Kürt ulusal kurtuluş savaşı yıllarında ulusal uyanış, devrim ilerledikçe kadın kitleleri arasında da kök saldı. Başlangıçta kadın, savaşın kıyısında ana, eş ya da başka bir yakın olarak yer alıyordu. Çok geçmeden bu durum değişti, genç kuşaklar başta olmak üzere Kürt kadınlar savaşın bütün cephelerinde yer almaya başladılar. Kuşkusuz bu öyle kolay olmadı. Hatta savaşın silahlı alanı, gerilla safları, kadınların katılımına uzunca süre direndi bile. Ama sömürge ulusun nüfusunun yarısı olan kadınlar yaşamın ortaya çıkardığı gereksinime uygun olarak ve bileklerinin hakkıyla savaşın bütün cephelerinde olmayı başardılar.
Kadınların savaşın her cephesine girişi, başkaldırının toplumsal karakterini belirginleştirdi ve toplumsal tabanının olağanüstü boyutlarda genişlemesini getirdi. Yanı sıra başka önemli sonuçlara da yol açtı: Kürdistan toprağındaki kadın sorunu, özel bir biçimde de olsa ulusal savaş güçleri arasına taşındı. Ulusal savaşa katılmak kadınlar için özgürlük arayışında birinci adım oldu.
İkincisi; hangi nedenle ve hangi düzeyde olursa olsun kadın cinsin ulusal mücadelede etkinliği arttıkça, ulusal hareketin toplumsal temeli kadın kitlelerce genişletildikçe kadınların cins olarak uyanışının gelişmesine, kadın cinsinin ikincil konumunun sorgulanmasına ve konumunun değişmesine giden yolu açtı.
Kürt kadınlarının cins olarak uyanışının üçüncü koşulunu devletin sömürgeci vahşeti sağladı. Sömürge rejimi, ulusal savaşa karşı mücadele taktiklerinden biri olarak kadına karşı cinsel şiddeti, taciz ve tecavüzü devreye koydu. Kürt kadınlarının hem politik ve hem de cins olarak uyanışı ve mücadelesinin gelişmesi böyle de tetiklenmiş oldu. Böylece Kürt kadının Batıdaki gibi iki değil üçlü baskı altında olduğu görülmeye, bu duruma karşı özel bir mücadele gelişmeye başladı.
Sonuç olarak, nereden ve hangi nedenle başlamış olursa olsun, Kürt ulusal savaşı, Kürt kadınlarının cins olarak uyanışını ve demokratik kadın mücadelesinin gelişmesi için elverişli koşulları yaratmış oldu. Tarihsel benzerleri gibi Kürt ulusal mücadelesi yanı başında Kürt kadın kurtuluş mücadelesinin, demokratik kadın hareketinin ve özel bir kadın örgütlenmesinin gelişmesine yol açtı. İçeriği itibariyle esasen ulusal niteliğin damgasını bastığı Kürt kadın mücadelesi ve örgütlenmeleri oldukça özgün biçimler ve farklı eğilimler yaratarak gelişti. Bu yazıda ulusal hareket içinde kadın hareketini ve Kürdistan’da kadın sorununda gerçekleşen değişimi, uyanış ve örgütlenmeyi inceleyeceğiz.
Son tahlilde ulusal uyanış ve ulusal hareket, burjuva demokratik çerçevede olması nedeniyle kadın uyanışı ve hareketi de bu çerçevede bir gelişmedir.
Ulusal savaşın henüz başlangıcında ortaya çıkan değişik eğilimdeki örgütlenmelerin her birine paralel feminist eğilim ve örgütlenmeler ortaya çıktı. Bunların ortaya çıkışını öncelikle Batı’daki feminist akım etkiledi. 80’li yıllar içinde Batı metropollerinde yükselen demokratik kadın hareketinin ve feminist dalganın içinde yer alan Kürt kadınlar, ulusal mücadelenin etkisiyle ayrıştılar. Ulusal mücadele onlara, ulusal ezilmişliği ve köken farkını ifade cesareti verdi.
Başlıca olarak Roza, Jujin gibi dergi çevrelerinde toplanan Kürt feminist kadınlar, ulusal hareketin daha çok şiddete dayanan mücadele çizgisinin dışında kaldılar. Mücadeleye bu yaklaşımları, onların aynı zamanda ulusal savaşın sorunlarının dışına düşmelerini beraberinde getirdi. Özellikle bu tür irili ufaklı kadın çevreleri ulusal uyanış süreciyle bir şekilde ilişkilenseler de, Kürt kadının somut sorunları temelinde bir birliktelik ve doğal olarak kitlesellik yakalayamadılar. ‘97’den itibaren Batı- ’da başlayan devrimci düşüş, Batı’da boy veren ve esasen orada yaşayan Kürt feminist hareketinde irtifa kaybını getirdi. Hemen akabinde gelen ulusal devrimci düşüşle birlikte etkinlikleri daha da azaldı, içerik ve yön değişikliğine uğradı. Dergiler kapandı, daha çok sosyal ve kültürel etkinlik yapanlar yola devam etti ve bu amaçla kurumsallaşmalar yarattılar. Ama onlar Batı’daki demokratik kadın hareketinin içinde, etkinlikler ve kampanya örgütlülüklerinde yer almayı sürdürdüler. Özellikle Kürdistan’da tecavüz olaylarına karşı önemli bir duyarlılık yaratmada, gözaltında tecavüz işkencesine karşı Emekçi Kadınlar Birliği’nin öncülük ettiği uzun soluklu mücadelede yer aldılar. Cezaevi direnişlerinin, bütün hak ihlallerini protesto eylemlerinde; toplumsal hareketin birçok alanına örgütlü/örgütsüz katılım sürdürdüler.
8 Mart etkinliklerinde yer almaya devam eden radikal feminist Kürt gruplar, Irak’ta savaş karşıtı mücadelede de yer aldılar. Kültürel faaliyete eğilim gösteren feminist hareketin Kürt bölümü de halen bu kulvarda, genelde demokratik muhtevalı hareketin içinde yer alıyor.
PJA Deneyi
Ulusal savaşın ana gücü ve öncüsü PKK çizgisinde ortaya çıkan Kürt kadın hareketi, bugün PJA adıyla anılan ve KADEK bünyesinde yer alan kadın örgütlenmesidir. PJA’nın 4. Kongre Belgeleri’nde, artık KADEK adını alan PKK içinde kadın özel sorunu ve örgütlenme tarihinin bir özetini bulmak mümkün. Bundan yararlanarak PJA’ya kadar gelen süreci özetleyelim.
PKK 3. Kongresi Fatma adıyla anılan eski kadın ve erkek tipini çözümleyerek, kadının devrime katılımı ve bu saflarda gelişme olanaklarına kavuşmasının önünü açar. YJWK’nın (Kürdistan Yurtsever Kadınlar Birliği) kurulmasını kararlaştırır. YJWK, ERNK’ye bağlı olarak çalışmaya başlar. ‘87’den sonra kadın çözümlemeleri yoğunlaştırılır. Fakat yine belgelerin belirttiğine göre o dönem kadınların “cins bilincine ulaşmamış olması”, “geleneksel yapıyı aşamamış olmaları, örgütlenmenin yaratılmasını engeller.” Açıkçası karar ve kadın özel örgütlenme modeli kağıt üzerinde kalır.
PKK içinde kadın sorunu üzerine düşünme, sorgulama ve kadın özel örgütlenmesi daha çok gerilla hareketinin yaygınlaşması ve kent merkezlerinde serhıldanların başlamasıyla kendini gösterir. Yani ‘90’lı yıllar. 1990 yılı Newroz’da Cizre gösterilerinin simgesi bir Kürt genç kızı olmuştu. Zafer işaretiyle tutuşturulmuş bidon alevlerini geride bırakarak daha ileriye koşan bu genç kız, sanki ulusal savaşta Kürt kadının ileriye atılışını simgeliyor ve bir çağrı çıkarıyordu. Öyle de oldu. Ulusal savaşın bütün alanlarına ve bütün örgütlenmelerine kadınlar kitleler halinde katılmaya başladılar. Özellikle üniversite öğrencileri arasında başlayan bu eğilim, fazla geçmeden liseli genç kadınlara da sıçradı. Kürdistan’ın feodal aile yapısı içinde sıkışmış genç kadınlar kendi kurtuluşlarını gerillada görerek saflarına katıldılar. Böylece savaşın safları kadınlarla doluyor, bu beraberinde kadın sorununu bir biçimde gerilla saflarına taşıyordu.
Fakat gerillada kadınların ne yapacağı, nasıl konumlanacağı büyük tartışmaları getirir, kadınların gelişiyle her açıdan erkek egemenliğindeki gerillada ortaya çıkan sorunlar epey baş ağrıtır. Hatta bu sırada gerillaya kadınların katılımına karşı önemli bir direniş olduğu bilinir. Bu, PKK saflarında kadın sorununda yaşanmış bir kriz sayılabilir. Belgeler, bu durumu, “kadın çözümlemelerini derinleştirme ile aşma” ihtiyacı olarak açıklıyor.
Krizin aşılması için tartışmalar derinleştirilir ve “Parti Önderliği”, 1993 yılında kadınların gerillada özel olarak örgütlenmesini gündeme alır ve kadınların ordulaştırılması kararlaştırılır. Belgelerin aktardığına göre; “Kadın ordulaşması salt askeri anlamda bir örgütlülük olmayıp, onunla birlikte siyasal, kültürel, ideolojik örgütlülüğün derinleştirilmesi anlamında toplumun en zayıf, en düşürülmüş ögesi olan kadına güç kazandırma olayıdır.” (s. 158)
Böylece kadınlardan oluşan gerilla birlikleri, kadın komutanlar, kadınların gerillada konumunun yükselmesi ve PKK içinde de kadınların konumunda önemli bir değişim başlar. PKK içinde kadın sorunun kapsamlınca ele alınışı ve kadın özel örgütlenmesinin sıçrama noktası olarak burayı saymak yerinde olur. Nitekim 1995 yılında 1. Ulusal Kadın Kongresi toplanır ve YAJK örgütlülüğüne gidilir. Belgeler, YAJK için de şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu örgütlülük, yurtseverliği en derinden yaşayıp özgürlüğe, toprağa ve halka bağlı olma hedefiyle erkek egemenlikli yaklaşım ve anlayışlara karşı mücadelenin ve erkeği dönüştürmenin bir aracı olmuştur.”(s. 159) YAJK’ın, kadında “bağımsız düşünceyi, ruhsal güzelliği ve kolektif örgüt gücünü ortaya çıkarmaya” yaradığını vurgulamakta.
“90’lı yılların sonunda sosyalizmin güncelleşmesiyle kadın özgürlük mücadelesi sorunlarına çok ciddi eğilmesi gereği ve salt Kürdistan’la sınırlı olmayan, Ortadoğu ve dünyadaki sosyal mücadelelerle de ilgilenmeyi sağlayacak bir Kadın Kurtuluş İdeolojisine gereksinim duyulduğu”nu yazıyor Belgeler. “Kadın ideolojisi”nin eleştirisini sonraya bırakıp, bu ani değişimin ve nedenlerinin üzerinde biraz durmak istiyoruz.
‘90’lı yılların sonuna kadar PKK’nin ve PKK bünyesinde kadın çalışması ve ordulaşarak ilerlemesi sürer. Gerilla güçleri Kürdistan’ın dağlarında olduğu gibi, kasaba ve köylerinde de ve hatta kentlerde başka biçimlerdeki örgütlenmeler aracılığıyla önemli bir otorite haline gelmiştir. Bu, ordu güçlerinin toplumsal hayata da müdahalesi, siyasi otoriteyi devlete rağmen paylaşması demekti. Ordulaşmış kadınların Kürt toplum yapısında etkisinin en çok arttığı dönemdir bu. Zira artık kadınların ailede ve diğer toplumsal alanlardaki yaşamı gerilla eliyle sorgulanıyor, etkilenir ve değiştiriliyor. Değişmeyen, engel olan tepelenir.
Belgeler’in, ‘90’lı yılların sonunda sosyalizmin yeniden güncelleştiğinden söz etmesini sağlayan asıl iç gelişme budur. Bir bakıma, ulusal çelişki ile kadın sorunu ve toplumsal yaşamın düzenlenişinde zorunlu olarak açığa çıkan sınıf çelişkisi karşı karşıya gelir. Kürdistan’da gerillanın siyasi otoritesi altında toplumsal yaşam/devrim ileriye doğru sıçrama gereksinimi duyar. Fakat devrim daha ileriye, ülke çapında iktidarı alarak gidemediği için çatışmanın içeride, bir biçimde yumuşatılarak, yeniden örgütlenerek çözümü gerekiyordu. “Sosyalizmin güncelleşmesi” ve “kadın kurtuluş ideolojisi yaratma çabası”, çelişkiyi çözmenin uygun, kabul edilebilir yolu, aynı zamanda gelişmenin içsel nedenidir.
Örneğin, ‘97 ve ‘98 yıllarında, Öcalan’ın, kadın sorunu üzerine, kadın gerillalarla yaptığı tartışmalar sık sık MED TV’de yayınlanıyordu. Yine bugün geçerli sayılmasa da, aynı dönemde Özgür Halk dergisinde M. Can Yüce’nin kadın sorunu ve gerilla kadının toplum yaşamına müdahalesinin sorunları, kadın kimliğinin oluşumu, aşk vb. konuları irdeleyen kapsamlı yazıları çıkıyordu. Kadın ideolojisi ve diğer şeyler bundan sonra gündeme girecekti, ama önce süreçte ani durum değişiklikleri ortaya çıkacaktı.
1990’lı yılların sonunda birkaç değişiklik üst üste geldi. Kürt ulusal mücadelesinin seyrinde önemli bir değişiklik, askeri açıdan Kuzey’de önemli gerileme ortaya çıkmıştır. Öcalan’ın Suriye’de çıkmaya zorlanması ve sonrasında komployla Türkiye’ye teslim edilmesi gelir. Yanı sıra, dünyada yeni dünya düzeninin ve küreselleşmenin acı sonuçları görülmeye başlar. Bu kendini, sosyalizmin güncelleşmesi diye de algılanan, antiküresel kitle hareketinin gelişmesinde gösterdi.
Bu koşullarda 2. Ulusal Kadın Kongresi toplanıp, “uluslararası komploya cevap olarak” (s. 162) PJKK adıyla, kadın örgütlenmesini partileştirme kararı alıyor. Bu yeni örgütsel adımın gerekçesi şöyle: “Komplocu siyasetin zihniyeti karşısında kadın rengiyle siyaseti geliştirmenin silahı olarak kadın partisi kuruldu.” Kadın partisi, “kadını siyasete çekecek, bugünün iç ve dış siyaset gündemine insan hakları, özgürlükler, temel haklar ve çevre sorunun taşırılmasını hedefle”miş. Burada siyasetin, birazdan üzerinde duracağımız gibi, eski gündem ve içeriğini kaybettiği, global dünya sorunlarıyla uğraşacak bir yola girilmek istendiği açıklanıyor.
Kadın partisi, “Çağdaş Promethe’nin (Öcalan) savaşın erkek tanrıları tarafından esir alındığı koşullarda” kuruluyor ve 3. Kadın Kongresi’nde PJA adını alıyor. Fakat işaret edilen yönde siyaset yapmak öyle hemen ve kolayca başlamıyor. Öcalan’ın İmralı’da ilan ettiği ideolojik ve politik çerçeve PKK saflarında olduğu gibi PJA içinde de önemli tartışmalara yol açıyor. Öcalan’ın işaretine uymak istemeyen ya da uyum gösteremeyen kadro ve örgütlerin belli bir direnişi oluyor. 3. Kongre kararları bir türlü yaşam bulmuyor. Ayrışma ve tasfiyeler, kadın çalışmalarında kargaşa dışardan da görülebilen olgulardı o günlerde. Bu gidişatı durduran ve doğrultuyu düzelten, Demokratik Uygarlık Manifestosu (DUM) uygun yeni siyasi pratiğin geliştirilmesini sağlayan KADEK 8. Kongresi ve hemen ondan sonra toplanan PJA 4. Kongresi oluyor.
Şimdi artık, PJA adıyla kadın partisi olarak örgütlenen ve A. Öcalan’ın yaşamın ve politikanın merkezine yerleştirilmesinde ısrar ettiği kadınların örgütlenme serüvenini ve kadın mücadelesi için öngörülen teorik çerçeveyi 4. Kongre belgelerinden incelemeye girişelim.
Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda Kadın Sorunu
Şöyle genel bir özetle işe başlamak uygun olabilir: Öcalan, İmralı savunmasında, yeni dünya düzeninin genel çerçevesini benimseyen ve T.C. ile anlaşmayı öngören bir tutum sergilemişti. Bir yıl sonra AİHM savunması için kaleme aldığı savunmada (iki ciltlik bir kitap olarak da yayımlandı) “Demokratik uygarlık” adını verdiği bir toplum projesi sundu. Savunma, Manifesto adını alıyor, kadın eksenli bir toplumsal kuruluşu öngörüyordu.
Manifesto’da, “sınıflı toplum uygarlığının, yani ataerkil sistemin aşılması gereğinden söz ederek, sınıfsız bir dünyaya geçişi hazırlayacak olan “Demokratik uygarlıklı sistem(in)de kadın özgürlüğü öncelik kazanmakta” diye vurgulanıyor. Kadın cinsin, insanlığın bundan sonraki özgürlük yürüyüşünün de yükümlülüğünü omuzlayacağını, omuzlamak zorunda olduğunu öne sürüyor. Uzun sürecek olan kadın eksenli demokratik uygarlık sisteminden komünizme, kadının omuzlarında varılacağını öne sürüyor.
Anlaşılan kadın cinsi, -bir an için sınıf analizini bir yana iterek düşünelim- bunca zaman insanlığın en ağır yük taşıyıcısı olduğu gibi bundan sonra da en ağır işçiliğe devam edecek. Kadınlar adına onur mu duyalım ve sevinelim, yoksa daha yaşayacağımız nice eziyeti düşünerek üzülelim mi bilemedik, ama bir şey kesin; kadınların insanlığın yükünü omuzlamak zorunda olduğu; KADEK’in önderliğinde ve ona, onun programına tabi olursa eğer kadın cinsin ancak o zaman öncü ve önder kurucu güç olacağı. Öcalan üç keşfinden en önemlisi olarak, -destansı keşfim, diyor o buna- kadına ilişkin olanı sayıyor.
PJA Kongre belgeleri, kadın partisi için ön koşulun KADEK üyeliği olduğunu söylüyor. Program ve tüzüğe bakılırsa PJA, örneğin Çin Komünist Partisi’nin ve daha pek çok partinin 89 öncesinde uyguladığı, Komünist Kadınlar Birliği modeline benzer bir örgütlenme. Fakat bu modelin örgütsel özerklik esası uygulamada PJA’da ne ölçüde geçerli, çok belli değil. Dahası, gerek KADEK üyeliğinin önkoşul olması ve gerekse pratik işleyişe dair söylenenler,
PJA’nın daha çok 3. Enternasyonal partilerinin uyguladığı parti kadın kolları modeline uyduğunu gösteriyor. PJA üyeliği için KADEK üyeliğinin önkoşul sayılması, parti kadın kolları modelinin esas aldığını düşündürüyor ve bu, kadın özel örgütlenmesi için zorlaştırıcı bir durum olarak görünüyor. Her iki modele benzerlik gösteren PJA’nın farkı, kendini parti olarak adlandırması. Dünyada başka yaşayan örnekleri var mı bilmiyoruz, ama Batı’da feminist gruplarca kadın partisi kurma girişimleri olmuş, ama doğası gereği başarısız kalmışlardı.
Model karışıklığını bir tarafa bırakırsak, kadın özel örgütlenmesi için amacın net çizildiği belli. PJA’nın görevleri; partili kadınların bağımsız kadın kimliğini oluşturmak, bilinç ve inisiyatiflerini geliştirip yükselterek örgütlenmesini sağlamak. “Partinin taktik planlarının gerçek bilinçli örgüt/militan tabanını yaratmak.” Bu görevlendirmeden de aslında PJA’nın, KADEK içinde kadınların aktivitesini ve örgütlülüğünü geliştirecek özel bir kadın örgütlülüğü olduğu anlaşılıyor. İleri bir adım olarak, erkekler de PJA üyesi olabiliyor, üstelik yerinde bir adım olarak, daha ağır koşullarla. Bu tüzük hükmü, PJA aracılığıyla, -Öcalan’ın çok özel vurgu yaptığı- “erkekliği öldürme”nin, erkeklik durumuyla mücadelenin hiç olmazsa teorik olarak önemsendiğinin bir kanıtı sayılmalı.
Gerek işlerlik ve gerekse Kongre’nin PJA’ya verdiği görevler, iddia edilenin aksine kadın örgütlenmesinin bağımsız bir örgütlenme olmadığını, programında ve eyleminde tamamen KADEK’e bağlı ve onun bir parçası olduğunu göstermekte. Bu bir sorun. Buradan bakarak “erkekliği öldürme”nin ne denli zor olacağını tahmin edebiliriz.
Belgelerin bütününde “kadın ideolojisi”, kadın cinsin “ezilen bir sınıf oluşturduğu” gibi, ana teorik argümanlar feministlerin teorik hazinelerinden alınmış kavramlardır. Bu da ikinci önemli sorun, birinciyle de esaslı bir çelişki içinde.
KADEK’in benimsediği Demokratik Uygarlık Manifestosu, esasen emperyalist yeni dünya düzeninde var olma, ona eklemlenme ve onu da dönüştürme iddiasıyla yola çıkan bir program, postmodern teori ve politika seçeneği. Sınıf (çünkü günümüzde çelişki, sınıflar arası veya ulusal sorunlarla tanımlanamaz; sınıf çelişkisini esas alan bir gelişme mümkün değil, diyor belgeler -s. 32) mücadelesinin değil, emperyalist sistemin demokratik dönüşümün insanlığı ara evreden geçirerek sınıfsız topluma ulaştıracağı iddiasında. İşte bu sürecin merkezine kadını yerleştiriyor DUM. Kuşkusuz bu yazının amacı DUM’un eleştirisi değil, buna bir giriş daha önce bu dergide yapıldı. Fakat, kadın ezilmişliğinin özel mülkiyetin çıkışıyla bağlı olduğunu söylemesine karşın, bu temelin tasfiyesinden hiç söz etmeyen ve dahası devrim projesinden vazgeçen DUM’un sorunu çözücü olmaktan uzak, ütopik karakterde bir görüş dizini olduğu gerçeğini vurgulamak gerek.
Kadın sorunun çözümünde DUM, onca iddiasına karşın sivil toplumculuğun ilerisine gidemiyor. Öcalan buna, üçüncü alan diyor. Tarih ve teorinin kanıtladığı gerçeği bir kez daha tekrarlamak zorundayız; sınıftan ve sınıf mücadelesinden vazgeçmiş bir programın, stratejinin, temel taktiklerin kadın sorununu çözme, kadını merkeze yerleştirerek bir kurtuluş projesi geliştirme olanağı yoktur. Onun yapabileceği, uzun bir evrim sürecinde reformlar yoluyla ilerlemek. Bu yeni programın sınıfla ilişkisi yok. Bu durumda umudunu, insan soyunun dinamik ve özveri deryası kadın cinsin emeğine, enerjisine bağlıyor.
Öcalan, PJA’nın 4. Kongresi’ne gönderdiği mektupta, tasarladığı demokratik uygarlık çağını, ilkel demokrasi olan neolitik çağda yakaladığını; ana tanrıça kültüründe kadının toprak kültürünü ve yaşamı yarattığını, insanlığın yeniden kadına ve onun özgürleşmesine gereksinimi olduğunu söylüyor: “Kadın özgürlüğü, yeni uygarlığın şekillenmesinde en dengeleyici ve eşitlikçi rolü oynayacaktır.” Çünkü, “Üçüncü alan projesi, kadının özgürlük hareketinin gelişimiyle yaşam bulacaktır.” (s. 18)
Kongre de, Öcalan’ın bu görüşünü talimat kabul ediyor: “DUM ile ortaya konulan kadın eksenli yaşam ve kurtuluş ideolojisi insanlığın özgürlük mücadelesinde öze dönüşün yazılacağı bir sayfa açmıştır... Nasıl ki PKK öncülüğünde yitirilmiş bir halkın diriliş devrimi gerçekleştirildi ise, şimdi de Manifesto ile girdiğimiz mücadele süreci kadın kurtuluş ideolojisi... Kürt halkı öncülüğünde, insanlığın diriliş devrimini gerçekleştirme süreci olmaktadır.” (s. 26)
Kadının özgürleşmesi için çalışma yapmak, çağın ve insanlığın özgürleşmesi için çalışma yapmak demek, bu söylenenlere göre. Üstelik, “Çağımızda verilecek özgürlük mücadelesi güce dayalı, şiddetle belirlenecek bir olgu değil”dir! Yani, sivil toplum örgütlerinin demokratik gücünün baskısıyla ve reformlar yoluyla bir dönüşüm öngörülüyor. Esasen, “demokratik evrim, zihin ve vicdan devrimidir.”
Peki dinamiği ne, sözü edilen şiddet dışı mücadelenin?
Bugünkü cennetin sahipleri cennetlerinden biraz olsun vazgeçip, hiç olmazsa bir parça yer ve zenginlik, belki biraz özgürlük, insanlığın diğer bölümlerine, “demokratik yoldan” sadece isteniyor diye verecek! Böyle iddialar ne yazık ki yaşamın gerçeklerine çarpıp tuzla buz oluyor. Dört yıldır barış ve biraz demokratik ortam, kültürel haklar ve genel af bekleyen Kürt halkının karşılaştığı son muamele belli; pişmanlık ve itirafçılık, yasal bir partinin daha kapatılması ve askeri operasyonlar. Hayat adeta, kendisine uymayan teorilerle alay ediyor! Aslında durumun farkında, bu iddiayı öne sürenler. O yüzden olmalı, hepten boşa düşmemek için, ihtiyatı elden bırakmıyor, güvence öne sürmek zorunda kalıyorlar: “Ancak bunu belirtirken, meşru savunma çizgisi, yetkin siyaset yapabilme gücü ve elbette halkın dönüşüm gücü yadsınmamalıdır.”
Kadın Sınıfı Ve Kadın İdeolojisi
Burada asıl ilgilenmek istediğimiz, çağımızın ideolojik kimliği görüşü. Kimlik için söylenen çok ilginç: “...kadın etrafında şekillenen çağdaş neolitik toplum ekseninde şekillenen kadın kurtuluş ideolojisidir.”
Buraya gelmeden önce, kadın ideolojisi iddiasına dayanak oluşturacak bir diğer iddiaya yer vermeliyiz: “Kadın, en eski ve en alttaki sınıf olarak katmerli bir baskı ve sömürü konusudur.” Kadınların en eski ezilen olduğu, hatta Bebel’in deyimiyle, insanlığın tanıdığı ilk köle, keza Marks’ın dediği gibi, modern kapitalist toplumda “evin proleteri” olduğu da doğru. Ama bütün bu sıfatları taşıyan kadın cinsin, insan soyunun yarısı olan bu cinsin, tek bir sınıf oluşturduğu doğru değil. Ona birazdan geleceğiz.
Şunu öncelikle söylemeliyiz; KADEK’in ve dolayısıyla PJA’nın kadın sorununa ilişkin görüşleri, yenidünya düzeni teorilerinin bir versiyonu olan demokratik uygarlıkla, feminizmin bir karması. Burada ele alacağımız gerek kadın ideolojisi ve onu yaratma gereksinimi vurgusu, gerekse kadınların bir sınıf oluşturdukları radikal feminist teorinin en gözde, ama bilime ve yaşama aykırı iki ana kavramı. Bu iki kavrama dayanılarak oluşturulmuş görüşlerin bir kurtuluş projesi ürettiği de bugüne kadar görülmedi. Bu işin ilk mucidi feministlerin bütün insanlığı kurtarma gibi iddiası olmadı, ama onlar, gerçekte sınıflı toplumda farklı sınıflara dahil olan ve dolayısıyla temel çıkar karşıtlığı içindeki kadınları tek bir sınıf üyesi ilan etmekle, yaşamda bir şey değiştirmiş olmadılar. Sadece ütopik hayaller yaydılar, pratik politika da ise günü geldi, emekçi kadın hareketi karşısında gerici sonuçlar üretip zarar verdiler.
Peki kadınlar niye sınıf değil? Bu soruya yanıt vererek tartışmayı sürdürelim. Lenin’in nispeten kapsamlı ve anlaşılır, üzerinde tartışma yürütmeye elverişli, bilimsel sınıf tanımı şöyle: “Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile kendi aralarındaki ilişkiye, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları paya ve pay alış tarzına göre birbirlerinden ayrılan geniş insan gruplarıdır.” Buradaki tanıma göre, bir kadının üretim içindeki (üretim; maddi yaşamın üretimi kastedilen, soyun üretimi meselesi ayrı bir tartışma konusu yapılacak- bn.) rolü (üretime katılan ya da üretim dışında kalan, “kupon kesen” mi, yöneten mi); mülkiyet karşısındaki konumu (mülk sahibi mi, mülksüz mü; az mülklü çok mülklü olmak da birer ayrım konusudur) ve bölüşümdeki payı (toplumsal zenginlikten aldığı pay) ne? Bu sorulara yanıt vermeye çalıştığımızda, ele alınan kadın ya da kadın kesimlerinin sınıfsal konumlarını buluruz. Peki bütün kadınlar için aynı sorularla aynı sonuca ulaşabiliriz miyiz ki, kadınları toptan bir sınıf ilan edelim?
Toplum ezen-ezilen, zengin-yoksul, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen sınıflara bölündüğü gibi kadınlar da bölünmüş durumda değil mi? Yöneten-yönetilen ayrımı önceki ayrımların politikaya yansısıdır ve elbette kadınları da, yöneten ve yönetilen sınıfa mensupluk anlamında kapsar. Ancak burada kadınların durumunun, yönetme-yönetilme anlamında daha karmaşık bir durum arzetmesi gerçeği var ve bunun üzeri atlanmamalı. Politika alanı, her iki kesim kadının da genel olarak dışlandığı yer olması nedeniyle, kadın cinsin ikincil, bağımlı ve ezilmişlik (ki bu, bütün kadınların gerçeği) konumunun en açık olduğu alandır. Ama buna bakarak, kadınların tümünü maddi temellerine bakmaksızın aynı sınıfın üyeleri saymak, bir ezilen kadın sınıfı kavramlaştırması yapmak, bilimsel ölçülerden uzaklaşmak olmuyor mu? Dahası pratikte, ezen-ezilen sınıf kadınlarının temel çıkar farklılıklarını, yani gerçeği gizlemekle, kadın kurtuluş mücadelesini kendi yolundan saptırmak olmuyor mu bu?
Kadının özgürleşme mücadelesi kapitalizmin şafağında başladı. Kadınlar ezilmişliğe, ikincil, bağımlı konuma, ucuz işçiliğe ve diğer sömürü biçimlerine, aile içi ya da toplumsal düzende kadına uygulanan şiddete karşı, yasalardaki ve geleneklerdeki ayrımcılığa ve dışlanmaya karşı iki yüzyıldır mücadele ediyor. Eğer kadınlar tek bir bütün sınıf oluşturuyorlarsa, neden bunca zamandır kadın kurtuluş mücadelesi iki ana koldan, iki ayrı (burjuva ve proleter) yoldan ve ayrı (demokratik ve sosyalist) programlarla sürüp gidiyor? Ve neden burjuva feminist ve ezilen emekçi, ezilen ulustan kadınlar olarak talepleri ve programları ile zaman zaman bir araya gelseler de ayrı yürüyorlar? Bunun bir açıklaması olmalı, değil mi?
Açıklaması şu: Kadının durumu, bir diğer ifadeyle kadın sorunu, doğuşu itibariyle toplumun sınıflara bölünmesiyle ilintili, onunla birlikte, ona ön gelen özel mülkiyetin doğuşuyla bağlantılıdır. O nedenle Engels, “tarihte ilk sınıf çatışması, tek eşli evlilikte karı-koca çatışkısıyla, kadının koca tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir” demiştir. Burada, sınıfların varlığıyla kadın cinsin tarihsel yenilgisinin ilişkisi, sınıf sorunuyla kadın sorununun ilişkisi ve benzerliği ve zamandaşlığı açığa çıkıyor. Bu sonuçta benzerlik, zamandaşlık ve ön koşul aynılığıdır; fakat aynı şey olmak değildir. Örneğin, marksizm ile işçi hareketinin zamandaş ve aynı ön koşullardan doğması ve fakat aynı şey olmamaları gibi bir şeydir.
Diğer benzerlik şurada; kadın mücadelesinin başlangıcı ile modern anlamda sınıf mücadelesi/proleter sınıf mücadelesinin, hatta ulus sorunun doğuşu aynı tarihsel koşullarda oldu. Bu iki ve hatta üç mücadelenin birbiriyle bağı var; ama bir ve aynı şey değildir. Örneğin sosyalizmden söz edelim. Proletaryanın sosyalist düzeni, kadın kurtuluş mücadelesinin temel boyutlarıyla henüz yeni başlamasıdır. Çünkü, ancak özel mülkiyetin bütün biçimleriyle tasfiyesi, kadın özgürleşmesinin koşullarını yaratır. O yüzden, sosyalizmin kuruluş süreci, aynı zamanda kadın özgürleşmesinin sürecidir, ki bu süreç komünizmde son bulacaktır. Bu süreç aynı zamanda, sınıfların/sınıf farklılıklarının ve devletin de ortadan kaldırılacağı süreçtir. Yani, “Pandora’nın kutusundan dökülen; özel mülkiyet, kadınların köleliği, erkek egemenliğine dayanan tek eşli evlilik, sınıflar, devlet ve sınırlar; kafa-kol emeği arasındaki farklılık, kadın ve erkek arasındaki zorunlu iş bölümü ve diğer tüm gerçek kötülükler ancak bu koşullar oluştuğunda, tedricen ortadan kalkacaktır. Bunların her biri zorunluluklardır ve insanlık ancak, bu zorunlulukları aşarak özgürlük alemine ulaşacaktır.
Marks, diyalektik materyalizm yöntemini kullanarak toplumsal ve tarihsel sürecin genel çerçevesini çıkarmıştır. Şimdi Öcalan ve PJA, bu genel sürecin, -devrimlere gerek duyulmadan- kadın önderliğinde yaşanacağını iddia ediyorlar. Üstelik, tıpkı Marks gibi, bu geçiş sürecine, "ara evre"ye, “kapitalizmden komünizme geçiş dönemi” de diyorlar! Yani işçi sınıfının yerini kadınlar alıyor, komünizmin alt evresi olan ve kendisi de bir sınıf diktatörlüğüne dayanan sosyalizmin yerini, ne olduğu belirsiz Demokratik Uygarlık alıyor. Şimdi gelin de, bu vahşi emperyalist sistem içinde, kapitalist barbarlık altında insanlık inin inim inlerken, en ufak demokratik hak için bile, örneğin Kürt ulusal bağımsızlığı için -bu global dünyada, elbet ufak bir demokratik hak sayılır- 15 yıl silah elde savaşıp da hedefe ulaşılamayan bu dünyada, barışçıl bir geçişe, demokratik dönüşüme inanın! Artık proletaryanın yerini proleter ve emekçi kadınlar bile değil de tüm sınıflardan kadınların nasıl alacağını da tartışmayalım. Zira bu, pratiğin deneyemeyeceği bir anlamsızlıkla uğraşmak olur.
Kadın ideoloji üzerinde de biraz duralım. PJA Belgeleri’nde şu ilginç satırları okuyoruz: “Çağımızın ideolojik kimliği; kadın etrafında şekillenen çağdaş neolitik toplum ekseninde şekillenen kadın kurtuluş ideolojisidir.” (s. 37) Biraz ilerde bu ideolojinin kapsamına dair şunlar söyleniyor: “Bu, salt cins kurtuluşu anlamında bir ideoloji değildir. Sosyalist öğretinin ve hatta toplumun bilimsel analizinin bizi getirdiği noktadır. Bu anlamda kadın eksenli düşünme, giderek bir ideolojiyi ve buna dayalı olarak örgütlenmeyi geliştirmek...”
Söylenenleri bazen anlamak oldukça zorlaşıyor, bu pasaj da öyle. Anlaşıldığı kadarıyla PJA, sosyalist ideolojiyi de içeren bir kadın ideolojisinden ve ona dayanarak örgütlenme yaratmak görevinden söz ediyor. Bilinir ki, sosyalist teori bir sınıfın/işçi sınıfının damgasını taşır. Bu durumda ne düşünülebilir? Ulusalcılar, yüzyılı zaferlerle açsa da yenilgiyle kapatan işçi sınıfına güven duymuyor, ama sosyalizme de gereksinimi var. O nedenle işçi sınıfının damgasını taşıyan sosyalist ideolojiyi alıp işçi sınıfını atıyor, insanlığın kurtuluş hareketinin öncülüğüne, sınıf ayrımı gözetmeksizin güven duyduğu kadın cinsi getiriyor. Sosyalizmin eksikliğinin de böyle giderilebileceğini var sayıyor.
Nitekim, belgelerin ilerleyen bölümünde böyle düşündüklerini okuyoruz: “Şimdiye kadar olan tüm ideolojiler erkek ağırlıklı ideolojilerdir... Dolayısıyla düşüncede kadın eksenli bir ideolojinin yaratılması gereği önemlidir. Kadın kurtuluş ideolojisinin geliştirilmesi hem sosyalizmin bir eksikliğini giderme temelinde bilimsel sosyalist ideolojiye bir açılım yaptırma, hem de bir cinsin tutsaklığı aşarak özgür bir toplumu yaratmanın bir gereği olarak ele alınmalıdır…” Alıntı, kadınların kendi özgünlükleriyle dünyayı ve yaşamı elden geçirmelerinin anlamlı olacağı, vurgusuyla sürüp gidiyor. Yani, ünlü halk deyişiyle, şu bozuk düzenin ve dünyanın kadın elinin değmesine şiddetle ihtiyacı var, demek istiyor. Fakat yine de, sosyalizmin eksiğini de giderecek hangi sınıftan kadınlar adına bir ideoloji olacak, sorusunun yanıtı yok.
İdeolojiden söz edildiğinde -hadi ayırarak söyleyelim- ezilen emekçi kadınlarla emekçi erkeklerin nasıl bir farklılaşması olacak? İddiaya göre bu ideoloji, sadece cinsin tutsaklığını ortadan kaldırmayacak, kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracak; daha doğrusu kurtarma eylemine yol gösterecek. Tarif ne kadar da proletaryanın tarihsel rol tanımına benziyor... Bütün yapılan basit bir ikamecilikten ibaret görünüyor. Şimdi boş bir çabaya girip PJA’ya proletaryanın varlığını ve tarihsel rolünü kanıtlamayla uğraşmayalım. Baştaki soruyu bir daha tekrarlayalım; kendisiyle birlikte bütün insanlığı kurtarma yeteneğine sahip olan kadınlar hangileri? Bunların maddi yaşamın üretimi ile ilişkileri ne? Bu kadınların mülkiyet ilişkileri içinde yerleri ne? Bölüşümde aldıkları pay ne ki, tek bir ideolojiye sahip olabilsinler? Ya da sosyalist ideoloji onlar arasında çimento rolü oynasın?
Bu sorulara tutarlı bir yanıt çıkacağını sanmıyoruz. Bütün yanıt; bütün kadınların ezilen cinsi oluşturduğu gerçeğinde dönüp duracaktır. Bu da insanlığın kurtuluşu için ideoloji tartışmasında fazla bir anlam ifade etmeyecek. “Kadın ideolojisi” deyince ne anlamak gerektiği, söylenenlere rağmen yine de net değil. Örneğin Belgeler’de Kadın Kurtuluş ideolojisinin beş temel ilkesi sayılıyor: “1. Doğduğu topraklarda yaşamak, yani yurtseverlik, 2. Özgür düşünce, özgür irade; 3. Özgürlüğe dayalı bir yaşam için örgütlülük; 4. Örgütlülükle birlikte mücadele; 5. Yaşamın estetik ve güzellikle ilişkisini kurmak.” (s. 160)
Soruyoruz: Bu söylenenlerde ideoloji ile bağ kurabileceğimiz ne var? Mesela, doğduğu topraklarda yaşamak niye, “kadın kurtuluş ideolojisi” için bir ilke olsun? Mantığı ne bu ilkenin? Belgelere bakarsak, PJA neredeyse dünyanın üçte birinde faaliyet yürütüyor. Kendi topraklarından kasıt, herhalde tüm dünya yüzü değil, Kürdistan’dır. Kürdistan dışında yaşayanlar bu ilkeye göre ne olacak? Ya yurtseverlik? Bir ulusun kurtuluş mücadelesinde, ulusal kurtuluş programında yurtseverlik bir ilke olur. Ama insanlığın kurtuluşunu da kapsayan, sosyalizmi içereceği söylenen bir kadın ideolojisinde (eğer böyle bir ideoloji olabilecekse) niye sınırlı somut politik bir amaçla bağlı olan yurtseverlik ilke olsun?
Kürt kadınları, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesiyle ilgiliyken, bunun için her düzeyde örgütlenmiş mücadele ediyorken, elbet yurtseverlik onlar için yüksek bir erdem. Başka türlü, ulusal kurtuluşçu olunmaz, ulusal kurtuluş perspektifi kuşanılamaz. Bu doğru, burada bir sorun yok. Ama Kongre, ideoloji yaratma iddiasıyla karşımıza çıkıyor, sonra da ideolojiyle, ilkeyle ilişkisi olmayan şeyleri sıralıyor ve kendisine inanmamızı istiyor.
İdeoloji ne, sayılan ilkelerle niye ilişkisiz diyoruz?
Materyalist Felsefe Sözlüğü’nün ideoloji tanımına bakalım: “Siyasi, hukuki, etiksel, estetiksel, dinsel, felsefi görüş ve fikirlere ilişkin bir sistem. İdeoloji, üstyapının bir parçasıdır ve sonuçta ekonomik ilişkileri yansıtır.” İdeolojik mücadele ise, “sınıflar mücadelesine tekabül eder.”
Lenin, Marksizm ve revizyonizm üzerine makalesinde, ideolojinin sınıfsal yapısını açıklar ve modern kapitalist sistemde burjuva ve proleter diye yalnızca iki ideolojiden söz edilmesi gerektiğini söyler ve ekler; ikisinin arasında üçüncü bir ideoloji yoktur.
Ekonomik ilişler; üretim araçları ve üretim ilişkilerinin oluşturduğu üretim tarzı, bütün bir üst yapının üzerinde yükseldiği ekonomik taban, bir başka ifadeyle, altyapıdır.
Demek ki, ideolojiden söz ettiğimizde önsel olarak, üstyapı kurumu olarak, onun yansıması olduğu, üzerinde yükseldiği bir altyapıdan, üretim ilişkileri ve üretim araçlarını kapsayan üretim tarzından söz etmeliyiz. Egemen üretim tarzının ne olduğu ve egemen sınıfların kimler olduğundan, onların çıkarlarını temsil eden ideolojinin ne olduğundan söz edebiliriz. İnsanlık tarihinin kaydettiği üç sınıflı toplum ve komünizmin alt evresi olan sosyalist toplumdan başka, başlangıçta, ilkel komünal adı uygun düşen, özel mülkiyetin olmadığı, sınıfsız ve devletsiz bir toplum biçimi daha yaşandı. İlkel komünal kavramı yerine Morgan’ın neolitik çağ adlandırmasını kullansa da, böyle bir toplum biçimini Öcalan ve PJA da kabul ediyor. Varlığını kabul etmekle kalmıyor, kadın eksenli demokratik uygarlık projesini esasen buraya dayanarak dillendiriyor. Huşu içinde neolitik dönemin kadın eksenli yaşamının erdemlerinden, barış ve demokrasi ortamından söz ediyor ve insanlığın yeniden kadın eksenli bir yaşama dönmesinin gereğine ulaşıyor. Kadın eksenli toplum projesini gerçekleştirmek için kadınlara, onların da kadın kurtuluş ideolojisine ihtiyaçları böyle oluşuyor.
Doğruyu söylemek gerekirse, şu vahşi kapitalist-emperyalist cıngılda, eşitsizliğin ve adaletsizliğin, savaşların, doğa tahribinin ve daha nice özel mülkiyet hastalığının içinde yaşarken insanın, ilkel komünal toplumun eşitsizlik yaratmayan doğal işbölümüne ve paylaşımcılığına, analık hukukunun adaletine büyük hayranlık besleyerek, böyle bir ortama özlem duymasında tuhaf olan bir şey yok. Zaten yenisini henüz göremediğimiz için, şu ilkel komünal toplum öteden beri herkesin biraz iştahını kabartmıştır.
Engels de, insanlık ikiyüzlü tek eşli evlilikler panayırında yaşarken, incelemekte olduğu ilkel komünal toplumun çok eşli aile biçimlerinde cinsler arasındaki özgür ilişkilerin kendisini zevkten zevke dolaştırdığı esprisini yapar. Engels buradan giderek, ailenin ve devletin kökenindeki mülkiyeti ve mülkiyet sistemini suçüstü mahkemesine çıkarmıştı. Öcalan ise, Engels’in tam aksine bir duruşla, özel mülkiyet, sınıflar, devlet ve sınırlar gerçeğine sırtını dönerek ilkel komünal toplumu yeniden var etme çabasına girişiyor.
Yine, ideolojinin altyapısında olan aynı gerçekleri yok sayarak kadın ideolojisi yaratma iddiasına ne demeli? Açık ki, sadece ütopist bir yaklaşım, felsefi idealizmin tuzağında bir teori kurma çabasıyla yüz yüzeyiz. Kadın ideoloji iddiaları tutarlı herhangi bir temele sahip değildir. İdeolojiden söz edebilmek için, sınıftan söz etmemiz, maddi üretim tarzından söz etmemiz gerek. Oysa kadın cinsi topluca bir sınıfa sokmaya çalışmak, hiçbir bilimsel, teorik bir değer taşımaz. Ama bu savunu, savunanı pratik politikada feminizmin kulvarına iter. Bu teorik yaklaşım pratikte farklı sınıflara ait kadınları “kızkardeşlik bayrağı” altına davet etmek gibi, sınıf uzlaşmacı bir tehlike içeriyor.
Fakat bundan daha önemlisi, kadın sorununun çözümünde gerçek ve tek kesin yola, sınıf sorunuyla bağı içinde, özel mülkiyet dünyasına karşı sosyalizm için mücadele yoluna girmeyi önleyecektir. Son tahlilde, sınıf uzlaşması çizgisiyle, egemen olanın kazanmasına yardımcı olacaktır. Öyle ya, o durumda, feministlerin ana gövdesinin yaptığı gibi, erkek egemenliğiyle, erkeklerin ayrıcalıklarıyla mücadele edecek belki, ama, sorunun kaynağında duran özel mülkiyet sistemiyle savaşmak zorunda kalmayacaktır. Çok dikkat çekici bir şekilde, PJA Belgeleri’nde tek bir satır olsun, kadının kurtuluşu/özgürleşmesi için, kaynaktaki özel mülkiyetin tasfiyesinden söz edilmiyor. Yine ilginçtir, Ekim devrimin- den, sosyalizmin kadın sorunundaki dev başarılarından da hiç söz edilmiyor belgelerde.
Ekim devrimi, kadın cinsin özgürlük yürüyüşünde ilk temel adımı atan, kaynağa yönelerek özel mülkiyetin tasfiyesine girişen en büyük devrimdir. Kadın cinsin, zamanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde onca yıl süren mücadeleye karşın elde edemediği hakları bir çırpıda elde etmesini sağlayan Ekim devrimi ve bolşevik iktidardır. Kadın cinsin hayatın her alanında dev adımlarla ilerlediği ilk ve tek yer de Sovyetler oldu. Ama Öcalan ve PJA, sadece sosyalizmin kadın sorununun çözümündeki eksiklerinden, -üstelik bunların ne olduğunu açıp irdelemeden- geçerken şöyle bir söz ediyor. Elbette sosyalizmin, kadın sorununda sunduğu teorik çerçeveden yaşanmış deneyine kadar bir dizi eksiğinden söz etmek gerekiyor. Özel olarak Sovyetler’deki deneyin daha kapsamlı değerlendirmesi gerekiyor; bu başka bir çalışmanın konusu. Ama bu değerlendirme ancak kendi zemininde kalınır, bilimsel sosyalist görüş açısıyla yapılırsa, geleceği aydınlatmaya yarar.
Bütün bunlardan sonra Belgeler’e; sınıflar üstü, mülkiyet üstü bir teori kuruluşu demek yerinde olur. İnsanlığın kurtuluşu için öngörülen demokratik uygarlık reçetesi ne kadar ütopik karaktere sahipse, kadınların kurtuluşu için de o kadar ütopik, hatta umutsuz bir reçete bu.
Kadın Eksenli Yaşam
Şunları vurgulamak gerekiyor: DUM, kadın eksenli bir proje önermekle, kadınların politik, toplumsal ve örgütsel (parti, askeri...) atılım yapmasında motive edici bir rol oynamış olabilir. Bugün Kürt ulusal mücadelesinin barışçıl ve kitlesel biçimlerinin kadın katılımını yüksek düzeylere çıkarması, özel olarak öngörülmüş ve örgütlenmiş bir planın sonuçları sayılmalı. Kürt kadınlarının dünden bugüne ulusal savaşta, ulusal amaçlarla olduğu gibi, demokratik toplumsal amaçlarla bağlı pek çok işe ve başarıya imza atacağı, kimi yerlerde en dinamik kuvvet; ve yine sömürge ulusun kadını olma gerçeği nedeniyle, Lenin’in deyimiyle, “ezilenin en ezileni” olarak savaşma gereksinmesiyle yürüyeceği kesindir.
Bütün bunlar yaşamın ortaya çıkardığı gerçekler. Ama Manifesto, bunlara bakarak Kürt kadınları için özgürleşme yolunda gerçek bir aydınlatma sağlayamamıştır. DUM’un aydınlatma sınırı, postmodernizm ve feminizmle çizilidir. Bu özelliğiyle kadın sorunun gerçek çözüm yolundan kapsamlıca saptıran bir açılım yapmış oluyor. Zira DUM’un kendisi bugünkü yeni dünya düzeninde devrimlerin geçersizliğine iman etmiş bir dünya sisteminin liberal felsefesi, politik ideolojisi, program ve taktikler bütünü. Kadınlar için öngördüğü de ancak bundan ibarettir. Her derde deva DUM’un bir kurtuluş ideolojisi oluşturmaya da gereksinimi yoktur. Bu ideoloji, felsefesi, hatta programıyla birlikte Bernstein’dan Kautsky’ye ve postmodern liberallere kadar hepsinde var. Onlarda eksik olan belki, - belki diyoruz, çünkü özel bir inceleme yapmadık- kadın cinsin insanlık tarihinin gelişiminde oynadığı rol ve kadının katılımına duyulan ihtiyaç. DUM esasen bu eksiği gideriyor.
Bernstein, kapitalizmin barışçıl aşılması olasılığını öne sürdüğünde ortada dinamik, neredeyse sürekli eylem halinde olan dünya işçi sınıfı, oy hakkını kullanarak patlama yapan sosyal demokrat işçi partileri ve sendikalar vardı. Yani, bugün Öcalan’ın 11 Eylül’den sonraya alternatif olarak öne sürdüğü 3. Alan teorisi pratikleştirecek yapı taşları vardı. Şimdi Öcalan, sağına soluna bakıp tarihi barışçıl bile olsa yapacak işleri, sendikaları, işçi/komünist partileri göremiyor. Onların yerine başta Ortadoğu dinamiklerini, içinde de en dinamik olan Kürt kadınlarını -Filistinli kadınları pek göremiyorlar- görüyor.
Dünyanın neresine baksak, ezilen halklar ve özellikle de üçlü ezilme, baskı ve sömürü altındaki sömürge toplumların kadınları çok büyük bir nüfus ve kalabalık bir mücadele gücü oluşturuyor. Üstelik bunlara metropol ülkelerin kadınları da katılıyor ve 2000 yılını küresel yoksulluğa, savaşa ve ayrımcılığa karşı yürüyüşle geçiren kadınların, Öcalan’a ilham kaynağı olduğu kesin.
Daha da pratik bir durum tespiti yapalım: KADEK’in ‘99 sonrasında girdiği mecrada, liberal reformizm çizgisinde savaş yorgunu Kürt halkıyla yeni bir heyecan yaratmak, yeni bir biçimde ulusal mücadeleyi sürdürmek söz konusu olduğunda, Kürt toplumunun halihazırda en dinamik kesimi, özellikle yoksul, emekçi Kürt kadınları oldu. Demek ki, bu teori bir durumun yansıması, aynı zamanda bir ihtiyacın ürünü. Kadın üzerine onca güzelleme, kadının yaratıcı yeteneklerine övgü, Ana Tanrıça Kültürü’ne dönüş gibi söylemler, “kapitalizmden komünizme geçişte ara evre”nin, demokratik uygarlık mucizesinin asıl kahramanı olarak kadınları ilan etmek için.
Geçiş ara evresinde öncü rol biçilen kadınlara ilk önce bir kadın kurtuluş ideolojisinden söz etmek elbet gerekliydi.
Bir ideolojiye bağlı olmadan, ne az çok bütünlüklü politika oluşturulabilir; ne politik mücadele araçları bir sisteme oturtulabilirdi. Kısacası, kadın ideolojisi de bir ihtiyacın ürünü. Aradaki, “kurtuluş” eki, basit, öylesine söylenmiş bir sözcük değil, tepeden tırnağa özgürleşme ihtiyacı içindeki kadın cinsi, umut ve heyecanla ayağa kaldırma gücüne sahip, içine tüm hayallerin sığdırılabileceği bir kavram. İşte ol hikaye bu!..
Kadın Ve Kadın Hareketi Ne Kadar Bağımsız?
“4. Kongremiz, Parti Genel Başkanımız Abdullah Öcalan Yoldaşın İmralı’da zor koşullar ortamında geliştirdiği Demokratik Uygarlık Manifestosu temelinde ideolojik, örgütsel ve politik alanda alınması gereken tüm kararlan almak ve yeni Manifestomuzu hayata geçirmek hedefiyle gerekli olan çalışma planlamasını oluşturmakla yükümlüdür.” (s. 25) diyor belgeler.
Bir başka alıntı, Kongre’nin belirlediği görevlerden: “6. Parti önderliği tarafından gerçekleştirilen Kadın Kurtuluş İdeolojisini ve politik çizgisini yaşamın her anında esas almak, yaşamsallaştırmak ve evrenselleştirmek.”
Yazının başında özetlemiştik; şimdi biraz daha alıntılara dayanarak yanıt arayalım: Gerçekten PJA ne kadar bağımsız ve doğrudan kadın örgütlenmesi? Bu soru şundan önemli; KADEK ve PJA, bir yandan kadın merkezli bir ideoloji ve kadına öncülük misyonu biçen yeni stratejik bir planı oluşturuyor; bunun için feminizmin bilinen temel argümanlarını kullanıyor; diğer yandan da sıkı bir parti örgütünü, söylenene bakılırsa, en önemli, merkezde duran parçasını, kadın özel partisini örgütlüyor; onu DUM’u yaşama geçirmekle görevlendiriyor.
Bu durumda sormak gerekiyor; PJA kadın özgürlük hareketinin ihtiyaçları için mi oluşturulmuş, yoksa Kürt ulusal mücadelesinin genel gereksinimi ve DUM’un gerçekleşmesi için mi?
Önderlik gerçeğine ilişkin kararlarda da şunlar var: “1. ... Önderlik gerçeğinin tüm PJA militanlarınca 24 saat önderlikle yaşamak şiarıyla içselleştirilmesi; 2. Tüm PJA militanlarının, Başkan Apo’nun kişilik ve yaşamının insanlığa tanıtımını temel görevlerinden birisi olarak ele almasını; 3. Başkan Apo’nun doğum günü olan 4 Nisan’dan Üveyş Ananın vefat günü olan 11 Nisan’a kadar çeşitli etkinliklerin düzenlenmesini, bu kapsamda mektup ve şiir yarışmasının...; 4. Halkımız ve insanlık için bir milat olan 15 Şubat ve 29 Haziran tarihlerinin özgürlük mücadelesini yükseltmenin zemini....kadın kitlesinin kapsamlı özgün etkinlikler...” (s. 191, 192) Böyle sayılıp gidiyor görevler.
Şimdi ister istemez, sormak gereği duyuyoruz; bütün bu söylenenler, lafız ve ruh olarak önderliği kültleştirmeyi resmi bir faaliyet düzeyine çıkarmıyor mu? Doğum günleri meselesi, peygambervari yaklaşımları çağrıştırmıyor mu? Dağdaki erkek gerilla komutan vb. başkası değil de, özellikle “erkek”ten bağımsız ve özgür bir kimlik geliştirmek zorunda olan, üstelik bunun öngörülen kadın ideolojisinin ilkelerinden sayıldığını da aynı kalemler yazdığına göre, nasıl olup da bağımsızlık geliştirecek? Önderlik gibi, önderliğe göre düşünmekten başka ne gelebilir kadın militanın elinden? Önderlik her zaman doğru mu düşünüp, doğru mu öneri yapar? Bunu bir önderlik vasfı saysak da, bu kadar mükemmeliyetçilik idealizmden başka şey üretir mi? Hem sonra, sorun önderliğin doğru ya da yanlışlığı değil, kadının bağımsız düşünme ve üretme yeteneğine kavuşması. Üstelik, belgelerde, “Erkeğin insafına bırakılacak kadın kaybetmeye mahkumdur bilinciyle kadın bilincini, ruhunu, dünyasını ve iradesini açığa çıkartır...” (s. 181) diye bir de parti üyesi özelliği sayılıyor. Bu bir çelişki değil mi? Kadınların bağımsız ve özgür bir kimlik geliştirmeleri için daha başka şeylere ihtiyaç duyulmalı, değil mi?
Öcalan, kendisinde erkekliği öldürdüğünden söz ediyor. Öcalan kendisiyle mücadelede bunu başarmış olabilir. Zaten bunu başaramasaydı, kadın sorunu üzerine bunca açılımı ve -kitle ajitasyonunda bile kadın vurgusunun ihmal edildiği bu coğrafyada (örneğin; çoğunlukla kadın ve erkek işçiler, memurlar diye başlayan bildiri dağıtılmaz)- bu kadar cesaretli çıkışı yapamazdı. Fakat, sorun yine de bitmiyor, çünkü durum kişisel değil, sistem sorunudur. Bu sistemde bireysel kurtuluştan söz etmek, bir kez daha feminizmle aynı kulvarda buluşmak oluyor. Dolayısıyla, Öcalan’ın iddiasının bilimsel bir değeri yok. Bunun gibi, “Günümüzde sosyalizmin temel ilkesi erkekliğin öldürülmesidir” tezinin de bugün için sadece propaganda değeri olabilir. Sosyalizmden, özel mülkiyetin tasfiyesi kastediliyorsa eğer, kadının özgürleşmesinden ve tabi “erkekliğin öldürülme”/erkeğin özgürleşme sürecinden de bahsetmeye başlanabilir.
Öcalan, Kongre’ye gönderdiği mektupta, kadının özgürleşmesi için yürüttüğü çalışmadan söz ediyor, yarattıklarını da destansı bir keşif olarak niteliyor. Ve ekliyor: “Bir sahibiniz olarak değil de, bir sanatkar olarak, güzel bir fizik duruştan zeka kıvılcımı olmanıza ve dilinizin sesiyle hiçbir maddenin veremeyeceği tadı verebilecek düzeye ulaşmanıza kadar her şeyinize müdahale ettim.” Emeğe karşı saygısızlık aklımıza gelmez, burada da amacımız o değil. Ama gözlerimizin önüne gelen (örneğin; MED TV’de yayınlanan Öcalan ve kadın gerilla görüntüleri, cezaevlerinde kadın militanların erkek sorumlular karşısındaki hazır ol vaziyetleri) görüntüler, bağlantılar, talimat ve görevler, bu iddiayı doğrulamıyor, hiç olmazsa Öcalan’a rağmen böyle bir doğrulama yok.
Öcalan, mitolojideki ana tanrıça kültürünün Kürdistan’da olduğunu söylüyor ve kendi kadın teorisinin yaşam bulması için bunun bir avantaj olduğunu düşünüyor. Kürdistan yaşamını bilenler bilir, toplumsal yaşamda feodal kalıntıların en fazla olduğu coğrafya. Kadının hala daha güçlü bir şekilde feodal büyük aile bağları içinde ezildiği, erkeklerin çok eşli evliliği nedeniyle kumalığın sürüp gitti; başlık parası, berdel ve dahası namus cinayetlerinin çokça işlendiği bir toplumsal yapı demek bu. Daha sayamayacağımız kadar çok kadınlık hali ve üçlü ezilmişlik görüngüleri mevcuttur. Ulusal devrim öncesinde bu durum çok belirgindi.
Ataerkil Kürt ailede bütün bu özelliklerin yanı sıra, Öcalan’ın sözünü ettiği tipte kadın vardı. Halen bu tip kadınlar Kürt toplum yaşamında var. Ama bu hem oldukça istisna, hem de üst sınıflara, Kürt ağa ve bey sınıfına mensup kadınlar. Alt sınıflarda, maddi temeli olamayacağından genel olarak bu tip kadın olsa bile çok istisnadır. O da ancak, ailede reis mertebesinde erkek yoksa, kadınlara düşen bir paye olur. Kaldı ki bu sadece Kürdistan’a özgü değil, Anadolu’daki diğer halkların yaşamında da benzer kadın tipleri var. Ama bu belirleyici olmadığı için üzerine basılıp yürünecek bir ana tanrıça kültüründen söz etmek yerinde olmaz.
Ulusal devrim, feodal yapının kalıntılarını, özellikle kadın yaşamı lehine paramparça etti. Bu hem devrimin ürünüydü, hem de devrim dolayısıyla devletin zorla dayattığı Batı’ya göçün yarattığı sonuçlardan biriydi. Kürt kadınları her iki nedenle de büyük bir değişim sürecine girdi. Ana tanrıça kültürü değil ama savaşta etkinliği artan kadın cinsin toplum nezdinde saygınlık kazanması olgusundan söz etmek gerekir. Bu olgu, çeşitli bakımlardan belgelerde inceleniyor, biz de yazının gerektirdiği kadarına değindik. Her şeye rağmen kadın cinsin hala en çok ezildiği, ikincil ve bağımlı konumda olduğu yer Kürdistan. Ataerkil aile yapısı ve bağımlılıkların en çok etkilediği kadınlar Kürt kadınları. Namus cinayetlerinin ve kadın intiharlarının, özellikle silahlı mücadelenin durdurulduğu son üç yılda hissedilir derecede görülmesi, bunun bir kanıtı.
Kürt halkının en yaygın şekilde örgütlendiğini, siyasi parti saflarını doldurduğu bu yıllarda kurulan kadın kolları elbet olumlu yönde değişimi yansıtıyor. Ama aynı kadın kollarından, örneğin Batman kadın kollarının, durdurulamayan intiharlar nedeniyle istifa etmeleri gibi olaylar boşuna yaşanmadı. Kürdistan’ın ve Kürt kadının asıl gerçeği halen budur. Ana tanrıça kültürüne yapılan vurgu, bu gerçeğin görülmesini ve bununla mücadele edilmesini zayıflatır. Dikkat çeken bir başka şey, ana tanrıça kültüründen söz edilirken Kürdistan’daki aile yapısının, feodal yargıların cendereye aldığı kadınlık durumlarının eleştirisine hiç girilmemiş olması. Kadın erkek ilişkilerinin siyasal birlik dışındaki alanlarına da keza hiç girilip değerlendirme yapılmamış.
Bağımsızlık üzerine söylenenlerle teorik görüşlerin omurgasının çeliştiğini, Öcalan ve PJA’nın, kadın sorunun ele alışta teorik planda feminizmle birleştiğini göstermeye çalıştık. Pratikte ise, PJA ile, her zamanki bilinen; politik bir program ve örgütlenmeye bağlanmış, kendi geleceğini onunla birleştirmiş bir kadın örgütlenmesinin ve kadın çalışmasının yaratıldığını göstermeye çalıştık. Kürt yurtseverlerin feminizmden ödünç aldıkları argümanlarla yeni bir teori ve pratik plan kurma çabasına boşuna girdiklerini gördük. Aslında bunda bir tuhaflık yok. Hayat çarpık bir teoriye izin vermiyor. Kadın cinsin ayrı, bütünlüklü bir sınıf oluşturmadığı gerçeğini her fırsatta dayatıyor. Böylece bağımsız kadın hareketi diyerek yola çıkan Kürt ulusalcıları, Kürt ulusal kurtuluş hedeflerinden başlamak üzere, Ortadoğu halklarının ve insanlığın demokratik (burjuva) kurtuluşu (biraz sosyalizmle bulanmış) için sunduğu demokratik uygarlık programına bağlanmış; eklektik, ütopik bir kadın programı ve sıkı bir parti örgütlenmesi planı ortaya koymuş bulunuyor.
Dedik ya bunda bir tuhaflık yok. Somut bir coğrafyada ya da dünyada olsun, kadın mücadelesinden ve örgütlenmesinden söz edildiğinde, bir sınıfın damgasını taşıyan bir dünya görüşünün ışığı altına girersiniz: Ya sosyalist kurtuluş projesine bağlanır, işçi sınıfını kurtuluş mücadelesinin yanında saf tutar ve onun bayrağı altına girersiniz. Bu, kadın cinsten başka, diğer emekçi sınıfların, ezilen ve sömürge ulusların kurtuluşu için de geçerlidir. Ya da, (dünya yüzünde bugün olduğu gibi) burjuva kurtuluş projelerin bayrağı altına girersiniz. Modern kapitalist çağda ikisinin arasında üçüncü bir yol, üçüncü bir ideoloji ve üçüncü bir program yok.
Kürt ulusal hareketi de, demokratik içeriği nedeniyle bilinen burjuva dünya görüşünün ışığı altında çözümler üretiyor. Tabi 20. yüzyılın sosyalizm gerçeğinden etkilenmeden olmuyor bu. Ama sosyalizm rüzgarı egemen olmadığı için, ortada emperyalist globalizmin ideolojik argümanları egemen olduğu için kadınlar için ortaya feminizm ve sosyalizm karışımı bir proje çıkıyor. Bu yüzden Öcalan ve PJA’nın kadın özel programı, iyimser yorumuyla ütopik sosyalist bir proje olarak adlandırılmayı hak ediyor.
Sonuç olarak; bağlandığı yer ne olursa olsun, PKK/KADEK bünyesinde kadın sorunun bu düzeyde ele alınması, özellikle PJA deneyimi bütünüyle önemli ve olumsuz yanlarıyla olduğu kadar olumluluklarıyla da eğitici, geliştirici bir deney. İncelememizi ve eleştirilerimizi de bu görüş açısıyla yaptık. Bu topraklarda kadın mücadelesinin teori ve programıyla uğraşmış olan Komünist Kadınlar Konferansı’nın belgeleri (sosyalizm projesine ve komünist parti örgütlenmesine bağlanmış kadın özel örgütlenmesi sunan) yayımlanmıştı. PJA Belgeleri kapsamlı bir çalışmanın ikinci örneği oluyor. Aradaki fark da incelenmeye değer.