Eğer partiler temsil ettikleri sınıfların çıkarlarını politika sahnesinde ifade eden yapılarsa, ve nihayet sınıf mücadelesi politik partiler üzerinden yürütülüyorsa, bugün bu duruma denk düşen üç ana partiden bahsedilebilir. Birincisi kendilerini “değişimci” olarak nitelendirenler, ikincisi kendilerini “ulusalcı” olarak adlandıranlar, üçüncüsü ise devrimcilikte ısrar edenlerdir. Bunların hiçbiri somut, bilinen biçimi ile parti değildir. Yine de bu onları parti olarak adlandırmamızı engellemez. Belirli bir programı kabul eden herkesi içine alan bir örgütlenmeleri olmasa da fiilen aynı program yönünde bir parti gibi hareket etmektedirler. Kendilerini nasıl ifade ederlerse etsinler bütün siyasal akımlar bu üç büyük partinin çekim alanına doğru kaymaktadır. Birincisi mali oligarşinin, ikincisi birinci ile çelişki halinde olan burjuvazinin, üçüncüsü işçi sınıfı ve çıkarları her geçen gün onunla biraz daha örtü- şen emekçi tabakaların istemlerini program edinir.
Değişim Partisi
“Değişim partisi” mali oligarşinin, dünya egemenliği peşinde koşan emperyalist devletlerin ve onların dünyanın dört bir yanına yayılmış işbirlikçilerinin partisidir. Temel amacı işçi sınıfı ve ezilenlerin 20. yüzyıl boyunca burjuvaziyle mücadelesinde elde ettiği kazanımları tasfiye etmektir. 1990’lı yılların başında işçi sınıfının örgütlü gücü ve sert sınıf savaşımları burjuvaziye birçok konuda geri adım attırmıştı. Çalışma süresi 1870’li yıllarda ortalama 12 saatten 1900’lerin başında 9-10 saate gerilemiş, 1920’lerde ise 8 saatte sabitlenmişti. Aynı dönem sosyal güvenlik alanında da önemli ilerlemeler sağlanmıştı. 1883’te ilk sigorta uygulaması olan hastalık sigortasını, 1884’de kaza, 1889’da sakatlık ve ihtiyarlık sigortası izledi. 1870’lerde çocukların çalıştırılmasının yasaklanması ve kız ve erkek çocuklar için parasız, zorunlu eğitim hakkı elde edildi.
Proletarya ile burjuvazi arasındaki bu kavgada proletaryanın elde ettiği kazanımlar 1917 Ekim Devrimi ile yeni bir boyut kazandı. Devrimle birlikte kapitalist Avrupa yatırımlarının üçte birine el konuldu. Kapitalist ülkelerin ihracatı yüzde yedi oranında daraldı. Devrimin asıl büyük etkisi dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarda yarattığı büyük moral etkiydi. Faşizme karşı verilen savaşın Sovyetler Birliği önderliğinde kazanılması ile birlikte sömürgelerde patlak veren ulusal kurtuluş savaşları kapitalist dünyanın çehresinde yeni değişiklikler yarattı. Doğu Avrupa ve Asya’da bir dizi yeni devrimci cumhuriyet doğdu, süreç içinde klasik sömürgecilik neredeyse tamamen ortadan kalktı. 1960’lı yıllarda emekçi tabakalar ücretler ve sosyal güvenlik alanlarında yeni ve önemli kazanımlar elde etti. Kapitalist metropollerde burjuva özgürlük alanı görece olarak genişledi.
Sosyalizmin basıncı altında kapitalist devlet “sosyal” bir karakter kazandı. “Sosyal devlet” anayasal bir kaçınılmazlık haline geldi. Aynı dönem tekelci devlet kapitalizmi kapitalist üretimin egemen biçimi oldu.
Gelinen aşamada bütün bu süreç tersine çevrilmeye çalışılıyor. Emperyalistler askeri saldırganlık ve zorbalıkla, çeşitli biçimler altında, sömürgeciliği yeniden hortlatıyor. 1900’lerin başında dünya birkaç büyük emperyalist devlet arasında sömürge bölgeleri olarak bölüşülmüştü. 1960’larda bu emperyalist sömürge tekeli halkların başkaldırısıyla neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. Sosyalist kurtuluşa yönelmeyen yeni bağımsız devletler süreç içinde emperyalistlerin yeni sömürgeleri haline geldiler. 21. yüzyılda emperyalistler yeni sömürgeleri tasfiye edip bütünüyle kendi denetimlerine alıp tam sömürgeleştirmek istiyorlar. Bunu ya ekonomik ve siyasi dayatmalarla ya da dayatmalara boyun eğmeyenleri askeri işgalle gerçekleştiriyorlar.
Mali oligarşinin “değişim partisi”, özelleştirmeler yoluyla tekelci devlet kapitalizmini tasfiye ediyor, devleti sosyal niteliğinden bütünüyle arındırıyor. Yeni sömürge ülkelerde devletin ekonomi ve maliye üzerindeki her türlü tasarruf hakkını ortadan kaldırıyor, uluslararası emperyalist kuruluşları tek yetkili hale getiriyor. Sermayenin özgürce dolaşımının, yani dünyanın her tarafında vahşi bir yağma gerçekleştirmesinin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırıyor; “tam serbestleştirme” adı altında girdiği ülkeyi istediği gibi soyup soğana çevirme hakkı elde ediyor. Mali ve ekonomik olarak kendisine tam bağımlı kıldığı, ağır borç yükü altına soktuğu yeni sömürgelerde iç ve dış ticaret üzerinde tam kontrol sağlayarak, mali ve ekonomik konularda karar alma yetkisini ele geçirerek bu ülke pazarlarını emperyalist tekellerin bir iç pazarına dönüştürüyor. Dün bu iç pazar üzerine yükselen işbirlikçi burjuvaziyi bir “işbirlikçi” olmaktan öte, doğrudan, uluslararası tekellerin eklentisine dönüştürüyor. Bu pazarlar dolaylı olarak değil, doğrudan mali oligarşinin denetimine giriyor.
Küçük mülk sahipleri büyük kitleler halinde mülksüzleştiriliyor. Mali oligarşinin “değişim partisi” toplanan bütün vergilerin, elde edilen bütün gelirlerin tek bir kuruşunun bile “boşa” gitmesini istemiyor. Küçük mülk sahiplerine ve küçük köylülüğe aktarılan her türlü kaynağın derhal kesilmesi ve bu kaynakların kendisine aktarılması, küçük mülk sahiplerinin hızla mülksüzleştirilerek bu alanların kendi denetimine verilmesi için mücadele ediyor. Bu kitlesel mülksüzleşmenin kitlesel işsizlik, yoksullaşma, açlık ve sefaleti daha da büyüteceği ortadadır.
İşçi sınıfı bakımından durum çok daha trajiktir. İşçilerin geçen yüzyılda elde ettiği bütün kazanımlar mali oligarşinin “değişim partisi” tarafından tam bir öç duygusuyla yok ediliyor. İşçiler alınıp satılan gerçek bir köleye dönüştürülüyor. Akla gelebilecek her türlü hak ortadan kaldırılıyor. Kadın ve çocuk emeği yaygın biçimde kullanılıyor. Mutlak ve nispi artıdeğeri artırmak, kar oranlarını yükseltmek için kapitalistler tam bir vampir gibi işçilerin damarlarına dişlerini geçiriyorlar. Her türlü sosyal güvence gibi iş güvencesi de adım adım buharlaştırılıyor, reel ücretler her yıl biraz daha geriliyor. Parasız eğitim ve sağlık bir hak olmaktan çıkartılıyor. İşçi sınıfının örgütlülüğü dağıtılıyor. Örgütlenme özgürlüğü tırpanlanıyor.
Mali oligarşinin “değişim partisi” bir zamanlar olduğu gibi devleti rüşvet aracılığıyla yönetmek ve denetlemek istemiyor. Merkez bürokrasinin yetkilerini alabildiğine daraltarak, bu yetkileri “sivil toplum kuruluşlarına” ve “özerk kurullara” devretmek adı altında kendi temsilcilerini doğrudan yetkili kılıyor. “Kamu reformu” yoluyla özerkleştirme ya da yerelleştirmeyi vesile ederek istediği yere girmenin ve oraya hükmetmenin önündeki engellerin kaldırılmasını hedefliyor. Böylece devlet bürokrasinin karanlık ve karmaşık koridorlarında rüşvet dağıtarak iş yapma zorunluluğundan da kurtulacağını düşünüyor. Bu aynı zamanda devleti doğrudan tekellerin yönetimi altına sokmak, yeni sömürgelerde ise devlet yönetimi üzerinde doğrudan söz sahibi olmak anlamına geliyor.
En kısa biçimde belirtirsek mali oligarşisinin “değişim partisi”nin programının özü işçi sınıfının köleleştirilmesi, ara tabakaların mülksüzleştirilmesi, yeni sömürgelerin sömürgeleştirilmesidir.
Bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için içte siyasal gericilik ve dışta siyasi-askeri zor dışında bir yol yoktur. Bir avuç tekel kendi ülkelerinde ve dünyanın geri kalanında burjuva demokrasinin son kalıntılarını da tasfiye etmeden bunu başaramazlar. Emperyalist ülkelerde ve yeni sömürgelerde süreç bu yönde hızla ilerlemektedir. Yeni “terörle mücadele yasalarıyla” siyasal özgürlük alanı daraltılmakta, işkencenin yasal olarak uygulanması tartışılmakta, herkesin gözleri önünde işkence kampları kurulmaktadır. Yine de bu işin esasını oluşturmaz. Mali oligarşi asıl olarak burjuva demokrasisini tasfiye etmeye yönelmiştir. Ekonomik ve mali kararların hükümet ve parlamentolardan bağımsızlaştırılması, bu alanlarda özerk kuruluşların devreye girmesi, merkez bankaların hükümet denetiminin dışına çıkarılması “ulusal egemenliği” bütünüyle ortadan kaldırmakta, yerine tekellerin çıplak hakimiyeti geçmektedir. Hal böyle olunca burjuva partilerin programları önemsiz nüanslar dışında aynılaşmaktadır. Muhafazakar partilerle sosyal demokrat partiler arasında hiçbir ayrım kalmamaktadır. Aynı ekonomik ve siyasal programı savunuyorlar. Bush’la Blair arasında, Amerika ve İngiltere arasında uygulanan politikalar bakımından bir fark olmaması tesadüfi değildir. Bu tamamen nesnel durumla ilgilidir. Almanya ve Fransa’nın uluslararası arenada Amerika ve İngiltere’ye rakip çıkması farklı bir program savunularından kaynaklanmıyor. Tersine aynı ekonomik ve siyasal programın bayraktarlığını yapıyorlar. Aralarındaki çelişki, farklı tekel gruplarının temsilciliğini üstlenmelerindendir.
Demokrasi ilke olarak çoğunluk yönetimini kabul eden devlet biçimidir. Yasama yürütme ve yargının birbirinden bağımsızlığını kabul eder ve yasama organının yani meclisin yasa çıkarma yetkisi nedeniyle seçimle gelenlerin ulus adına devleti yönetmesi esasına göre biçimlenir. Feodal düzene ve mutlakıyete karşı burjuvazinin çıkarlarına uygundu. Devleti yönetme hakkı tanrı adına yetkili kraldan ulus adına yetkili halk tarafından seçilmiş parlamentoya geçiyordu. O dönem “ulus” adına söz hakkı mülk sahibi erkeklere aitti. Yalnızca mülk sahiplerinin ve erkeklerin oy kullanma hakları vardı. Fakat işçi sınıfı ve kadınların genel oy hakkı mücadelesi sonucu, bu hak genelleşti. İşçi sınıfı partileri parlamentolarda önemli mevziler elde etti. Burjuvazi, yasama organını istediği gibi kullanamaz hale geldi. Sovyetler Birliği’nde sovyet demokrasisinin hayata geçirilmesi, faşist devletlerin yenilgiye uğratılması, işçi sınıfının siyasal özgürlükler mücadelesini yükseltmesi, reformist-revizyonist işçi sınıfı partilerinin burjuva hükümetlere katılması burjuva demokrasisinin 20. yüzyılın son on yılına kadar yaşamasına neden oldu. SSCB’nin yıkılması burjuva demokrasisinin zaferi ve bundan böyle egemenliğini değil onun sonu anlamına geliyordu. Bugün de burjuva demokrasisi kurumsal olarak varlığını sürdürmektedir ancak giderek içi boş bir elbiseye dönüşerek. Tekeller o elbiseyi de çekip almak niyetindedirler.
Avrupa Birliği’nin ya da ABD’nin sömürgeci siyasetlerini uygarlık, demokrasi, özgürlük, insan hakları ardına gizlemeleri yeni değildir. Yüzyılın başında da sömürge paylaşımında avantajlı olmak için aynı plağı çalıyorlardı. Şimdilerde durum çok daha vahim gözüküyor. Kosova, Bosna, Afganistan ve Irak’ta yapılan vahşi katliamların insan hakları adına yapılması emperyalistlerin insan haklarına saygıda değil demagojide ustalaştıklarını gösteriyor.
İkinci paylaşım savaşının hemen ardından emperyalist cephede başlatılan antikomünist kampanyanın bir ürünü olan insan hakları kuruluşları 90’lı yıllarda da emperyalist yayılmanın, emperyalistler lehine serbest ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasına hizmet ettikten sonra bugünlerde saf dışı edilmeye çalışılıyor. ABD, Uluslararası Af Örgütü ve benzeri bir dizi kuruluşu kendi önündeki önemli engellerden biri ilan etti. Kapitalistler doğrudan işgale giriştikleri her yerde dolaylı araçlardan vazgeçiyor. İnsan hakları sorunu da kapitalistler tarafından bu amaçla kullanılıyor. AB’nin de gerçekte insan hakları diye bir derdi yoktur. Böyle bir dert olsaydı, Bosna ve Kosova’da himayeci sömürge rejimlerin ortağı olmaz, benzer bir rejim kurmak amacıyla Afganistan işgaline ortaklık etmezdi. İsrail’i sömürgeleştirmek diye bir hedefi olmadığı için İsrail devletinin Filistin halkına uyguladığı zulmü görmezlikten gelmektedir. Kadın hakları, çevrenin korunması gibi konularda da farklı bir duruş söz konusu değil. Kazanılmış hakların fiilen ortadan kaldırılması bugünkü bütün kapitalist dünyanın bildik görüntüsüdür.
Demek oluyor ki, mali oligarşinin “değişim partisi”nin temel hedefi, dünyayı bir ahtapot gibi saran bir avuç dev tekelin çıkarlarına uygun olarak sermayenin dolaşımı ve kar maksimizasyonu önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmak, bu amaçla işçi sınıfı ve ezilenlerin tarihsel süreç içinde oluşmuş bütün ekonomik ve siyasi kazanımlarının tekeller lehine tasfiye etmektir.
Statüko Partisi
Giderek daha da büyüyen ve saldırganlaşan tekeller, yalnızca işçi sınıfı ve ezilenlerin kazanımlarını tasfiye etmeye yeltenmiyor, özellikle 1950’lerden sonra sosyalist devletlere ve komünistlere karşı desteklenip kurumlaştırılan her şeyi de tasfiyeye yöneliyor. Çünkü bu kurumlar eski biçimleriyle artık gereksizdir. Emperyalist küreselleşmenin, sermayenin özgürce dolaşmasının önünde engeldirler. Ortadan kaldırılmaları gerekiyor. Çünkü, tekeller yeni sömürge pazarları dolaylı olarak değil doğrudan kontrol etmek, hammadde kaynaklarına kolayca ve aracısız ulaşmak istiyorlar. Bu devletlerin ekonomi ve maliye üzerinde denetimine son vererek bu alanları kendileri yönetmek istiyorlar. Yeni sömürge devletin hükümranlığını paylaşmak yerine tek başına hükmetmek amacındadırlar. Eski devlet yapılanması tasfiye edilmeden bu gerçekleştirilemez. Emperyalizme ekonomik ve siyasi yeni tipte entegrasyonunu gerçek özü budur.
Tasfiye tehdidiyle karşılaşan dünün emperyalist işbirlikçisi devlet yöneticileri, eski konumlarını yitirmenin telaşıyla “ulusalcı” programla ortaya çıkarak emperyalist saldırganlıktan mustarip diğer toplumsal kesimleri yedekleyerek, emperyalist efendilere karşı mevzilerini kısmen de olsa kurtarma arayışındadırlar. Bunların “ulusal çıkar”la bir ilgileri yoktur. Kaldı ki, günümüzde ulusal sorunu çözülmemiş birkaç halk dışında dünyada ulusal mücadele dönemi kapanmıştır. Yüzyılın başında 40’dan az olan bağımsız devlet sayısı yüzyılın sonunda 200’e dayanmıştı. Yüzyılın başında Afrika’nın tamamı, Asya’nın büyük bölümü sömürgeydi. Doğu Avrupa’nın ulusal sorunu henüz çözülmemişti. Yüzyılın sonunda ise birkaçı dışında sömürge devletten söz edilemez.
Bugün emperyalizme ve kapitalizme karşı çıkar görünenler dün emperyalizmin sadık uşaklarıydılar. Emperyalistler SSCB’ye, devrimci ve komünistlere karşı yeni sömürgelerdeki en gerici-faşist kesimleri iktidara taşımıştı. Bugün onları tasfiye etmeye çalışıyorlar. Bu kesimlerin emperyalizmle olan çelişkileri tekellerin ekonomik ya da siyasi programlarına muhalefetlerinden değil onları devlet yönetiminden söküp çıkarma istemlerinden kaynaklanıyor. Örneğin Miloseviç iktidardan düşürülmeden birkaç yıl önce emperyalistlerin en muteber adamlarından biriydi. Taliban için de aynı şey söylenebilir. SSCB’ye karşı CIA tarafından eğitilip örgütlenmiş bu gerici güruh ve onunla aynı hayat hikayesine sahip Bin Ladin grubu şimdi ABD’nin baş düşmanı. Saddam’ın durumu da farklı değil. O da İran’a karşı yine ABD tarafından desteklendi. Tasfiye edilen Filipin ve Endonezya diktatörleri de aynı akıbete uğramışlardı.
Emperyalist yeniden yapılandırmaya karşı direnen İran gerici rejimi ya da Türkiye’deki MGK diktatörlüğünün ayak sürtmesi “ulusal dava” aşkından kaynaklanmıyor. Bu kesimlerin ya da aynı kadere doğru yol alan gerici Arap rejimlerinin emperyalistlerle olan çelişkisinde ilerici bir yan aranamaz. Bu kesimlerin duruşu tasfiye tehdidi altındaki gerici bürokrasi ve burjuva kesimlerin politik programına tekabül eder. Emperyalist küreselleşmenin azgınca saldırısı karşısında varlıklarını kaybetme tehlikesi yaşayan kimi burjuva tabakaların bir “ulusal” söylem tutturması doğaldır. Bunun birçok örneği ortaya çıkmaktadır. Asker ve sivil burjuva bürokratlar, devletin eski örgütlenişinden büyük kazançlar elde eden devletle kazanç ilişkisi içindeki birçok kurum gibi bunların da “ulusalcı”lıkları bütünüyle gericidir. Ama bu gerici, rüşvet ve irtikap batağında kokuşmuş kesimler yıkım halindeki bir kısım küçük burjuvayı da etkileyebilmektedirler.
Bu partinin emperyalist metropollerdeki varlığı ile yeni sömürgelerdeki varlığı aynı değildir. Her kapitalist ülkelerde bu partilerin ikili bir yönü vardır. Bir yanda emperyalist küreselleşme karşında tutunamayan burjuva sınıfların nasyonal partilere yönelmesi söz konusudur, diğer yandan bu partiler işçi sınıfının kapitalizme karşı öfkesini kontrol etmek için doğrudan mali oligarşi tarafından kontrol edilmektedir. İşçi sınıfı hareketi daha radikal bir antikapitalist karakter kazandığı ölçüde mali oligarşi tarafından bu partiler daha çok desteklenecektir.
Devrim Partisi
Devrim partisi; odağında işçi sınıfının durduğu bütün emekçi ezilen tabakaların çıkarlarını program edinir. İşçi sınıfı hızla yoksullaşıyor. Bu yalnızca göreli yoksullaşma değil mutlak yoksullaşma anlamına geliyor. Sınıfın tarihsel bütün kazanımları gasp ediliyor.
Sosyal güvenlik hakları ortadan kaldırılıyor. 8 saatlik işgünü, ücretli hafta tatili, yıllık izin tarihe karışıyor. Parasız eğitim, sağlık, ucuz konut edinme, hastalık ve ölüm yardımları, iş güvencesi, işsizlik sigortası eski anlamını yitiriyor. Yoksullaşma yalnızca yeni sömürge ülke işçilerinin bir sorunu değil. Emperyalist metropollerdeki işçiler de aynı saldırıyla karşı karşıyadırlar. İşsizlik kronikleşti. Esnek çalışma zaten fiilen uygulanıyordu, bundan öte yasallaştı da.
Özelleştirme ve taşeronlaştırma yoluyla işçi sınıfı örgütsüzleştiriliyor. İşçilerin ve ailelerin yaşam düzeyi her geçen gün daha da kötüleşiyor. İşçi sınıfı yeni haklar elde etmek bir yana hak kayıplarını azaltmayı bile başaramıyor. Hükümetler ve parlamentolar tekellerin çıkarlarına uygun olarak, IMF ve DB dayatmalarına uygun hareket ettiklerinden en küçük ekonomik hak mücadelesi bile doğrudan politikanın bir konusu, hem de uluslararası politik mücadelenin konusu haline geliyor. Dünyanın dört bir yanındaki işçi sınıfının sorunları aynı. Hepsi benzer saldırı politikalarının hedefi durumunda.
Yüzyılın başında emperyalistler sömürgelerden elde ettiği aşırı karların bir bölümünü kendi ülkelerindeki işçilere dağıtarak onları satın alabiliyorlardı. İşçi sınıfı içinde oportünizm bu nesnel zeminden besleniyordu. İkinci paylaşım savaşının ardından bu zemin daha da güçlendi. Her kapitalist ülkelerdeki işçiler kapitalizm içinde daha iyi yaşam mücadelesi vermeyi yeterli gördüler. Sendikalar ve güçlü işçi sınıfı partileri buna uygun olarak burjuva reformcu partilere dönüştüler. Burjuvaziyle uzlaşı halinde işçi sınıfının hayat standartları yükseliyordu. 70’lerde bu yöndeki gelişme durdu. 80’lerde tersine dönmeye başladı. 90’larda ise açık bir karşı saldırıya dönüştü. Dünün güçlü sendikaları ve reformist-revizyonist işçi sınıfı partilerinin bugünkü zavallı konumları bu saldırıya yanıt verememelerinin sonucudur. Gerçekte saldırıya yanıt verme yeteneklerini yitirmişlerdi. Sosyalizm ve devrim amacını çoktan gömmüşlerdi. Burjuvaziyi bir sınıf düşmanı değil yalnızca uzlaşılabilir rakip olarak görmüşler en sonunda da aynı safta buluşmuşlardı. SSCB’deki revizyonist ihanet bu gelişmeyi hızlandırmıştı. Bu partiler ve sendikalar eski biçimde kalmakta ısrar ettikleri sürece birer cenaze olmaktan kurtulamayacaklardır. Çünkü günümüzde kapitalizmi hedeflemeyen, devrime yürümeyen hiçbir hareketin başarı şansı yoktur.
Küçük mülk sahipleri, orta sınıf yaşamı sürdüren serbest meslek sahipleri, küçük köylü yığınları nesnel olarak her geçen gün daha fazla işçi sınıfına yanaşmakta, kurtuluşları onun programına endekslenmektedir. Küçük mülk sahipleri muazzam bir mülksüzleştirme saldırısı ile karşı karşıyadırlar. Tekellerin burnunu sokmadığı alan kalmadı. Dünyanın dört bir yanında küçük köylülüğü tasfiye hareketi yürütülüyor. Bunun bir sonucu olarak küçük üretici köylü mücadelesi ivme kazandı. Ama bu öyle bir saldırı ki, işçi sınıfına yapılan saldırının organik bir parçası. Devleti yeniden yapılandırma, yeni sömürgeleri sömürgeleştirme amacının ve iç pazarın tekellerin denetimine geçmesinin kaçınılmaz bir sonucuydu. İşçi sınıfına olduğu gibi küçük mülk sahiplerine saldırı da uzun erimli siyasal bir saldırıydı. Dünya çapındaki tekelci değişim partisinin programı gereği yapılıyordu.
Küçük mülk sahiplerinin bağımsız bir program etrafında toplaşmalarının nesnel zemini ortadan kalkmaktadır. Tekellerin mülksüzleştirme saldırısı karşısında bütünüyle korunaksızdırlar. Kendilerini ulusalcı olarak niteleyen partiler ne kapitalizmi hedeflemekte ne de tekellerin ekonomik programına esastan itiraz etmektedirler. Küçük mülk sahiplerinin hayat şartları her geçen gün biraz daha kötüleşmektedir. Onlar kaçınılmaz olarak işçi sınıfının programı etrafında toplanmak zorundadırlar. Zira, sermaye yoğunlaşmasının ulaştığı düzey dikkate alınırsa küçük mülk sahiplerinin küçük mülklerini korumak temelinde bir program oluşturmalarının nesnel olanağı ortadan kalkmıştır.
Yapılan hesaplara göre dünyanın en zengin üç kişisinin servetinin toplamı, dünyanın en yoksul 48 ülkesinin yıllık gelirinin toplamına eşit. Dünyanın en zengin 485 kişisinin servetinin toplamı 1,1 trilyon dolara ulaşıyor. Yetersiz beslenme nedeniyle her gün 30 bin çocuk yaşamını yitiriyor. Dünya nüfusunun yüzde 85’i yaşam şartlarının her gün daha da kötüleştiği ülkelerde yaşıyor. Dünya nüfusunun en zengin beşte biri 1950’de dünya zenginliğinin yüzde 30’unu alırken bugün bu oran yüzde 60’a ulaşmış durumda. Dünyada sayıları 40 bini geçmeyen bir azınlık, dünya ticaretinin yüzde 80’ini elinde bulunduruyor. Bill Gates’in serveti, ABD nüfusunun yüzde 40’ının mal varlığından daha fazla. ABD nüfusunun yüzde 1’i ulusal gelirden 1978’de 17.6 pay alırken, 1989’da payını yüzde 36.9’ a yükseltmişti. Buna karşın son yirmi yıl içinde Amerikalı işçilerin gerçek ücretleri yüzde 20 oranında düşmüş, çalışma saatleri yüzde 10 oranında artmıştır.
Kutuplaşma ile ilgili rakamlar o kadar çoktur ki, bunları alt alta yazmak bile sayfalar tutabilir. Yukarıdaki rakamlar kutuplaşmanın düzeyini göstermek için yeterlidir. Dünya her geçen gün ve büyük bir hızla iki büyük kutba bölünmektedir. Küçücük bir azınlığın elinde çok büyük servetler birikirken milyarlarca insan işsizlik, açlık ve sefaletle boğuşmaktadır. Ara tabakalar hızla erimekte yoksulların sayısı büyümektedir.
Bu kutuplaşma derinleştikçe iki uç arasındaki çelişkiler de keskinleşmektedir. Kapitalist ekonomi sorunları çözmek bir yana daha da ağırlaştırmaktadır. Tekelleşme her yıl biraz daha artmaktadır. Fakat sermayenin bu yoğunlaşması, üretime aktarılan kaynakların artışından değil tekeller arası birleşmelerden kaynaklanmaktadır. Yatırılan sermayenin önemli bölümü birleşme harcamalarına gitmektedir. Diğer yandan üretim karlılığı alabildiğine düştüğü için sermaye hızla ve önemli miktarda spekülatif alana kaymaktadır. Bu da sorunların daha da ağırlaşmasına neden olmaktadır. İşsizlik kronikleşmiş, sefalet büyümüş, zengin fakir ayrımı derinleşmiş, yeni sömürge ülkeler borç batağına daha çok batmış, mali krizler ve fazla üretim krizleri nedeniyle mülksüzleşme ve tekelleşme daha da hız kazanmıştır.
Kapitalizm altında bırakın çözümü, sorunların hafifletilmesinin bile hiçbir olanağı kalmamıştır. Bir avuç tekelin sınırsız kar hırsı uğruna dünyanın geri kalanı, her bakımdan, ekonomik, ahlaki ve kültürel sefalete mahkum edilmektedir. Tekelci kapitalizm barbarlıktan başka bir şey sunmamaktadır. Sermayenin vahşi ilkel birikiminin üst versiyonunun yaşandığı günümüzde insan hakları, kadın hakları, doğanın ve tarihin korunması için mücadele edenler doğrudan kapitalizmi hedeflemeden amaçlarına ulaşamazlar. Kapitalizm içinde kalarak bu sorunların hiç birine çözüm bulunamaz.
Üç parti üç program biçiminde özetleyebileceğimiz bugünkü sınıf mücadelesinde asıl savaş iki uç arasında, tekellerle merkezinde işçi sınıfı duran ezilenler arasında şiddetlenmektedir. Arada kalan parti bu çekişmede bir odak olarak varlığını sürdürmek istese de çözülmeye mahkumdur.
Mali oligarşinin “değişim partisi” sınırsız bir saldırganlıkla sermayenin dünya egemenliği için işçi sınıfına ve bütün ezilenlere, ezilen dünya halklarına karşı hareket halindedir. Buna karşı işçi sınıfı ve dünyanın ezilenleri mali oligarşiye kolaylıkla boyun eğmeyeceklerini gösteriyorlar. Onların dünyayı bir kapitalist yağma cennetine dönüştürme programlarına karşı antiemperyalist antikapitalist bir mücadele programıyla ortaya çıkıyorlar. Bu program henüz belirgin değil, mücadele edenler henüz böyle bir program etrafında toplanmış değil, ama daha şimdiden dünya ezilenleri arasında aynı duygu birliği kuruluyor. Kapitalistlerin saldırılarına aynı yöntemler ve benzer sloganlarla karşı çıkıyorlar. Dünyanın her yanında işçiler özelleştirme saldırısına karşı direnişi büyütüyor, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına korumak için mücadeleyi şiddetlendiriyorlar. Öğrenci gençlik, öğretmenler, topraksız köylüler, emekçi semtlerin yoksul insanları, işsizler işçilerle birlikte ezilenlerin birleşik karşı koyu- şunu örgütlüyorlar. Arjantin, Paraguay, Bolivya, Dominik Cumhuriyeti, Venezüella, Kolombiya’da; Avustralya, Güney Kore, İran, Hindistan; Avusturya, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, İngiltere ve Nijerya’da olduğu gibi sadece son günlerde onlarca ülkede grev, boykot, işgal, protesto gösterisi, devlet güçleri ile şiddetli çarpışmalar yaşandı. Dünyanın dört bir yanında sokağa dökülen milyonların talepleri ortaktı. IMF dayatmalarına, özelleştirmeye, işsizliğe, yoksullaşmaya, paralı eğitime vb. mali oligarşinin “değişim partisinin” dünya çapındaki topyekün saldırısına karşı işçi sınıfı ve bütün ezilenlerin devrim partisinin verdiği yanıttı bu. Saldırının içeriği aynı olunca dünyanın ezilenleri de aynı dili konuşuyor, aynı talepleri benzer yöntemlerle dile getiriyorlar. Arjantin’de olduğu gibi Galler’de de kriz nedeniyle kapatılmak istenen fabrikalara işçilerin el koyarak yönetmesi basit bir tesadüf olarak açıklanabilir mi? Ya da dünyanın değişik coğrafyalarında topraksız köylülerin toprak işgallerine girişmesi, bu bir yana yeni grev tekniklerinin (fabrikayı anayollardan ve semtlerden kuşatarak üretimi engellemek) uygulanması bir tesadüf müdür?
Dünyanın dört bir yanında işçilerin hakları gasp ediliyor, sınıflar arasında eşitsizlik büyüyor, mali oligarşinin dünyanın hiçbir yanında işçileri teskin etme kaygısı kalmadı. Dünyanın bütün işçileri her geçen gün daha fazla birbirine benziyor. İşçiler “işçi sınıfının vatanı, ulusal bayrağı olmaz”ı yeniden öğreniyor. Bunun bir sonucudur ki Irak’a yönelik emperyalist savaş sırasında en kalabalık gösteriler savaş koalisyonu içindeki ülkelerde gerçekleşti. Dünya işçi sınıfı her geçen gün sosyalizmin enternasyonal bayrağı etrafında toplanmak dışında bir kurtuluşunun olmadığını öğreniyor. Bu, bugün kendiliğinden ve nesnel olarak gelişiyor. Yalnızca işçiler değil mülksüzleştirilen küçük mülk sahipleri, mali oligarşinin vahşi saldırıları altında eski konumlarını yitiren dünün orta sınıfları, daha kestirmeden bir deyişle dünyanın bütün ezilen yoksul insanları nasıl ki tekellerin azgın saldırı koşulları altında yoksulluğa savrulmuşlarsa yine o koşullar tarafında sosyalizm bayrağının altına itilmektedir.
Mali oligarşinin “değişim partisi” tepeden tırnağa silahlı ve bütün güçlü, engellenemez görüntüsüne karşın tükeniş içindedir. Saldırganlığındaki sınırsızlık çaresizliğinden, vahşeti köşeye sıkışmışlığındandır. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim ilişkileri, bütün gelişme olanaklarını yitirmiştir. Üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyet bir avuç burjuvada ve devasa miktarlarda toplaşmış, buna karşın ve bunun ürünü olarak üretimin toplumsal niteliği öylesine boyutlara erişmiştir ki kapitalizmin buradan daha ileriye gitme şansı yoktur. O nedenledir ki her dönemdekinden daha hızlı biçimde kendini tüketmeye, yemeye başlamıştır. Daha çok kar için dünyadaki yoksulların sayısını artırıyor, işsizliği büyütüyor, mülksüzleşmeyi hızlandırıyor; bu onu daha az insan için üretim yapmaya yöneltiyor. Ayakta kalmak için sürekli büyümek zorunda; bu onu en yakınındaki burjuvayı yutmaya sevk ediyor, yolu yok ya yutacak ya yutulacak. Sermayenin her yerde istediği gibi vurgun yapması için herkese sınırlarını açmayı dayatıyor, ulusal devleti var eden gümrük duvarlarını yıkıyor, dünya egemenliğine soyunuyor; bu kendisi ile aynı amaçlar peşinde koşan devletlerle amansız bir rekabet demek; ve aynı zamanda ulusal dar kafalılığın parçalanmasının, işçi sınıfının ulusal dar görüşlülükten sıyrılmasının nesnel koşullarının her zamankinden daha çok olgunlaşması sonucu demek. Nereden bakılırsa bakılsın üretme yeteneğini yitirmiş, en yakınındakini yutarak yaşamak zorunda kalan, üretime değil spekülasyona yatırım yapan, aşırı sömürü ve mülksüzleştirme ile karşıt cepheyi büyüten mali oligarşi yok olmaktan kurtulamaz. Ve doğrudan kendisinin oluşturduğu şartlar onu bu yıkıma sürüklemektedir. Mali oligarşinin “değişim partisi” tekeller arasındaki rekabeti kızıştırırken işçi sınıfı ve ezilenler arasında enternasyonal duygudaşlık ve fiili dayanışma her geçen gün kökleşiyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin kuvveti buradan geliyor. Bu enternasyonal dayanışma güçlendikçe sosyalizm bayrağı bütün insanlığın kurtuluş bayrağı olarak çok daha güvenli biçimde göklerde dalgalanacaktır. Ama bunun için her şeyden önce yenilgi ruh halinin ortadan kaldırılması ve devrimci iradenin kuşanılması gerekir. Bu başarılmazsa nesnel koşullar kendi başına bir anlam ifade etmezler. İşçi sınıfı ve ezilenlerin yenilgi ruh halinden sıyrıldıkları, şu son birkaç ay içinde dünya sokaklarında, varoşlarında, fabrikalarda yükselen isyan haykırışlarıyla ortaya çıktı. Sorun bunun çok daha bilinçli bir irade olarak örgütlenmesidir. Aksi takdirde bugün İran’da, Türkiye’de olduğu gibi mücadele için yola çıkanlar mali oligarşinin “değişim partisi”nin ya da statükocu güçlerin “ulusal davası”nın payandaları haline gelmekten kendilerini kurtaramazlar. Eğer Irak’ta devrimciler inisiyatifi ele almazsa sömürgecilere karşı verilen mücadele Baas gericiliğinin “ulusal”cılığına endekslenecek.
Devrim partisi gücünü haklılığından alıyor. Mali oligarşinin “değişim partisi” ise bir avuç tekelin çıkarlarını program edinmesi nedeniyle güçsüzdür. İşte Irak: sömürgeciler ezilen ırak halkının ateşi altında. Yolu yok. Kovulacaklar. Bütün kapitalistlerin bir gün dünya üzerinden kovulacakları gibi.
Türkiye’de Üç Parti Ve Üç Program
Türkiye’deki siyasal manzara dünyadaki genel görünümün bir yansımasını oluşturuyor. Emperyalist tekellerle çıkarları bütünleşmiş sermaye oligarşisi ve onun siyasal arenadaki sözcüleri, emperyalizme yeni tipte siyasi ve ekonomik entegrasyon için hummalı bir çaba içindeler. TÜSİAD, TİSK, TOBB, AKP ve devlet bürokrasisinin önemli bölümü emperyalizmin sömürgeleştirme siyasetinin yerli payandalarıdır. AB’ye uyum paketleri, Kamu Reformu Yasası, değiştirilen iş yasaları, daha önceki hükümet döneminde tarım, maliye ve ekonominin diğer alanlarına dair kabul edilen yasalar hep bu sömürgeleştirme siyasetinin gereğidir. CHP bu siyasetin destekçisidir. ÖDP kuruluşundan bu yana kendilerini değişim partisi olarak ifade eden, coğrafyamızı emperyalizmin açık bir sömürgesi haline getirme partisinin önce utangaç şimdi açık payandasıdır. AB savunucusu bütün oluşumlar farkında olsunlar ya da olmasınlar işbirlikçi tekelci burjuvazinin programına dahildirler.
DEHAP da hızla bu kulvarın içine girmektedir.
“Değişim partisi”nin demokrasi sevdası tamamen konjonktürel ve esasen MGK’nın devlet üzerindeki hakimiyetini zayıflatmaya yöneliktir. Özgürlükler adına işbirlikçi burjuvazinin yedeği haline gelmek büyük bir tarihsel yanılgıdır. AB’nin ve işbirlikçilerinin gerçek niyeti yeni çıkarılan İş Yasası’nda gizlidir. Kazanımların tasfiyesi baş hedeftir.
Ekonomi ve maliye parlamento denetimi dışına çıkarıldı. Bu konularda karar verme yetkisi doğrudan emperyalistlere ait. Bu açık bir sömürge yönetimi değil mi? Kısmi bazı yasa değişiklikleri bu gerçeği örter mi?
Değişim partisinin peçesi demokrasi ise, ordu partisinin peçesi ulusal onurdur. Ordu eski mevzilerinden kovulmamak için büyük bir gayret içindedir. Buna karşın her yeni hamle karşısında bir adım daha geri atmak zorunda kalmaktadır. Bu kaçınılmazdır da. Çünkü uygulanan program doğrudan emperyalistler tarafından dayatılmaktadır. Düne kadar emperyalistlerin en sadık işbirlikçisi genelkurmay cephesinin bu dayatmaya karşı başkaldırması söz konusu olamaz. Onların karşı çıktıkları emperyalist sömürgeleştirme siyaseti değil konumlarından uzaklaştırılmaktır. Durumlarını korumak için bütün demokratik talepleri emperyalist dayatma olarak nitelemekte ve bu yolla bu taleplerin gerçekleşmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Kürt sorununa yaklaşımları da aynıdır. Kürtlerin en demokratik haklarını bile kabul etmemek için büyük bir gayret göstermektedirler. Emperyalizme karşı çıkmak adına Ordu partisinin etki alanına kaymak ya da onunla aynı programa dahil olmak gerici, sosyal-şoven bir politikadır. Ki bu önemli bir tehlikedir. Kontrgerillanın çeşitli fraksiyonlarının kurdukları partiler bir yana İP gibi genelkurmay yardakçısı partiler aynı kulvardadır. TKP sosyal-şoven politikalarla zaman zaman ordu partisinin ideolojik ve politik etkisi altına girmektedir. DHKP/C’nin 1 Mayıs çağrısını vatan savunması üzerine oturtması ordu partisinin ideolojik etkisinin küçümsenmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Devrim partisi henüz etkili bir çekim gücüne sahip değildir. İdeolojik etkisi artsa da sürekli biçimde gündemi belirleyen güçlerden birisi haline gelememiştir. Emperyalist savaşa karşı mücadele bu konudaki istisnalardan birisidir. Toplumu ilgilendiren en temel meselelerde etkili bir irade olamamıştır. Örneğin, kölelik yasasının geçişini engelleyememiştir; özelleştirmelere karşı gerektiği gibi tutum almamıştır. Mülksüzleştirilen köylülerden, işsizlere kadar milyonlarca insan en temel talepleri karşısında edilgendir. Kürt sorunun çözümünde, özgürlükler sorununda yeterli aktivitesi yoktur. Oysa bütün bu konularda devrim partisinden başka bir çözüm gücü yoktur. Bu parti kendini ortaya koymayı başaramazsa mevcut diğer iki partinin çekim alanına girecek ya da “etkisiz eleman” haline dönüşecektir. Dünün birçok devrimci yapılanmasının bugün, hem de devrimci iddialarından vazgeçmedikleri halde “etkisiz eleman” haline gelmesi rastlantı değildir.
Nesnel şartlar devrim partisinin güçlenmesi için yeterince uygundur. Çünkü burjuva cephede şu ya da bu oranda emekçilerin sorunlarını çözmeye yetenekli hiçbir parti yoktur. En sıradan ekonomik talep bile kapitalist düzen içinde çözülmesi olanaksız hale gelmiş, reformlar için mücadele devrim mücadelesiyle iç içe geçmiştir. Özelleştirmeye karşı çıkmak, parasız eğitim istemek, sosyal hakların tırpanlanmasına karşı olmak vb. en sıradan ekonomik talep bile IMF ve DB’yi emperyalist devletleri ve işbirlikçilerini karşısına almak demektir. Bu da, en sıradan talepler uğruna mücadelenin bile politik mücadele verilmeksizin elde edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Politikanın alanı alabildiğine genişlemiştir ve bu genişleme devrim taleplerine doğru olmaktadır.
Ezilenlerin burjuva partilere ve burjuva devlete, en genel anlamda burjuva çözüme olan güvensizlikleri derinleşmektedir. Toplumun temel sorunları çözülmek bir yana ağırlaşmaktadır. İşçi sınıfı ve ezilenler sermayenin saldırıları ve yoğunlaşan hak gaspları karşısında tamamen korunaksızdır. İşçiler örgütsüzdür, oldukları kadarı ile burjuva sendika bürokratları tarafından ezilmektedirler. İşçi sınıfı ve diğer halk yığınlarının giderek kötüleşen hayat şartları onları mücadeleye sevk etmekte ama bu mücadele birleşik bir karakter kazanamamaktadır. Örneğin özelleştirmelere karşı işçi sınıfının tepki vermediği söylenemez, aynı şey personel rejimi yasasına karşı emekçi memurlar için de geçerlidir. Öğrenciler, emekçi semt halkı da kendilerini ilgilendirdiğini düşündükleri saldırılar karşısında bir ölçüde tepki vermektedirler. Ne var ki, saldırının emperyalist-kapitalist nitelikte olduğu, tek bir merkezden yönlendirilen bir politikanın unsurları olduğu kavranmadıkça, yani bu siyasi saldırı siyası bir karşı duruşla yanıtlanmadıkça saldırıları durdurmak olanaksızdır. Böyle bir siyasi bilinç oluşmadığı için mücadele birleşik bir hal almamakta, sermayenin topyekün saldırısına karşı ezilenlerin topyekün direnişi örgütlenememektedir. Ezilenler saldırılar karşısında protestocu eylemler örgütlemek dışında sonuç alıcı bir eylem hattından uzaktırlar. Her şeyden önce kazanacaklarına olan inançları yoktur. Kürt yurtseverleri de umudunu sermaye oligarşisinin “değişim partisi”ne bağlamıştır.
Ezilenleri bir genel direnişe hazırlama, örgütleme ve sevk etmeye yönelik bir hareket hattını örmek öncüye düşüyor. Öncü toplumda birikmiş patlama öğelerini açığı çıkarmakla yükümlü olduğu bilincine ermelidir. Kazanmaya, koparıp almaya endekslenmiş bir irade sergilenmeden öncü görevini yerine getirmiş sayılmaz. Protestoculukla bu süreç aşılamaz. Saldırılara barikat olmayı bilmek gerekir.
Tepeden tırnağa çürümüş olan devleti, sermaye oligarşisinin “değişim partisi” emperyalistlerle işbirliği içinde yeniden yapılandırarak kurtarmaya çalışıyor. Eğer devrim partisi duruma devrimci müdahalede bulunup devleti hücrelerine kadar parçalamaz ve devrimci iktidarı kurmaya yönelmezse burjuvazi yeniden yapılandırma hedefine ulaşacaktır. Bütün ezilenleri birleştirmek ve genel bir direniş örgütlemek mümkündür. Devrim partisinin daha güçlü bir iradeyle ortaya çıkması gerekir. Faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı ezilenlerin birleşik devrimci direnişini örgütlemek görevi devrim partisinin bütün bileşenlerinin önünde durmaktadır. Bu görevi başarmak için harekete geçmeyenler ya “tarih” olacaklardır ya da mevcut partilerden birinin payandası.