda ABD-AB emperyalistlerine işbirlikçiliği temsil etmiyor mu? AKP, CHP, ANAP, DSP, MHP vb. hükümet etmiş ve etmekte olan partileri gerçekte yöneten hep TÜSİAD ve Genelkurmay olmadı mı? Bize ABD egemenliğinin dayandığı şu meşhur “toprak ağalarından” kimi örnek verebilirsiniz? Nerede bunlar?

Hangi Toprak Sorunu?

ST, gerçekle dogma arasındaki çelişkilerin içine boğulmuş tüm bu tespitlerin ardından, buradan stratejik görevler çıkarmaya gelir. “Köylülük nüfusunun şehirlere oranla azalması, devrim programı ve stratejisini değiştirmez(sf. 83) Önemli olan toprak sorunudur ve toprak sorunu ortadan kalkmamıştır. Toprak devrimi sorununun “esasını da yoksul köylülüğün topraksızlığı” oluşturmaktadır. (sf. 82) Böylece ST, krizin düğüm noktasına gelir. Evet, gerçekten de toprak sorunu, feodalizmin çözülmesiyle birlikte ortadan kalkmamış, yeni bir biçime bürünmüştür. Artık sorun, köylü nüfusu zorla çalıştıran ve emeklerine el koyan bir toprak ağası azınlığının sömürüsü değildir; bu kez karşımıza, toprağını yitirerek mülksüzleşen köylüleri ya tarım işçisi olarak çalıştıran ya da kentlere göç etmesine neden olarak ucuz işgücü olarak çalıştıran bir banka, sanayi ve tarım burjuvazisinin sömürüsü çıkar. Ancak ST “toprak devrimi sorunu” kavramıyla ortaklaştırmaya çalışsa da feodal köylülüğün toprak sorunuyla “yoksul köylülüğün topraksızlığı” sorunu bambaşka iki şeydir. Birincisinin kaynağı feodalizmdir. Çözümü, toprağın köylülere dağıtılmasıdır. İkincisinin kaynağı kapitalizmdir. Çözümü burjuva sınıf iktidarının devrilmesi, fabrikalara el konulması ve kapitalist toprak sahiplerinin elindeki arazilerin kolektifleştirilmesidir. ST’nin bahsettiği “toprak devrimi sorunu”, köylü sınıfının toprak ağasına karşı mücadelesine değil; proleter ve yarı-proleter köylülüğün toprak için; küçük- orta köylülüğün ise topraklarını yitirmemek için banka tekellerine ve kapitalist toprak sahiplerine karşı direnişine ve mücadelesine yol açar.

ST, burada da kısmen hayata temas etmiştir. Gerçekten de bugün, dünyanın çeşitli köşelerindeki köylü mücadelelerine baktığımızda, gerçek sorunun “köylünün topraksızlığı” sorunu olduğunu görürüz. Bu sorun, emekçi köylülüğü iflasa sürükleyen emperyalist küreselleşmenin tarım politikalarıyla yaratılmıştır. Brezilya’daki Topraksız Kır İşçileri Hareketi’ne (MST) bakalım. Bu hareket, kapitalizmin topraksız bıraktığı köylülerin, kapitalist çiftlikleri işgal etmesi ve tarım komünleri kurması eyleminden doğup gelişti. 250 bini aşkın köylü, kapitalist çiftliklerin geniş ve işlenmeyen arazilerini işgal ederek, buralarda kolektif tarım üretimi yapıyorlar. Bolivya ve Peru’da ortaya çıkan köylülüğün koka ekimi talepli mücadeleleri ise, aynı sorunun başka biçimde ortaya çıkmasıdır. Küçük ve orta köylüler, emperyalizmin neoliberal programları tarafından mülksüzleşmeye itiliyorlar. Ağır vergiler, yüksek girdi fiyatları ve düşük ürün fiyatları arasında sıkışan köylü yığınları, ayakta kalabilmek için, kârlı olarak üretim yapabilecekleri yegane ürün olan koka yaprağına yöneliyorlar. ABD ve işbirlikçi devletler ise, koka söküm programlarıyla sözde “uyuşturucuya karşı” gerçekte ise, küçük köylünün ayakta kalma mücadelesine karşı savaşıyorlar. Peru’da Aydınlık Yol’un büyük bir güce dönüşmesinde koka ekicisi köylülüğün taleplerini sahiplenmesi belirleyici bir unsur değil midir? Kolombiya’da FARC ve ELN’nin yürüttüğü köylü gerilla savaşı, esasta köylünün emperyalizm tarafından yıkıma uğratılmasına karşı bir savaş değil midir? (Feodalizmin toplumsal yapıda önemli bir ağırlığa sahip olduğu Nepal’i bir yana bırakıyoruz. Buradaki köylü savaşı, gerçekten feodal Krallığa ve arkasındaki ABD emperyalizmine karşı gelişiyor.)

Bugün Türkiye’de de bir köylü gerilla savaşının dayanabileceği gerçek zemin budur. Kuzey Kürdistan’da patlak veren köylü gerilla mücadelesinin zemini (sömürge sorunu) yerinde durduğu için özellikle Türkiye’de diyoruz. Ancak tabii, IMF’ci neoliberal tarım politikaları, K. Kürdistan kırında da önemli yıkıcı sonuçlara yol açıyor. 2001’de gelişen gerçek köylü hareketine bakalım. On binlerce köylü Trakya’da Kırklareli’ne, Ege’de İzmir’e, Kürdistan’da Antep’e, vb. inip eylemler yapmadı mı? Bu eylemler “toprak ağaları”na mı karşıydı, yoksa IMF ve işbirlikçisi olan yerli banka tekellerine mi? Bu eylemlere yol açan, tam da IMF politikaları sonucu küçük-orta köylüye devlet desteğinin kesilmesi ve banka borçlarıyla küçük-orta köylünün iflasa sürüklenmesi değil miydi?

ST, aslında bu gerçekleri görüyor. Ancak bunları teorik sonuçlara ulaştırmaktan kaçınıyor. Teorik tutuculuğun barikatını aşamıyor. Bir yandan tüm bu tespitleri yaparken, bir yandan da başka bir Maocu akımı “utangaçça ülkeyi kapitalist gösterme teorisi yapmak” la suçlayabiliyor. (sf. 86)

Ancak diğer yandan, ST’nin yine aynı yazıda, satır arasında dahi olsa “yarı-sömürge ülkeler”de kapitalizmin hakim olabileceğini teorik bir olasılık olarak kabul etmesi, dogmada açılan gerçek bir gediktir. [“Kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde ise (isterse yarı-sömürge olsun) işçi sınıfı hem öncü hem de temel güçtür”-sf. 87] Çünkü Maocu teori, yarı-sömürge ülkelerin aynı zamanda yarı-feodal olarak kalmak zorunda olduğu; çünkü emperyalizmin kapitalist gelişmeyi engellediği dogmasını tüm izleyicilerine miras bırakarak, onların gerçek teorik gelişmelerini sakatladı. Mao Zedung ve ÇKP’nin ileri, gelişkin yanı, Çin gibi gerçek bir köylü ülkesinde köylülüğün oynayacağı muazzam devrimci rolü görmüş olmalarıydı. ÇKP liderlerinin ve Mao’nun yöntemsel olarak da öğretici olan temel yönü, üzerinde devrim savaşımı yürüttükleri toprakların özgünlüklerini kavramada gösterdikleri yüksek düzeydi. Ancak iktidardaki ÇKP, kendi ülkesine uyguladığı devrim stratejisini istisnasız tüm “yarı-sömürge” ülkeler için vazgeçilmez bir reçeteye çevirdi. Böyle- ce Mao’nun Çin devriminin özgünlüklerini kavrayan ileri yanı, ÇKP’nin çevresinde kümelenen partilere mal olamadı. Bu partiler, büyük çoğunlukla kendi ülke gerçeklerinden kopuk, dogmatik partiler olarak kaldılar. Maoizmin onlara sunduğu temel tez, onların kendi ülke gerçeklikleri temelinde teorik analiz geliştirmelerinin önünü tıkayıp, ellerini kollarını bağladı. Feodalizmin tasfiye olduğu, kapitalizmin egemen toplumsal yapı haline geldiği tüm ülkelerde bu kriz gözle görünür bir hal aldı.

Dogma, giderek, gerçeğin içine sıkıştırıldığı bir hapishaneye dönüştü. Teori, gerçekliğin analizinden çıkarılacağı yerde, gerçeklik keyfi biçimde teoriye uydurulmaya çalışıldı. Bu, ülkemizdeki maoistleri gerçek bir yöntem krizine soktu. Kaypakkaya’nın Türkiye-Kuzey Kürdistan gerçekliğine temas eden yöntemini değil, onun sözlerini ve formüllerini esas aldılar. Gerçeklik ne ölçüde değişirse değişsin, onlar Kaypakkaya’nın 1972’de yazdıklarını savundular. Sonuçta hem 1972’ye çakılıp kaldılar ve değişime gözlerini kapadılar, hem de zihinlerindeki formülleri gerçeğin yerine ikame ettiler. Böylece teori, devrimci pratiğin önünü açan bir anahtar olmaktan çıktı, tersine bu siyasi hareketleri bakarkör haline getiren bir paslı kilide dönüştü. Siyasi özgüvensizliğe kaynaklık etti. Ülkenin maddi gerçekliği zemininde politika yapan, ama bu gerçekliğe dair özgün bir teori geliştirmek için yapılan her sorgulamayı “Maoizm- den sapma” olarak gören bu yöntem, giderek büyüyen bir krize kaynaklık etti. Sorun her seferinde “oportünist önderlikler”e mal edildi. Gerçekte ise krizin kökü derinlerde, yöntemdeydi. Şimdi artık yöntem krizi, tüm dogmaları zorlayacak kadar keskinleşmiş gözüküyor.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi