Kardeşler, öğrenciler, işçiler ve dostumuz Arjantinliler: (Alkışlar)
Bunca yıllık hayatımda bu kadar tehlikeli ve duygulu bir an yaşamadım. (Alkışlar ve bağırmalar)
Bilmenizi isterim ki şu anda milyonlarca Kübalı bu töreni izliyor. (Alkışlar ve “Küba, Küba, Küba, halk sizi selamlıyor!” sloganları)
Halkımız adına, sonsuz minnetlerimi sunuyorum. Çünkü düşüncelerden, gerçeklerden ve sadece bir davadan gelen güç halkları yenilmez yapan şeydir. (Alkışlar)
(...)
Bu gece buraya nutuk atmaya gelmedim. Daha ziyade söylediğim her kelimeye dikkat etmem gerektiğini düşünüyorum. Elbette, öncelikle ülkemizden ve dünyadan bahsetmeyi planlıyordum, zaten şu anda bunu yapıyorum. Ama bunu sizi burada görmeden, varlığınızı hissetmeden yapamam. Önceden, sessiz bir odada olacağımı, insanların zarif biçimde oturacağını sanıyordum ve kendi kendime soruyordum, Arjantinlilere neden bahsetmeliyim? Nerede olursa olsun, konuşma yapmak zordur, insanların duygularını incitecek ya da işine karışma olarak algılanabilecek şeyler söylemekten kaçınmalısınız. İnanıyorum ki, bu misafirperver ülkenin iç işlerine karışma olarak algılanabilecek tek bir kelime söylemedim. Neyse kendime soruyordum, neden bahsetmeliyim? Bir şey fark ettim: Çoğu konuşmacı, dinleyicilere bir konu dayatır, ne hakkında konuşacaklarını önceden planlarlar. Bu yüzden aklıma bir fikir geldi: hiçbir konu seçmemek, karşımda oturan öğrencilere ne hakkında konuşmamı istediklerini sormak. Sizin bana ilginizi çeken konuları söylemenizi ve bana bir konu seçmenizi planladım. Bu şekilde daha demokratik ve adil olur diye düşündüm.
Bu üniversitedeki bu deprem, bu dalga, bu fırtına olmadan önce böyle düşünüyordum.
Buraya gelince, stratejimin işe yarayıp yaramayacağını bir kez daha düşündüm, ama artık imkansız olduğuna karar verdim. Ama, sanırım şuralarda biri dedi ki...
Birisi bana bir şeyden bahset dedi...(Che hakkında konuşması isteniyor) Che’nin hayatından. (Alkışlar)
Burada uzun uzun konuşamam, bu koşullar altında mantıklı olmaz. Ama birkaç şey söyleyebilirim. Che’den bahsetmem istendi. (Bağırmalar) Bu sabah San Martin heykelinin önünde ondan bahsettim, çünkü onu daima tanıdığım en sıra dışı kişiliklerden biri olarak hatırlayacağım.
Che bizim birliğimize bir asker olarak katılmadı; o bir doktordu. Tesadüfen Meksika’da bulunuyordu. Daha önce Guatemala’ya gitmiş, Amerika’nın büyük kısmını gezmişti. Maden bölgelerine, iş koşullarının çok ağır olduğu yerlere gitmişti. Hatta bir ara Amazon’da bir cüzzam hastanesinde doktor olarak çalışmıştı.
Ben Che’nin özelliklerinden birinden bahsedeceğim. En fazla hayranlık duyduğum özelliğinden. Her haftasonu, Mexico City’nin yakınındaki bir volkana, Popocatepetl’e tırmanmaya çalışırdı. Takımlarını yanına alırdı, çok yüksek bir dağdı, sene boyunca tepesinde kar olurdu. Tırmanmaya başlardı, muazzam bir gayret gösterirdi ama asla zirveye ulaşamazdı. Astımı onu engelliyordu. Ertesi hafta tekrar kendi deyimiyle Popo’ya tırmanmaya çalışırdı, ancak gene zirveye ulaşamazdı. Yine de tekrar tekrar tırmanmaya çalışırdı. Tüm hayatı boyunca Popocatepetl’e tırmanmaya çalıştı, ama asla zirveye ulaşamadı. (Alkışlar ve bağırmalar) Bu onun kararlılığını, manevi gücünü, direncini gösteriyordu.
Diğer özelliği neydi? Diğer bir özelliği de, daha çok küçük bir grup olduğumuz zamanlar, ne zaman bir gönüllü gerekse, Che öne çıkan ilk kişi olurdu. (Alkışlar)
Bir doktor olarak, yaralıların ve hastaların yanında kalırdı, çünkü belli koşullar altında, dışarıda, ağaçların sık olduğu dağlık yerlerde, harekete devam ederken görülebilir bir iz bırakmak önemliydi, doktorun baktığı hastalarla geride kalması gerekiyordu. Bazen, diğer doktorlar arkada kalırdı, tek doktorumuz Che olurdu.
Anekdotlar anlatmamı istiyorsunuz, aklıma bir tane geldi, ama herkes için çok tehlikeli bir şey. Bölgenin kuzey kıyısındaki bir dağda toplanmıştık. Geldiğimiz ilk gün yaşadığımız zorlukları ve sıkıntıları hatırladık ve yeni gelenlere bir dayanışma eylemi yapmaya karar verdik. Askeri açıdan çok doğru bir hareket değildi; kıyıya yerleşmiş bir askeri birliğe saldıracaktık.
Ayrıntılara girmeyeceğim. Çatışma üç saat sürdü ve gerçekten şanslıydık, onların iletişimini kesmeyi başarmıştık. Ancak üç saat sonra, çatışma bitince o örnek bir davranış sergiledi. Çatışanların neredeyse üçte biri yaralanmış veya ölmüştü. Bu oldukça sıra dışı bir şeydi. Bu yüzden Che doktor olarak yaralı düşman askerlerini de tedavi etti. Yaralanmamış düşman askerleri de vardı, ama çoğunluğu yaralanmıştı ve Che, kendi yoldaşlarımızla birlikte onların da yaralarına baktı. (Alkışlar)
Bu adamın ne kadar duyarlı olduğunu hayal bile edemezsiniz! (Alkışlar) Hatırladığım bir şey daha var: Yoldaşlarımızdan biri ağır yaralanmıştı ve o bunu biliyordu. Bölgeden hemen hızlıca çıkmamız gerekiyordu, çünkü ilk uçakların ne zaman geleceğini bilmiyorduk. Mucizevi bir şekilde, çatışma sırasında hiç biri gelmemişti, genelde 20 dakika içinde gelirler. Şans eseri, onların iletişimini birkaç isabetli atışla kesmeyi başarmıştık. Fazladan zaman kazanmıştık, ancak yaralıları tedavi edip hemen ayrılmamız gerekiyordu. Asla unutmayacağım, Che bunu bana daha sonra anlattı. Yoldaşlarımızdan biri ölmek üzereydi, hareket ettiremiyorduk. Bazen birisi çok ağır yaralandığında, onu hareket ettiremezsiniz. Sadece düşmana güvenmek zorundasınızdır, çünkü düşmanın yaralılarını tedavi etmişsiniz, yanınıza da birkaç esir, daima saygılı davrandığınız esirler almışsınızdır. Asla bir çatışmada ele geçirilen esirlere kötü davranmadık veya öldürmedik. (Alkışlar) Hatta bazen zar zor bulduğumuz ilaçlardan onlara da verdik.
Bu ilkemiz, gerçekten savaşı kazanmamızda çok etkili oldu, çünkü her tür mücadelede düşmanın saygısını kazanmalısınız. (Alkışlar) Her mücadelede, tekrarlıyorum, iyi bir davayı savunanlar, düşmanın saygısını kazanacak bir biçimde hareket etmelidirler.
O olayda da, çok ağır yaralanan ve hareket ettiremediğimiz birkaç yoldaşımızı orada bırakmak zorunda kaldık. Ancak beni en fazla etkileyen şeyi Che bana daha sonra üzüntü içinde anlattı; yoldaşımızın hiç yaşama şansı yoktu, ve Che eğildi, ve öleceğini bildiği bu yaralı yoldaşımızı alnından öptü. (Alkışlar)
Sıra dışı insan Che hakkında size anlatabileceğim şeylerin bir kısmı bunlar.
Olağanüstü derecede kültürlü olmasının yanı sıra oldukça da yetenekli bir adamdı. Direncinden, kararlılığından bahsetmiştim. Devrim zaferinden sonra, kendisine verilen görevleri heyecanla yapardı. Küba Ulusal Bankası’nın müdürü oldu, o zaman orada bir devrimciye ihtiyaç vardı. Daima bir devrimciye ihtiyaç var tabii ki, ama o zaman Devrim daha çok yeniydi ve kaynakları çok azdı, çünkü ülkenin kaynakları çalınmıştı.
Düşmanlarımız bu durumla dalga geçtiler, hep dalga geçerler, biz de bazen dalga geçeriz. Onların dediğine göre ben bir gün “Bir ekonomiste ihtiyacımız var” demişim, Che de elini kaldırmış, ama yanlış anladığı için. O, benim “Bir komüniste ihtiyacımız var” dediğimi sanmış. Bu yüzden de Ulusal Banka müdürlüğüne o seçilmiş. (Alkışlar) Evet, Che bir devrimciydi, bir komünistti ve mükemmel bir ekonomistti. (Alkışlar) Çünkü, mükemmel bir ekonomist olmak, ülkenin ekonomisinden, Ulusal Banka’dan sorumlu olan kişinin yaptıklarına dayanır. Ve Che bunu hem bir komünist hem de bir ekonomist olarak yaptı. Derecesi olduğu için değil, çok okuduğu ve çok iyi gözlem yaptığı için.
Ülkemizde gönüllü çalışma fikrini ortaya atan Che’ydi, kendisi her Pazar gönüllü olarak çalışırdı. Bir gün tarlada çalışırdı, öbür gün yeni makineleri denerdi, başka bir gün inşaatta çalışırdı. Bize, milyonlarca Kübalının onun örnek alarak benimsediği bir pratiğin mirasını bıraktı.
Bize pek çok anı bıraktı, bu yüzden o tanıdığım en asil, en sıra dışı ve en özgeci insan. Ve kitleler içinde onun gibi milyonlarca insanın bulunduğuna inanmasam, bunun hiçbir önemi olmazdı. (Alkışlar)
Eşsiz derecede üstün bir insan, kendisi gibi benzer özellikleri taşıyan milyonlarca insan olmasa hiçbir şey başaramaz. Bu yüzden Devrimimiz, cahilliğe savaş açmış, eğitimi geliştirmeye çalışmıştır. (Alkışlar)
Demin düşüncelerin silahtan üstün olduğunu söyledim. Güdüleriyle ve doğa kanunlarıyla yönetilen bu insan denen yaratığın Darwin’in gösterdiği gibi evrim geçirmesinde, eğitim yegane araç oldu, bugün bunu kimse reddetmiyor... Evrim teorisini kimse reddetmiyor, Papa II. Jean Paul’de evrim teorisinin yaradılış doktriniyle uyuşmaz olmadığını açıkladı. Bu tür açıklamaları gerçekten takdir ediyorum, çünkü bu bilimsel bir teoriyle dini inançlar arasındaki çelişkiye son verdi. Ancak insanoğlu, ormanda kalırsa, hayvanlara benzeyebilir. İnsanlar zeki yaratıklardır, kafatasımızın içinde ne olduğunu biliyoruz, hatta insanların beyni doğumdan sonraki 2,5 yıl boyunca büyümeye devam eden tek yaratık olduğunu da biliyoruz. Siz bunu biliyorsunuz, üniversite öğrencisisiniz, bunu bir yerlerde okumuş olmalısınız. Bu zekanın gelişiminde son derece etkili bir olgudur.
Çocuklar 2,5 yaşına kadar yeterli besin alamazlarsa, 6 yaşında okula başladıklarında yeterli besin almış olan çocuklardan daha düşük bir zeka seviyesine sahip olurlar. (Alkışlar) Eğer eşitliği savunuyorsak, gerekli şeylerden bir tanesi çocukların doğdukları anda sahip oldukları zeka kapasitesini 6 yaşına kadar korumaktır. Biliyoruz ki, erken yaşlarda yeterli besin alamayan çocuklar -ki dünyada bunlardan milyonlarca var- okul yaşına geldiğinde, ki okul veya onlara eğitim verebilecek öğretmenler varsa, öğrenme konusunda daha az sorumlu oluyorlar. Bazı durumlarda da, bu dönemde yeterli besin alabiliyorlar, ama daha sonda onlara eğitim verecek okul veya öğretmen olmuyor. (Alkışlar)
Ancak, gezegenin en yoksul kesimlerinde, özellikle dünya nüfusunun dörtte üçünün yaşadığı Üçüncü Dünya ülkelerinde neler oluyor? Yoksul ve aç insanların yoğun olarak yaşadığı, değil gelişmiş beyin kapasitesine ulaşmak, doğuştan gelen beyin kapasitesini bile koruyamayan, okulları bile olmayan insanların yaşadığı bu bölgelerde neler oluyor?
Size dünyada 860 milyon okuma-yazma bilmeyen yetişkin olduğunu söylerler, ardından da bu 860 milyonun %90’ının üçüncü dünya ülkelerinde yaşadığını eklerler. Çok gelişmiş ülkelerde de cahillik olduğu eklenmelidir. Kuzeydeki büyük komşumuzda da milyonlarca okuma-yazma bilmeyen insan var (Islıklar ve yuhalamalar), tamamen cahil milyonlarca insan, diğer yanda da on milyonlarca bilinçli olarak cahil bırakılmış insanlar var. On milyonlarca dedim, ama aslında yüz milyonlarca var. Gelişmiş ülkelerde değil, üçüncü dünya ülkelerinde.
Birbiriyle bağlantılı iki önemli konudan bahsediyordum, sanırım istediğimden daha fazla konuşuyorum: Eğitim ve sağlık. Sonradan asker olan, ama doktorluğu da bir saniye bırakmayan Arjantinli bir doktordan bahsediyorduk. Sonra eğitimin küçük bir hayvanı insan haline getirdiğinden bahsettik. Bunu sakın unutmayın. (Alkışlar) Eğitim, doğal güdülerin üstesinden gelmemizi sağlar.
Üstelik, eğitimle, hiç eğitim almamış insanlarla, yeterli besin alamamış insanlarla dolu hapishaneler boşalır. Çünkü, bizim ülkemizde bile, ne kadar yasa konursa konsun, ne kadar okul açılırsa açılsın, ne kadar öğretmen yetiştirilirse yetiştirilsin, daima eğitimi geliştirmek için yapacak bir şeyler olduğunu fark etmemiz epey zaman aldı. Bizim toplumumuzda, aile biriminin etkisi belirleyicidir, çünkü binlerce üniversite mezunu profesyonel ve aydınımız var.
Bir cezaevine gidip oradaki 20-30 yaş arası gençleri incelerseniz, görürsünüz ki onlara nüfusun en mütevazı ve yoksul kesimlerinde yetişmiş olanlardır. (Alkışlar) Onlar, marjinal bölge denen yerlerden geliyorlar. Diğer yandan, rekabette yarışan, kayıtların performansa ve dereceye bağlı olduğu okullara baktığınızda, tam tersini görürsünüz, burada çoğunluk aydınların ve sanatçıların çocuklarıdır.
Dikkat ederseniz, ekonomik bir yaklaşım değil bu, sınıf farklılıklarından bahsetmiyorum. Yeni bir toplum kurmak göründüğünden çok daha zor, ilerledikçe yeni şeyler keşfediyorsunuz. Yüzde 30’larda seyreden cahillik oranıyla mücadeleye başlarsanız, veya toplamda yüzde 90 olan cahillikle mücadeleye başlarsanız, bu konulara odaklanırsınız. Yıllar geçtikçe toplumun derinliklerine inersiniz, işte o zaman eğitimin etkisini fark etmeye başlarsınız.
Aile biriminin dağılmasının daha sık yaşandığı yoksul ve marjinal kesimlerde bu dağılma açık biçimde ters etki yapıyor. Örneğin, yüzde 70’inin ailesi dağılmış, yüzde 19’u ailelerinden uzakta, akrabalarıyla yaşıyor. Bu durum aydınlarda meydana geldiğinde, çocuklarda aynı etkiyi yapmıyor, aileleri dağılsa bile. Normalde, anneleri veya babalarıyla kalıyorlar; bizim ülkemizde geleneksel olarak anneleriyle kalırlar ve kadınlar Küba’nın eğitimli işgücünün yüzde 65’ini oluştururlar. (Alkışlar) Dediğim gibi, yüzde 65’ten biraz fazla ve durum böyle. Bunu eğitimden başka neyle açıklayabilirsiniz? Diğer bir deyişle, bir devrim gerçekleşse bile, ailenin eğitim seviyesi çocukların gelişiminde nihai belirleyen oluyor.
Şöyle bir şey de mümkündür: Belli koşullar altında, en mütevazı kesimlerin, en cahil kesimlerin çocukları için, burada evin ekonomik koşullarından bahsetmiyorum, eğitim seviyesinden bahsediyorum, bu çocuklar için “Şu işi yapanların, bu hizmeti verenlerin çocukları asla şirket başkanı, yönetici veya üst kademelerde görevli olamayacaklar, eninde sonunda hapse düşecekler” denir.
Biz bu konuyu araştırdık, başka şeyler de var ama şimdi bunlara girmenin sırası değil. Şunu demek istiyorum; bir eğitim devrimi olmadan, gerçekten temelden bir eğitim devrimi olmadan, ülkenin bütün vatandaşlarının maddi ihtiyaçları karşılansa bile adaletsizlik ve eşitsizlik kaçınılmaz. (Alkışlar)
Biz, ülkemizde yedi yaşama kadar her çocuğa günde bir litre süt veriyoruz. (Alkışlar) Daha büyük olanlara, kaynaklarımız elverdiğince diğer süt ürünlerini sağlamaya çalışıyoruz, çünkü, bunu yapmak mümkün.
Çocuklara sağladığımız bu süt günde bir cent’ten daha düşük bir fiyata mal oluyor. (Alkışlar) Kuzeyde yaşayan birisinin Küba’daki bir dostuna yolladığı 1 dolar, 104 günlük sütü karşılamaya yetiyor. (Alkışlar)
44 yıldır süren ambargo nedeniyle ülkemizde bir tayın sistemi kurmak zorunda kaldık (Islıklar); ancak ülkemizde okula gitmeyen tek bir çocuk bile yok, tek bir çocuk. (Alkışlar)
Ülkemizdeki zeka özürlü çocuklar, bu konuyu derin biçimde araştırıyoruz, zeka geriliğine değişik biçimlerine neden olan sebepleri, hafif, orta, ileri ve tam zeka geriliğine yol açan nedenleri araştırıyoruz, neyse ki hafif ve orta derece gerilikler daha fazla. Şu anda, bütün hastaları ve durumları kaydettik. Sadece çocukları değil, bir tür zeka geriliği olan kişiyi de. Bir tür zeka geriliğine veya fiziksel engele sahip bütün çocuklar, kör, sağır- dilsiz ya da daha kötü kör-sağır ve dilsiz olan bütün çocuklar kayıtlı.
insanın başına gelen çeşit çeşit trajedi var ve bunları anlamak için inceleme ve araştırma gerekiyor. Başlangıçta bunlar hakkında fazla bilgimiz yoktu. Yıllar boyunca eğitim için mücadele vererek gitgide bu hastalıkları açığa çıkardık.
Bu çocuklara özel okullar yaptık, 55.000 çocuk özel eğitim okullarına kayıtlı.
Dedik ki, bir çocuğun sadece 6. ve 9. sınıf arasında özel eğitim alması yeterli olmaz. Bizce 12. sınıfa kadar gelemeyen veya mesleki eğitim için teknik okullara giremeyen çocuklar bir veya iki yılda bitirseler bile, 9. sınıftan sonra yapabilecekleri bir işin eğitimini almalılar, onlara da iş sağlanmalı. (Alkışlar)
Bu tür problemleri olan çocukları küçümsememeliyiz; onların da farklı yetenekleri var. Ve artık kendimizi geri çekmeyeceğiz; çünkü eğer onlara sınırlı seviyede, düşük eğitim verirsek görevimizi ihmal etmiş oluruz.
Bu çocukların hepsi tedavi altında, ne tür engelleri olursa olsun. 44 yıllık ambargoya rağmen, Küba’da özel eğitime ihtiyaç duyan ve okula gitmeyen tek bir çocuk bile yok. (Alkışlar)
Bir şey eklemek istiyorum, bunun halkımız adına kibirlilik olarak algılanmasını istemiyorum. Çünkü ne zaman eğitim ve sağlık alanındaki başarılarımızdan bahsetsem, aslında daha fazla olanakları keşfettikçe daha çok utanıyoruz, onları daha önce keşfetmediğimiz için utanıyoruz. Kimsenin Küba’nın başarılarıyla övündüğünü düşünmesini istemiyoruz. Farkında bile olmadığımız şeyler var. UNESCO’nun eğitim üzerine yaptığı bir araştırmanın sonuçlarındaki istatistiklere bakıyorduk, gördük ki, ülkemizdeki 4. ve 5. sınıf öğrencileri, diğer Latin Amerika ülkelerindeki yaşıtlarına göre daha fazla dil ve matematik bilgisine sahip. Sadece Latin Amerika’da değil aynı zamanda ABD’deki yaşıtlarına göre. (Alkışlar)
Yüksek bir eğitim ve kültür seviyesine sahip bir ülkede konuştuğumun farkındayım; Arjantin halkını tanıyorum ve ne kadar bilgili olduklarını biliyorum. Bugün bizim ülkemiz eğitimde en gelişmiş ülke, ancak Arjantin de ülkemizin seviyesine yakın dört-beş ülke arasında. Ama bizi en çok şaşırtan, dil okulu öğrencilerimizin dil ve matematik bilgisinin gelişmiş ülkelerden bile ileride olduğunu keşfetmemiz. (Alkışlar)
Ve bugün, ülkemizin konumu bu. Aynı zamanda, ülkemizdeki bebek ölümleri binde 7’nin altında, geçen yıl binde 6.5, önceki yıl da 6.2’ydi, biz de bu oranı daha da düşürmeyi hedefliyoruz.
Bu oranı tropik ülkelerdeki seviyeye indirmenin mümkün olduğunu bilmiyorduk, çünkü çeşitli faktörler var: İklimin etkisi, her toplumun farklı genetik yapıları, bunlara ek olarak sağlık hizmetleri, beslenme, vs. Binde 10’un bile altına inebileceğimizi sanmıyorduk, bu nedenle bunu başardığımızda gerçekten cesaret duyduk.
Bu iyi oranların sadece başkentte olduğunu sanmayın. Bazı bölgelerde oran 5’in altına kadar iniyor, tüm ülkede oran bu civarda. Yani, bazı bölgelerinde insanların daha fazla kaynak tükettiği, daha iyi sağlık hizmeti aldığı ve daha iyi beslendiği, bebek ölüm oranlarının 4 veya 5 olduğu, bazı bölgelerde de, örneğin başkentinde, fakir ve farklı etnik grupların yaşadığı bölgelerde yeterli sağlık hizmeti verilmediği, bebek ölümlerinin koşulların daha iyi olduğu yerlere göre 3 kat, 4 kat, hatta beş kat fazla olduğu Kuzey komşumuz gibi değil. (Alkışlar)
Hispanik-Amerikalıları, Afro-Amerikalıları ve dünyanın diğer yerlerindeki halkları, onların bebek ölüm oranlarını, ortalama yaşam sürelerini, sağlık durumlarını biliyoruz. Ayrıca ABD’de sağlık sigortası olmayan 40 milyon insan olduğunu da biliyoruz.
ABD halkından bahsederken, onlardan nefretle bahsetmiyorum; çünkü Devrimimiz nefret öğretmez, devrimimiz düşünceye dayanır, fanatizme veya şovenizme değil. (Alkışlar ve bağırmalar) Hepimizin kardeş olduğunu öğrenme şansımız var ve halkımız dostluk ve dayanışma duygularıyla eğitiliyor, bizce bunlar enternasyonalist duygular. (Alkışlar ve bağırmalar)
Yüz binlerce Kübalı, bu okulda eğitildi, bu yüzden Devrimi zayıflatmak o kadar kolay değil, kendi geliştirdikleri düşüncelerin erdemlerini, kavramlarını ve duygularını yıkmak o kadar kolay değil. Düşünceler ve duygular geliştirilmelidir ve yaptığımız her şeyin temelinde bu gerçek vardır. Belli bir bilgi seviyesine ulaşmış, olayları anlamak için, birlik ve disiplin için belli bir anlayış kapasitesine sahip bir halkı dünyadan silmek o kadar kolay değil. (Alkışlar ve bağırmalar) Bu yüzden, o Nazi-faşist teorilere rağmen, inanıyoruz ki ülkemize yapılacak bir saldırı büyük bir maliyet gerektirir; çünkü burada asla boyun eğmeyecek, asla savaşmaktan vazgeçmeyecek bir halk var. (Alkışlar ve bağırmalar) Savaşabilecek tek bir kişi bile olsa, tek başına dövüşecektir.
Çünkü, yıllar boyunca bu düşmanı çok iyi tanıdık, bu nedenle ülkemizi nasıl koruyacağımızı da iyi öğrendik. Bizim ülkemiz şehirleri bombalamıyor ya da bombalamak için binlerce uçak göndermiyor; ülkemizin nükleer silahı yok, kimyasal silahı yok, biyolojik silahı yok. (Alkışlar ve bağırmalar)
Ülkemizdeki on binlerce bilim adamı ve doktor, hayat kurtarma felsefesiyle yetiştirilmişlerdir. (Alkışlar) Bir doktordan veya bilim adamından, diğer insanları öldürebilecek maddeler, bakteriler veya virüsler geliştirmesini istemek, onların yetiştirilme şekliyle tamamen çelişir.
Küba’nın biyolojik silah geliştirdiği yönünde iddialar vardı. Ülkemizde, araştırmalar, meningokokal menenjit veya hepatit gibi korkunç hastalıklara karşı, genetik mühendisliği teknikleriyle veya moleküler immünoloji tedavi yöntemleriyle aşı geliştirmek için yapılır, teknik bir dil kullandığım için beni affedin, yani kötü huylu hücreleri doğrudan yok edecek metotlar bulmak için yapılır. Bunların bazıları hastalığı önler, bazıları iyileştirir, bu alanda ilerleme kaydediyoruz. Doktorlarımız ve araştırma merkezlerimiz için bu bir gurur kaynağıdır.
On binlerce Kübalı doktor, dünyanın en uzak ve yaşanması en zor yerlerinde enternasyonalist misyonlarını yerine getirdiler. Daha önce dediğim gibi, ülkemiz dünyanın karanlık köşelerine savunma amaçlı saldırılar düzenleyemez ve düzenlemez. Aksine, ülkemiz dünyanın karanlık köşelerine ihtiyaç duyulduğunda doktor göndermiştir. (Alkışlar ve bağırmalar) Doktor gönderdik, bomba değil; doktor gönderdik, akıllı silahlar veya isabetli silahlar değil, zaten insanları haince öldüren bir silah akıllı olamaz. (Alkışlar ve “Ole, ole, ole, Fidel, Fidel!” sloganları)
Gördüğünüz gibi, öğrenciler, size söylediklerim Devrim gururumuzun kaynağı olan konular.
Bazıları, Küba’da Devrimin eğitim ve sağlık alanlarında çok iyi şeyler yaptığını ve spor alanında da çok ilerlendiğini söylüyorlar; en azından bunları itiraf ediyorlar. Sizin spora ne kadar düşkün olduğunuzu biliyorum. O duyduğum ‘Ole, ole” sloganları da belli bir spor alanından geliyor (Kahkahalar), dünya çapında şampiyonlar çıkardığınız ve gururunu Brezilya ile paylaştığınız bir spordan geliyor. (“Ole, ole, Fidel, Fidel!” sloganları) Ama demin bahsettiğim kişilerin aynı zamanda, Küba’nın kültür ve sanat alanında da hızla ilerlediğini söylemeleri gerekiyor. (Alkışlar) Biz sadece sanatsal kültürü benimsemiyoruz, biz kapsamlı genel kültürü ve bilgiyi benimsiyoruz.
Fazla duyulmamış birkaç haberi sizinle paylaşmak istiyorum: Ülkemizde son üç yılda sadece üniversitelerin sayısını artırmakla kalmadık; önceden sadece bir tane tıp okulu vardı, bugün 22 tıp okulumuz var. Bunlardan biri Latin Amerika Tıbbi Bilimler Okulu (Alkışlar), burada bütün Latin Amerika ülkelerinden gelen öğrenci eğitim görüyor ve yakında bu sayı 10.000 olacak. (Alkışlar) Biliyoruz ki, ABD’de üniversite eğitimi, özellikle tıp okullarında en az 200.000 dolar. (Bağırmalar)
Bu 10.000 öğrenci eğitimlerini tamamlayınca, ülkemiz üçüncü dünya ülkelerine 2 milyar dolar değerinde bir yardım sağlayacak. Bu, ülkemizin sadece düşüncelerle yönetildiğine, çok fakir olsa da çok şey yapabileceğine kanıttır. (Alkışlar)
Bu ülke 44 yıldır ambargo altındadır. Bu ülke, başlıca ticaret ortağımız olan sosyalist bloğun dağılmasından sonra, emperyalizmin, özellikle Toricelli ve Helms-Burton anlaşmalarıyla ablukasını daha da arttırdığı ülkedir. (Tıslamalar ve yuhalamalar)
Ek olarak, suç niteliğinde bir anlaşma; Küba Uyum Anlaşması dünyada sadece bir ülkeye uygulanıyor: Küba’ya. Sabıka veya diğer nedenlerden dolayı vize alamayan kişiler gemi veya uçak kaçırarak veya diğer yollarla girmeye çalıştığında bu kişiye ABD’de bir mesken veriliyor, hatta ertesi gün çalışmasına bile izin veriliyor.
Dikkatle dinleyin: Meksika ve ABD arasındaki sınırda her yıl ortalama 500 kişi ölüyor. Korkunç biçimde ölüyorlar, Meksika’ya önerilen veya dayatılan bir anlaşma, NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) yüzünden. Bu anlaşma metanın ve sermayenin serbest dolaşımına izin veriyor; ama insanların serbest dolaşımına izin vermiyor. (alkışlar) Diğer yandan da bizim ülkemizde bu uyum anlaşmasını uyguluyorlar. Bu anlaşmayı diğer ülkelere de de uygulamalarını istemeyiz çünkü cani nitelikte bir anlaşma. Ancak herkesi insan haklarını ihlal etmekle suçlayanların bunu da Küba örneğinde olduğu gibi korkunç iftiralara ve utanmazca söyleyen gülünç yalanlara dayanarak yapanların bu hakları insanlara tanıması gerekiyor. O sınırda yüzlerce Meksikalı ve Latin Amerikalı ölüyor, orada her yıl öldürülen insan sayısı, Berlin Duvarının olduğu 29 yıl boyunca ölen insan sayısından daha fazla. (Alkışlar)
Milyonlarca kez Berlin Duvarı’ndan bahsettiler, ancak o sınırı geçmeye çalışırken ölen Meksikalılarla ilgili neredeyse hiç haber yok.
Bugün, Latin Amerikalı veya Asyalı veya başka bir ülkedenseniz ve orada kaçak kalıyorsanız veya kalmanıza izin veriliyorsa, size mülteci veya göçmen deniyor. Eğer Kübalıysanız, sürgün deniyor.
ABD’de hiçbir Kübalı göçmen yaşamıyor, diğer yandan onlardan her yıl 100.000 tanesi akrabalarını görmek için Küba’ya geliyor; ama onlar göçmen değil, sürgün. Bu kelimeyi, karışıklık çıkarmak ve yalanlar üretmek için hain yollarla uydurdular.
37 yıldır bize uygulanan bu kanun, FTAA (Serbest Ticaret Bölgesi Anlaşması) dayatmaya çalıştıkları Latin Amerika ve Karayip halklarına da uygulansaydı, eğer bu hakları onlara da tanısalardı -ki tekrar ediyorum; biz bunu savunmuyoruz, çünkü bu cani nitelikte bir anlaşma- eminim, bugün Latin Amerika ve Karayipler’de 534 milyon yaşıyor olamazdı, kesinlikle ABD’deki insanların yarısından fazlası Latin Amerika veya Karayip kökenli olurdu. (Alkışlar) (Dinleyicilerden biri ona bir şey söylüyor) Bu da söylenmeli, ama o kelimeyi kullanmadan. Söylemeyelim, bırakalım bunu insanlar çıkarsınlar, bırakalım o ülkeyi yönetenlerin, liderlerin ne olduğunu onlar anlatsınlar, halkların değil onlar genellikle kandırılıyorlar.
Halkın bazı durumlarda yanlış şeyleri savunduğunu biliyoruz, ama desteklemeleri için kandırılıyorlar, halk artık aldatılma konusunda uzmanlaştı (Alkışlar). Ancak gerçeği öğrendikleri zaman, Vietnam’ı hatırlayın, ABD’nin savaşı bitirmek için insanları nasıl aldattığını hatırlayın. O ülkenin liderlerine göre, uluslararası kamuoyunun, sizin düşüncenizin, bütün Latin Amerikalıların düşüncesi önemsizdir. Onlara göre, geçerli olan sadece ABD destekçilerinin düşüncesidir. Dolandırıcılık da yapılabilir, küçük bir dolandırma veya büyük çaplı dolandırıcılık da olabilir, hani ABD’deki süper-demokratik seçimlerde görmüştük. Rakip aday, “kazanandan” 500.000 oy daha fazla almıştı.
Herkes orada ne olduğunu biliyor, ABD’de bile kimse bundan şüphe duymuyor: Kübalı- Amerikalı terörist çetelerce desteklenen aşırı sağ kanat, rakibinin galibiyetini çaldı. Bunlardan hangisinin daha demokratik, hangisinin daha az demokratik olduğu tartışmasına girmeyeceğim, ben iki partiden hiçbirine üye değilim, ayrıca oradaki sistemin tek-partili sistem olduğu da söylenebilir. (Alkışlar)
Bazıları diyecekler ki “Küba’da da tek bir parti yok mu?” Evet, ama bizim partimiz ne aday olur, ne de seçer. Her bölgede yapılan toplantılarda halk yerel delegesini seçer, ve bu delegeler bizim sistemimizin temelini oluştururlar. (Alkışlar) Bu delegeler ikiden az, sekizden fazla olamaz. Ve ülkedeki her belediyedeki Belediye Meclisleri’nde bulunan delegelerin yüzde 50’ye yakını halk tarafından aday gösterilir ve seçilir. Delegelerin seçimlerde oyların yüzde 50’den fazlasını alması gerekir. Küba Millet Meclisi’ndeki 600 delegenin yarısından fazlası bu yerel delegelerden oluşur. Yani bu delegeler sadece Belediye Meclislerinde değil, Bölge ve Millet Meclisleri’nde de yer alırlar.
Bu konuyu daha fazla uzatmayacağım, ama Küba’daki seçim sistemini öğrenebilmenizi çok isterdim. Çünkü Kuzeydeki insanlar bize Küba’da ne zaman seçim olacağını sorduklarında çok şaşırıyoruz. Ve biz Kübalılar onlara başka bir soru soruyoruz: ABD başkanı olmak için neden bir multimilyoner olmanız gerekiyor? (Bağırmalar) Ama, elbette adayların multimilyoner olması gerekmiyor, o yüzden şöyle de sorabiliriz: Bir adayın başkan seçilebilmek için kaç milyar dolara ihtiyacı var, ve bir devlet görevi için, mütevazı bir belediye memuru olmak için kaç para ödemeniz gerekiyor?
Bizim ülkemizde bu olmaz, olamaz. Duvarlar afişlerle kaplanmaz; televizyonlar uyuşturucu mesajlarla dolmaz. Sanırım böyle deniyordu; siz avukatlar bilirsiniz. Ah, ben de bir zamanlar avukattım değil mi? Unutmuşum. (Kahkahalar)
O ülkede ve dünyanın diğer yerlerinde kitle iletişim araçlarının rolü ne? Ben onlara saldırmıyorum.
ABD halkının gerçeği bildiği zaman nasıl iyi bir davayı savunduğunu gösteren bir olayı hatırlatacağım: Elian Gonzales olayı. Elian, iki buçuk yıl önce kaçırılmıştı. Oradaki insanlar gerçeği öğrendiğinde bu küçük çocuk evine döndü. Çünkü ABD halkının yüzde 80’inden fazlası onun Küba’ya geri gönderilmesini savunuyordu. (Alkışlar)
Vietnam savaşı sırasında da Amerikan halkı gerçeği öğrendi, ama başka bir faktör daha vardı: Savaştan ölü olarak geri dönen genç adamlar. Elian, olayında böyle bir şey yoktu. ABD halkının haklı olduğumuzu anlamasını sağladık ve bunu televizyonla yaptık. Havana’da da yapılan yürüyüş, 600.000 annenin yürüyüşü etkileyici bir görüntü. Ya da yüz binlerce çocuğun yürüyüşü ya da Havana’daki USIS’in önünde yürüyen bir milyon insan, ya da aynı anda farklı yerlerde gösteriler yapan milyonlarca insan; ve bütün bu gösteriler tüm dünyada, televizyonlarda yayınlandı. Terörist bir eylem sonucu patlayan bir Küba uçağının 25. yılındaki anmasında yapılan mitinge benzeyen eylemler yapıldı ve bunlar 40 uluslararası kanal tarafından yayınlandı.
Bugün haberleri çok uzaklara ulaştırma imkanları var. Uzaydan dünyaya sinyaller gönderen uydular var internet var, siz öğrenciler bunu herkesten daha iyi bilirsiniz. Internet’e, karanlık olmadığı sürece dünyanın her köşesine mesaj gönderebiliyorsunuz, çünkü Internet’e ulaşabilenler genellikle elektriğe ve diğer haberleşme olanaklarına da sahip olanlar oluyor. Ama entelijansiyayı küçümsememeliyiz, onlardan dünyada on milyonlarca var ve onlar sömürücü ve zengin bir sınıf değiller.
Seattle’de de olanları hatırlayın, Quebec’te olanları hatırlayın; dünyanın her yerinde yapılan eylemleri hatırlayın. Eğitimli ve bilgi kişiler, bu eylemleri internet üzerinden örgütlemişti. Ve bugün, asit yağmurlarından savaşa, iklim değişikliklerinden ozan tabakasındaki deliğe, küresel ısınmadan havanın, denizin ve nehirlerin kirlenmesine kadar dünyadaki yaşamı tehdit eden pek çok şey var. Bunlar bütün gezegeni tehdit ediyor, bu yüzden bütün halkların Latin Amerika, kuzey Amerika ve Avrupa halklarıyla ortak bir davası var.
Felaketler birbiri ardına geliyor. Bugün, 25-30 yıl önce olmayan hastalıklar ortaya çıkıyor. 25 yıl önce AIDS yoktu.
Bugün ise en iyi laboratuvarlara sahip olanlar sadece tedaviye yoğunlaşıyorlar, engellemeye, aşıya değil. Çünkü, herkesin bildiği gibi, yılda 10.000 dolara mal olan ve her yıl tekrarlanması gereken tedavi daha karlı. Yani, terapi ilaçları, engelleme ilaçlarından daha karlı. (Alkışlar)
Şimdi de birdenbire SARS ortaya çıktı, batı Nil’de ABD’nin kuzeydoğusundan gelen ateş var, belli ki oraya da başka bir yerden geldi. Bir de dang hastalığı var, çok duyduğumuz, dört çeşidi olan ve bunların bazılarının birleşmesiyle hemorajik ateşli dang gibi daha karmaşık hastalıklara yol açan dang hastalığı.
Bunların size, tarımına ve halkına virüslerle saldırılmış bir ülke adına anlatıyorum. Bundan emin olabilirsiniz, abartmıyorum, anlattıklarım yalan olsaydı, bu kadar bütünlüklü olmazdı. Ve bunların hepsinin kanıtı elimizde var, bunları anlatıyoruz çünkü biliyoruz. (Alkışlar)
Ama demin dediğim gibi, bugün dünyada bizi kitle iletişim araçlarına daha az bağımlı yapan iletişim imkanları var. Çünkü bugün, gün geçtikçe daha da genişleyen İnternet’le, bir hayali olan, bir sıkıntısı olan, sadece kendini değil çocuklarını da düşünen bütün insanlar, ister gelişmiş ister az gelişmiş ülkelerde, ortak bir mücadele verebiliyorlar. Çünkü bunlar gerçekten çok yeni sorunlar. İnsanoğlunun yaşam kapasitesini hala tam olarak göstermediği ve dünyadaki tüm ülkelerin, teknolojik tekele ve silahlara sahip tek bir güç tarafından on kere yok edilebileceği bir çağda yaşıyoruz. Bu yüzden, savaş tehdidi ve barbar silahların kullanılmasının yanı sıra, ortaya çıkan pek çok yeni sorunun da üzerinde düşünmeniz gerekiyor.
Gitgide sayısı artan, milyonlarca insan bütün bu sorunları öğreniyor. Ve artık insanlar eğitimin merkezlerinde, üniversitelerde, dünyayı, IMF’nin ne olduğunu, Dünya Bankası’nın ne olduğunu, Latin Amerika’da 800 milyar dolar borcun ne anlama geldiğini öğreniyorlar. (Alkışlar)
Buenos Aires’i en son ziyaret ettiğimde Latin Amerika’nın borcu 5 milyar dolardı. Bugün, onun 160 katı. Eskiden, devlet bütçeleri az çok okullara ve hastanelere ayrılırdı. Arjantin halkı bunu iyi bilir, çünkü epey bir süre Arjantin’i duyduk, Arjantin’in eğitimde, sağlıkta ve diğer alanlarda ulaştığı başarıyı biliyoruz. Ama ben bu somut durumdan bahsetmeyeceğim; bunlardan bahsettim çünkü siz gerçekten çok yüksek seviyelere ulaştınız; bu ülkede kişi başına iki sığır düştüğünü herkes bilir. Sosyal gelişimde yakaladığınız başarı gerçekten muazzam.
Fakat bugün yaşadığımız dünya, tekrar ediyorum, çok farklı. Bize devrimci fikirlerini miras bırakan büyük siyasi ve sosyal düşünürlerin bile tahmin edemediği problemler var.
Biz ülkemizde, gelişime üniversitelerden başladık. Eskiden üniversitelerimizde bilgisayar eğitimi yoktu, adım adım geliştirdik. Sonra, 170 tane Gençlik Bilgisayar Kulübü açtık, kısa bir süre önce bunların sayısı 300’e ulaştı, bilgisayarın sayısı da iki katına çıktı. Ancak bugün ülkemiz için en gerekli olan şey, anaokulundan üniversiteye, bütün okullarda bilgisayar laboratuvarı olması. Bunun bize sağlayacağı imkanlar çok fazla. (Alkışlar) Ve şimdi de, bu laboratuvarları yaymaya çalışırken, bir yandan da başka şeyler üzerinde çalışıyoruz; bunu pek söylemiyoruz ama on binlerce bilgisayar programcısı yetiştiriyoruz.
Küba’nın şu veya bu konuda çok iyi işler başardığını söyleyenler var ya; onlara diyebiliriz ki bugün ülkemizde üniversiteler bütün şehirlere ve ilçelere yayılıyor, bugün ülkemizde
üniversite mezunu veya aydın var. (Alkışlar) Yani, Devrimin olduğu yıllardaki her ilkokul mezununa karşılık bugün iki üniversite mezunu var. (Alkışlar) Bilginin ve kültürün kitlelere yayıldığı, ve bu bilgi ve kültürü her alana yaymayı hayal ettiğimiz bir toplum yaratıyoruz.(Alkışlar) Fabrikalarda, kentlerde herkese bilgiyi ulaştıracağız, orada çok sayıda ekonomist var, insanlığın yaşadığı herhangi bir yerde veya teknik eğitim verilen sınıflarda ve diğer yerlerde geliştirilen merkezlerde ekonomi eğitimi verilmesi gerekse bile yeterli eğitim kadromuz var. Tek istisnamız tıp konusunda olurdu, çünkü tıp okullarımız genelde hastanelerin yananda bulunuyor ve 3. sınıftan itibaren öğrenciler sadece teoriyle değil pratikle de iç içe eğitim görüyor. (Alkışlar)
Neden bu programları hızla yaydık? Çünkü, belli sosyal sorunların nedenlerini araştırırken gördük ki, 17-30 yaş arasında, orta okul mezunu pek çok genç ne okula gidiyor, ne de çalışıyor. Bu yüzden, sorunun nedenlerini araştırdık, hepsiyle tek tek konuştuk; böylece bu gençler için kapsamlı geliştirme okulları kurduk. İlk yıl 85.000 kişi bu okullara kayıt oldu, ve şimdi, ikinci yılında 110.000 öğrenci var. (Alkışlar) Üstelik, gelecek yıl, Eylül ayından itibaren bu öğrencilerin 35.000’i üniversite eğitimi almaya başlayacak. (Alkışlar)
Ne mi yaptık? Ne mi kullandık? Örneğin, her semtte, her şeker fabrikasında, ortaokullar, meslek liseleri ve hatta süper liseler var. Bunlar normal okullar, yatılı değil, ve dersler 4.30’da bitiyor. Bu okulların hepsinde bilgisayar laboratuvarları ve görsel aletler var. Bu yüzden 5.00 ile arasına da ders koymayı düşünüyoruz, aynı kolaylıkları kullanarak genç insanlar kendini geliştirebilsin diye. Bu dersler yeni öğretmenler, hala çalışan öğretmenler ya da emekli öğretmenler tarafından verilecek; bu kaynaklarımızla mucizeler yaratacağız, emin olabilirsiniz.
Bu genç insanlara eğitimleri boyunca maddi yardım da sağlanıyor. (Alkışlar) Bu programla, bir istihdam araştırmasını da yapmış olduk.
İnsanlar genellikle şunu fark etmiyorlar; bir insan fakir olsa bile onun yaşayacak bir evi var, bu tek odalı bir daire bile olsa; ayrıca toplu taşıma araçlarını kullanabiliyor. Bizim ülkemizde herkese sosyal güvenlik sağlanıyor. Ülkemizde insanların yüzde 85’i kendi evlerinde oturuyor (Alkışlar) ve evleri için mülkiyet vergisi falan ödemiyorlar. (Alkışlar) Dikkatli dinleyin, ben burada tavsiye vermiyorum; sadece, yaptıklarımızı, nasıl ayakta kaldığımızı ve kitlelerin neden Devrim’i savunduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Elektriğin kilovatı, yarım cent’ten daha az paraya mal oluyor; temel besin maddeleri tayın dükkanlarında çok düşük fiyatlara satılıyor. Örneğin, aylık tayında verilen pirinç miktarı 25 Küba cent’i ediyor. Bugün 26 Küba pesosu 1 ABD dolarına karşılık geliyor, bu parayla 105 pound pirinç alınabiliyor. (Alkışlar) Ürünlerin daha pahalıya satıldığı diğer dükkanlar da var, fiyatlar ürünlerin ihtiyaç veya lüks olmasına göre değişiyor.
Ülkemizde, ilaç fiyatları 44 yıl öncekinin yarısı, çünkü bu gerekli ilaçların fiyatları o zaman yarıya indirilmişti, bugün aynı fiyatlar hala geçerli.
Tekrar ediyorum, bunları size sadece açıklama olarak anlatıyorum.
Tıbbi hizmetlerin kalitesi gelişti, bu alanda önemli çalışmalar yapıyoruz. Bütün sağlık hizmetleri vatandaşlarımıza ücretsiz olarak sağlanıyor, ne olduğu önemli değil, açık kalp ameliyatı da olabilir, soğuk algınlığı veya grip tedavisi de olabilir.
Gitgide geliştirdiğimiz eğitim hizmeti de anaokulundan doktoraya kadar ücretsiz, vatandaşlarımız eğitim için bir kuruş bile ödemiyorlar. (Alkışlar) Ve bu, halkımıza huzur veren şeylerden biri. Bugün, kültürün ve eğitimin kitlelere ulaştığı bir topluma doğru ilerliyoruz; ve gelecekte ülkemiz temel olarak entelektüel üretime dayanan bir ülke olacak.
Doğa bize diğer kaynaklardan bolca vermedi, ama biz güçlü komşumuz sayesine yapmak zorunda kaldığımız bir Devrim imtiyazına sahibiz, yine de bunun için kimseyi suçlayamayız, belki bizi keşfeden ve uygarlığı getiren Kristof Kolomb dışında. Belki siz Arjantinlilerin, sömürgeciliğin ne demek olduğunu anlaması Haiti Cumhuriyeti halkı kadar kolay değil. Neyse, bu konuya girmeyelim, bu tarihin bir eseri. Biliyoruz ki, pek çok hacı oraya dini amaçlarla gittiler ve yanlarında bir din etiği getirdiler. Amerikan halkının idealizmi de buradan geliyor ve onlara gerçeği göstermeyi başarabilirsek onlar da bir davayı savunacaklar. Onları unutmamalıyız, onlar da en az bizim kadar doğal felaketler ve az önce bahsettiğim tehditlerin tehlikesi altında. Onlarla pek çok ortak noktamız var ve eminiz ki onlar da biliyorlar ki onları yönetenler çevreyi veya iklim değişimlerini hiç umursamıyorlar.
Dünyanın enerji tüketimindeki payı yüzde 25 olan, karbondioksit ve diğer zararlı gazların üretiminde en önde gelen bu kadar güçlü bir ülke Kyoto Anlaşması’ndan neden çekildi, gerçekten merak ediyorum. Emin olabilirsiniz ki, ABD’deki on milyonlarca kişi bu sorunlara karşı sizinle aynı endişeleri taşıyor.
Diyordum ki, evet güçlü bir komşumuz var, ama aynı zamanda halkımızın yeteneklerini kitlesel olarak geliştirme ve artırmada sağladığımız başarımız var.
Ülkemizin bugün geldiği noktada, çocukların tamamı ilkokul eğitimini tamamlıyor, yüzde 99’u ortaokulu bitiriyor. Şimdi ise başka bir aşamaya geçiyoruz. Eğitimi kitlesel olarak ve görsel-işitsel araçları yoğun biçimde kullanarak geliştirmeye çalışıyoruz. Ama bunları zehir yaymak veya başkalarının bizim çıkarımızı düşünmesini sağlamak için kullanmıyoruz. Daha önce söylediğim gibi, çocuklar yeterli besin alamazsa, dünyaya geldiklerinde sahip oldukları zeka kapasitesini, potansiyel zekalarını geliştiremezler. Eğer kaynaklar yanlış kullanılırsa, kendinizi düşünme özgürlüğünüz elinizden alınır, çünkü o zaman başkaları sizin yerinize düşünür ve ne renk giysi giyeceğinize, eteğinizin uzun mu kısa mı olacağına veya hangi kumaşın moda olduğuna karar verir. Ta oralardan bize ne alacağımızı, hangi hafif içecekleri tüketeceğimizi, hangi birayı, hangi marka viski veya rom içeceğimizi söylerler. Mesela biz, tarih boyunca tütün ürettik ve bu asla vazgeçemeyeceğimiz bir şey, en azından ambargo devam ettiği sürece. Bazen dostlarımıza bir paket sigara hediye ederiz, ona “Sigara kullanıyorsan bunları içebilirsin; sigara içen arkadaşların varsa onlarla paylaşabilirsin; ancak bu sigara paketiyle yapabileceğin en iyi şey onları düşmanına vermektir” deriz. (Alkışlar)
Küba tütün üreten ve ihraç eden bir ülkedir ve sigara karşıtı bir kampanya yürütmektedir.
Küba kaliteli rom üreten bir ülkedir -bunu mütevazılığımızı göstermek için söylüyorum. Bize ait olan bir markayı çaldılar, ama önemli değil, onlar Küba romu üretemezler.
Size bunu tavsiye etmiyorum, ama eğer bu romu denemek isteyen varsa... Hamile bayanlara tavsiyem içmemeleridir; hiçbir alkol türünü içmemeliler. Bunu biliyoruz, çünkü bir her tür zeka geriliğini araştırıyoruz ve hamilelikte alman alkolün verdiği zararları biliyoruz; alkol bu alanda tanımlanmış nedenlerden biri.
Ama ülke tüketim toplumunda yaşamayacaktır; tüketim toplumu, gelişmiş kapitalizmin ve neoliberal küreselleşme döneminin en şeytani icatlarından biridir. Ne kadar korkunçtur ki, 1.3 milyar nüfuslu Çin’in araba sahibi olan insanlarının oranı ABD ile aynıdır.
1 milyar nüfusu olan ve tam bir tüketim toplumuna sahip Hindistan’ı hayal bile edemiyorum. Sahra Çölü yakınında yaşayan, elektriği bile olmayan, yüzde 80’inden fazlasının okuma- yazma bilmediği ve tüketim toplumunda yaşayan 520 milyon insanı hayal bile edemiyorum. Dünyanın petrol rezervleri, biz enerji tüketimine bu hızda devam edersek, daha ne kadar dayanır, merak ediyorum. Doğanın 300 milyon yılda yarattığı bu kaynaklar belli ki sadece 150 yıl daha dayanabilecek. (Alkışlar)
Bunları size anlatıyorum, çünkü kalite kavramı beynimize yanlış bir biçimde yerleştirilmiş.
Hayat kalitesi eğitim olmadan nasıl sağlanabilir? Okuma-yazma bilmeyen birinin çektiği sıkıntıları düşünün! Onur diye bir şey vardır ve onur yemek kadar önemlidir. (Alkışlar)
Cahillik ne demektir? Cahillik, en alttakilerin en altında olmak, kız arkadaşınıza bir mektup yazmak için arkadaşınızdan yardım istemek demektir. Ben bunu çocukluğumda gördüm, okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bir yerdi, çok az kişi okuyabiliyor veya yazabiliyordu, hoşlandıkları bir bayana mektup yazmak için diğerlerinden yardım istiyordu. Harfleri bile dikte edemiyorlardı. Onu bütün gece düşlediklerini, onu düşünmedikleri bir an bile olmadığını, yemeden içmeden kesildiklerini, bu gibi şeyleri bile söyleyemiyorlardı. Mektubu yazdırdıkları kişiye “Ona ne yazman gerektiğini düşünüyorsan onu yaz” diyorlardı. Abartmıyorum, ben köyde yaşadım ve bunlar gerçekten oluyordu.
İmza atmak yerine parmak basmak ne kadar utanç vericidir! Bir de daha sonra üçüncü, dördüncü veya beşinci sınıfı bitirenler var. Peki, 4. ve 5. sınıfı bitiren bir insan nedir?
ABD’de demokrasi var diyorlar. Merak ediyorum, milyonlarca okuma-yazma bilmeyen insan oy verirken nasıl doğru bir seçim yapabilir? Milyonlarca yarı-cahil insan, oy verirken nasıl doğru bir karar verebilir? (Alkışlar)
Hepiniz, FTAA’yı biliyorsunuz. Merak ediyorum, onlara, bu cahil insanlara, FTAA’nın bütün dertlere ve felaketlere ilaç olacağını söylerseler ne olur? (Islıklar) Diğer bir deyişle, okuma-yazma bilmeyen birisi FTAA’nın ne olduğunu nasıl anlayabilir; teknolojik gelişme ve üretim açısından az gelişmiş ülkelerin, en gelişmiş uçakları üreten, dünya çapındaki iletişimi tekeline almış, hammadde, ucuz emek gücü ve müşterilerini garantilemek isteyen diğer ülkelere kapılarını açması onlar için ne anlama gelir? (Alkışlar)
Büyük oranı okuma-yazma bilmeyen, ekonomi konusunda hiçbir fikri olmayan bir toplum, kendi para biriminden vazgeçmenin ne olduğunu nasıl anlayabilir? Bazıları bunu yaptı, kendi para biriminden, bir saniye bile düşünmeden vazgeçti.
Eğer ülkemiz para biriminden vazgeçseydi, özellikle bizim ‘özel dönem’ dediğimiz sosyalist blokun çözüldüğü dönemde, önündeki engelleri aşamazdı. Ama biz asla vazgeçmedik. Sermayenin kaçması olgusunu bu insanlara nasıl anlatırsınız? Ne dersiniz? Ancak körlerin bile görebileceği bir gerçek var ki, dürüstçe kazanılmış olsun veya olmasın, ülkelerimizin paraları kaçmak zorunda kalıyor.
Diyelim ki, bir profesyonel 50.000 veya dolar değerinde bir miktarı biriktirmeyi başarıyor ve parası bir bankada ülkesinin para birimi olarak duruyor.
Ve birden, bu para, Newton’un keşfettiği yer çekimi kanununa uygun olarak ABD’ye düşüyor. Tabii bu kanunun değişik bir biçimi, yani dünyanın merkezine doğru değil de daha çok coğrafi bir yönde düşüyor. (Alkışlar) Ve gitmek zorunda, çünkü bizim para birimlerimiz parite denen şeye karşı dayanamıyor.
Sistematik ve günlük hayata dair bir olgu olan enflasyona karşı mücadelede, pek çok değişik formüller ve vaatler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan paranın serbest değişimi sonucu paranın kaçması kolaylaşmıştır.
En küçük bir bütçe açığında veya ödemelerdeki açılarda, sorunlar ortaya çıkmaktadır, hatta bu sorunların çıkması için spekülatörlere bile gerek yoktur, onların ideal çalışma ortamı zaten budur, onlar paralarını alıp giderler.
Kaçan para ve nedenleri hakkında pek çok bilgi vardır. Bu olgunun borçlarla veya yüksek borç faizleriyle alakası yoktur, daha çok zayıf para birimlerinin kaçması yasası ile ilgilidir.
Bir zamanlar, altın bir para birimleriydi, değeri perse’ydi. Bu 1971 veya 1972’ye kadar sürdü. Egemen gücün saygı duyulan başkanı -her ne kadar tek kutuplu egemen olmasa da- standart altını ABD doları olarak değiştirmeye karar verdi. O zamandan itibaren para kağıttan yapılmaya başlandı, artık perse değeri yoktu. Dolar basan makinelerin dolar basan sahipleri vardı.
Peki dolarlar nereye gidiyor? Karayiplere gitmiyor. Vergilere karşı sığınak olarak kullanılan birkaç küçük ada olabilir ama onlar istisna. Peki, nereye gidiyor? Afrika’ya gitmiyor, hiçbir Latin Amerika ülkesine gitmiyor, çünkü aynı şey onlara da oluyor.
Sizin ABD dolarına eşit olan X para biriminiz var, gerçek adını söylemek istemiyorum, çünkü hiçbir ülkenin adını zikretmek istemiyorum. Bu para birimi 6 hafta içinde değerinin yarısını veya üçte birini kaybedecek. Ve sizin elinizde, bir zamanlar gerçekten değeri olan ama şimdi değeri yarısına, üçte birine veya dörtte birine düşürülmüş kağıt parçaları kalacak.
Bazı para birimlerinin dolara karşı yüzlerce peso ettiğini görünce, onların bir zamanlar dolarla aynı değere sahip olduğunu hatırlarsınız. Bu durum bugünlerde pek çok para biriminin başına geliyor, onlara ister X deyin, ister bolivar. Chavez bolivardan bahsettiğim için bana kızmayacaktır, çünkü o da paramızın nasıl değer kaybettiğini biliyor. Sonra bu para gitmeye zorlanıyor, dünyanın en zengin ülkesinin bankalarına gitmeye zorlanıyor.
Görüyorsunuz, bu basit kavramı okuma-yazma bilmeyenlere nasıl anlatırsınız? Bunu altıncı sınıfı bitirmiş kişilere nasıl anlatırsınız? Ekonomi konusunda hiçbir fikri olmayan insanların bunu anlamasını nasıl sağlarsınız? Onlara bir FTAA, hatta on FTAA satabilirler. (Alkışlar) Bu yüzden bilinci uyandırmak, fikirler üretmek, eğitmek gerekli, çünkü insanlar, olgular onlara açıklandığında ve örnekler gösterildiğinde anlayabilirler. Bugün, ihmalkarlık çok yaygın, bizi her gün daha fazla soymak, sömürmek ve kandırmak için kullanılan bir araç haline geldi.
Bu yüzden, 1 Mayıs’ta da bahsetmiştik, biz ülkemizde insanlara radyo aracılığıyla okuma- yazma öğretme programı geliştiriyoruz, televizyonla değil, radyoyla. Dinleyicinin tek ihtiyacı bir kısa dalga radyo ve birkaç kağıt. Yöntem denendi ve etkili olduğu kanıtlandı.
Yerel radyo istasyonları ve ulusal radyo ağı dersleri yayınlayabilir. Bazıları bunu zaten kullanmakta. Aslında, ülkemizin kısa dalga radyo istasyonuyla ABD’deki okuma-yazma bilmeyenlere bile eğitim verebiliriz. (Alkışlar)
Gazetelerde okuyoruz, devlet okullarında ilkokul veya ortaokulu bitirmiş ve hala okuma-yazma bilmeyen öğrenciler var. Onlara ne tür bir eğitim veriliyor? En son teknolojiye sahip olan ve uçaklarıyla televizyon programlarının yarısı eğitime verilen bir ülkeye korsan televizyon programları yayınlayan Miami’de bir sınıfa 36 öğrenci düşüyor.
Bugünlerde üçüncü bir televizyon kanalı kurduk, bu kanal sadece eğitim programları veriyor.
Gelecek yılın ilk üç ayında, eğitim amaçlı dördüncü bir kanal daha yayma başlayacak. Televizyon, eğitimi kitlesel ölçüde yaygınlaştırmak için mükemmel ve az bilinen bir yöntem. (Alkışlar) Şimdi söz etmeyeceğim, oldukça etkili başka araçlar da var. Bunu açıklamayacağım çünkü yeni gittikçe yeni olanakları ortaya çıkıyor.
1 Mayıs günü, UNESCO’ya ve diğer ülkelere bu yöntemin, radyoyla okuma-yazma öğretme yönteminin patentini ya da formülünü diyelim, ücretsiz olarak teklif ettik.
Televizyonla da okuma-yazma öğretme teknikleri de biliyoruz, ama sorun şu ki okuma-yazma bilmeyenlerin çoğunun elektriği veya televizyonu yok.
Ülkemizde, köylerde, elektriği olmayan 2500 okul vardı. Bu sorunu büyüklüğü sadece 1.2 metre olan ve her biri 1123 dolara mal olan güneş panelleriyle çözdük. (Alkışlar) Yani 4 milyon dolardan daha az bir maliyetle, bütün bu okullara güneş panelleri yerleştirdik. Bu paneller, okula ait olan ve sadece 60 watt elektrik harcayan televizyonlar ve hatta bilgisayarlar için kullanılabiliyor. Çok sayıda öğrenci varsa, bir güneş paneli iki bilgisayara yeterli elektrik sağlamıyor, bu yüzden ikinci bir panel yerleştiriliyor. Bu nedenle maliyetin 4 milyon doların altında olduğunu söyledim. Ayrıca, kırsal kesimdeki bütün okullara elektrik götürdük. Yemek pişirmek için elektrik değil, okullardaki televizyon ve bilgisayarlar için elektrik. (Alkışlar)
Ayrıca elektriği olmayan kırsal kesimdeki yarım milyon Kübalıya, her biri 50 kişilik 1885 televizyon ve video kulübüyle, 1900 dolara mal olan panelleriyle televizyon izleme imkanı sağladık. Yani bugün bütün bu insanlar, hep duyduğunuz milyarlara kıyasla gülünç derecede düşük bir maliyetle, bütün haberlere, bilgilere ve diğer televizyon programlarına ulaşabiliyorlar. Eğer bu kadar yıldır ambargo altında olan küçük bir ülke bunu yapabiliyorsa, yapamayacak bir ülke var mı, bilmiyorum. (Alkışlar) Görüyorsunuz, size somut örnekler veriyorum.
Bir bilgisayar bilimleri üniversitesi kurduk, daha resmi olarak açılmadı; ama ikinci yıl eğitimi yakında başlayacak. Bu okula, tüm ülkedeki en yetenekli öğrencileri aldık. Her yıl yaklaşık 2000 öğrenci alınacak. Bu öğrenciler, programcıdan ziyade birer analist olarak yetiştirilecekler.
Başka şeyler de var, ama şu an bahsedemeyeceğim. Hem zaman kısıntımız var, hem de bir- gün umarım siz de bunları öğreneceksiniz. Ülkemizi dönüştüren ve yetenekleri temelinde yaşamasını sağlayan işte budur. Bu metotların kitlesel ölçekte yaygınlaştırılabileceğine ve dünyadaki okuma-yazma bilmeyen milyonlarca insanın utancına son verilebileceğine inanmasaydık bunların hiçbir önemi olmazdı. Bu sorun 40-50 yıldır tartışılıyor, oysa BM bunu çözmek isteseydi, UNESCO çözmek isteseydi 5 yılda çözülebilirdi. Bu metotlar çok düşük maliyetli! Ardından devam kurları, birinci sınıf, ikinci sınıf, üçüncü sınıf dersleri verilebilirdi; olanaklar sınırsız.
Okul kurmak ve yukarıda bahsettiğim metotları kullanmak aynı zamanda cezaevleri sorununa da çözüm getirebilir. (Alkışlar) Eminim ki, eğer bir ülke vatandaşlarına bu mütevazı ama onur verici ve değerli şeyleri sağlayabiliyorsa, diğerlerinin aynısını yapamaması için hiçbir neden yoktur. (Alkışlar) Bende bu yüzden size bunlardan bahsediyorum, anlatırken coşku duyuyorum, çünkü bunlar üzün süredir kafa yorduğumuz şeyler. Ve daha önce de itiraf ettiğim gibi, yaptığımız gözlemler ve araştırmalar sonunda bunları keşfettik ve daha önce keşfetmediğimiz için utandık, çünkü o zaman halkımızın refahı daha yüksek olurdu.
Dogmatik formüller önermiyoruz, diğer ülkelere nasıl bir sosyal sistemleri olması gerektiğini vaaz etmiyoruz. Bazı ülkeler biliyorum, kaynakları o kadar zengin ki, bunları doğru biçimde kullansalar, bizim yaptığımız gibi devrimci, radikal ekonomik değişiklikler yapmalarına gerek kalmayacak. Bazı yerlerde neler olduğunu biliyoruz. Mesela bu yarı kürenin en fakir ülkesi olan Haiti’de bazı insanlar çok zenginken kaynak sıkıntısı çekildiğini biliyoruz. Ama bu konuya girmeyeceğim. Sorun gelirin eşit dağıtılmasıyla ilgili. (Alkışlar ve bağırmalar) Hiçbir şeye el koymaya gerek bile olmaz, çünkü mümkün olan şeylerle... İstenenler ve mümkün olanlar hakkında düşünmemiz gerek, hayal edilenlerle şimdi yapılabilecekler arasındaki farkı anlamamız gerek, bugünkü nesnelliğe dayanarak şimdi yapılabileceklerle 20-30 yıl içinde yapılabilecekler arasındaki farkı anlamamız gerek.
Ülkemizde yaptıklarımız ve toplumu örgütleme biçimimiz konusunda en ufak bir pişmanlık duymuyoruz. (Alkışlar) Potansiyelimizi anlamak fırsatımız oldu, ve öncelik verdiğimiz şeyler var, çünkü daha iyi bir dünya isteyenlerin öncelikleri, olanakları ve gerçekçiliği olması çok önemli.
Ünlü FTAA projesinde iki-üç kere bahsettim. Bugün, bu zehrin ülkelerimize kök salmasına engel olmalıyız. Bunu yapabilirsek, gerçekten büyük bir zafer kazanmış olacağız. (Alkışlar ve bağırmalar) Latin Amerika’da ilerlemeler kaydedildiğini görüyoruz. Sevgili Arjantin’den seçim sonuçları ulaştığında neden o kadar mutlu olduğumu sorsalar (Alkışlar ve bağırmalar) tek bir neden söylerim: Vahşi kapitalizmin en kötüsü, Chavez’in dediği gibi, neoliberal kapitalizmin en kötüsü ve tek sembolü... İsim vermiyorum, kimse şikayet edemez, tabii söylediğim şeyin sembolü olduğunu hissetmiyorsa. Bence, en sıra dışı şeylerden biri, neoliberal küreselleşmenin sembolü olanlar büyük bir darbe yedi. (Alkışlar ve bağırmalar) Neoliberal küreselleşmenin sembolünü okyanusun dibine gömerek, Latin Amerika’ya ve dünyaya yapmış olduğunuz hizmeti hayal bile edemezsiniz. Amerika’da çok sayıda insanını, bu neoliberal küreselleşme denen şeyin ne kadar korkunç ve ölümcül bir şey olduğunun farkına varmasını sağladınız. (Alkışlar)
İsterseniz, Papa’nın ülkemize yaptığı ziyaret sırasında dayanışmanın küreselleşmesinden bahsederken defalarca söylediği bir şeyle başlayalım. Boşuna para harcayanlar, doğal kaynakları yok edenler ve bu gezegendeki bütün canlıları ölüme mahkum edenler dayanışma yaparken, kim dayanışmanın küreselleşmesine, kelimenin tam anlamıyla, yani sadece bir ülke içindeki erkeklerin ve kadınların değil, bütün gezegendeki insanların dayanışmasına karşı çıkabilir. (Alkışlar ve bağırmalar)
Bir günde cennete ulaşamazsınız ama bana inanın, sizi etkilemek için söylemiyorum, söylediklerime gerçekten dikkat ediyorum, siz bir sembole çok bir darbe vurdunuz ve bu gerçekten çok önemli, çünkü çok kritik bir zamanda, herkesi etkileyen uluslararası kriz sırasında oldu. Bu artık sadece Güney Asya’nın krizi değil, tüm dünyayı etkileyen bir kriz, artı savaş tehditleri, artı büyük borçlar, artı kapital kaçışının kaçınılmazlığı. Bu dünya çapında bir sorun ve bu yüzden yaptığınız şey dünya çapında bir bilinç uyandırdı.
Bütün zorluklara rağmen, biliyorsunuz bölünmeler, anlaşmazlıklar yüzünden her yerde sorunlar var, tabii anlaşmazlıklar olacak ama ortak çıkar dediğimiz şey, mümkün olan bir dünyada hepsinden önce gelmelidir. Sloganın nasıl türediğini biliyorsunuz:
“Başka bir dünya mümkün”. Ancak başka bir dünya kurulduğunda, ki bu gerçekten mümkün, biz daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu tekrarlamaya devam edeceğiz, tekrar tekrar. (Alkışlar ve “Fidel! Fidel! Fidel!”, “Ole, ole, ole, ole, Fidel, Fidel!” sloganları.)
Burada, bu alışılmadık koşullar altında -ki bu bizi mutlu etti- ülkemizin mütevazı deneyimlerinden, ve günden güne daha fazla öğrendiğimiz şeylerden bahsediyorum. Yüzde 30 cahillik oranıyla mücadele ettiğimiz zamanlar, birgün kitlelere üniversite eğitimi sağlayabileceğimizi, ülkenin bütün ilçelerine üniversite kampusları kurabileceğimizi hayal bile edemiyorduk. Geliştirdiğimiz insan gücü olmasıydı bunların hiçbiri mümkün olamazdı. Bu yüzden diyorum ki, Marti de yıllar önce kendisine hayalci diyenlere aynı şeyi söylemişti: Bugünün hayalleri yarının gerçekleri olabilir. (Alkışlar ve bağırmalar)
Hayalci diye bir şey yoktur, bunu daha önce hayal bile etmediği şeylerin gerçekleştiğini gören birisi olarak söylüyorum. Bunu bir artı olarak görmüyorum, başka bir imtiyaz, ya da kaderin cilvesi sonucu hayatta kalmam; her ne kadar yüzlerce planla beni mezara göndermeye çalışsalar da. (Bağırmalar) Aslında onlar bana çok büyük bir iyilik yaptılar, beni kendimi koruma güdümden kurtardılar ve hayatın değerinin, hayatın üstün değerinin, yemekten, barınmaktan ve giyinmekten bile üstün olan değerinin farkına varmamı sağladılar. Maddi ihtiyaçların önemini küçümsemiyorum, onlar daima önce gelir, çalışmak, hayatın başka bir değerini yakalamak için fiziksel, maddi ihtiyaçlarınızı karşılamanız gerekir. Hayatın değeri ise, bilgide, kültürdedir.
İnsanlar işten çıktıktan sonra, film izlemek, tiyatroya gitmek, dans gösterisi izlemek ya da konsere gitmek isterler. Kahvaltıdan, öğle yemeğinden ve akşam yemeğinden sonra eğlence isterler. Kimse çocuklarının uyuşturucu kullanarak ya da beyinlerini zehirleyen şiddet içerikli, absürd filmleri izleyerek eğlenmesini istemez. (Alkışlar) Hayatın değeri başka bir şeydir, hayatın değeri saygınlıktır, onurdur. (Alkışlar ve bağırmalar) Hayatın değeri, herkesin hakkı olan kendine saygıdır. (Alkışlar ve bağırmalar)
Bütün Arjantin halkı, Latin Amerika’nın sevgili kardeşleri, inançlarınız, düşünceleriniz, fikirleriniz ne olursa olsun, benim niyetim kimseyi incitmek değildi. Eğer, Arjantin’in içişlerine karışma olarak algılanabilecek bir şey söyledimse, ki olabildiğince bundan kaçınmaya çalıştım, özellikle bu ülkede bana gösterilen dayanışma ve sıcaklık karşısında, böyle bir şey yaptığımı düşünen varsa, lütfen bizi affedin.
Yaşasın halkların kardeşliği! (“Viva!” sloganları)
Yaşasın insanlık! (“Viva!” sloganları)
Zafere kadar, daima!
Teşekkür ederim.
(Coşkulu alkışlar)
*Küba Cumhuriyeti Devlet Başkanı Başkumandan Fidel Castro Ruz'un Buenos Aires Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Yaptığı Konuşma. Arjantin, 26 Mayıs 2003. (Konuşmanın çok küçük bölümünü teknik nedenlerle çıkarılmıştır. T.D.)