Patlayıcı Maddeler Her Yerde Birikiyor
Bugün uluslararası gelişmelerin merkezinde duran sorun, Irak işgali ve büyüyen direniştir. Tüm politik güçler bu gerçek karşısında bir tutum almak zorunda kalıyorlar. Proletarya ve ezilenleri geniş ölçüde birleştiren Irak’ın işgali sorunu, emperyalistler ve uşak devletler cephesini bölmeye devam ediyor.
Öncü direniş güçleri ve Irak Arap halkı, Bağdat teslimiyeti şokunu tümüyle atlatmış durumdalar. Örgütlü mücadele büyüyor ve yerel temelde boy veren direniş grupları birleşik örgütlenme ve mücadele için ulusal düzeyde adımlar atıyorlar.
Askeri tekniğin elverişli biçimlerine dayalı şehir gerillası taktiği uygulayan direniş güçlerinin, Ekim ayı başından itibaren günde 35 saldırı gerçekleştirdikleri bizzat ABD Korgenerali R. Sanchez tarafından itiraf edildi. Bağdat, Tikrit ve Felluce’yle sınırlı kalmayan, Musul, Kerkük ve Nasıriye’de etkili vuruşlar gerçekleştiren gerillaların, CIA’nın ve “Geçici Yönetim Konseyinin üstlendiği Bağdat Oteli’ne, Wolfowitz’in (gizlice) kaldığı sırada El Reşit Oteli’ne ve Nasıriye’deki İtalyan karargahına karşı gerçekleştirdikleri cüretkar saldırılar; Bush’un 2 saatlik gizli “ziyaretinden” iki gün önce yine gizli bir “ziyaret” için Bağdat’ta bulunan İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’ın füze salvosuyla “uykusundan kaldırılması”, işgalci güçlerin istihbaratçılarına, diplomatik ve askeri temsilcilerine, işbirlikçi yönetimin üyelerine yönelik politik suikastlar ile peş peşe düşürülen helikopterler, başta ABD olmak üzere, işgalci güçleri ve işgalci güç göndermeyi düşünen devletleri büyük bir moral bozukluğuna, umut kaybına ve savunma pozisyonuna itti.
Ekim ayı başında kurulduğu açıklanan Condellizza Rice elebaşılığındaki “Irak’ta istikrar grubu” sefil bir duruma düşerken, Powell, “bu kadarını beklemiyorduk” itirafında bulundu! Aynı süreçte ve takip eden kısa dönemde Pakistan asker gönderme işini defterden sildi; Belçika, “asker göndermenin söz konusu olmadığnı” bildirdi; Portekiz ve Bangladeş asker göndermekten vazgeçtiklerini açıkladılar; BM ise Irak’tan tamamen geri çekildi! ABD,
Arap köylülerinin meyve bahçelerini sökmeye başlarken, Mukteda El Sadr’a bağlı Şiiler bir hafta içinde iki kez ABD askerleriyle çatışmaya girip işgalci kanı akıttılar ve ulusal direniş şehitleri verdiler.
Saddam’ın Tikrit’te işgalci güçlere esir düşmesi, ABD’nin kadr-i mutlaklığı üzerine kurulu komplo teorilerini bir kez daha rezil etmekle kalmadı; son bir kaç aydır canını kurtarmak için anlaşma peşinde koştuğu ya da Bağdat teslimiyeti öncesi ABD’yle anlaşıp Rusya’ya sığındığı gibi psikolojik savaş yalanlarına inanmakta duraksamayanlara da bir ders verdi. Sömürgeciler ve bağlaşıkları Saddam’ın esir edilmesiyle moral bulsalar da, “huzur” bulamadılar. Onların sömürgeci umutlarının ve beklentilerinin aksine, Bağdat teslimiyeti sonrası kazandığı sömürgeciliğe karşı ulusal mücadele özelliği daha fazla berraklaşarak sürüyor Arap direnişi. ABD birlikleri, şoku atlatan, kendini örgütleyen ve savaşımı yayan Irak Arap halkı karşısında, zafer kazanmış ruh hali ve konumdan, kaygı, korku ruh hali ve savunma konumuna geçmiş bulunuyorlar. İki bine yaklaşan ölüleri, binlerle sayılan yaralıları, firarları, psikolojik dengesi bozulanları ve işgale inancını yitirmişliğiyle emperyalist ABD ordusu Bush yönetiminden çözüm bekliyor ve Bush yönetimine öfke biriktiriyor.
ABD emperyalizmi tüm bu gelişmeler nedeniyle, aynı amaca hizmet edeceğini varsaydığı iki yeni taktik geliştirmeye karar vermiş görünüyor. Bunların birincisi, işgalci zulümde sınır tanımaz bir saldırganlıkla Irak Arap halkını yıldırmak, umutsuzluğa yöneltmek ve direnişçilerin iradesini kırmak. Kent ve kasabaların (girenin, çıkanın, içinde hareket edenin belli olacağı “bir akvaryuma” dönüştürülmek hedefiyle) dıştan ve içten dikenli tel öbekleriyle bölünmesi; en vahşi biçimlere büründürülen ev baskınları; sınır tanımaz hale gelen tutuklamalar; ve tıpkı Nisan öncesi gibi yağdırılan bombalar bunun kimi örnekleridir.
İkincisi, sömürgecilikten himayeci sömürgeciliğe gerileme. Böylelikle direnişçilerin ilk hedefi olmaktan kurtulma. Dünya ölçeğinde büyüyen nefretin önünü kesme. Asker aileleri ve askerler başta olmak üzere iç tepkilerin büyümesini engelleme.
Ancak bu yolların ikisi de çıkmazdır. Birincisi Irak Arap halkının öfke ve kinini, dolayısıyla da direnişi körüklemekte; ikincisi, büyüyen, yaygınlaşan, inisiyatif alan direniş gerçeği ve işgalin dayanaklarının zayıf durumu nedeniyle, hiç değilse bu aşamada daha çok bir tasarı olarak kalmaktadır. Her şeye rağmen uygulandığında ise işgalci egemenliği daha da gerileyecektir.
İşgalin dayanağı olan ve “Geçici Yönetim Konseyi”nde örgütlenmiş bulunan Şii Arapların bir bölümü, Güney Kürdistan Kürtleri, Türkmenler ve diğer güçlerin ABD’nin uygun göreceği inisiyatif alanından azami ölçüde yararlanma mücadelesine girmek isteyecekleri ve bunun (iç savaş olasılığı bir yana) muhtemel politik sonuçlarına bölge devletlerinin büyük ilgisi gerçeği de himayeci sömürgecilik planının çıkmazlarından biridir.
Gelişmeler, direnişin güç toplaması, birleşik bir irade kazanması, otoritesini genişletmesi; işgalcilerin ise kan, moral ve mevzi kaybetmesi yönünde sürecektir.
***
Irak’taki mücadele (ABD şahsında) emperyalistlerle, (direnişçiler şahsında) ezilenler arasında açık bir cephe savaşı biçimini almış bulunuyor.
ABD emperyalizmi ve suç ortaklarının Irak’ta yedikleri darbeler ve çaresizlikleri, günümüz dünyasında emperyalistlere savaş açmanın, emperyalist sistemin dışında arayışlara girmenin çocukça bir heves veya boş bir iş olduğu biçimindeki ideolojik ve politik teslimiyeti parçalamaktadır.
Irak Arap halkının direnişi dünya proletaryası ve ezilenlerin saflarına moral ve mücadele arzusu taşımakta, umudu büyütmektedir. Kazanma duygu ve inancının Ortadoğu toprağına yeniden sağlıklı bir tohum olarak düşmesi, bu gerçeğin özel ve önemli bir yönünü oluşturmaktadır.
ABD’nin gelecekte maddi, mali ve moral cephede bir depremle yüz yüze kalma olasılığı, daha bugünden Bush’un değişik kıta ve ülkelerde öfkeli protestolarla karşılanması emperyalist rakiplerini memnun etse de; hırpalanma ve teşhirin işgalcilerle sınırlı kalmaması, ABD ve suç ortaklarına yönelik nefretin, onların şahsında giderek antiemperyalist bir berraklığa bürünmesi; Irak’ta ABD ve İngiltere’nin yenilgisinin Ortadoğu’da yaratabileceği kimi sonuçlar ile proletarya ve ezilenler cephesinin kendini geliştirmesi, tüm emperyalist dünyayı kara kara düşündürmektedir. Emperyalist cenahta, Irak “sorununun” belirli, özellikle de yangının Ortadoğu’yu sardığı koşullarda, bir sistem sorunu olarak görülmesi ve halklar karşısında ABD’yle “dayanışma” eğilimine girilmesi sürpriz olmayacaktır.
Sonuç olarak, Irak’ta kimin kazanacağı yerel, bölgesel bir sorun olmaktan çıkmış, ideolojik, politik, moral boyutlarıyla uluslararası bir niteliğe bürünmüştür.
Bu nedenle de Irak’ta işgalcilerin yenilmesi ve direnişin kazanması için mücadele dünya komünist, devrimci ve antiemperyalistlerinin; proletarya ve ezilenlerin temel görevidir. İçinden geçtiğimiz süreçte bundan daha acil ve daha önemli bir enternasyonalist görev yoktur.
***
ABD emperyalizmi, Irak’ta yoğunlaştırdığı Ortadoğu savaşında, Filistin, Suriye ve Lübnan cephelerine doğrudan ya da siyonist İsrail aracılığıyla saldırı ve baskılarını sürdürüyor.
İsrail’in Filistin halkını soykırımdan geçirmesine ve siyonist tecrit duvarına tam destek veren, BM Güvenlik Konseyi’nde ve Genel Kurul’da İsrail aleyhine tüm kararları veto eden ve red oyu kullanan; İsrail’in Suriye ve Lübnan’a bomba ve füze yağdırmasını meşru ilan eden, boyun eğdirmek ve teslim almak için Suriye’ye ekonomik ambargo koyan ABD emperyalizmi, Irak kapanından kurtulamadığı için şimdilik daha ileri gidemiyor.
Tüm bunlar, Filistin halkının siyonist İsrail’e karşı kahraman direnişi, tüm baskılara karşın Filistin’de İntifada ve silahlı direnişi bastırmaya girişecek bir hükümete izin verilmemesi, CIA konvoyuna Gazze’de girişilen gözüpek saldırı, Suriye ile Lübnan arasında imzalanan yeni işbirliği anlaşması, direnişe katılmak için Irak’a geçen Arap gönüllüler ve tüm Ortadoğu’da ABD karşıtı gösterilerle yanıtlanıyor.
***
ABD emperyalizmi 11 Eylül sonrası işgal ettiği Afganistan’da da çıkmaza yürüyor. Karzai rejiminin Kabil’e hapsolması ve gerçekte iflas etmiş oluşu bir yana, işbirlikçi savaş ağaları bir- birleriyle çatışmaktan kaçınamıyor, daha da önemlisi sorumlu oldukları alanlarda egemenliklerini sürdürmekte her gün biraz daha zorlanıyorlar. Gülbeddin Hikmetyar önderliğindeki Hizbi İslami Afganistan’ın kuzeyinde, Taliban ise güneyde etkinliğini artırıyor. Hizbi İslami ve Taliban’ın nispeten büyük gruplar halinde hareket ettikleri, devletin yerel otoritelerine ve emperyalist kuruluşların temsilcilerine karşı ciddi saldırılara giriştiği biliniyor. Bu nedenledir ki, BM, NATO askerlerinin “barış gücü” olarak Kabil’in dışında da görev yapabilecekleri kararını almak zorunda kaldı. İşgalciler artık resmi olarak da tüm Afganistan’da savaşacak, Karzai rejimini ve işgali sürdürmeye çalışacaklar. Hikmet Çetin’in NATO’nun baş sivil bürokratı olarak Afganistan’da görevlendirilmesinin ve Türk sermaye ordusu askerlerinin Afganistan’a gitmesi tartışmalarının sebeb-i hikmeti budur. Pentagon yalnızca Irak’ta değil Afganistan’da da debeleniyor.
***
“Uluslararası hukuk”un boş, gülünç bir söz haline geldiği, Bush’un Japonya teftişinde , “BM’nin yaşlandığı ve reforma ihtiyacı olduğu”nu söylediği emperyalist küreselleşme dünyasında, emperyalistler arası çelişkiler kendilerini dolaylı ve dolaysız mücadeleler, farklı devletler arasındaki yeni anlaşmalar vb. biçimlerinde su yüzüne vuruyor.
ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğine karşın, BM Genel Kurulu’nda 144 devletin siyonist tecrit duvarını “yasadışı” ilan etmesi; AB’nin İran hamlesiyle, ABD’nin gerilimi tırmandırma politikasının aksine nükleer silahların bildirimi ve BM denetimi konusunda anlaşma sağlaması; bundan kısa bir süre sonra Rusya ve İran’ın nükleer enerji alanındaki işbirliğini sürdüreceklerini açıklamaları; Rusya’nın Putin ve Asker Akayev’in katıldıkları törenle Kırgızistan’da bir hava üssü açması; Rus genel kurmayının bir NATO üyesiyle savaşmalarının imkansız olmadığı açıklaması; Putin yönetiminin ABD tekellerinin eline geçmemesi için petrol şirketi Yukos’a el koyması ve Rusya’nın en zengin kapitalisti olarak tanınan sahibini tutuklaması; İspanya’da düzenlenen 70 devletin katıldığı ve Powell’in 55 milyar dolara ihtiyaç olduğunu açıkladığı “Irak’ın Yeniden Yapılandırılmasına Bağışta Bulunanlar Konferansında, ABD’nin 20 milyar 300 milyon dolar vaadine karşın, AB ve Almanya’nın, sırasıyla yalnızca 235 ve 100 milyon dolar vadederek Bush yönetimini büyük bir hayal kırıklığına uğratmaları; Irak’ın emperyalist devletler ve tekeller tarafından yağmalanması ihalelerine başta Fransa, Almanya ve Rusya olmak üzere, işgalde ABD’ye destek vermeyen ülkelerin dışta tutulması; Putin’in konumunu güçlendiren son seçimlerle Rusya’nın, yumruk sıkmaktan yumruk sallamaya geçme mesajı vermesi ve yine Rusya’nın Kyoto anlaşmasından çekildiğini açıklaması; Azerbaycan ve Gürcistan seçimlerinde somutlaşan ve Kafkaslarda büyük çatışmaların tohumu olabilecek mevzi savaşları gibi örnekler emperyalist dünyanın iç çelişme, kutuplaşma ve mücadelelerinin sonbahar geçidinin kimi örnekleri oldu.
Devrimlerin, dün olduğu gibi bugün de, emperyalistler arası çelişmeleri birer dolaylı yedek haline getirmesinin nesnel koşulları vardır ve güçlüdür.
***
Emperyalist küreselleşme saldırısı ve ABD’nin “yeni dünya düzeni” terörü, proletarya ve halkların mücadelesini durduramıyor.
Proletarya ve ezilenlerin kölece boyun eğişine ayarlanmış emperyalist planlar bir bir boşa çıkıyor.
Ekim Devrimi’nin yıldönümü öncesi yapılan bir ankette Rus proletaryası ve emekçilerinin yüzde 42’si, “bugün olsa yine Bolşevikleri desteklerdik” der; ABD halkı, Bush rejiminin Irak’ı işgal ve yeni dünya düzeni terörünü sokak gösterileriyle protesto etmeyi sürdürürken, Avrupa proletaryası ve ezilenler, sonbahar boyunca İtalya, Yunanistan, Almanya, İsviçre, Fransa ve İngiltere’deki grev, genel grev ve gösterileriyle emperyalist küreselleşme saldırısının ekonomik ve toplumsal terörünü, Irak’ta süren işgali ve Bush şahsında ABD’yi protesto ettiler. Onbinler ve yüzbinlerin bir araya geldiği bu eylemler, mücadele dinamiklerinin canlılığını ve geniş bir temele sahip bulunduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Bütün uğursuz, inançsız ve komplocu “kehanet”lerin aksine, son örnekleri Davos ve Hindistan’da görülen emperyalist küreselleşme saldırısına karşı gelişen enternasyonal kitle hareketi istikrarlı ve kararlı bir dinamik olduğunu gösterdi. Onun zaaf ve yetmezlikleri bir olgudur; bu olgunun gösterdiği veya kanıtladığı biricik gerçek ise, bu zaaf ve yetmezliklerin ancak iradi müdahalelerin eseri olarak çözüleceğidir. Komünistlerin görevi, zaaf ve yetmezlikler hakkında malumun ilanıyla uğraşmak veya mızmızlanıp durmak değil, çözüm gücü olmak için pratik yoğunlaşmadır.
İngiltere’deki görkemli protestolar dışında, daha önce dikkat çekildiği gibi, Bush, teftişe gittiği Avusturalya, Filipinler, Japonya, Hong Kong’da da proletarya ve ezilenlerin protesto gösterileriyle karşılandı. Bush’un İngiltere’de Blair’le birlikte bir kaç saatliğine uğradığı bir eğlence mekanında güvenlik için 1 milyon sterlin harcanması, emperyalist elebaşların, İşçilerin ve ezilenlerin gazabından ve şiddetinden duydukları korkunun düzeyini gösteriyordu. Bush’un gizli “Bağdat ziyareti” bunun son ve en çarpıcı ifadesi oldu. ABD’den itibaren gölgesinden bile gizlemeye çalışarak, yıkım içindeki askerlerine moral vermeye giden; buna karşın en sıkı biçimde korunan Bağdat hava alanına uçağının ışıkları söndürülmüş biçimde indirilen; burada direnişçilerin saldırısına uğramama talihine ererek iki saat kalmayı başaran ve bu büyük macerasını ancak ABD’ye döndükten sonra açıklama cesareti gösteren dünya halklarının azılı düşmanı Bush, emperyalist şeflerin ve ellerini halkın kanına bulaştıranların korkularının fotoğrafı ve itirafıydı.
Proletarya ve ezilen halkların mücadelesi, Irak, Kolombiya, Nepal, Peru, Filipinler, Filistin, ve Bolivya örneklerinde görüldüğü gibi devrimci kitle şiddeti ve silahlı mücadele biçimlerinde de sürüyor veya patlak veriyor. Dominik, Lübnan ve Nepal’de gerçekleştirilen genel grevler, Meksika’da yüzbini aşkın göstericinin meydanları zapt etmesi El Salvador’dan sonra Uruguay’da da özelleştirme saldırısını püskürten mücadeleler ve Lesoto’da tekstil işçilerinin 2 şehit ve 150 yaralı vermelerine yol açan eylemleri de burada ayrıca kaydedilmelidir. Ekim sonunda, Kolombiya’da proletarya ve ezilenlerin, devlet başkanı Uribe’nin referandumla onaylatmak istediği 15 maddelik gerici anayasal düzenleme ve IMF paketini reddetmesi; aynı dönemde başkent Bogota’daki yerel seçimleri sol eğilimli muhalefet partisinin kazanması, ABD ve Kolombiya oligarşisini korkutmak kadar, Latin Amerika’daki politik tabloyu bir başka cepheden daha gözler önüne serdi. Keza bu politik tablonun temel ögelerinden biri olarak, ana kuvvetini FARC’ın oluşturduğu silahlı mücadele, ABD’nin aşağılık “Plan Kolombiya’sına ve işbirlikçi oligarşinin çok yönlü ezme taktiklerine meydan okuyarak; onların saldırı ve tuzaklarını aşarak yoluna devam ediyor. Onbinlerce gerillanın seferberliğine ve halkın gücüne dayanan silahlı mücadele, yalnızca Kolombiya’da değil, başta Güney Amerika olmak üzere, dünyanın değişik köşelerinde bir umut, enerji ve güç kaynağı rolünü oynuyor.
Nepal’de silahlı mücadele ABD ve işbirlikçi rejimin tüm çırpınışlarına karşın politik ve askeri etkisini arttırıyor. Geniş ve etkin bir destek bulan politik genel grev ve diğer kitle mücadelesi biçimleriyle Nepal devrimi kararlı gelişimini sürdürüyor.
Güney Kore’de işçi sınıfının, öğrencilerin ve ezilenlerin yılmak bilmez sokak çarpışmaları, yalnızca işbirlikçi rejimi değil, üs ve askerlerini koruma meselesi başta olmak üzere, bir dizi konuda ABD emperyalizmini de zorluyor ve yeni arayışlara itiyor.
ABD’nin ambargo adı altındaki yeni boğaz sıkma terörüne meydan okuyan Küba ve emperyalist kıskaca boyun eğmeyen Kuzey Kore, ABD’ye öfke ve kinle yüklü olan, ortaya koyamadıkları bir isyan duygusuyla yaşayan kitlelere moral ve direnme isteği taşıyor.
Ve tüm bunların dışında, Ayaklanmalar yüzyılına Bolivya’dan eklenen yeni halka, sosyalist baharın müjdecisi olan cemrenin “havaya düştüğü”nü bir kez daha ortaya koydu. Doğalgazın özelleştirilmesine karşı başlayıp, devlet başkanı Lozada’nın istifa ederek, halk düşmanlarının ve hainlerin sığınağı ABD’ye kaçışıyla son bulan halk ayaklanması, proletarya ve ezilenlerin birleşik eseri oldu.
Bolivya ayaklanması, emperyalist küreselleşme koşullarında keskinleşen sınıf çelişkilerine; derinleşen ve yaygınlaşan toplumsal yıkıma, burjuvazinin artan yasal ve yasadışı terörüne karşı, emperyalist boyunduruk altındaki ülkelerde patlayıcı maddelerin müthiş ölçüde yığıldığını, biriktiğini ve her an ateş alabileceğini gösterdi. Patlamaların biçimi, hedefleri ve yaratacağı sonuçlar tek tek ülkelerde proletarya ve ezilenlerin mücadele geleneklerine, özgün politik, ulusal, dini etkenlere, örgütlülük düzeylerine ve baskın ideolojik şekillenişe bağlı olmaktadır ve olacaktır. Hiç değilse 21. yüzyıl Güney Amerika ayaklanmaları ne yazık ki, komünist ve devrimci öncülerin kitlelerin gerisinde oldukları, dahası, ayaklanma anlarında onu devrime yöneltecek bir örgütlülük, irade ve kararlılığa sahip bulunmadıklarını gösterdi. Keza dünya komünist ve devrimci hareketinde “kitlelerin durumu”, “kitlelerin ruh hali”, kitlelerin eğilimleri” konusunda yapılan olumsuz, aşırı temkinli hatta umutsuz vurguların, kitlelerin değil, bu parti ve örgütlerin gerçeğini ve yığınlardan kopukluk, kendine dönüklük düzeyini ifade ettiği pratikte açığa çıktı. Proletarya ve ezilenlerin, sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelesinin yakıcı ve sert koşulları altında, 90-91 dönemecinden sonra ortaya çıkan şok, gerileme ve krizi, içe dönmüş, sınıf mücadelesinin her günkü gerilimini pratik olarak duyumsamayan öncülerinden daha hızlı aştıkları görülüyor. Bu en başta, politik çözüm bekleyen bir sorundur.
Ezilenler Özgürlük İçin Çatışıyor
Irak’a işgal birlikleri gönderilmesi, yakın dönemin en önemli sorunuydu. Bölgesel çelişmelerin ayağa kalktığı söz konusu sorun, Türk burjuva devletinin ve ABD’nin yenilgisiyle son buldu.
TÜSİAD’ın muhtemel mali ve ekonomik faturaları, iç politik atmosferi sertleştireceği ve AB’nin eğilimleri nedenleriyle uygun bulmadığı; generallerin ve hükümetin ise mutlak desteğini alan işgalci birlik gönderme planı, burjuva meclisten geçti, fakat, Irak Arap halkının silahlı direnişi koşullarında ve onun bir sonucu olarak, varlıkları ABD nezdinde aşırı değer kazanan, başta KPD ve YNK olmak üzere, “Geçici Yönetim Konseyi”nin karşı çıkışı sonucu suya düştü.
7 Ekim’de Türk sermaye meclisinde kabul edilen işgalci birlik gönderme tezkeresi, 13 Ekim’de genelkurmayın medya brifingine konu olmuştu. Generaller ve hükümet kararın uygulanamayacağını akıllarından bile geçirmiyorlardı. Ne de olsa “stratejik ortakları”, “Kürt aşiret reisleri”ne ve de iktidarsız “geçici konsey”e aldıracak değildi! Üstelik çok zor durumda olduğu için “müslüman Türk kurtarıcılara” iyice mecburdu! Fakat bir kez daha “hayal kırıklığına” uğradılar. Irak Arap halkının işgalcileri reddetmesi ve silahlı direnişi nedeniyle Güney Kürdistan Kürtlerine ve “geçici konsey”de yer alan diğer bazı güçlere adeta mahkum bulunan ABD emperyalizmi, “stratejik uşak”lığını övdükten sonra, “stratejik ortağı”nı yüzüstü bırakmakta; generalleri ve hükümeti iki paralık hale düşürmekte tereddüt etmedi.
Kırmızı çizgileri silinen, can attığı halde işgalci birlik göndermesi engellenen ve nihayet Talabani’yi Irak devletinin en üst temsilcisi sıfatıyla kabul etmek zorunda kalan Ankara’nın Irak politikası tümüyle iflas etti.
Tüm bu olup bitenlerden sonra, Tayyip Erdoğan, CNN ve BBC’ye verdiği demeçlerde, “Ankara ile ABD ve İngiliz stratejik ortaklığının son olaylardan etkilenmediğini” söyleyerek, Türk burjuvazisinin ve devletinin sefil durumunu gözler önüne serdi.
Hiç kuşku yok ki, işgalci birlik gönderme tartışmaları süreci ve sonlanma biçimi, sermaye devletinin, generallerin ve hükümetin ABD buyruğunda hareket ettiği gerçeğini geniş kesimlere ulaştırdı. İşçi ve emekçi kitleler içinde bu düşünce ve duygunun gelişmesine yol açtı.
***
Tayyip Erdoğan’ın hesap vermek, direktiflerini kaydetmek ve Güney Kürdistan Kürt halkının ulusal hakları konusunda sınırlanması, HPG ve KONGRA-GEL’in şiddet yoluyla dağıtılması, Kıbrıs görüşmelerinde ABD’nin çıkarlarına daha yakın duracağı kuşkusuz olan Türk burjuva çıkarları lehine ağırlık konması, Türk sermaye oligarşisine ABD’ye ihracat kolaylıkları sağlanması ve 8,5 milyar dolarlık kredinin kullanımına imkan verecek bazı sözlü açıklamalarda bulunulması gibi konularda destek dilenmek için Bush’un “huzuruna çıkışı”; ABD’deki siyonist odaklara gösterdiği derin muhabbet; finans tekelleri başta olmak üzere, ABD sermayesine Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ı yağmalama çağrıları burjuva medyadan büyük övgü aldı. Onlara bakılırsa, Türkiye yeniden ABD’nin güvenini kazanmış, 1 Mart tezkere yenilgisiyle kopan fırtına dinmişti. Efendi işbirlikçisini affettiğini tüm dünyaya açıklamış oldu!
“Neyin karşılığında” diye soruyor burjuva koro ve “Irak’a asker gönderme kararının hızla alınması” diye yanıtlıyor. Oysa hiç değilse, cümleyi, “ve ABD’nin yeni bir direktifiyle, kararını aynı hızla rafa kaldırılması” biçiminde tamamlaması gerekirdi. İncirlik konusunda hükümet ve genelkurmayın onayıyla imzalanan gizli anlaşma, ABD’nin yeni ihtiyaçları vb. de bir kenarda kalsın!
Elbette, Erdoğan’ın ABD haccının esası geçmiş değil, gelecek tarafından belirlenmiştir.
ABD’nin direktifleri şunlardır: Güney Kürdistan Kürtleri konusunda ABD’yi rahatsız etme, Kıbrıs’ta Annan planıyla masaya otur; İncirlik’e dair yeni ABD planlarını sindir, beklentileri karşılamaya hazır ol; Afganistan’a ve gerektiğinde Irak’a işgalci birlik göndermekte duraksama; AB içinde truva atı olma yolunda ilerle; ABD tekellerinin Türkiye’deki yağma faaliyetine gölge etme, taleplerini karşıla; önümüzdeki dönem ABD’nin Ortadoğu ve Önasya’ya dönük sömürgeci planlarına, ambargo, saldırı ve işgal biçiminde gelişebilecek tüm emperyalist zulmüne, (iç veya bölge kamuoyu lafları etmeden) gerekli desteği sağla; Kafkaslar ve Balkanlar’da ABD’nin kuyruğundan ayrılma! MGK, Dışişleri ve hükümete bunları hazmetmek ve sindirmek düşüyor. Generallerin etrafında toplanmış bulunan burjuva kesimlerin ve sivil devlet bürokrasisinden bazı çevrelerin, “Türk burjuva devletinin özgün çıkarları” konusunda, Güney Kürdistan ve Kıbrıs zemininde ayak diremeleri devam edecek olsa da, işbirlikçi kapitalist düzenin genel rotasının (ABD’yle stratejik uşaklık temelindeki işbirliğini sürdürerek) AB’ye ayarlanacağı yeterince açıktır.
Tayyip Erdoğan’ın AKP gemisini güçlü MGK dalgalarından korumak için, “muhafazakar demokrat” adı ve yeminlerinin yetmeyeceğini görüp, himayeci güç veya Kabe olarak Beyaz Saray-Pentagon ipine sıkıca sarılacağı, bu konuda yer yer “gözü kara” davranışlar sergileyeceği de ayrıca kaydedilmelidir.
***
Faşist MGK diktatörlüğünün gerileme süreci tedricen, ağır ve kontrollü biçimde sürüyor. Önümüzdeki dönemde bunun ifadesi olacak yeni bazı yasal ve anayasal değişiklikler gündeme gelecektir. Tuncay Özilhan’ın “TÜSİAD olarak Türkiye’yi iki çıpaya bağladık. Bunlardan bir tanesi IMF programı, diğeri 2004’te hedef AB’den tam üyelik takvimi alabilmek olmalı” açıklaması ve “hükümette reform yorgunluğu oluştu” vurgusu bu doğrultuda bir işarettir. Keza TÜSİAD’m yeni başkanı Ömer Sabancı’nın devir-teslim töreninde yaptığı, “Avrupa Birliğini birinci gündem maddesi olarak gördükleri, siyasi istikrarın korunması ve gerçekleştirilen reformların kağıt üzerinde kalmaması” biçimindeki açıklama Özilhan’ın sözleriyle aynı istikamettedir. Sermaye oligarşisinin temel kuvvetleri, günümüz dünyasında, sınıf çıkarlarının AB’ye katılmayı zorunlu kıldığı konusunda hemfikirdirler.
Sermaye oligarşisinin “reform yorgunluğu” olarak tarif ettiği olgu, gerçekte, karşıdevrim kampındaki iç mücadelenin eseridir. Generaller, militarist güçler ve faşist sivil bürokrasi yeni geri adımlar bir yana, terk ettikleri mevzilerden yararlanılmasına bile izin vermemek için tüm imkanları zorlamakta, sahip oldukları güç ve yetkileri bunu sağlayacak biçimde kullanmaktadırlar.
Proletarya ve ezilenlerin, burjuva uyum yasalarıyla doğan kimi hak ve özgürlüklerden yararlanmasını engellemek için, başkaca yasalarla, bürokratik engellerle süreci uzatma ve fiili oldu bittiler gibi yöntemler devreye sokulmaktadır.
169. madde değişikliğinin TCK 331/1 ve TMY 7/2’yle boşa çıkarılması; 8. madde değişikliğinin karşısına TCK 311’le çıkılması ya da “mahalli dillerde yayın” yasasının uzun bekletme dönemi bir yana, yerel radyo ve tv’ler dışlanarak, üstelik de mümkün olan en sembolik düzeye hapsedilmesi; Kürtçe özel kurs hakkının fiili ve bürokratik engellerle felç edilmesi; işkence davalarının 30 günden daha öteye atılamayacağı hükmünün çiğnenmesi, işkenceyle katletme ve “yargısız infaz” davalarındaki pervasız beraat kararları bunun kimi önemli örnekleridir.
Aynı durum, karşıdevrim cephesinin iç mücadelesinde de somutlanmaktadır. Generaller, sonuçta kimi tavizleri kabul etmelerine karşın, MGK genel sekreterliği ile ilgili yeni yasanın Ağustos’tan önce çıkmasını engelleyip, bir yıl daha “eski düzenin” olduğu gibi sürmesini sağlamış; çıkartılan yeni yasaya, genel sekreter sivil olursa yardımcısının asker olması koşulunu ve atama konusunda genelkurmaya danışılmasını ekleterek, keza sivil genel sekreterin muhakkak büyükelçiler içinden seçilmesi koşulunu kabul ettirerek önlemler almışlardır!
Tüm bunlar, düzen güçleri arasında süre- giden iç mücadeleden ayrı olarak, proletarya ve halklarımıza yasal ve anayasal değişikliklerle ortaya çıkan gediklerden yararlanmak için bile kararlı bir irade sergilemek zorunda olduklarını; faşist rejimin söz konusu hakları biçimsel hale getirmek için tüm imkanlarını kullanacağını gösteriyor. Ve yine son dört-beş yılın bu temeldeki tüm verileri proletarya ve ezilenlerin, AB’ye girmek yolundan burjuva çözüm için sabır ve uzlaşma vaatlerini nefretle reddetmeleri; anlamlı toplumsal ve ulusal demokratik haklar için faşizme karşı dişe diş bir mücadele yürütmeleri, özgürlük içinse diktatörlüğü yıkmaları gerektiğini kanıtlıyor.
***
Sermaye oligarşisi, ordu ve hükümet kampında süren iç mücadelenin odaklandığı konulardan biri de Kıbrıs sorunudur.
Seçimlerden önce TÜSİAD her ne olursa olsun Kıbrıs sorununun AB’ye giriş tünelini tıkayan engellerden biri olmaktan çıkarılması, bu doğrultuda Annan Planı’nın müzakereler için temel alınması görüşünü korurken; başlangıçta desteklediği TÜSİAD hattından geri adım atıp, söylemlerini generallerle çatışır olmaktan arındıran AKP hükümeti, koşulları uygun saydığında yine başlangıçtaki görüşlerine dönmeye hazırdı; ordu ise kuvvet komutanlarından sonra, baş general Özkök’ün ağzından, “Türklerin Anadolu’ya hapsedilmesine izin verilemeyeceğini, bu nedenle Kıbrıs’ın (ve Güney Kürdistan’ın) temel stratejik önemde olduğunu” açıklayarak, Annan Planı’nın temel alınmasını reddettiğini, Denktaş Cumhuriyeti’nin esaslarına ve işgal mevzilerine dokunulmasını istemediğini ortaya koymuştu. General Özkök, Avrupa’nın Kıbrıs için savaşmaya kalkmayacağını, bu nedenle “2004 Mayısından sonra ne olacak?” sorusundan korkulacak sonuçlar çıkarılmamasını isteyecek kadar, her şeyin iyice düşünülüp kararlaştırıldığı mesajını veriyordu! Tüm bunların aynı zamanda, Kıbrıs seçmenine söylendiğine ise kuşku yoktu.
Seçimlerin ardından, esasta generallerin ve onların siperlerinde mevzilenen kesimlerin ödünlerine dayanan gelişmeler eşiktedir ve süreç bu yönde evrilecektir.
Kısa bir vurguyla, Annan Planı’nın görüşmeler için temel alınamayacağı üzerine kurulu generaller cephesi-Denktaş bloku tavrı kendini yaşatma yeteneğini yitirmiştir.
Kıbrıs, ortaya çıkabilecek geçici dalgalanmalara karşın, KKTC’nin bir başka ifadeyle Denktaş Cumhuriyeti’nin son bulduğu, Türk ve Rum halkları gerçeğini gözeten, fakat halkların tam hak eşitliğine dayalı olmayan, AB üyesi bir burjuva devlet olmaya evrilecek; generaller cephesi-Denktaş bloku ise süreci yavaşlatma ve bir anlaşma halinde de adadaki işgal birlikleri dahil, çeşitli konularda statükonun bir kaç yıl daha sürmesini sağlayacak kazanımlar elde etme stratejisiyle hareket edeceklerdir.
Sermaye oligarşisi ve bağlaşıklarının, son TÜSİAD genel kurulunda bir kez daha teyit edilen, Kıbrıs sorunun AB’ye giriş önünde engel olmaktan çıkarılması ve 2004 Mayısı’ndan önce çözüm bulunması görüşü, isteği dikkate alındığında, Kıbrıs sorununda, sermaye oligarşisi-ordu kutuplaşmasına dayalı iç mücadelenin artacağı beklenmelidir. Hükümet, Kıbrıs konusunda ilk dönem çıkışlarından sonra değiştirdiği tavrını, yeniden değiştirerek ilk konuma, TÜSİAD’ın saflarındaki açık duruşa dönmüş bulunuyor.
Bütün bunlardan ayrı olarak karşıdevrim kampında, Ordu ve AKP arasında odaklanan mevzi mücadeleleri de sürüyor. YEK girişimi, ÖSS’nin meslek liselerini (AKP açısından imam hatip liselerini) gözetecek tarzda yeniden düzenlenmesi, on bin öğrencinin özel okullarda okutulması, türbanın meşrulaştırılması ve Kuran kursu konusunda Diyanet’in yönetmelikte yaptığı değişiklikler gibi konularda ordu, doğrudan veya CHP’yi, Sezer’i ve YÖK’çü soytarıları seferber ederek durumu kontrol ediyor. Özel okullarda on bin öğrenci okutulması, 2004’te ÖSS’de meslek liseleri lehine düzenlemeler yapılması ve Kuran kursu için yönetmelik değişikliği konularında AKP’nin geriye çekilmesi, YÖK değişikliği planlarını uygulayamaması, Çankaya’daki, burjuva devletin kuruluş yıldönümü kutlaması davetine, başbakan dahil, AKP vekillerinin eşsiz çağrılmaları, gibi kimi örnekler politik islamın, iradesi kırılmış AKP versiyonuna da belirli eşikleri aşma izni verilmeyeceğini gösteriyor.
Egemen sınıfın çeşitli kılıklar altındaki sözcülerinin “siyasi istikrar” üzerine açıklamalarına karşın, karşıdevrim kampında kaos, kargaşa ve siyasi parçalanma sürüyor ve daha önemlisi, bu açıdan önemli gelişmelere gebe yeni bir sürecin eşiğinde bulunuyoruz. Devrim bu durumun ortaya çıkaracağı boşluk ve olanaklardan yaralanmaya çalışırken, küçük burjuva reformizminin ise, aynı dönemde AB rotasındaki güçlere, burjuva reformizmine belirgin tarzda yedeklenme olasılığı güçlüdür.
***
İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi, birleşik direniş ve dayanışma eğilimlerinin filiz vermesine rağmen, esas olarak dağınık ve parçalı tarzda sürüyor.
Özelleştirme, sendikal örgütlenmenin engellenmesi ve esasen bu iki sorun etrafında ortaya çıkan işten atma terörüne karşı, tekstil, petrol, gıda, deri, cam ve metal işkollarında son üç-dört aydır gelişen eylemler; sağlık işçi ve emekçilerinin yüksek katılımlı bir günlük genel grevi; öğrenci gençliğin yeni öğrenim yılının başlangıcından itibaren büyüttüğü; en yüksek noktasına 6 Kasım’da ulaşan ve sonrasında da soruşturma-uzaklaştırma-üniversiteden atma terörüne karşı, mücadeleye yeni bir soluk taşıyan eylemleri; demokratik kadın hareketi cephesinin yeni TCK taslağındaki cinsiyetçi düzenlemelere karşı geliştirdiği sonuç alıcı protestolar bu çerçevede öne çıkan örnekler oldu. Emekçi memurların Kamu Yönetimi Temel Kanunu tasarısına karşı 10-11 Aralık’ta gerçekleştirdikleri viziteye çıkmama ve bir günlük genel grev eylemleri ise, ilk belirtileri proletarya ve öğrenci gençlik hareketinde ortaya çıkan canlanmanın, mücadelenin genel yükselişi eğiliminin yeni bir belirtisiydi.
İstanbul’da, Beykoz kundura deri işçilerine Tekel içki bölümü ve Bakırköy Sümerbank işçilerinin; İzmit Tüpraş işçilerine, Aliağa Petkim ve İzmit İGSAŞ işçilerinin; Eskişehir Paşabahçe işçilerinin İstanbul’daki eylemine Gebze, Topkapı ve Lüleburgaz cam işçilerinin sunduğu sınıf desteğinin; keza Petrol-İş ve Tek Gıda-İş’in özelleştirme terörüne karşı birleşik mücadele kararı gibi olumlu örneklerin, sürecin zorlayıcı nesnel etkenleri altında gelişmesi ve yaygınlaşması beklenmelidir.
Dönemin olgularının ortaya koyduğu bir başka gerçek, mevcut konfederasyonların ve onlara bağlı belli başlı işçi sendikalarının birer cesede dönüşmüş olduklarıdır. Bu sendikalar, onlara hayat verebilecek yegane güç olan işçi kitlelerine gitmiyor, örgütlenmeye girişmiyor, patlak veren direnişlere sahip çıkıp, başarısı için kararlı bir önderlik geliştirmiyor, sınıf dayanışması yönünde anlamlı bir çaba sergilemiyor, emekçilerin ve ezilenlerin demokratik mücadelesine herhangi bir ilgi göstermiyorlar. Üye sayıları özellikle özelleştirmeler sonucu hızla düşen söz konusu konfederasyonlar ve sendikalar, durumlarına müdahale etme ve genel kurullarında kendilerini yenileme yeteneğini yitirmiş durumdadırlar. TÜRK-İŞ ve DİSK Tekstil’in son genel kurulları bu açıdan iki çıplak örneği oluşturur.
Bütün bir yılın verilerinin ortaya koyduğu gibi, işçi sınıfının örgütsüz olan yüzde 90’lık bölümünün demokratik örgütlenme sorununun çözümünü yalnızca ve esasen mevcut sendikalar çerçevesinde aramak ciddi bir yanılgı olacaktır. Proletaryanın sendikal örgütlülüğü açısından yeni alternatifler aranması, geliştirilmesi zorunludur. Keza, en önemlilerinden başlayarak tek tek işçi muharebelerinin başarısı, bu yoldan sınıfın moralinin yükseltilmesi görevi hayatiyetini koruyor. Mevcut durum potansiyel enerjiyi boğmakta, umutsuzluğu, demoralizasyonu, kayıtsızlığı ve boyun eğişi beslemektedir.
Sağlık işçi ve emekçilerin bir günlük genel grevi, sermaye ve hükümetin Kamu Yönetimi ve Personel Rejimi yasası adı altındaki saldırısına karşı girişilecek püskürtme eylemleri için emekçi memur hareketine güç ve ilham verdi. Keza TTB’nin öncülük ettiği ve umutsuz SES yönetiminin adeta eklemlendiği, yüzde 90 katılımlı bu eylem, mevcut sınıfsal-toplumsal gelişme ve sorunların keskinlik düzeyinin yarattığı büyük mücadele potansiyelini de ortaya koydu. Bunu, dönem içinde, kentte, tekstil iş kolu sendikalarından hiç birinin temsilciliği bile bulunmadığı koşullarda, değişik fabrikalardan Uşak tekstil işçilerinin örgütlenme atağında da görmüştük.
Yeni öğrenim yılında öğrenci gençlik canlı, mücadele isteğiyle yüklü, etkili bir bölük olarak proletarya ve halklar cephesini güçlendirdi. 6 Kasım’da, hem eyleme katılanların, hem de eylem yapılan kentlerin nicelikte, bir önceki yılı yüzde 30 aşmasının ve polis zorbalığı karşısında gösterilen direnişçi tutumun önümüzdeki dönemi yönlendireceğini umabiliriz. Sınırlı da kalsa, esasen komünistlerin önderliğindeki işçi ve ezilenlerin, ilk olarak YÖK’e karşı mücadelesinde ve 6 Kasım’da; sonrasında da soruşturma ve ceza terörüne karşı mücadelesinde öğrenci gençliğe omuz vermesinin, ileri ve yol açıcı bir adım olduğu gerçeği teslim edilmelidir.
***
Son aylarda hükümetin medya bombardımanı biçiminde yürüttüğü demagojilere karşın, işsizlik, açlık, yoksulluk, eğitim, sağlık, barınma sorunlarında proletarya ve ezilenlerin durumunda herhangi bir iyileşme söz konusu değil. Tüm aksi iddia ve yalanlar, geçtiğimiz aylarda her gün, her yaştan insan tarafından tıka basa doldurulan ücretsiz yemek -egemenlerin deyişiyle iftar- çadırlarına, yine her yaştan insanın birbirini ezdiği, örneğin, “hayırsever” şahısların 2-3 milyonluk yardım veya Ankara belediyesinin çocuklara top dağıtımına, son iki yıldır 30 bin bakıma muhtaç çocuğun “sokaklarda veya tenha yerlerde” terk edildiği gerçeğine ya da göçük ve ölüm haberleri geldiği bir sırada, “işçi alınacağı” söylentisi üzerine, yüzlerce kişinin gece vaktinden başlayarak kömür işçisi olmak için kuyruğa girişine çarparak paramparça oldu. Yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayan on milyonlar gerçeği, işbirlikçi kapitalist düzenin açtığı derin bir insanlık yarası olarak daha yoğun kanamakta. Vurgulanan sorunlar, proletarya ve emekçilerin yaşamlarında yakıcı, acı ve öfke biriktiren, arayışı körükleyen yerini ve önemini koruyor. Bunlara, her fırsatta yenileriyle takviye edilen veya ağırlaştırılan vergi terörünü de ekleyebiliriz.
Politik özgürlükten yoksunluktan öte, anayasa ve yasalarla tanınmış sınırlı demokratik hakların bile engellenmesi sürüyor. Sendikal örgütlenmeye yönelen işçilere işten atma terörünün uygulanması, buna karşın gelişen işçi direnişlerinin yasaların yardımı ve patronlar ile devletin militarist kuvvetlerinin işbirliğiyle bastırılmaya çalışılması, derneklerin kapısına kolayca kilit vurulması veya cam işkolunda Kristal-İş sendikasının aldığı son grev kararının hükümet tarafından yasaklanması bu durumun güncel kimi örnekleridir. Kürt halkına dönük engellemeler ise ırkçı ve inkarcı paranoyanın dışavurumunu gösteren uzun bir listeyi gerektirir. Proletarya ve ezilenler, demokratik hakların kullanımı, genişletilmesi ve özgürlük istemleri konusunda sömürgeci MGK diktatörlüğüyle çatışmayı sürdüreceklerdir. Özgürlük ihtiyacının şiddeti, tüm toplumsal yaşama damgasını vurmakta, özgürlük, adalet ve halkların eşitliği talepleriyle sayısız somut görünüm kazanmaktadır.
Gerek ekonomik ve toplumsal, gerekse politik temellerde yükseleceğine dair işaretler sunan kitle hareketinin gücü, alacağı biçimler ve hedefleri öncü kuvvetlerin durumuna, eylemine ve yeteneğine bağlıdır. Bunu, örgütleme, sürükleyici olma, umut ve güven verme, cesaret aşılama ve ufuk açma kavramlarıyla da somutlaştırabiliriz.
***
İstanbul’da politik İslamcı bir grup tarafından fedai eylemi tarzında gerçekleştirildiği bilinen dört bombalı saldırı son bir kaç aylık siyasi gelişmeler içinde önemli bir yer tutar. Emperyalistler ve faşist MGK diktatörlüğü, bunu, proletaryanın ve ezilenlerin şiddet hakkına karşı bir demagojik saldırı kampanyasına dönüştürdü. Özet olarak şöyle diyorlardı: “yaşasın emperyalist, faşist ve siyonist şiddet; kahrolsun proletarya ve ezilenlerin şiddeti!”
Küçük burjuva reformist partiler ve büyük ölçüde burjuva legalitesine dayalı Halkevleri gibi gruplar, meseleyi sermaye ve faşizmin formüle ettiği netlikle bile formüle edemediler. “Teröre ve şiddete karşı barış” yürüyüşü düzenlediler. Diktatörlüğün emrinize amadedir dediği Taksim ve Kızılay meydanlarında “büyük kitle siyaseti”, “bükülmez ilke siyaseti” yaptılar! Onlar da, tıpkı egemen dünyanın efendileri gibi “İstanbul terörü”ne kin ve öfke duymaktaydılar; ama bir farkla, onlar “terörün kaynağı, teröristlerin menşei” konusunda farklı düşünüyorlardı! Ne var ki kitleler onlara yüz vermedi.
Küçük burjuva reformistleri, DİSK, KESK ve diğerleri, faşist MGK diktatörlüğünün “terör” başlıklı demagoji kampanyasına ve komplo teorilerine kan taşımakta hiç duraksamadılar. Faşist diktatörlüğün burjuva legalitesinde, kimi demokratik haklarda daralmaya gidebileceği ihtimali onların aklını başından aldı. Patlamalarda ölme ihtimali karşısında düştükleri bireysel dehşet ve egemenlere “biz farklıyız” mesajı verme telaşları onlara utanç “izlenimler”i ve makaleleri yazdırdı! “Kim yararlandı; ona bakalım” diye bağırıyorlardı. 11 Eylül’ü izleyen ilk günlerde de aynı görüş açısıyla şok durumdaydılar. Mantık silsilelerine bakarak denilebilir ki Eruh ve Şemdinli baskınlarını duyduklarında da aynı biçimde düşünmüşlerdi: “kime yarıyor!” Yanıtları çoktan hazırdı: “elbette egemenlerin işine!” Dolayısıyla olup bitenler muhakkak emperyalistlerin, işbirlikçi egemen sınıfların ve gizli polis teşkilatlarının işi olabilirdi. Üstelik “bu miktarda patlayıcıyı bir araya getirmek ve bu çapta eylemleri organize etmek” başka kimin haddineydi. ABD “asker gönderme”, “Türkiye’yi kendine daha sıkı bağlama”, faşist rejim ise “yasaklarını ve terörünü arttırmak için” başvurmuş olmalıydı bu eylemlere. “Taşeronun kim olduğunun önemi yoktu.” vb. vb.! Bu bir zihniyet sorunudur. Onlar, emperyalistlerin gücünü ve egemenliğini kadr-i mutlak gören; proletaryanın ve halkların, bir başka deyişle “büyük insanlık”ın bağrından çıkarabileceği “olağanüstü” güçlere, iradeye ve yeteneklere zerrece inancı kalmamış bir durumdadırlar. Düşünsel ve ruhsal gerçekleri budur.
Kafa netliği (yaptığına inanma ve bireysel kararlılık) ve belirli bir teknik hazırlık dışında yetkin bir profesyonellik taşımadığı apaçık olan bu eylemler, İsrail ve İngiltere devletlerini hedef almıştır. Bu hedefler ve gerekçeleri, hem politik, hem de ahlaki bakımdan meşrudur. Başvurulan yol, tepeden tırnağa silahlı; dünyaya (en yakın örneği Irak, Filistin, Afganistan ve Guantanamo’da görüldüğü gibi) sömürü, katliam, zulüm ve işkence kusan zalimlere karşı ezilenlerin şiddet haklarıdır. Politik İslamcı grubun, Yahudilerle İsrail devletini özdeşleştirmesi veya Mossad ajanlarını imha etmek hedefiyle sinagoglara yönelmesi, onların toplumsal gerici karakterleriyle, bu temeldeki ideolojik gerçeklikleriyle ilgilidir. Fakat bu, seçilen yanlış simgeyle hedeflenenin Siyonist İsrail devleti olduğu gerçeğini değiştirmez. Bugün, Siyonist İsrail devletinin askeri, diplomatik, iktisadi, mali kurum ve karargahlarına yapılan saldırılar meşru, ahlaki ve eşyanın tabiatına uygundur. Politik İslamcı grubun yaptığı dinsel şovenizmin ideolojik yönlendiriciliği nedeniyle hedef şaşırmadır. Emperyalist İngiltere devletine ait politik ve mali hedeflerde herhangi bir hata yoktur. Komünistlerin aynı karargahlar için, hedef alınmayanların zarar görmemesine dönük berrak, pratik karşılığı olan hassasiyetleri dışında bir imtinaları söz konusu olamaz.
Saldırıların Türkiye’de gerçekleştirilmesinin nedeninin faşist sömürgeciliğin ABD işbirlikçiliği, Ortadoğu ve Afganistan konusundaki alçaklıkları ve suçları olduğu açıktır. Komplo teorilerinin ve “tek laik İslam devleti” demagojilerinin üzerinde otuz saniye bile düşünmeyi gerektiren bir ciddiyeti yoktur. Bombalar Irak ve Filistin ateşinin İstanbul’daki alevlerinden ibarettir.
‘Yol Haritası’nın Çıkmaz Sokakları
Faşist sömürgecilik Kürtlerin ulusal varlığının ifadesi sayılabilecek her şeye -örgütlenmelere, yasalara, sembollere vb.- karşı ırkçı ve inkarcı düşmanlığını sürdürüyor. O, yalnızca Kuzey Kürdistan’daki Kürt Ulusal demokratik talepli örgütlenme ve mücadeleyi değil, genel olarak Kürt ulusal varlığını ifade eden her türden örgütlenme ve mücadeleyi sömürgeci egemenliği için bir tehdit olarak görüyor.
Bu temelde, Güney Kürdistan’da HPG’yi olanaklı her biçimde tasfiye etmeye kilitlenmiş bulunan sömürgecilik, KDP ve YNK’nın, ABD sömürgesi Irak yönetiminde elde ettiği konuma derin bir kin duyuyor. “Geçici Konsey Dönem Başkanı” sıfatıyla geldiği Ankara’da Talabani’yi, bakan seviyesinde karşılamak, dönüşte uçak talebine “hayır” yanıtı vermek ABD uşağı Ankara rejiminin son marifetleriydi! Faşist sömürgecilik, böylelikle, başbakanlık binası merdivenlerinde açıklama yapmasına büyük acılar içinde katlandığı Talabani’ye haddini bildirmiş, onu küçük düşürmüş oluyordu! Kürt ulusu karşısındaki inkar ve ırkçılığı; Kürt halkını bir tehdit olarak görmesi nedeniyle, KONGRA-GEL’in ve hatta günümüz koşullarında KDP ve YNK’nın çözülüp dağıtılması Ankara rejiminin büyük rüyasıdır.
Türk burjuva sömürgeciliğinin bu ırkçı hedefi KDP ve YNK için mecburen hayal hanesine yazılmış durumda. Onları başka biçimlerde “etkisizleştirmeyi” planlıyorlar. Parçalanmış Kürdistan’ın gerek Doğu ve Güneybatısı’nı sömürge boyunduruğu altında tutan İran ve Suriye devletleriyle, gerek ABD işbirlikçisi Irak Geçici Yönetim Konseyi’nden El Hekim’le yapılan görüşmelerin amacı ve yönü budur. Ancak ırkçı-sömürgeci plan, KONGRA-GEL ve öncelikle de HPG hedefinde son derece güncel ve canlıdır. Bu amaçla ABD’yle görüşme üstüne görüşme yapılıyor, bir dizi anlaşma imzalanıyor. Washington’daki alçaklardan sonra, Türk başkentindeki ABD büyükelçisi Edelman’ın “hangi isim altında olursa olsun PKK’yi terör örgütü olarak kabul ediyoruz” ve ABD Genel Kurmay 2. Başkanı’nın “PKK/KADEK dünyada terör örgütü olarak bilinen örgütlerdendir. İsimlerini değiştirseler de liderleri teröristtir”; “terörizmle mücadele yollarını aramaya devam ediyoruz. Özellikle PKK ile. Bunlar finans, ekonomik, siyasal ve askeri yollardır” açıklamaları Ankara sömürgeciliğini rahatlatmış, hoşnut etmişti. ABD’nin KONGRA-GEL’i “terörist örgütler listesi”ne dahil ettiği ve aynı doğrultuda karar alması için AB’yi zorlayacağı açıklaması sömürgeci rejimin büyük mutluluğu oldu.
Türk burjuva devletinin Irak politikasının iflasından sonra geliştirdiği Güney Kürdistan politikasının bugünkü biçimi, Kürtlerin eşit bir bileşeni olacağı federe bir Irak devletini engellemek ve “ehven-i şer” e boyun eğerek, Kürtlere özerklik sınırını aşmayan “üniter devlet” modeliyle yetinilmesini sağlamaktır. Önümüzdeki aylarda bu daha belirgin biçimde dışa vuracaktır.
***
Sömürgecilik son bir kaç ay içinde Kuzey Kürdistan’daki terörünü arttırdı. Mardin ve Derik’te köylülere hedef gözetilerek ateş edilmesi, Bitlis’te özel biçimde hazırlanan kimlikleri boyunda taşıma zorunluluğu, Dersim’de yayla yasağı, Amed’de beş köye uygulanan 24 saat kameralı gözetim ve kent merkezindeki yasal gösterilerde kimliklerin kameraya kaydedilmesi, değişik kentlerde DEHAP il ve ilçe yöneticilerine yönelik gözaltı ve tutuklama teröründeki yoğunlaşma, bazı kadın yöneticilerin kaçırılıp cinsel şiddete maruz bırakılmaları bunun dönem içindeki örnekleri oldu. HPG’li gerillalara saldırılardaki belirgin artış ve şiddetlenme, Kaçkar ve Amanoslara değin genişletildi. Onlarca gerillanın şehit düştüğü bu faşist sömürgeci saldırılarda, gerilla cesetlerinin parçalandığı örneklerle karşılaşıldı. Son olarak Amed’de iki KONGRA-GEL sempatizanının bir evde katledilmesi, halklarımızın deyişiyle yargısız infaz, gelişmelerin alabileceği yön konusunda olasılıkların hesabını geniş tutmak gerektiğini gösteriyor.
HPG gerillalarının Güney’de ABD kuşatma, saldırı ve imha olasılığına karşı, Kuzeye yönelmeleri nedeniyle, sömürgeciliğin, başta köylü bölgeleri olmak üzere Kuzey Kürdistan’daki terörünü arttıracağı, gerillayı imha seferlerini tırmandıracağı görülüyor. Faşist sömürgecilik HPG’nin Kuzey’e gelişini, bir gerilla mücadelesi başlatacağı beklentisi nedeniyle değil, fakat kazandığı “stratejik bir mevziyi” korumak, yok etmeyi hedeflediği bir gücün yaşam alanları elde etmesine izin vermemek temelinde yürüttüğü açıktır. Bu, Kürtlerin kolektif varlığına karşı tutumunun bir uzantısı veya parçasıdır.
Sömürgeciliğin Kuzey Kürdistan Kürtlerine karşı içinden geçtiğimiz süreçteki politikası, HPG ve KONGRA-GEL’in dağıtılması, Kürtlerin demokratik hakları için örgütlenmiş yasal partilerin faaliyetinin en sıkı denetimi ve sınırlanması, Kürt halkımızın kolektif varlık ve temsiliyetinin ret ve inkarı; bireysel tercih veya ilkel bir alt kültür kategorisine hapsedilmiş olduğu koşullarda bile Kürt dili ve kültürünün sıkı denetim veya dar bir cenderede tutulmasıdır. Sömürgeciliğin, burjuva uyum yasalarına destek ve inkarcılıkta kimi ödünler veren kesimlerinin dahi Kürt sorunu için “teşhisleri” politik değil, ekonomik ve sosyo-kültüreldir. Bu çerçevede ulus, halk ve ülke yoktur. Ulusun devlet kurma hakkı yoktur. Özerklik tipi kapsamlı ulusal demokratik adımların adı da anılmaz. Onların “büyük” çözüm planları, sömürgeci boyunduruk altında, ekonomik-sosyal iyileştirmeler ve bireysel-kültürel hakların tanınıp sınırlarının genişletilmesinden ibarettir.
***
Geride kalan aylarda Kürt ulusal kitle hareketi önce KADEK’in, kuruluşundan itibaren ise KONGRA-GEL’in çağrılarına yanıt veren bir doğrultuda sürdü. Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de çok sayıda yasal ve yasadışı gösteri, basın açıklaması, faks çekme, şehitliklerde anma, sessiz yürüyüş ve miting gerçekleştiren; sendikalar, demokratik kitle örgütleri, belediyeler, sanatçılar ve tutsaklar cephelerinden değişik pratikler geliştiren; en uydurma gerekçelerle faaliyete geçmesi engellenen Kürtçe dil kursla- rina yazılmak için kuyruklar oluşturan, Kürtçe isim için mahkemelere başvuran Kürt halk kitleleri, ulusal demokratik taleplerin bilinçli ve kararlı savunucusu olduklarını kampanya boyunca tekrar tekrar gösterdiler.
Meseleye, bu süreç için ayrı bir “parti” kuran KADEK’in, kampanya için saptadığı, “sorunu ortaya koymak” veya “olguya dikkat çekmekken öte, Ankara üzerinde “çözümü zorlayacak” türden kitlesel baskı kurmak hedefi açısından bakıldığında ise başarıdan söz etmek güç. KADEK’in kampanya içinde, “gece eylemlerine son verilmesi”, “eylemlerin gündüz ve kitlesel yapılması” çağrıları esasen eylemlerin asıl amacına yönelme güç ve yeteneği geliştire- memesinden ötürüydü.
Ulusal kitle hareketinin sonbahar boyunca sergilediği en belirgin görünüm, sokağa çıkan güçlerde daralma, eylemlerde ise militanlaşmadır.
Ciwan Haco konserinde yüzbinlerle sayılan Kürt halk kitlelerinin, Demokratik Çözüm Kampanyası’nın iddialı Diyarbakır mitinginde 20 bin kişiyi aşamaması; serhıldan hedefi bir yana, sokak gösterilerinin kitlesel açıdan eski düzeyin gerisine düşmesi, buna karşın eylemlerin yaygınlığı, eylemcilerin çatışma, gözaltı ve tutuklanmayı göze alan pratikleri gibi ayırıcı özellikler dikkat çekicidir. Hareketin sahip olduğu birkaç milyonluk potansiyele karşın, söz konusu “daralma”yı geçici bir durum saymak, elbette ilk akla gelen olacaktır. Fakat eğer, bu durum, Öcalan’ın avukat ve akraba görüşlerine çıkmamak yoluyla kampanyaya “kişisel ağırlığını” koyduğu ve ulusal hareketin büyük bir iddiayla, kendisi açısından bir çeşit örgütsel silkinişle sürece yüklendiği koşullarda ortaya çıkıyorsa yakından izlenmeye, çözümlenmeye, dersler çıkarmaya değer bir olguyu işaret eder.
Daralma ve militanlaşma olgusunun yapısal bir hale mi geleceği; yoksa bu hareketin çekirdek güçleri öncülüğünde yeni ve güçlü serhıldanların mayalayacağına dair henüz ortaya ciddi ipuçları çıkmış değil.
***
KADEK’in Ekim sonunda kendini feshetmesi ve KONGRA-GEL’in kuruluş süreci, küçük burjuva ulusal reformist hareket bakımından kendini örgütsel olarak İmralı çizgisine uydurmak anlamına gelir, ama asla bununla sınırlı değildir.
“Leninist parti modeline” dair demagojik sözlerin, demagoji olarak bile herhangi bir özelliği, orijinalitesi yoktur. Dolayısıyla bu temelde polemikler yalnızca gerçeğin üzerini örter. “Öncü parti”, “demokratik merkeziyetçilik” ve onlara karşı ileri sürülen burjuva modeller tartışması ayrıca yapılabilir. Ancak KONGRA-GEL gerçeği böyle bir tartışmanın sınırları içinde ele alınamaz.
KONGRA-GEL, İmralı çizgisinin, Irak’ta ABD sömürgeci egemenliği koşullarında kendini “yeni bölgesel gerçeklere” uydurmasıdır.
Bu neleri kapsar?
KADEK önderliğine göre, ABD, tüm Ortadoğu ve ön Asya’da mevcut rejimleri değiştirecektir. Bunun önlenmesine imkan yoktur. Kürtler bu değişim sürecinde stratejik bir odak konumundadır. ABD bunun üzerinden atlayamaz. KPD ve YNK değişim sürecinin gerektirdiği özellikleri taşımadığı için ABD, KADEK’i (ki, yalnızca o, dört parçada örgütlüdür) muhatap almak zorundadır. Ne var ki KADEK, ABD ile KPD ve YNK tarzı ilişkilenmek istememekte, “bağımlı demokrasi”ye karşı “bağımsız demokrasi”yi savunmakta, ABD ise silahlı güçlere sahip, yasadışı ve stratejik uşağı Türk burjuva devletinin can düşmanı ilan ettiği bir parti ile mesafeli durmaktadır. Dahası bu partiyi Kuzey Kürdistan örgütlenmesi olarak gördüğü için Güney Kürdistan’ı terk etmesini istemektedir.
Silahlı güçler, yasadışı örgütlenme ve eylemini parlamenter olmayan biçimler üzerinde yükseltme, salt ABD için değil, emperyalist Avrupa devletleri için de temel bir sorundur. Bir başka gerçek de, bölge sömürgecilerinin, en başta da Türk burjuvazisi ve devletinin, bir ülkenin adı olarak Kürdistan sözcüğünden nefret ettikleridir.
KONGRA-GEL tüm bu düşünce ve olguların ürünüdür. Her şeyden önce o, askeri kadrolardan arınmış bir örgüttür. Askeri yapı, örgütsel bakımdan KONGRA-GEL’den özerkleştirilmiştir. Bağlılık siyasidir ve politik zorunluluklarla ilgilidir. Fakat Zübeyir Aydar’ın ifadesiyle, “KONGRA-GEL silahlı mücadeleye kesinlikle karşıdır”. Osman Öcalan’a göre, “KONGRA-GEL’de yer alan tüm kadrolar yenidir. KONGRA-GEL’e katılanlar artık silahlı mücadeleden çekilmiş kişilerdir. KONGRA-GEL yönetiminde yer alanların yarısından çoğu yaşamında silahlı mücadele yürütmemiş bireylerdir.” “Kongrenin temel esprisi çözümün koşullarını hazırlamaktır. Siyasetin merkezini dağdan şehire indirecektir. Sivil, siyasal bir örgüttür. Askeri amaçları olan bir örgüt değildir.”
Küçük burjuva ulusal reformist yönetimin ifadesiyle O, “yanlızca Kuzeyin değil, dört parçanın örgütüdür.” Kuzey Kürdistan’da Demokratik Kurtuluş Partisi, Güneybatı’da Demokratik Birlik Partisi, Güney’de Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi, Doğu Kürdistan’da hazırlığı yapılan parti, HPG, PJA, gençlik örgütü ve daha pek çok örgüt “KONGRA-GEL’in bayrağı altında toplanmıştır.” Üstelik Kuzey’de ve Güney Batı’da KONGRA-GEL’e hazırlığı kapsamında kurulan yeni partilerin adında Kürdistan sözcüğü yoktur; keza Kürdistan Halk Kongresi de, Kürdistan vurgusundan arındırılarak KONGRA-GEL biçiminde kısaltılmaktadır.
İlk iş olarak, KADEK’in, “çift taraflı hale getirilmezse 1 Aralık’tan itibaren sona erdireceği”ni ilan ettiği tek taraflı ateşkesi süre koymadan uzatan KONGRA-GEL, emperyalist dünya tarafından tüm Kürtler adına kabul edilmeyi ummakta ve beklemektedir. O, Ankara rejimiyle bir anlaşma yapabileceğine dair umutlarını yitirmiş ve emperyalist devletler ile emperyalistlerin yönetimindeki uluslararası kuruluşları çok daha fazla önemseyen bir pozisyona gelmiş görünmektedir. 2004 bunun daha da derinleştiği bir yıl olacaktır. KONGRA-GEL’in, KADEK tarafından ilan edilen “yol haritası”nın birinci aşamasının 1 Aralıktan itibaren resmen iflas etmesi karşısında, “yol haritası”da öngörülen sürelerin genişletileceği biçimindeki tavrı, ortaya, daha baştan bir ciddiyet ve kararlılık sorunu çıkarmıştır.
Gelişmenin gelecekte yönü, uğrayacağı çeşitli hayal kırıklıklarına aldırmadan KONGRA-GEL’in, emperyalist dünya sistemince kabul edilebilir bir Kürt örgütlülüğü veya muhatabı olma yolunda yürüyeceğini göstermektedir. Bu aynı zamanda, komünist ve devrimci güçlerden uzaklaşma, egemen sınıf klikleriyle ve emperyalist sistemin çarklarıyla daha yakın bir ilişki demektir. Şüphesiz bu, “Kürt ulusunun özgürlüğü” veya “özgür anayurt” için çıkışsız ve halkların mücadelesine zarar veren bir yoldur.
İstanbul’da, İngiltere’ye ait hedeflere dönük bombalama eylemlerinden sonra, yasal Kürt örgütlenmelerinin verdikleri ortak ilanda, “Türkiye yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya. Sinagoglara yapılan saldırının ardından gerçekleştirilen bu saldırılar, Ortadoğu barışını ve Türkiye’nin geleceğini hedef almaktadır”, “Türkiye Ortadoğu’daki değişiklikte ve dengelerin yeniden oluşturulmasında öncü rolünü oynayacak bir potansiyele sahiptir. Yapılan bu saldırılar, Türkiye’nin böyle bir rol oynamasını önlemeyi hedeflediği gibi, yıllarını kaos ve çatışma içinde geçirmesini de hedeflemektedir” biçimindeki değerlendirme ve vurguları bu açıdan yeterince uyarıcıdır.
Son olarak antifaşist, antişovenist kitle hareketini geliştirmek, özgürlük ve demokratik haklar arayışını burjuva değil, halkçı bir yoldan sürdürmek ve yeni mücadele mevzileri kazanmak yerine, burjuva reformizmiyle ittifak yaparak belediye mevkileri elde etmek ve egemenler nezdinde meşrulaşmak üzerine kurulu yerel seçim politikası aynı çıkmaz yolun yerel seçimler versiyonudur. Tıpkı ABD emperyalizminin KONGRA-GEL’i “terörist örgütler listesi”ne almasından sonra, sorunu “ABD’ye ve AB’ye KONGRA-GEL’i anlatıp, tanıtamamak” olarak koyan, reformist akıl tutulmasında olduğu gibi!