Ezilenlerin sömürgeci faşist rejimden hızlı bir kopuş yaşamakta olduğu koşullarda “değişim” argümanını yükselten AKP, 3 Kasım genel seçimlerinden Türk burjuva parlamentosundaki koltukların neredeyse 2/3’lük çoğunluğunu elde ederek çıktı. AKP’nin Kasımpaşalısı, “İşsizliğe, yoksulluğa ve yolsuzluğa son vereceğiz” diyor, halkın temsilcisi olduklarını savunuyordu.
“Acil Eylem Planı”ndan başlayarak AKP’nin önceliği, hükümet politikaları ve uygulamalarıyla ABD emperyalizmine ve işbirlikçi sermaye oligarşisine güven vermeye girişmek oldu. Kasımpaşalı’nın kabadayılığı ABD’li emperyalist efendilerine ve generallere değil; ezilenlere, halka karşıydı.
Sermayenin ve özelleştirmenin en kararlı savunucusu olmakla övünen AKP Hükümeti (58. Hükümet), Abdullah Gül başbakanlığında, emekçilere yoksulluk ve sefaleti dayatan faiz ve savaş bütçesini hazırlamakla işe başladı. Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki 59. Hükümet de aynı politikaları sürdürecekti.
Yabancı sermayenin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ı talanı önündeki engelleri temizlemeyi amaçlayan Doğrudan Yabancı Yatırım Yasası çıkarıldı; emekçilerin “Zorunlu Tasarruf Fonu”nda biriken alacaklarına el koymak için türlü oyunlar çevrildi. IMF uşaklığında sınır tanımayan AKP Hükümeti, 4857 sayılı kölelik yasasını burjuva parlamentodan geçirdi; işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeyi hedefleyen Kamu Yönetimi, Personel Rejimi ve Yerel Yönetimler yasaları ise gündemde. İşçilere ve emekçi memurlara sefalet ücretini reva gören AKP’nin lideri; oğlu Bilal’in düğünü için ise trilyonları harcamaktan çekinmedi.
Abdullah Öcalan’ın tecrit edilmesine, HADEP’in kapatılmasına, DEHAP’ın oylarının iptal edilerek kapatma kıskacına alınmasına ortak olan AKP Hükümeti; “Pişmanlık Yasası” ile de Kürt ulusu üzerindeki sömürgeci boyunduruk zincirine sıkıca sarıldı. KADEK’in teslim alınması amacıyla ABD ile süren pazarlıkların kirli yürütücüsü rolüne soyundu. “Kürt sorunu var diye düşünmezsen sorun yok olur” şeklindeki sözlerle, Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından alçakça bir şovenizm zehri saçılıyordu.
AB’ye uyum paketlerinin yenilerini yasalaştırarak demokrasi ve insan hakları havarisi kesilen AKP’nin siciline yazılanlar ise gözaltında işkence ve tecavüzün sürmesi, ezilenlerin eylemlerine polisin azgınca saldırmaya devam etmesi, insanca bir yaşam isteyen emekçi memurların terörist ilan edilmesi, Ali Suat Ertosun gibi faşist katillerin 19 Aralık 2000 zindan katliamında oynadığı rolden dolayı “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirilmesiydi.
AKP Hükümeti hava sahasını, üsleri ve limanları işgal ordularına açarak kaderini ABD’nin emperyalist barbarlığına bağladı. Wolfowitz’in azarlamasıyla ve Süleymaniye’de kafalara geçirilen çuvallarla iyice hizaya geldi. Halklarımızın büyük tepkisine rağmen Irak’a asker sevkiyatı tezkeresini burjuva parlamentodan geçirerek emekçi çocuklarının kanını 8.5 milyar dolara ABD’ye sattı. Fakat halkların emperyalist işgale karşı büyüyen direnişi, 1 Mart’ta uğradığı yenilginin rövanşını almaya yönelen AKP’nin bu tezkeresini de yırtıp attı.
AKP’nin, hükümet macerasında bir yıllık süreye sığdırdığı belli başlı icraatları işte bunlar! Şimdi AKP’nin eğitim alanındaki politikalarına ve uygulamalarına yakından bakalım.
Neoliberal Eğitim Politikaları Ve AKP
AKP Programı’nda, Seçim Beyannamesi’nde, 58. ve 59. Hükümetlerin programlarında şunlar belirtiliyor:
“Partimiz aşağıdaki temel ilkeleri benimser;
*Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yanadır.
*Devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğini benimser.
* Özelleştirmeyi daha rasyonel bir ekonomik yapının oluşması için önemli bir araç olarak görür.
*Uluslararası bilgi birikimi ve tecrübenin transferinde önemli rol oynayan yabancı sermayenin, Türk ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunacağına inanır.
*Avrupa Birliği, Dünya Bankası, IMF ve diğer uluslararası kuruluşlar ile olan ilişkilerimizin, ekonomimizin ihtiyaçları ve ulusal çıkarlarımız doğrultusunda sürdürülmesi gerektiğine inanır.”
“Partimize göre eğitim her alandaki kalkınmanın en önemli unsurudur. Beşeri sermayeyi etkin kullanmayan toplumlar, rekabet şanslarını kaybetmeye mahkumdur.”
“Dünyadaki yönetim anlayışında meydana gelen değişime paralel olarak, eğitim politikalarının belirlenmesinde ve hizmet sunumunda yerel idareler, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının inisiyatif ve katılımları sağlanacak; eğitimde yönetişimci, demokratik bir anlayış sergilenecektir.”
“Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır.”
AKP’nin sözleri, neoliberal eğitim politikalarının karakteristik çizgilerini taşıyor. Ve bütün kapitalist dünyada, bu politikaların burjuva hükümetler eliyle uygulanışı son yıllarda büyük bir hız kazanıyor. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) bünyesinde imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS), eğitimde neoliberal politikaların uluslararası çerçevesini çizmektedir. 1995’de Türk burjuva devleti tarafından da yürürlüğe sokulan bu anlaşma telekom, posta ve tüm iletişim hizmetleri, inşaat, eğitim, enerji ve su iletim sistemleri, çevresel hizmetler, finansal ve mali hizmetler, sağlık ve sosyal hizmetler, turizm ve seyahat hizmetleri, kültürel ve sportif hizmetler, ulaşım hizmetleri ve diğer hizmet alanlarını kapsıyor. Kapitalist devletin faaliyet yürüttüğü tüm bu alanların “serbest piyasa şartlarına göre”, “rekabeti ve verimliliği artıracak şekilde” yeniden yapılandırılması ve özel sektöre devredilmesi amaçlanıyor. GATS, dolaşıma giren paranın 2 trilyon dolardan fazla olduğu “eğitim sektörü”nü bir “pazar” olarak tanımlıyor.
AKP, hükümet ettiği dönem boyunca, genel olarak siyasal islamcı politikasını, neoliberal politikayla kaynaştırarak uyguladı. Eğitim alanında atılan özelleştirme-ticarileştirme adımlarının da, tüm diğer unsurlar bir yana, islama ve tarikatçı vakıfların özel ilköğretim okulu, lise ve üniversitelerinin teşvik edilmesi, palazlandırılması gibi bir hedefi ve anlamı da var.
Dünya Bankası’nın bir uzmanı “Yüksek eğitimin özel faydasının sosyal faydasından fazla olduğunu ve bu anlamda bireysel olarak eğitim hizmetlerinden yararlananların bu faydaların maliyetine katlanmaları gerektiğini” söyleyerek neoliberal eğitim politikalarını özetliyor. İnsan “sermaye” olarak nitelendiriliyor ve eğitim de “insan sermayesine yapılan yatırım” olarak görülüyor. Eğitim hizmetinden yararlanarak nitelik kazanan kişinin bunun maliyetini de karşılaması gerektiği ileri sürülüyor. Eğitimin bütünüyle “piyasa ekonomisi”ne adapte edilmesi ve özelleştirilmesi amaçlanıyor. Neoliberalizmin ideologlarının “eğitim politikalarının belirlenmesi sürecinin daha katılımcı olması gerektiği ve bunun yönetişimle sağlanabileceği” savunusu, uluslararası mali sermayenin ve işbirlikçi burjuvazinin eğitim alanında dolaysız egemenliğini pekiştirmek için ortaya atılıyor. GATS’ta da tarif edilen yönetişim, aslında, devletin faal olduğu eğitimin ve hizmetlerin hangi sermaye gruplarına satılacağı konusunda karar verme sürecine sermaye örgütlerini katmakta ifadesini buluyor.
İşbirlikçi tekelci sermayedarların örgütü TÜSİAD’ın eğitim politikalarını ortaya koyduğu raporlarında da; eğitim “yarı-kamusal hizmet” olarak tanımlanıyor ve “kişiye sağladığı bireysel faydanın karşılığının ödenmesi gerektiği” vurgulanarak paralı eğitim savunuluyor. Eğitimin “serbest piyasa ve uluslararası rekabet koşullarına göre düzenlenmesi”, eğitim alanında “özel teşebbüsün devlet tarafından desteklenmesi”, “eğitim kuramlarının sanayi sektörü ve sermaye ile işbirliği içinde olması” TÜSİAD’ın istekleri arasında.
Açıkça görülmektedir ki, AKP’nin eğitim politikaları, uluslararası finans tekellerinin ve TÜSİAD’ın seslendirdiği eğitimin neoliberal yapısal dönüşümünü ilke edinmektedir.
AKP’nin Yeni YÖK Yasa Tasarısı Ve Şirketleşen Üniversite
1994’te TÜSİAD tarafından yayınlanan Türkiye’de ve Dünyada Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji adlı raporda, üniversitenin “modern işletmecilik teknikleri ile yönetilen bir kurum” olması, “pazar ekonomisine” ve “arz ve talep koşullarına” uyması gerektiği belirtilmektedir. Paralı eğitimin daha demokratik olduğu savunularak; üniversitenin finansmanının “vergi mükellefleri, ebeveynler, öğrencilerin kendileri, mezunları istihdam eden işverenler, yardım ve bağışlar” tarafından sağlanması istenmektedir. TÜSİAD’a göre, üniversitelerin yönetiminde ise “mesleki kuruluşlar, araştırma kurumlan, kültürel kuruluşlar ve öğrenci temsilcileriyle Milli Eğitim Bakanı’nca toplumda temayüz edilen kimseler arasından atanan üyeler” yer almalıdır.
TÜSİAD’ın görüşleri yükseköğrenimin neoliberal dönüşümünü içermektedir.
AKP Programı’nda ise şunlar söyleniyor:
“Üniversitelere yerel yönetimler, odalar ve işadamları ile şirket kurabilmeleri ve ortak projeler yapmaları fırsatı yaratılacak, yerel yönetimler ve özel sektörün üniversiteler ile ilişkilerinin geliştirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılacaktır.”
“Üniversitelerimizin sanayi ile işbirliği içerisinde olmaları, pratik faydayı gözeten kurumlar haline gelmeleri sağlanacak...”
“Vakıf üniversiteleri desteklenecektir. Bu üniversitelere bütçeden yapılan maddi desteğin esasları yeniden belirlenecektir.”
58. Hükümet’in Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu tarafından sunulan YEK (Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu) projesi, TÜSİAD’ın neoliberal görüşlerinin izini sürüyordu. 59. Hükümet’in Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik döneminde hazırlanan yeni YÖK Yasa Tasarısı da söz konusu görüşleri referans aldı.
Hedefi üniversitelerin şirketleştirilmesi olan yeni YÖK Yasa Tasarısı’nda, yükseköğrenim kuramlarının yükümlülükleri arasında “üniversitelerin mevcut kaynaklarının öğretim üyelerince rekabetçi bir anlayış, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda etkin ve verimli bir şekilde kullanılması” ifadesi dikkat çekiyor. Bu ifade ile üniversite yönetimini şirket işleyişinin esaslarına bütünüyle uyarlama yönündeki ilk adım atılmış oluyor.
Ardından finans ve sanayi sermayedarlarının, profesyonel şirket yöneticilerinin ve işletmecilerin üniversite yönetimine katılması tasarlanıyor. Bu yoldan kapitalist holdinglerin ve finans baronlarının üniversitenin idari ve mali politikaları ile akademik çalışmaları üzerinde dolaysız bir hakimiyet kurmalarına hizmet edecek organ ise “Üniversite Sosyal Konseyi.” Bu organın görevleri “üniversitelerin ülke sorunlarına ilişkin yapacakları bilimsel çalışma ve projelerin önceliklerinin belirlenmesi, ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünün yetiştirilmesi, üniversiteler ile çeşitli sektörler arasında işbirliğinin sağlanması” ve “yatırımların plânlanması, üniversitelerce üretilen mal ve hizmetlerin fiyatlandırılması, üniversite- sanayi ve sivil toplum ilişkisinin geliştirilmesi, öğrencilere yönelik sosyal ve kültürel etkinliklerin planlanması konularında tavsiye kararları alır” şeklinde tanımlanıyor. Bileşiminde ise “meslek odaları temsilcileri, sanayi ve ticaret odalarının başkanları veya temsilcileri, üniversiteye bağışta bulunanlar, üniversitenin mezunlar derneği başkanı, il genel meclisi ile il belediye meclislerinden üyeler ve en fazla vergi veren mükellefler” yer alıyor.
2003 yılında bütçeden yükseköğrenime 3 katrilyon 408 trilyon 608 milyar lira ayrıldı. Bu tutar, yüzde 2,32’lik oranla, son yedi yılda yükseköğrenime ayrılan en düşük pay oldu. AKP, bütçeden ayrılan payın her geçen yıl kısılarak yükseköğrenimin mali darboğaza itilmesi, devlet üniversitelerinin devlet bütçesinden giderek bağımsızlaştırılması ve kendi finansmanını sağlamaya zorlanması şeklindeki mali kriz siyasetinin sıkı bir uygulayıcısı olduğunu gösterdi. Bu kriz siyasetinin hedefi öğrencilerden alınan öğrenim ücretlerini katlayarak, holdinglere proje üreterek, sermaye yatırımları yaparak, hisse senedi alıp satarak kendi finansmanını sağlayan “girişimci üniversiteler” yaratmaktır. Yükseköğrenimi ticarileştirme, üniversiteleri şirketleştirme adımlarını hızlandırmaktır.
Devlet üniversitelerine mali kriz siyaseti uygulanırken, özel üniversitelere bedelsiz arsa tahsisinden vergi muafiyetine, karşılıksız kredi desteğine kadar her türlü avantaj sağlanıyor. Tasarıda bulunan “vakıflarca kurulacak yükseköğretim kurumlan, bu kanunun 60. maddesinde yer alan mali muafiyet, istisna ve kolaylıklardan aynen istifade ederler ve bunlar emlak vergisinden muaf tutulurlar” ve “vakıflar tarafından kurulmuş yükseköğretim kuramlarının giderlerine katkıda bulunmak amacıyla (...) devlet yardımı yapılabilir” biçimindeki ifadeler, AKP’nin yükseköğrenimde özelleştirmenin kararlı bir uygulayıcısı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Koç, Sabancı, Bilkent gibi özel üniversitelere onlarca trilyon karşılıksız devlet yardımı akıtılırken; sonraki aşamada ise İTÜ, ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe gibi önde gelen devlet üniversitelerinin kendi vakıflarına devredilerek özelleştirilmesi gündeme getirilecektir.
YÖK Yasa Tasarısı’nda, yükseköğrenim kuramlarının gelir kaynakları olarak “her yıl bütçeye konulan ödenekler; bağış, yardım ve vasiyetler; taşınır ve taşınmaz mal satışından elde edilecek gelirler; öğrencilerin harç olarak ödeyeceği katkı payları ve diğer öğretim ücretleri; işletme biriminden aktarılan gelirler ve diğer gelirler” sıralanıyor. Tasarının “mali özerklik” adı altında sunduğu model, devlet bütçesinden pay almadığı için devlete bağlı olmayan; ama mali -ve kaçınılmaz olarak idari ve akademik- açıdan proje ürettiği ve işbirliği yaptığı sermaye grubuna bağımlı ve bilimsel faaliyetlerin de daha fazla kar amacına bağlandığı bir üniversiteyi amaçlamaktadır.
Üniversiteleri şirketleştirme hamlesinin YÖK Yasa Tasarısı’ndaki temel bir boyutunu “üniversitelerde, üniversite yönetim kurulunun kararıyla rektörlüğe bağlı bir işletme birimi kurulması” oluşturuyor. İşletme biriminin gelir kaynakları ise özetle şöyle: “Üniversitenin üreteceği hizmet ve mallardan elde edilen gelirler; taşınır ve taşınmaz malların kiralanması ve işletilmesinden elde edilen gelirler; bağış, yardım ve vasiyetler; kâr payı, faiz ve nemalandırma gelirleri; bilimsel araştırmalar için yapılan şartlı bağışlar; öğrencilere kullandırılan kredilerin geri ödemeleri; öğrenci katkı payları ve diğer öğretim ücretleri; kitap ve diğer yayınların satış gelirleri.” Yani “işletme biriminin finansmanı” meta üretiminden ve hizmetlerden elde edilecek karlarla, kira ve faiz gelirleriyle, şartlı bağış adı altında holdingler için yapılan bilimsel araştırmalarla, harç soygunuyla vb. karşılanacak. İşte “Üniversite AŞ.”nin işletme gelirleri böyle!..
Bilgi ve teknolojinin kapitalist rekabette ve sermaye birikiminde oynadığı büyük rol, kapitalist tekelleri, üniversiteleri sermayeye entegre etmeye yönlendiriyor. Bu yönelim, üniversitenin, holdingler için araştırma-geliştirme çalışmaları yapan, bilim ve teknoloji üreten bir yan kuruluş olarak yapılandırılmasını gerektiriyor. TÜSİAD’ın ve AKP’nin dillerinden düşürmedikleri “üniversite-sivil toplum-sanayi” işbirliğinin anlamı budur. YÖK Yasa Tasarısı da, “ulusal ve uluslararası çerçevede yürütülen kapsamlı ve çok ortaklı araştırma-geliştirme projeleri dâhil her türlü bilimsel ve teknolojik araştırma projeleri”, “teknopark ve benzeri işletmelerin kurulup işletilmesi ve bu amaçla ortaklıklar kurulması” gibi formülasyonlarla üniversiteleri, holdinglerin uzantısı olan şirketlere dönüştürmeyi hedefliyor. Finansmanı “işletme biriminin ilgili hesabı”ndan karşılanacak olan bu tür “bilimsel araştırma projeleri”nin hükümlerinin; “serbest piyasa şartları, uluslararası konjonktür ve kurumun ilgili alandaki rekabet gücü göz önüne alınarak tespit edileceği” vurgulandıktan sonra “gerçek ve tüzel kişilerle sözleşme karşılığı yapılan, çalışma ve giderleri kısmen veya tamamen bu kişilerce karşılanan faaliyetler sonucunda ortaya çıkan patent veya ihtira haklarının paylaşımı, üniversite ile bu kişiler arasında yapılacak sözleşmede belirtilir” ifadesi ekleniyor.
Teknokent, KOSGEB (Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı), ÜSAM (Üniversite-Sanayi Ortak Araştırma Merkezi), Tekmer (Teknoloji Geliştirme Merkezi) gibi üniversiteleri sermayenin araştırma-geliştirme kurumları durumuna getiren projelerin ve anlaşmaların hızla yaygınlaştırılması öngörülüyor.
Tasarıda, sermayeye sunulacak teknoloji geliştirme hizmetleri çerçevesinde “araştırma öğretim üyeliği” tanımlanarak “masraflarının tamamı gerçek ya da tüzel kişilerce karşılanan hizmetlerde araştırma yapmak üzere üniversitenin ilgili kurullarının kararı üzerine sözleşmeyle öğretim üyesi istihdam edilebilmesine” olanak sağlanıyor. “Bu şekilde istihdam edilen öğretim üyesine, işletme biriminden ödenecek ücret; kadroda istihdam edilen dört yılını tamamlamış bir profesöre bir ayda ödenen aylık ödenek, makam tazminatı toplamının beş katını geçemez” denilerek de, öğretim üyelerinin cazip ücretler karşılığında şirket çalışanlarına dönüştürülmesinin yolu açılıyor. AKP’nin isteği, şirketleşen üniversitede öğretim görevlilerinin de şirket personeli durumuna gelmesidir.
Tasarıda YÖK’ün görevlerine ilişkin maddede yer alan “kişisel ve kurumsal performans ölçütlerini tespit ederek hizmet kalite standartlarını oluşturmak” şeklindeki ifadeler ve yine “işletme biriminin gelirleri”nin dağılımını belirleyen kriterlere ilişkin maddede geçen “işçiler ve sözleşmeli personel hariç diğer personel arasında; personelin tâbi olduğu kanun, sınıf, unvan, görev yaptığı birim, gelirin elde edilmesindeki katkısı, performansı ve benzeri ölçütler” sözleri, şirket yönetim esaslarından biri olan “Toplam Kalite Yönetimi”nin yükseköğrenimde uygulamaya sokulacağının göstergesi. Öğretim görevlilerine “performansa dayalı ücret” ödenmesi tasarlanıyor. “Mesai saatleri dışında, işletme birimine bu madde uyarınca yaptıkları doğrudan katkılarından dolayı öğretim elemanlarına ilave olarak ödenecek tutar; bunların bir ayda almakta oldukları aylık, ödenek ve her türlü tazminat toplamının beş katını geçemez” maddesi ile de, düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalan öğretim üyelerine, ancak üniversiteye daha fazla kâr sağlama amacına bağlı olarak çalışırlarsa daha iyi bir gelir elde edebilecekleri söyleniyor. Böylelikle bilimsel araştırmanın kâr güdüsüne ve amacına bağlanması sağlanmış oluyor.
Şirketleşen üniversitede çalışan işçilerin karşı karşıya kalacağı sonuçlar esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, düşük ücret ve işten çıkarma olacaktır. Öğrenciler ise, hem üniversitenin çeşitli hizmet alanlarında ve hem de araştırma projelerinde kuralsızca ve ucuz işgücü olarak çalıştırılacaktır. Bu durum tasarıda “kısmi zamanlı olarak çalıştırılacak öğrenciler hakkında 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili hükümleri ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası ile ilgili hükümleri hariç diğer hükümleri uygulanmaz” sözleriyle açıklanmaktadır.
Yeni YÖK Yasa Tasarısı, yükseköğrenimi ticarileştiriyor. “Öğrencinin yıllık toplam eğitim-öğretim maliyeti”nin “devletçe karşılanacak kısmı, eğitim-öğretim maliyetlerinin yarısından az olamaz” ifadesiyle öğrenim giderlerinin yarısının öğrenci tarafından karşılanmasına kapı aralanıyor. Emekçi çocuklarının çoğunluğunun karşılayamayacağı kadar yüksek miktarlardaki harç soygununun yolu açılarak “eğitimin satın alınması gereken bir meta olduğu” görüşü yaşama geçirilmeye çalışılıyor.
Öğrencilere verilecek krediler de tam bir aldatmacadan ibaret. “İşletme birimi gelirleri” arasında “öğrencilere kullandırılan kredilerin geri ödemeleri” ibaresi yer aldığına göre; bu kredilerin geri ödenmesinde büyük oranda bir reel faiz uygulanacağı kesin. Parasız yükseköğrenim hakkının gasp edilmesi, “öğrenim maliyetini ödeyemeyecek durumda olan öğrencilere kredi sağlanacağı” tezinin ardına gizleniyor ve böylece paralı eğitim kabul ettirilmek isteniyor. Verilecek burs ve kredilere ise emekçi çocuklarının ancak çok azının erişebileceği şüphe götürmez. Üstelik kredi alan öğrenciler de, mezun olduktan sonra büyük bir borç yükünün altına sokulmaktadırlar. Kredi ve bursların, burjuvazinin emekçi çocuklarının en yeteneklilerini devşirmesine hizmet ettiğini söylemek yerinde olur. Yeni YÖK Yasa Tasarısı, gençliğin yükseköğrenim hakkı açısından tam bir “gasp tasarısı”dır.
Bilimsel bilgiye ulaşma ve bilimsel üretim merkezleri olmaktan çıkan üniversiteler, giderek, öğrencilere yüksek gelirli bir iş edinme fırsatı sunan kurumlara dönüşmektedir. Üniversitenin rolü de, öğrenciyi mesleğe hazırlamakla sınırlı bir içeriğe sıkıştırılmaktadır. Öğrencilerin tercihlerinde bilgisayar, elektronik, makine, endüstri gibi mühendislikler ile işletme ve iktisat gibi bölümler öne çıkarken tarih, felsefe, coğrafya, sosyoloji gibi sosyal bilimler bölümleri, mezunlarına iş imkanı sunmadığından dolayı sürekli gerilemektedir. Ya da öğrenci, hiç değilse öğretmen olabilmek için eğitim fakültelerine yönelmektedir. AKP Hükümeti de, büyük üniversitelerin bölünmesi planı ile mühendislik fakültelerinin ve teknik bölümlerin, tıp fakültelerinin ve hukuk fakültelerinin ayrıştırılarak tekelci sermayenin ihtiyaçlarına daha hızlı adapte edilmelerini amaçladığını, sosyal bilimler bölümlerini de ölüme terk ettiğini göstermiştir. İşbirlikçi sermaye oligarşisi ve AKP Hükümeti, yükseköğrenim kuramlarını, burjuvaziye vasıflı teknik kadro ve uzman yönetici yetiştiren etkin üniversiteler ile emekçi çocuklarının ancak girebileceği taşra üniversiteleri ve meslek yüksekokulları (MYO) biçiminde ayrıştırmayı istiyor. Emekçi çocuklarına kalifiye işçilik, ucuz işgücü olma ya da işsizler ordusu saflarına katılma dışında seçenek bırakılmıyor.
Özetle; AKP, TÜSİAD’ın bayraktarlığını yaptığı yükseköğrenimde neoliberal politikaları program edinmiştir. Ve bu politikaların başlıca amaçları;
*Üniversitelerin şirketleştirilmesi, tekelci sermayenin araştırma projelerini üreten yan kuruluşlara dönüştürülmesi,
*Yükseköğrenimde özelleştirmenin hızlandırılması, önde gelen devlet üniversitelerinin özelleştirilmesi,
*Öğretim üyelerinin şirket personeli durumuna getirilmesi, kar amacına bağlı bilimsel çalışma yapmaya zorlanması,
*Paralı eğitim uygulamasının emekçilerin ödeyemeyeceği kadar yüksek harç miktarları düzeyine varmasıyla emekçi çocuklarına MYO’lar ve taşra üniversiteleri dışında yükseköğrenim kapılarının kapatılmasıdır.
Bugünkü YÖK ve onun arkasında duran statükocu burjuva güçler de, -YÖK’ün eski başkanı Kemal Gürüz’ün konuşmalarında ve yazılarında defalarca tekrarladığı gibi- bu amaçlara sahiptir. AKP ile YÖK arasındaki çatışma, üniversitenin şirketleştirilmesi konusunda değil, YÖK ve üniversiteler üzerindeki iktidar gücünün kimin elinde toplanacağı noktasında yaşanıyor.
Üniversiteler Üzerindeki İktidar Savaşı Ve Yeni YÖK Yasa Tasarısı
Evet, asıl kıyamet YÖK ve üniversiteler üzerindeki siyasal hegemonyanın kime ait olacağı konusunda kopmaktadır: Şirketleşen üniversiteleri kim yönetecek?
Mevcut yasada YÖK’ün yedi üyesi cumhurbaşkanı, yedi üyesi Bakanlar Kurulu, yedi üyesi Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK), bir üyesi de Genelkurmay tarafından seçiliyor. Yeni YÖK Yasa Tasarısı’na göre ise üye sayısı 22’den 17’ye düşecek olan YÖK’ün yedi üyesini Bakanlar Kurulu, altı üyesini ÜAK, iki üyesini Cumhurbaşkanı, bir üyesini de Genelkurmay belirleyecek. Ayrıca yasa yürürlüğe girdiği tarihte YÖK ve ÜAK üyelerinin, yükseköğrenim kuramlarının yöneticilerinin, rektörlerin, dekanların, yüksekokul ve enstitü müdürlerinin, bölüm başkanlarının görevleri sona erecek. Rektörler ise iki kez seçilemeyecek.
Açık ki, yeni tasarı hükümete, YÖK üzerinde güçlü bir siyasal otorite kurma olanağı tanıyor ve yükseköğrenimdeki binlerce yöneticinin yeniden belirlenecek olmasıyla da üniversiteler üzerindeki siyasal hegemonyasını geliştirme fırsatı doğuruyor. AKP, TÜBİTAK Bilim Kurulu tarafından seçilen başkanı görevlendirmeyerek ve TÜBİTAK üzerinde siyasal hakimiyet kurabileceği değişiklikleri dayatarak da benzer bir tutum alıyor.
AKP, YÖK ve üniversiteler üzerinde kuracağı siyasal egemenliği; hükümet olma pozisyonundan iktidar pastasından daha fazla pay almaya doğru ilerlemede güçlü bir dayanak yapmaya çalışacaktır. TÜSİAD’m bu konudaki görüşleri ve yaklaşımları da, AKP’nin YÖK Yasa Tasarısı ile örtüşüyor. Tekelci sermaye sahiplerinin üniversitelerin yönetiminde etkin olması ve genelkurmay ile statükocu kesimlerin siyasal ağırlığının zayıflaması sonucunda; TÜSİAD’da örgütlü işbirlikçi sermaye oligarşisinin, faşist Türk burjuva rejiminin siyasal iktidar yapısındaki konumu güçlenecektir.
Genelkurmay ve askeri bürokrasi ile YÖK başkanı ve bazı rektörlerde cisimleşen statükocu faşist blok, YÖK ve üniversiteler üzerindeki siyasal egemenliğini korumak için sahte bir laiklik ve demokrasi savunuculuğuna soyunmakta, “üniversiteleri ortaçağ zihniyetine bırakmamak” tan dem vurmaktadır. Onlar, YÖK’ü mevcut faşist yapısıyla korumak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Ön saflarında dövüşenler ise Kemal Gürüz ve Kemal Alemdaroğlu’dur.
AKP kendi YÖK’ünü istiyor ve TÜSİAD’ın “değişim” rotasına dümen kırıyor. Genelkurmay ise kendi YÖK’ünü korumaya çalışıyor.
Bugün, YÖK üzerine düğümlenen çatışmalar yeni bir aşamaya evriliyor. Bu yeni aşamaya geçişin bir boyutunu AKP ile YÖK arasında süren dalaşın seyrindeki değişimler oluştururken, diğer boyutunu ise üçüncü tarafın yükselen sesi meydana getiriyor.
AKP, Üniversiteler Arası Kurul ve rektörlerin bir bölümü ile uzlaşma yolunu seçerek statükocu rektörler cephesinde ciddi bir çatlak yarattı. Söz konusu uzlaşma, yukarıda analiz etmeye çalıştığımız yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın bekletilmesini, bugün için anayasa değişikliğine gitmeden hazırlanacak çerçeve yasalarla ve en acil gördükleri konularda YÖK’ün ve üniversitelerin yeniden şekillendirilmesini kapsıyor. En acil gördükleri konuların başında ise, üniversitelerin şirketleştirilmesine dönük düzenlemelerin yapılması yer alıyor. Böylelikle hamle üstünlüğünü ele almış olan AKP, sürece yayılarak da olsa kendi YÖK’ünü yaratmanın yolunu açmayı hedefliyor. Kemal Gürüz’ün YÖK’teki görev süresinin sona ermesi de, AKP’nin manevra alanını genişleten bir rol oynuyor.
Alemdaroğlu ve Gürüz’de simgeleşen statükocu blok ise, ÖSS’de imam hatip ve meslek liseleri lehine bir değişikliğin bu yıl önünün alınmasında ya da “Cumhuriyetin 80. Yılı” yürüyüşü düzenlenmesinde olduğu gibi, egemenlik alanını sonuna kadar savunacağını bir kez daha gösterdi.
Faşist YÖK ömrünün sonuna geldi. 6 Kasım eylemleri YÖK’e karşı büyüyen isyana sahne oldu. YÖK’ü dağıtacak olan öğrenci gençliğin, öğretim görevlilerinin, işçi ve emekçilerin üçüncü taraf olarak mücadeleyi büyütmesidir. Üniversiteleri kuşatacak olan özgürlük ateşinin başlıca hedefi, faşizmin temel bir dayanağı olan YÖK’ün yıkılmasıdır. Ve üçüncü tarafın büyüyen isyanı, YÖK’ü hak ettiği yere, tarihin çöplüğüne gönderecek; üniversitelerin şirketleştirilmesine de karşı koyarak özerk-demokratik üniversite bayrağını yükseltecektir.
Paralı Eğitim Ve Özelleştirme Kıskacında İlk Ve Ortaöğretim
AKP şöyle diyor:
“Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır.”
“Özel sektörün eğitim yatırımlarında bulunmasını sağlamak amacıyla özendirici düzenlemeler yapılarak özel öğretim kurumlan yaygınlaştırılacak ve mevcut okulların yüzde 100 kapasite ile çalışmalarını temin eden düzenlemeler yapılacaktır.”
Paralı eğitim ve özelleştirme, AKP’nin ilk ve ortaöğretimdeki uygulamalarının ana çizgileridir.
2003 yılı bütçesinden Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) son on yılın en düşük payı ayrıldı. 10 katrilyon 180 trilyon liralık tutarla, MEB’in genel bütçeden aldığı payın oranı yüzde 10,1’den yüzde 6,9’a düşmüş oldu. Bu tutarın sadece 1 katrilyon 479 trilyonu eğitimde yatırım harcamalarında kullanılacakken, 8 katrilyonu personel giderlerine ayrılıyor. Böylece, eğitim yatırımlarına aktarılan miktarın MEB bütçesine oranı ise yüzde 22,3’den yüzde 14,4’e gerilemiş oluyor.
2003-2004 öğretim yılında 27 bin yeni dersliğe ihtiyaç varken, MEB’e ayrılan paydan eğitim yatırımları için belirlenen tutarın tamamı dahi bunu karşılamaya yetmiyor. Tayyip Erdoğan ise, “özelleştirme sürecinin heyecanının yaşanması gerektiğini” söylüyor ve “devleti tamamen eğitim ve sağlık sektöründen çekip özel sektörü buralarda hakim kılmak istediklerini” belirtiyor. Eğitim, devletin ilk ve ortaöğretime ayırdığı kaynağın kıtlığı sonucunda çıkmaza sürükleniyor ve özelleştirme de çözüm olarak sunuluyor. Yani, yükseköğrenimde uygulanan mali kriz siyaseti ilk ve ortaöğretimde de karşılığını buluyor. Özel okullara bedelsiz arsa tahsis edilmesi, vergi muafiyetleri uygulanması ve devletin karşılıksız mali yardımlarının artırılması bu siyasetin diğer boyutunu oluşturuyor.
30 trilyon liralık maliyetinin devlet tarafından karşılanmasıyla 10 bin öğrencinin özel okullarda okutulması planının gündeme getirilmesi de, AKP’nin özelleştirme politikalarının bir ürünü oldu. Bununla amaçlanan özel okullardaki kontenjan açığının kapatılması, bu okulların özendirilmesi ve karlarının devlet tarafından büyütülmesiydi. Yine aynı dönemde, -okul ve derslik açığının yüksek düzeyine rağmen- kent merkezlerinde ve değerli arazilerde bulunan okulların arsa ve binalarının satışına dair tasarı yasalaştırılarak, özellikle AKP’nin destekçisi olan sermayedarları palazlandırmaya dönük bir uygulamaya daha imza atıldı.
Seçim Beyannamesi’nde ders kitaplarının parasız dağıtılacağını duyuran AKP; yeni vurgun ihaleleri ve yüksek fiyatlardan satın alman kitaplar yoluyla şirketlere büyük miktarlarda kar akıtarak bu vaadini yaşama geçirdi. Önümüzdeki yıllarda, parasız dağıtılacak olan ders kitaplarına reklam konulacağı da bizzat AKP’li eğitim bakanı tarafından açıklanmıştı. MEB, bu yıl sadece karnelere reklam koymakla yetinecek.
AKP Hükümeti, tam bir tüccar kafasıyla hareket ederek, devamsızlık yapan öğrencilerin ailelerinden her gün için f 6 milyon lira alınmasını, Hüseyin Çelik tarafından yayınlanan bir genelge ile karara bağlama girişiminde bulundu. Aynı tüccar zihniyeti, Irak’a emperyalist saldırının öngünlerinde işgale ortak olmak için tezkere hazırlanırken, savaş harcamalarını karşılama gerekçesiyle, üniversite öğrencilerine verilen başbakanlık burslarına el koyma çabasında da kendini göstermişti.
Kayıt parası ödeyemediği için okullarda temizlik yaparak çocuğunu okula kaydettirebilen ya da hiç kayıt yaptıramayan velilerin görüntüleri beyinlere kazındı bu yıl. MEB, öğrencilerden her ay toplanan katkı payından 100 trilyonluk bir gelir elde etmeyi planladığını açıkladı. Hazırlanan bir yasa tasarısına da, “temel eğitim parasız ve zorunludur” yerine “temel eğitim zorunludur” ifadesi konuldu.
AKP’nin başka bir planına göre, Erkan Mumcu’nun “asıl amacı hem öğrenci velilerinin okulla iletişiminin artırılması olan hem de programlarla doğrudan ilişkisi olmayan idari, mali, sosyal işlerde okul yönetimine katılma imkanları getirecek” diyerek tarif ettiği okul vakıfları “veli, okul mezunu ve yerel yönetim temsilcilerinden oluşacak.” Bu planın ardında gizlenen asıl amaç ise hem eğitim giderlerinin daha büyük oranda velilerin sırtına yıkılması, hem de sermaye temsilcilerinin katılımıyla vakfın yönetsel etkinliğinin artırılarak eğitimde özelleştirme sürecinin hızlandırılmasıdır.
MEB’in “öğrencilerin zihinsel becerilerini ölçmek ve eğitim sisteminin sorunlarını tespit etmek amacıyla” ilköğretim öğrencilerine yönelik yaptığı seviye tespit sınavında, öğrencilerin “başarı düzeyi” yüzde 50’nin altında kaldı. Ortaöğretim Kurumları Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı’nda 40.500, ÖSS’de 26.448 öğrenci sıfır puan aldı. Faşist içerikli eğitim müfredatlarıyla, çürümüş sınav sistemiyle, bilimsel olmayan ve ezbere dayanan dersleriyle kapitalist eğitim sisteminin iflas ettiğinin ve öğrencilere karanlık bir gelecek dışında hiçbir şey vermediğinin kanıtıdır bu rakamlar.
“Özgür düşünen ve bağımsız karar verebilen, özgüven sahibi gençler yetiştirme” iddiasında olan AKP; “yaramazlık yapan” öğrenciye pişman olduğuna dair bir belge imzalattırılmasını ve bu belgenin idareye teslim edilmesini, bu tür davranışları sürdürerek pişmanlık sözleşmesine uymayan öğrenciye de uyarı, kınama ve okul değiştirme gibi cezaların verilmesini karara bağlayan bir yasa tasarısı hazırladı. Böylelikle AKP, ilköğretim çağındaki öğrencilerden başlayarak gençliği sindirme ve kişiliksizleştirme politikalarını derinleştirmeye soyunduğunu gösterdi. Ne de olsa o, Kürt halkına teslimiyeti dayattığı “Pişmanlık Yasası”ndan ilham alıyor.
“Öğretmenlik mesleğinin toplumda hak ettiği itibarı yakalayabilmesi için öğretmenlerin nitelikleri artırılacak, buna paralel olarak özlük hakları ve çalışma şartları iyileştirilecektir” diyen AKP, ilk ve ortaöğretimde “Toplam Kalite Yönetimi” uygulamasını yaygınlaştırıyor. İlçe ve bölge çapında yapılan “Eğitimde Toplam Kalite Yönetimi” toplantılarına, öğretmenlerin ve eğitim görevlilerinin yanı sıra “yörenin işadamları ve ileri gelenlerinin” de katılması hedefleniyor. Ve sermayenin buradan da eğitime sızmasının koşulları oluşturuluyor. “Eğitimde toplam kalite yönetimi”nin önde gelen hedeflerinden biri, öğretmene “performansına ve ürettiği hizmetin kalitesine göre” ücret ödenmesi.
MEB “sözleşmeli öğretmen” uygulamasına hazırlanıyor. Bu uygulama ile sözleşme yapılan öğretmenin iş güvencesinden ve örgütlenme hakkından yoksun olarak ve giderek “performansa dayalı ücret” ödenerek çalıştırılması öngörülüyor.
Başka bir yasa taslağı da, öğretmen atamalarında ve ücret uygulamalarında performans ve kademelendirme getirilmesini içeriyor. Taslakta stajyer öğretmen, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen kademeleri yer alıyor ve öğretmenlerin her kademe için her aşamada sınava tabi tutulacağı belirtiliyor. Buna göre, başöğretmenlik için yapılacak sınavı kazanan bir öğretmen, aynı sınavı kazanamayanlardan fazla ücret alacak.
AKP Hükümeti, öğretmenlere yine sefalet ücreti dayatıyor. 2004 bütçe tasarısına bağlı olarak belirlenen zamlara göre, 9/1 kademesindeki bir öğretmenin maaşı yüzde 6,1 oranında bir artışla 566 milyondan 600 milyona çıkıyor.
İlk ve ortaöğretimde 135 bin öğretmen açığı varken ve 100 binden fazla öğretmen adayı atanmayı beklerken sadece 20 bin öğretmen atanıyor. Öğretmen adayları, diplomalı işsizler olarak her sene Kamu Personel Seçme Sınavı’na hazırlanıyor.
AKP’nin ilk ve ortaöğretim alanındaki politikalarının özü;
*Eğitimde neoliberal dönüşümün sağlanması, paralı eğitim uygulamasının yaygınlaştırılması ve eğitimi özelleştirme adımlarının hızlandırılması,
*Öğrencilerin müşteri olarak görülmesi, emekçi çocuklarının zorunlu olduğu söylenen temel eğitimi alma olanaklarının dahi zayıflaması,
*Özel eğitim kuramlarına ve sermaye sahiplerine büyük kar transferleri yapılması,
*Öğretmenlerin tahsildar haline getirilmesi, demokratik haklarının budanması ve sefalet ücretiyle yaşamak zorunda bırakılması,
*Öğrencilerin kişiliksiz, bilgiyi kullanma becerisinden yoksun, gelecekten umutsuz bireyler olarak yetiştirilmesidir.
Öğrencilere ve eğitim emekçilerine, ise eğitimde özelleştirmeye karşı, parasız, bilimsel ve demokratik eğitim için mücadele bayrağını yükseltmek düşüyor. Parasız bilimsel demokratik eğitim tabii ki, yalnızca öğrenci gençliğin ve eğitim emekçilerinin sorunu değil. İşçi sınıfını ve emekçileri, tüm ezilenleri ilgilendirdiği gibi ancak onlarının gücünün seferber edilmesiyle çözülebilir.