Birikim dergisinin 165, 166 ve 167. sayılarının kapak konusu, ‘sol ve ‘sosyalist’ hareketin genel durumu olarak belirlenmiş. 165. sayıda “Sosyalist Sol- Bir Bozgunun Arka Planı” başlığı altında yayımlanan değerlendirmelerin sonraki iki sayı boyunca sürdürülmesi üzerine, bu arkadaşların yazdıklarıyla ilgilenmeye karar verdik. Bütün yazıları okuduktan sonra, anladık ki, yazılarla ilgilenmek yetmeyecek; yazarlarla da ilgilenmek gerekiyor. Birikim’in sürekli yazarlarının ilgiye, hatta şefkate gerçekten ihtiyacı var; çünkü hem canları epeyce sıkkın, hem moralleri çok bozuk, hem kafaları bayağı karışık, hem de pek çok şeyi yanlış biliyorlar. Bu muhteremler, öteden beri sol üstüne düşünüp, sosyalizm hakkında yazıyorlar. O kadar çok düşünüyorlar ki, düşüne düşüne helak olacaklar. Kendilerini de, kendilerinden ‘yüksek teori’ bekleyen kimi okurlarını da artık iyiden iyiye yıprattığı gözlenen bu derin düşüncelerin talihsizliği ise, daha çıkış noktasında beliriveriyor.
O talihsizlik, şu tür soruların içerdiği açmazdan besleniyor: Sol üstüne düşünmek, sosyalizm hakkında yazmak için yeterli midir? Sosyalizm hakkında yazabilmek için ‘sol’ üstüne değil de, sosyalizm üstüne düşünmek gerekmez mi? Ve sosyalizmin teorisini bilmeden, sosyalist mücadele pratiğinin içinde bulunmadan sosyalist teori adına doğru önermeler üretmenin, sosyalizm hakkında sağlıklı düşünmenin olanağı ne kadardır? Birikim yazarları, siyaset teorisiyle ilgilenme heveslerini sürdürmek istiyorlarsa, bu tür soruların yanıtını bu konularda yazmaya başlamadan önce öğrenmek zorundadırlar. Sosyal bilimlerde “contra negantes principia nonest disputandum” diye “ilkeler reddedilince, tartışma yapılamaz” anlamına gelen bir kural vardır. Bu durumda Birikim yazarlarıyla tartışmak, pek de kolay gözükmüyor. Onlarla verimli bir tartışma yapabilmek için, onları öncelikle temel ve genel ilkelerin paydasında buluşturmamız gerekiyor. Aşağıdaki “Seçme Deyimler Sözlüğü”nü de bu amaçla hazırladık. İstiyoruz ki, bu muhteremler, kafa karışıklığının, kavram karmaşasının altında daha fazla ezilmesinler. Umuyoruz ki, önce öğrensinler, sonra anlatsınlar. Ve diliyoruz ki, öğrenmeye dropouts aforizmalardan, karmaşık fantazyalardan değil de, somut ve basit gerçeklerden başlasınlar; aşama aşama ilerlesinler. Böylesi daha iyi olmaz mı?
A
Arpacı Kumrusu Gibi Düşünmek: Halk arasında çulluk (hindi) gibi düşünmek de denir. Genel seçimlerden umduğunu bulamayınca hayal kırıklığı yaşayan ve ne yapacağını bilemeden derin derin düşünen ÖDP’li teorisyenlerin halet-i ruhiyesini anlatmak için kullanılır. Arpacı kumrusu gibi düşünen kişi, genel seçimlerden hemen sonra Birikim dergisinde toplam 114 sayfalık tam 22 yazı yayımlayarak ‘sol’u ve ‘sosyalizm’i değerlendirir ve fakat dikkate değer hiçbir şey söylemeden dosyayı kapatma başarısı gösterir! Örneğin “Türkiye sosyalist solu 3 Kasım 2002 seçiminde 1999’da olduğu gibi en hafif ifadeyle bozgun denebilecek bir oy oranı bulabildi ancak. Bu perişan manzarayı, Türkiye sosyalist soluna özgü zaaf, yetersizlik, handikap ve engellerle ya da ülke ve dünya konjonktürü gibi ‘dışsal’ neden ve koşullarla izaha yeltenmek, -hiç değilse nihayet şu noktada- artık mümkün değildir” diyen Ömer Laçiner, arpacı kumrusu gibi düşünmüş, işin içinden çıkamamış ve tartıştığı sorunun nedenlerini kaşla göz arasında buharlaştırmıştır. O’nun “şu noktada” diyerek tarif ettiği yer, seçim sandıklarıdır. Kendilerine yakıştırdığı perişan manzaranın nedeni, ülke ve dünya konjonktürü ya da seçime giren solun bizzat kendi zaaf ve yetersizliği olmadığına göre, ya hiç bir şeydir, ya da doğrudan doğruya sosyalizmin teorisidir. Nitekim Laçiner, dergisinin 165. sayısında yayımlanan “Ya Ya” başlıklı yazısının ileriki bölümlerinde marksizmi yargılayan bir mahkeme kürsüsü kuracaktır ve ÖDP’nin seçim hezimetinin sorumlusu olarak ilan etmekten çekinmediği “geleneksel-muhafazakar-sosyalizm”in hakkından gelecektir. Görüldüğü gibi, arpacı kumrusu gibi düşünen kişi, kendini zaptetmezse, ya da birileri tarafından zaptedilmezse, bir kuşun sınırlarını fazlasıyla zorlayarak aşırı düşünmekte, düşüne düşüne kendini filozof gibi görmekte ve bu türden ‘makro teoriler’ üretebilmektedir.
Ar Damarı Çatlamak: Özellikle Murat Belge, Ahmet İnsel, Ömer Laçiner gibi ‘zuhuri kolu’nun yazdığı bazı yazıları değerlendirirken tarafımızca kullanılan bir tepki, şaşkınlık ve öfke ifadesi... Ar damarı çatlayan kişi, ‘sol’ ve ‘sosyalizm’ üzerine değerlendirme yaparken terbiye ve nezaket sınırlarını zorlamayı göze alan bir saldırganlık sergileyebilir. Örneğin 165. sayıdaki “Milliyetçilik ve Sol” başlıklı yazısında ‘“6. Filo’yu denize dökmek’ gibi ulvi bir amaç söz konusu olunca, bu girişime halktan adam kazanmak için, bu deniz askerlerinin ‘Türk orospuları’nı beceriyor olmasına dayalı ajitasyon yapmak büyük bir deha eseri olarak görülebiliyordu” diyen Murat Belge’nin bunları yazabilmesi için ar damarının çatlamış olması gerekir. Çünkü söz konusu ettiği antiemperyalist ajitasyon, o pis ifadelerin ruhundan ve mantığından uzak olduğu gibi, ima ettiği tarzda ‘cahil halkın duygularını sömürmek için’ değil, basbayağı antiemperyalist bir mücadelenin gereği olduğu için yapılmıştır. Dolayısıyla hem “deniz askerlerinin Türk orospularını beceriyor olmasına dayalı bir ajitasyonun yürütüldüğü”, hem de sosyalistlerce “bunun bir deha eseri olarak değerlendirildiği” yönündeki iddia, kuyruklu yalandır. Murat Belge’nin “deniz askerleri” şeklinde ifade etmeyi tercih ettiği birlik, işgalci Amerikan gücüydü. Bu askerlere Türk devleti tarafından özel bir genelev tahsis edilmişti. Aynı ‘karşılama’, geçtiğimiz aylarda da gerçekleştirilmiş, Irak’ta savaşmak üzere Türkiye’de bekletilen Amerikan askerleri için Mardin’de bir genelev hazır tutulmuştu. Hem 1960’ların sonunda, hem de 2000’lerin başında Amerikan askerleri için bu tarz bir ‘hizmet’i hükümet politikası düzeyinde resmileştiren Türk Devleti’ne Murat Belge’nin bir diyeceği olmayabilir; ama devrimcilerin tiksintiyle müdahale etmek istemesi, bu beyefendiyi niye rahatsız etmiş? Üstelik ‘sol’un milliyetçilikle kopuşamadığı iddiasının bir kanıtı olarak bize okutacağı daha inandırıcı örnekler yok muymuş heybesinde? Ar damarı çatlayan kişiye böyle sorular sormak gereksizdir. Çünkü bu tür adamlar, “6. filoyu denize dökme” eylemini ‘ulvi amaçlar’ diye anarken bile küçümserler. Kendileri ise, Amerikancı sermayenin ideolojik kışlalarında kerhane evliyası olarak çalışırlar.
B
Beyin Yıkamak: Murat Belge, Ömer Laçiner, Ahmet İnsel gibi Birikim Tarikatı’nda şeyh katına yükselmiş sivil toplumcuların yazdıkları için kullanılan bir deyim... Bu yazarlar, okuru mürit olarak görürler. Onlar sosyalizm üzerine yazdıkları teşhir yazılarını analiz, liberalizm üstüne yazdıkları propaganda yazılarını ise perspektif diye yutturacaklarını sanırlar. Bütün çirkin ve saldırgan sıfatları, ifadeleri, sosyalizme yakıştırırlar. Onların mürit olarak algıladığı Birikim okurları, bu beyefendilerin yazılarında kapitalizme ve emperyalizme karşı nefretin zerresini bulamazlar; aşağılanan, beğenilmeyen, hor görülen, yerden yere vurulan hep sosyalizm deneyimleri ve teorisidir. Örneğin 165. sayıdaki “Bir Son mu, Yeniden Doğuş mu” başlıklı yazısında “küllerinden yeniden doğan ve radikalleşen ultra-emperyalizmin karşısında genel olarak sol ve çok daha belirgin olarak marksizm aciz kaldı. 20. yüzyılın iki totaliter deneyiminden biri olan komünizm pratiğiyle marksizm arasındaki tarihi ilişki ve reel sosyalizmlerin çöküşü marksizmi tamir edilmesi zor biçimde yaralamıştı. Marksizmin aldığı bu ağır yara, sosyalizm fikrinin de güçlü bir cazibe noktası olmasına son verdi. (....) Sosyalistler faydacı mantığı bazen liberal ideolojide çok daha aşırı ve soyut noktalara taşıyıp (‘son kertede olaya işçi sınıfının özçıkarları açısından bakmak’ gibi) faydacı, iktisadiyatçı ideolojiye bütünüyle teslim oldular. Aslının küllerinden yeniden ve yepyeni bir enerjiyle doğduğu yerde bunun silik kopyalarına insanların itibar etmemeleri doğaldı” diye yazan Ahmet İnsel’in yaptığı, beyin yıkamaktır. Postunu kurulduğu yerden liberalizmi ‘küllerinden yeniden doğan’, ‘yepyeni bir enerji’; marksizm ise ‘aciz’, ‘silik kopya’ ifadelerinin işaret ettiği ruh haliyle görüyor. Liberalizmin açık ve örtük propaganda edildiği, sosyalizmin ise kıymetsiz bulunduğu bu tarz ‘beyin yıkama’ hapları, Ahmet İnsel, Murat Belge ve zaman zaman Ömer Laçiner’in yazdıklarında çok belirgin. Meraklısına ilgili yazıları okumalarını önererek örnekleri çoğaltmıyoruz. Fakat belirtmeliyiz ki, Ahmet İnsel gibi beyin yıkayıcı şeyhler, “iki totaliter deneyimden biri olarak komünizm” diyebilecek kadar da cahil. Komünizmin bir gezegen sistemi olduğunu, sınıfsız ve siyasetsiz bir topluma denk düştüğünü hala öğrenememiş. Tek tek ülkelerde kurulan demokratik halk iktidarları ile sosyalist iktidarları komünizmle karıştırıyor. Bu algı ve dil, bilindiği gibi, Mehmet Barlas türünden liberallerin tipik söylemidir; “komünizm” ile “rejim” kavramlarının birbiriyle bağdaşmayacağını, komünizmin ‘siyasal rejim’lerin olmadığı, aşıldığı bir tarihsel ve toplumsal aşamaya denk düştüğünü bilmezler; bütün devrim iktidarlarına genel olarak “komünist rejimler” deyip çıkarlar işin içinden. Ahmet İnsel, bununla da yetinmiyor; komünizm ile faşizmi ‘totaliterlik’ paydasında eşdeğerleştiriyor. İki totaliter rejimden biri komünizm olarak açık açık yazıldığına göre, öteki de faşizm olsa gerek. İnsel’in dili çok bozuk ve bu da ‘beyin yıkayıcıların özellikleri arasında. Diyor ki “marksizmi tamir edilmesi zor biçimde yaralamıştı.” Yaralanmak, canlılar için kullanılabilecek bir ifade; tamir ise, cansız nesneler için... Ahmet Bey, marksizmin organik mi, mekanik mi olduğunu da henüz idrak edememiş. Alıntıdaki son cümle de bozuk: Cümlenin yüklemi, ‘son verdi’; öznesi ise ‘marksizmin aldığı bu ağır yara’. Rezaleti görüyor musunuz? Ve bu adamlar, sosyalizm üstüne ahkam kesme hakkını kendilerinde bulabiliyorlar. Gorbaçov dönemi SSCB’yi sosyalizm olarak, bugünkü Kuzey Kore’yi komünizm olarak etiketlendirip bu bürokratik- revizyonist (siz kapitalist diye de okuyabilirsiniz) devletlerin ‘günah’ını marksizmin üstüne yıkabiliyorlar. 1960 sonrası SSCB’sini biz inceleyip ‘kapitalist restorasyon sürecine girdiği’ yönünde değerlendirdiğimizde, bu muhteremler, “asıl sosyalizm, sosyalist demokrasi süreci şimdi başlıyor” diyorlardı. Hele ‘perestroyaka’ ve ‘glastnost’ siyasetini alkışla, hayranlıkla karşılamışlardı. 89-90 olaylarıyla kabeleri yıkılınca, zihinsel binalarının çatısı çöktü ve kendileri de o enkazın altında kaldılar. Bugün ise, 1960’a kadarki dönemi baskıcı, totaliter olarak değerlendiriyor; dün alkışladıkları 60 sonrası üzerine tek kelime etmiyor, ama genel olarak sosyalizm ve komünizm üzerine kıymeti kendinden menkul aforizmaları yüksek perdeden dillendirebiliyorlar. Amaç beyin yıkamak olunca, örneğin şunlar yazılabiliyor: “Nazizm gibi komünizm de faydacı ideolojiyi son kertesine yükseltmişti. Totaliter komünizmin günümüzde yaşamaya devam ettiği son ülke olan Kuzey Kore’de açlıkla mücadele konusunda uzman bir derneğin başkanının bu ülkedeki bürolarını kapatma nedeni olarak ifade ettiği olgu, totalitarizmin nasıl aşırı faydacı bir felsefeden beslenebileceğini gösteriyor.” Ahmet İnsel’in Güney Kore’yle ilgili örneğinin ne olduğunu merak ettiniz, değil mi? Emin olun ki, en fazla kendisi kadar gerekli bir örnek! ‘Faydacı ve iktisadiyatçı bir ideoloji’yle söylenecek olursa, okuduklarınıza hiç bir katkısı olmayacak! Asıl önemlisi şudur: Ahmet İnsel, tanımını bile yanlış bildiği sosyalizm ve komünizmi olumsuzladığı kadar, kapitalizmi ve emperyalizmi eleştirmiş midir? Ve O’nun komünizm ile faşizmi eşleştirme, kıyaslama cüretini Demirel gibi politikacılar ile İstanbul Emniyet Müdürleri dışında başka kim gösterebilmiştir. (Tam da burada acar bir Birikim yazarı Frankfurt Okulu’ndan girip envai çeşit postmodernizm savunucusu yazarlardan çıkacaktır. Ama bilinmelidir ki bunların hepsi yaşadıkları dönemde burjuvazinin ideolojik emniyet müdürleridir ve gece bekçiliğine soyunan birikim yazarlarının amiri konumundadırlar.) Aynı yazının hemen devamında “radikal bir faydacılıkla aşırı bir iradeciliğin birleşmesinin doğurduğu korkunç yaratığın tahayyül dünyalarını ergenliklerinde biçimlendiren kuşaklar, “büyü bozulduğunda” çoğunlukla radikal liberal veya apolitik oldular” diye yazan bu çokbilmiş şeyh, bizzat kendisinin hangi korkunç büyü üzerine hem radikal liberal, hem apolitik olmayı başarabildiğini bize nasıl izah edecek? Bu beyefendinin hızını alamayıp bir sonraki sayıda yazdığı “Bugün Totalitarizm Üzerine Düşünmek Neden Hala Gerekli” başlıklı yazısında yaptığı “liberaller, demokrasi içinden totaliter bir yapının geçmişte çıktığını (nazizm) reddetmiyorlar. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu da bugün komünizm ideali içinden totaliter bir yapının doğmuş olduğunu (stalinizm) kabul ediyorlar” türünden takıntılı kıyaslamaları yapmaya devam etmek için piposundaki esrar oranını mı fazla kaçırdığını, yoksa şarabını astar atmadan mı kafaya diktiğini kimse sormayacak mı?
Baklayı Ağzından Çıkarmak: Ömer Laçiner ve Murat Belge gibi lafı dolandıran kişilerin artık asıl amacını gizleyemeyecek duruma gelmesi... Halk arasında yaygınca kullanılan ‘sadede gelmek’ ve ‘eteğindeki taşı dökmek’ deyimleri de, duruma göre, aynı anlamı karşılar. Baklayı ağzında tutan kişi, aynı zamanda ‘ağzı kalabalık’, yani gürültülü, yerli yersiz ve anlamlı anlamsız konuşan biriyse, dinleyiciyi büsbütün sıkar. Örneğin 165. sayıdaki yazısında “Legal partiler, bir kaç on yıl öncesinde sahip oldukları kitlesel destek ve prestiji hızla yitirip sosyal demokratlığa ricat etmekten medet umar hale gelirken, genel hareketin silahlı mücadeleye kilitlenmiş unsurları amaçlaştırılmış bir şiddet diyalektiğine kapanmış, kendi içine de dönen bir öfke ve nefret yumağı halinde marjinalleşirken, anlı şanlı “devrim”lerle kurulmuş reel sosyalist rejimler ya art arda çökmekte, ya da geriye dönüş manevralarıyla kapitalizmin tescil edilmiş hegemonyasına kendilerini uyarlamaya çabalamaktadır.” diyen Ömer Laçiner’in önce önemli bir şeyler söylemekte olduğunu düşünürsünüz. Devamında sosyal demokratlığa ricat etmemiş, kapitalist hegemonyaya kendisini uyarlamaya çabalamayan devrimci kuvvetlerin gelişme ve güçlenme olanakları, olasılıkları üstünde yoğunlaşacağını sanırsınız. Ama yanılırsınız. Zira bu beklentiyi karşılaması için kişi de irade olmalıdır; gelişme ve güçlenmenin imkanlarını, ihtimallerini ancak maksatlı, amaçlı, iradeli bir planlamanın içinde bulabilirsiniz. Oysa Laçiner gibiler, hem kendiliğindencidirler, hem de sadece yorumcudurlar. Yenilgileri görmek, çözümlemek, yenilmemenin yollarını bulmak çabası, onların kitabında yazmaz. “Son yirmi, yirmi beş yıldır hemen tüm dünyada “sosyalist-komünist-veya devrimci sıfatlı hareket, parti ve rejimler derece farkıyla aynı perişan sonuçlardan birinden ötekine savrularak, tam bir yıkıntı, yenilgi ve çözülüş girdabı içinde dönenip durmaktadırlar” diye yazarken, çok somut ve anlaşılırdır da, yenilenme ve gelişme perspektifleri konusunda ne dediği hiç anlaşılamaz. Siz bu tür adamların tam da önemli bir şey söylemeye başladıkları yerde anlaşılır olmaktan çıktıklarını düşünmek üzeresinizdir ki, birden baklayı ağızlarından çıkarırlar. Ve şöyle buyururlar: “Vakti çoktan gelmiş bir ameliyatın diliyle konuşmak gerekirse, açıkça söylenmelidir ki, bu çöken, can çekişen şey, ‘bilimsel sosyalizm’ adı altında formüle edilmiş olup yüzyılı aşkındır içindeki bütün farklı eğilimlerin, teorik, ideolojik, örgütsel kabuller, düşünüş davranış kalıplarıyla geleneksel sosyalizmi oluşturan bütün bir müktesebattır”. Hazret kürsüyü kurmuş, hem savcı, hem yargıç cübbesini giyinmiş ve fakat doktorculuk oynamakta, ameliyat masasındaki hastayı büsbütün tasfiye etmektedir. Hastasının teorik, ideolojik bütün ruhunu ve mayasını gözden çıkarmış; davranış kalıplarından yaşam tarzına kadar tüm kişilik özelliklerini neşterin ucuyla doğramaktadır. Aslında hayaletlerle dövüşmektedir. Aslında orası mahkeme salonu da, ameliyat odası da değildir. Aslında bir muayenehaneye gerçekten de ihtiyacı vardır ve ancak orada tedavi edilmesi gereken organizma, marksizm değildir. Onun bu hastalıklı, cüretkar açıklamalarını Brzezinsky gibi ABD’ci ideologlar bile bu denli pervasızca, cahilce, sorumsuzca yapmamışlardı. Sosyalizmin bütün teorik, ideolojik ve örgütsel referanslarının değiştirilmesini öneren bu ‘sosyalist teorisyen’, sosyalizmi yapısal olarak kuran tanımın ve çerçevenin değiştirildiği durumda ortaya çıkacak şeyin sosyalizm olmayacağını, olamayacağını bile düşünmekten acizdir. Bir kez bakla çıkmıştır ve elbette çıktığı ağzın şeklini almış olduğu için yamulmuştur. Baklayla birlikte çıkartılan tükürük köpükleri teori zannedilecek, “şu ya da bu nedenle ya da saikle “bilimsel geleneksel sosyalizm”in kalıpları içinde kalmaktan başka bir yol göremeyenler bu söylenenleri ölüm ilanı sayabilirler. Ama tam tersine bunlar bir diriliş çağrısıdır” denilerek bu kez de kadavra üzerinden reenkarnasyon fantezileri sloganlaştırılacaktır. O kadar ki, “elbette bu dirilişin öznesi olabilmenin heyecanını, azim ve sabrını, gerektirdiği özgüven, donanım ve sorumluluğu duyumsayanlara yapılmaktadır” denilerek taşra siyasetçisinin hamaset retoriğiyle üç-beş kişinin coşturulabileceği zannedilecek ve arkasından o ıslak, yamuk ve tükürüklü bakla mürit olarak görülen okuyucunun zihin sofrasına sunulacaktır: “Geleneksel sosyalizmin kabuğundan nihai sıyrılış, yol ayrımı çağrısıdır bu!” Peki kim nereye, hangi yola çağrılmaktadır? Ömründe bir tek işçi eylemini örgütlememiş, bir tane bile protesto vs. gösterisi hazırlayamamış, faşizme bir tek fiske vuramamış, yolu bir tek defa bile karakoldan geçmemiş Ömer Laçinerler mi çağırıyor bu ne olduğu belli olmayan muhteşem yeni yola? Gazi Ayaklanması’nı anlamamış, 19 Aralık’ı idrak edememiş, Kürt Devrimi’nden hiç bir şey öğrenememiş, emperyalist gericiliğe karşı mücadelenin hiç bir anında ve aşamasında kayda değer yer tutmamış, partiden ve iktidardan fellik fellik kaçan, bu reformist, sivil toplumcu, cahil, halktan ve hayattan kopuk, masa başında entelektüel mastürbasyon yapmayı teorik üretim zanneden, korkak baylar mı yargılıyorlar ‘geleneksel bilimsel sosyalizm’i? Bunlar mı öğretecek heyecanlı, sabırlı, azimli, özgüvenli, donanımlı, sorumlu olmayı? Bunlar mı üstlenecekler yeni bir misyon?
Ç
Çıfıt Çarşısı: ÖDP gibi siyasal parti mi, doğum günü partisi mi olduğu anlaşılmayan, her nevi ürünün bulundurulduğu süslü püslü tezgaha verilen ad. Halk arasında yaygınca kullanılan bu deyimin anlamını bazen ‘Mevlana Tekkesi’, bazen de ‘Aşure Çorbası’ gibi deyimler de karşılar. Çıfıt çarşısında tezgahı bulunan esnaf, salı ve cuma pazarlarından pek hoşlanmaz; fakat süper marketleri ve büyük alışveriş merkezlerini daima süzer, fırsatını buldu mu, kapağı oraya atmak ister.
D
Dilli Düdük: Ömer Laçiner, Ahmet İnsel ve Murat Belge gibi Çıfıt çarşısında çeşit olarak bulundurulan geveze kişiler için kullanılır. Dilli düdükler, öteki düdüklerden daha iyi öttüğü için, fazla rağbet görürler. Nitekim Birikim’in söz konusu sayılarında genellikle bu üç şeyhten alıntıların yapılmış olmasının nedeni de budur. Dilli düdüğün çıkardığı sesi öteki düdüklerden ayırmak çok kolaydır. Örneğin “Şu son on yıl içerisinde karşılaşılan her ağır bozgun, yenilgi ve yüz kızartıcı gelişme karşısında, bunların birinci dereceden muhatabı olan geleneksel sosyalist akım, parti ve hareketler yüzkızartıcı olanları kişilere yükleyerek veya siyasal mücadelelerin gerekleriyle meşrulaştırmaya kalkışarak; yenilgileri, bozgunları ise, düzeltilebilir yanlışlara, sıklıkla da dış koşullara bağlayarak; temsil ettikleri geleneksel sosyalizmin idealiyle ilişkisi sanki yukarıda ifade edilen gibi imişçisine davranmaktaydılar. Oysa aynı dönem yalnızca bozgunlar, yenilgiler değil, ‘zafer diye’ sundukları pek çok tutum ve sonuç dahi geleneksel sosyalizm idealiyle ilişkisini çok ciddi biçimde sorgulatacak mahiyetteydi” sözlerini duyduğunuz yerde, bu sesin Ömer Laçiner’e ait olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Ya da “Türkiye’de ‘liberal’, ‘muhafazakar’, sosyalist, radikal, komünist, islamcı gibi ideolojiler fazla bir şey anlatmazlar. Bunların hepsi ebeveyn çağırdığı anda çağırdığı yerde hizaya gelirler” şeklinde fısıltılar duyduğunuz anda, bu boğuk sesin sahibinin Murat Belge olduğunu çıkarıverirsiniz. Bazı dilli düdükler, yalnızca ses çıkarır ve gürültüye yol açar. Çıkardığı sesin çarşıya da, tezgaha da faydası yoktur aslında. Örneğin Belge’nin 165. sayıdaki “milliyetçilik ve sol” başlıklı yazısında geçen bu yorumun yanlış olması, Belge’nin umurunda değildir; tıpkı aynı yerde ileri sürdüğü “Türkiye’de bütün siyasi ideolojilerin milliyetçilikten türemiş olduğunu söylemek, bilineni bildirme kabilinden bir şeydir” bilgisinin yanlışlığını umursamayacağı gibi. Galileo’nun “yazdıklarını anlamadan yazan, o yüzden yazdıkları anlaşılmayan ne çok insan var” dediği kişiler, işte bunlardır. Dostoyevski’nin “hiç bir şey, gerçek kadar inanılmaz değildir” sözü de dilli düdüklerin kulağına küpe olsun diye söylenmiştir. Belge, bütün ideolojileri milliyetçilik şemsiyesinin altında toplarken yaptığı gevezelikle bizi de kendisiyle aynı yerde kategorize etmiş oluyor. Aynı şeyi “20. yüzyılın son çeyreğinde (...) halk kesimleri hızla bir depolitizasyon yaşarlarken geleneksel sol dünya ise kendisiyle birlikte yaşlanan, giderek tarih sahnesinden çekilen geleneksel emekçi kesimlerine tutunmaya çalıştı. Bu geleceğe yönelik toplumsal bir projenin ifadesi değildi artık. Fikri planda muhafazakarlaştı, daraldı ve köreldi. Solun bir başka kesimi ise, liberal ideolojiye teslim olup onunla iktisadi başarı alanında yarışmaya çalıştı. Böylece ortaya iki sol çıktı. Birinci sol, geleneksel söylem, tavır, örgütlenme biçimlerini değiştirmeyen ortalama yaşı hızla yükselen uzun vadede başarısız olması kaçınılmaz bir protesto politikasına varoluşunu indirgedi. İkinci sol ise pragmatik bir yönetici sınıf tavrı takınıp iktisadi büyümenin nimetlerinin daha fazla paylaşılması teması üzerine varoluşunu inşa etmeye başladı. Böylece sol, hükümet olmaya aday sol ve protestocu sol olarak neredeyse kesin bir şekilde ikiye ayrıldı.” diye Ahmet İnsel de yapıyor. Gerek Laçiner, gerek İnsel, gerek Belge Birikim Tarikatı içerisinde sosyal bilimlerin ağır mollaları olarak bilinirler. Ama işte bu kadar bilim dışıdırlar. Onlara Dostoyevski’nin ‘gerçek’ ile ilgili tanımını hatırlatarak ve Brecht “bilim tek buyruk tanır: Bilime katkıda bulun” uyarısını bildirerek şu soruyu sormak isteriz. Sosyalizmin teorisini ve pratiğini bir kenara bırakın; o iş sizi aşar; ama söyleyin, sahi siz hangi partidensiniz? Biraz da kendinizi kategorize edin. Türkiye’de biri sermaye partisi, öteki ordu partisi, diğeri devrim partisi olmak üzere üç temel parti kanalı var; bütün siyasal ayrışmalar ve buluşmalar, bu kanallar içerisinde şekilleniyor. Siz hangi kanalın içinde bulunuyorsunuz?
F
Fan Fin Fon Etmek: Çıfıt çarşısında anlaşılmayan, ahaliye yabancı bir dille gevezelik eden dilli düdükler için kullanılan bir uyarı ifadesi. Fan Fin Fon eden kişiler, en somut ve anlaşılır oldukları durumlarda, şeflerine rapor veren itirafçılar gibi rapor diliyle konuşurlar. Örneğin söz konusu yazısında “marksist sol da bugünkü dünyanın çeşitli eğilimleri karşısında nerede duracağına karar veremiyor. Sosyalizm olarak bellediği antiemperyalizm retoriği hala çok etkili. Uluslararası kapitalizme karşı ulusal tepki mantığından uzaklaşmakta zorlanıyorlar. Küreselleşme gibi süreçler karşısında antiemperyalist pozisyonlarda ortodoks itirazları seslendirmenin muhafazakar rahatlığını tercih ediyorlar.” diyen Murat Belge fan fin fon etmektedir. Satır aralarında ise baklayı belli belirsiz göstermekte, bize de kısaca AB’ye karşı çıkmayın demektedir. Benzer şekilde “sosyalizmin salt iktisadi alanda değil, belki ondan daha önemlisi siyasal ve toplumsal alanda idealini yeniden tanımlaması gerekiyor. Örneğin sosyalizmin iktisadi liberalizmin ilke ve hedeflerini benimsemesinin söz konusu olmaması, siyasal liberalizmin birçok ideal ve ilkesini benimsemeyeceği anlamına gelmiyor. Günümüz İtalya’sında liberal sosyalizm akımı bu farkı vurgulamak için, iktisadi liberalizmi liberelizm, siyasal liberalizmi ise liberalizm olarak tanımlıyor. Siyasal alanda liberalizm bayrağını elinde tutmayan bir sosyalist hareketin demokrasi ve insan hakları konusunda tutarlı ve iddialı bir tavır sürdürmesi mümkün olmadığı için, siyasal liberalizmin liberallerin tekelinden çıkarılması, sosyalizmin kendini yeniden tarif etmesinin de ilk adımıdır.” diyen Ahmet İnsel, Murat Belge’ye göre, daha az fan fin fon etmektedir. Çünkü ağzındaki baklayı çıkartmıştır. Yeni bir sosyalizm tarifinin başlangıç noktasını siyasal liberalizmi onaylamakta bulmuştur açık açık. O kadar ileri gitmiştir ki, liberal sosyalizm diye de bir akım ilan etmiştir. Çok doğaldır, zira bütün yeni yetme fan fin foncuların piri Anthony Giddens’tir ve kendisi Tony Blair’in baş danışmanıdır. İnsel’lerin İtalya’daki tartışma gruplarını referans göstermesine gerek yok, onun aradığı model İngiltere’de zaten var. Adına da sanına da emperyalizm deniliyor. Yani fan fin fon etmenin manası yok. Kaldı ki, soğuk savaş döneminde burjuva ideologların sosyal devlet paradigmasını sosyalist modelden devşirmeleri gibi, sosyalist teorinin de kapitalizme ait değerleri devşirerek kendine yeni bir tasavvur ve tahayyül gücü katmayacağını bilmek gerekir. Siz değil miydiniz Ahmet Bey, geleneksel sosyalizmin kapitalizmden kopuşmadığı için yenildiğini söyleyen? Demek ki, bu konuyu aydınlatmak için bir de “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” deyiminde hatırlamalıymışız.
G
Güllabicilik etmek: “Ömer Laçiner gibi şımarık hareketlerine katlanıp onu pohpohlayan bazı ikinci derecede Birikim yazarlarını yaptıklarını anlatmak için kullanılır. Güllabicilik edilen kişi kendini fasulye gibi nimetten saymaya devam ettiği için bir yandan haymana beygiri gibi dolaşıp durur, bir yandan kırdığı cevizin sayısı kırkı aşar bir yandan sapla samanı birbirine karıştırır. Güllabicilik eden kişi ise, zamanla ya iki cami arasında kalmış beynamaza döner, ya da kandilli temenâ gibi ha bire yerlere kadar eğilip durur. O nedenle ikinci dereceden Birikim yazarlarının çok dikkat etmeleri gerekir. Eleştirilerini ve itirazlarını Ömer Laçiner’e yöneltmekten çekinirlerse alimallah Birikim Tarikatı’nın güllabicileri olup çıkarlar. Örneğin Ömer Laçiner’in 165. sayıda uydurduğu görüşlerin çok mühim şeyler olduğunu zannedip onları referans gösteren Nuray Mert “Laçiner sol siyaseti anlamlı kılan veya kılacak olanın geleneksel sosyalist söylemlerin bölüşümcü eşitlik fikrinin sığ tanımının aşılması ve onun yerine eşdeğer fikrinden yola çıkan bir eşitlik anlayışını alması olduğunun altını çiziyor. Eşitlik fikrinden vazgeçmeden ve onun derinleştirilmesi olarak eşdeğerlik kavramı, gerçekten de sol siyasetler için kalkış noktası olmaya en elverişli kavram.” Ömer Laçiner’e güllabicilik yapmaktadır. Fakat bir sonraki sayıda yazan Kemal Gündüzalp ise “sözlüğe bakmak gereği duyuyorum nedense, bozgun nedir diye. Bir anımsama bir yürek daralması adına (...) Bir ordunun uğradığı büyük başarısızlık; bir savaşta, bir çatışmada alınan ağır yenilgi, hezimet. Ordu mu? Savaş mı? Ordu ve savaş? Bunlar mıydı geride kalanlar? Yok, çarpışma, çatışma daha yakın geliyor. Tanımın sonuna bakıyorum; yenilginin ağırı, dağılma!” şeklindeki doğru sorularla Ömer Laçiner’e güllabicilik yapmaktan kendini kurtarmış. Güllabicilik yapmanın bir başka tehlikesi de şudur ki, insanın bağımsız düşünme gücünü zayıflatır. Hele de yanlış referansların etkisinde kaldınız mı “aydınlanma düşüncesinden hareketle tarihin sonu tezine veya kapitalizmin tarihin galibi olduğu fikrine ulaşmak mümkün, ama tarihin gidişi kapitalizmi güçlendirmiş olsa da ona karşı çıkmak gerektiği yönünde herhangi bir kapı aralamak zor. Marksizmin olsa olsa bağımlı değişken, ekonomik ilişkilerin türevi olarak tanımladığı siyaset algısında bir toplumsal değişmeye yol açacak radikal bir siyaset anlayışı ve enerjisi üretmek hemen hemen imkansız.” diyen Nuray Mert gibi marksizm adına bir algı tarifi yaparsınız ve marksizme psikosomatik sorunları bulunan bir ÖDP’li aydın muamelesi yapmış olursunuz. Kendinizi tutamayıp daha ileri giderseniz, yine Nuray Hanım gibi, “aslında sınıf adına siyaset bile son derece tartışmalı ve sorunlu bir siyaset imkanı iken, sınıfa dayalı siyaset ortamının ortadan kalktığı durumda, sorun titizlendiği, onu tanımlayan, eşitlik, diğerkamlık, dayanışmacılık kavramları etrafında bir siyasal imkan aramak, ancak bu değerleri öne çıkaran bir insan ve insanlık tanımından yola çıkarak, bu tanımların etrafında oluşturulabilecek bir dil ile mümkün” şeklinde Ömer Laçiner’inkine benzeyen hem anlatım açısından bozuk, hem anlam açısından yanlış cümleler kurarsınız. Tevazu ile kabul etmek gerekir ki, dört-beş kelimeyle kurulan ve üstelik özetle siyaseti sınıfların dışında tanımlamaya çalışan bu tür cümlelerin de teorik bir değeri yoktur.
İ
İpiyle kuyuya inmemek: ÖDP’nin siyasal çağrılarına, sivil toplumcu ÖDP teorisyenleri- ne ideolojik önermelerine güvenilemeyeceğini bildirmek için kullanılır. İpiyle kuyuya imlemeyecek kişinin ipliği pazara çıkmıştır. Ama iflah olmadığı için işkembeden atmaya, incir çekirdeğini doldurmayan laflar etmeye devam edebilir. Örneğin 166. sayıda Bahadır Türk tarafından kaleme alınmış “unutulanların coğrafyasının bahtsız prensi ÖDP” başlıklı yazıda anlatılan Ufuk Uras’ın durumu, bu deyimi doğrular. “Yeni Harman gazetesine verdiği bir röportajda Uras, ‘Seda Sayan’ı niye sevdiklerini anladığım gün, bu memleketi anlarım’ diyerek bir logos spermaticosa imza attı. Bu anlamlı ve yeni bir sosyalist tahayyüle vücut vermek için yapılması gerekenlere ışık tutan açıklama, sona eren bir maceranın ardından yeni bir maceraya atılma cesaretini kendinde bulamayanlara aşıladığı mücadele duygusu bakımından önemli” diyor Bahadır Türk. Bu ifadeler, bir bütün olarak, Ufuk Uras’ın cümlesinden de ‘önemli’dir “logos spermaticos” olarak okunabilir. Bize dibinde Seda Sayan’ın olduğu bir kuyu gösteriliyor, oraya inmemiz salık veriliyor, bizi sarkıtacak ip ise Bahadır Türk’lerin elinde. İnecek miyiz? Bir maceradan söz ediliyor; seçim mi kastediliyor, genel anlamda sosyalist tecrübeler mi, belli değil. Ama o 144 sayfalık 22 yazıda macera, heyecan, cesaret, mücadele duygusu gibi kavramların en yoğun kullanıldığı pasajın bu olması naçizane dikkatimizi çekti. Çıfıt çarşısındaki bu mecalsizler takımı macera, heyecan, cesaret kelimelerini Seda Sayan’ın adıyla yan yana iç içe, koyun koyuna yazdıklarına göre, bir bildikleri vardır. Fakat inmeyeceğiz. Baksanıza, adamın teki daha memleketi anlamamış ve fakat parti başkanı olmuş.
K
Kan Alacak Damarı Bilmek: Burjuvazinin “sol”la ilgili politikasını anlatmak için kullanılır. Kan alacak damarı bilen kişi, pragmatiktir ve kaz gelecek yerden tavuğu esirgemez. ÖDP’nin daha kurulur kurulmaz medyada çarşaf çarşaf reklam edilmesi, sonraki dönemde değişik şekillerde önünün açılması, burjuvazinin hangi damardan kan alacağını bilmesiyle ilgili idi. Bugün Radikal gibi gazetelerde Ahmet İnsel’lerin, Murat Belge’lerin yazıyor olması da öyle. Birikim gibi sivil toplumcu solcuların sisteme bir yandan aydın yetiştirdiklerini, bir yandan da sistemin ‘demokrasi’ kanadını genişlettiğini devlet bilir. Devlet, örneğin 19 Aralık, İmralı, Gazi gibi süreçlerde sivil toplumcu Birikim Tarikatı’nın “soldan” düzene sahip çıktığını da bilir. Öyle olduğu içindir ki, bu tarikattan devrim ve sosyalizme katkıda bulunan bir tek kişi çıkmamıştır; ama Aydın Doğan’ın solcu gazetesini de onlar çıkarmaktadır.
M
Mantar Atmak: Halk arasında palavra sıkmak, işkembeden atmak gibi deyimlerin eş anlamlısı olan bu ifade, Ömer Laçiner gibi kişilerin yazılarını topluca nitelemek için kullanılır. Örneğin Laçiner, “geleneksel paylaşımcı sosyalizm, (...) kapitalizmin geliştirdiği üretim ve etkinlik mekanizmalarını kendi sosyalizmi için de pekala uygun bir altyapı olarak tasarlar. Paylaşımcı sosyalizm bu temel üzerine kurulacaktır. Çünkü kapitalizm gibi onun mantığında da asıl önemli olan, bir üretim düzeninin nasıl, hangi yöntem ve kurallarla işlediği değil, ne kadar ürettiğidir. Kapitalizminin işçi ve emekçilerinin “iş” biçimi işlevleri de daha fazla miktarda ürün elde etmeyi gözeterek ayarlandığına göre olduğu gibi devralınabilir” diye yazdığında, bunu şöyle okuyacağız: Sosyalizmin kapitalizmin reddi ve bütün tarihsel süreçlerin birikimi üzerinden kurulacağı genel doğrusunu da içine almakla birlikte, bundan ötesi palavradır, Laçiner’in barışçıl ve evrimci sosyalist algısının sorumlusu, yalnızca kendisidir. Onun sosyalizm teorisi ve pratiğiyle ilgili kişisel yorumlarının tümünü çok basit olarak ‘mantar atmak’ olarak değerlendirip geçmek gerek. Yine aynı yazıda geçen “geleneksel sosyalizm, sadece modern sosyalizm teorisiyle baştan beri bir uyuşmazlık içinde değildir. Bunun da ötesinde kapitalizmin koşullarında temsil ettiği ezeli, eşitlikçi hareket ve arayışların kaynaklandığı değer ve kabullerden de kopmuş; vardığı nokta da bunların dejenerasyonundan başka bir şey sayılamayacak bir duruş ve tutumu temsil eder hale gelmiş, özetle temel tezlerinden direnme etiketli muhafazakarlık üzerinden açıkça gerici bir rotaya girmiştir.” gibi cümlelerle karşılaştığımızda ince eleyip sık dokumayacağız. Burada kastedilen “sosyalizmin” Ömer Laçiner’e göre Çin’deki mi, Latin Amerika’daki mi, Küba’daki mi, Kore’deki mi, Romanya’daki mi, Bulgaristan’daki mi, Çekoslovakya’daki mi, Doğu Almanya’daki mi, Arnavutluk’taki mi, SSCB’deki mi olduğunu sormayacağız. 1940’larda mı, ‘60’larda mı, ‘80’lerde mi; bunu da sormayacağız. Çünkü onun için bir önemi yoktur ve zaten mantar atmaktadır.
N
Nane yemek: Özellikle parti ve iktidar konusunda çuvallayan Ömer Laçiner, Ahmet İnsel, Murat Belge gibi yine de ukala dümbeleği gibi gürültü çıkartmaya devam eden kişilerin peş peşe düştüğü hataları ve yaptığı yanlışları anlatmak için kullanılır. Örneğin “parti, işçiler başta olmak üzere kitlelerin sosyalizmin ideal, değer ve ilkelerini en azından yansıtan, hiç değilse bunlara aykırı düşmeyen kurallar içerisinde örgütlenmesi mi olmalıdır; yoksa o malum profesyonel ağına dayalı, hatta bu ağdan ibaret olan ve harekete geçirecek kitleleri kurmayı aklı, beyni, sinir sistemi işlevini üstlenmiş bir yapı olarak mı işlev görecektir? Bu iki görüş arasındaki fark, birinin daha yumuşak örneğin demokratik yollarla iktidarı ele geçirmeye matuf bir strateji, öbürününse silahlı bir kapışmanın kaçınılmaz veya gerekli olduğuna inananlara, bu tür stratejilere tekabül ettiği pek söylenemez.” diye Ömer Laçiner nane yemektedir. Ona ne söylenemeyeceğini biliyor musun, bari ne söyleneceğini de söyle diye bir ricada bulunsanız, halk arasında “tıs” denilen bir ses duyarsınız. O, yeteneği ne kadarsa, Bolşevik parti modelini eleştirmeye hasretmiştir ve becerisi ne kadarsa o modeli teorik olarak tarif etmeye, kabalaştırmaya çabalamaktadır. Sonucu teorik olarak bu sığ yazılarda, pratik olarak da ÖDP gibi pişmemiş aşure çorbalarında somut olarak görüyoruz. Ömer Laçiner gibiler, yine de saçmalamakta sınır tanımadan “partisiz işçiler ve kitleler bir hiçtir sözü, o işçileri parti yörüngesine çekmek için kullanılan en gözde slogan ise, bu partililerin gözünde işçi sınıfının gerçekten insani bir değeri olduğu söylenebilir mi? Bu partililerin kendileriyle işçileri, kitleleri eşit gördüğü, onlarla eşitlik toplumu kuracağı iddiasının inandırıcılığı var mıdır?” şeklinde sorular sorabiliyorlar. Öylesine saçmalamaktadır ki, o sözün bir slogan olmadığını, temel bir saptama olduğunu, işçileri parti yörüngesine çekmek için değil, bizzat bir işçi partisini tanımlamak ve kurmak için öne sürüldüğünü anlayamıyor. Anlamaması doğaldır, çünkü partide cisimleşen bir iradeyi havsalası almadığı gibi, iktidar ve devrim perspektifinden de kopuktur. Onun partiye de ihtiyacı yoktur, devrime de, iktidar perspektifine de. Zira sistem içinde düşünmektedir ve sistem için düşünmektedir. Bizi ilgilendiren boyutu şudur ki, bunları marksizm adına ileri sürebilmekte ve hatta marksizm adına bizden hesap sorabilmektedir. Nane yemek de zaten budur.
Z
Zıvanadan Çıkmak: Birikimci zuhuri kolunun sapla samanı birbirine karıştırıp yalancı pehlivanlar gibi ortada dolaşması, yel yetelek yelken kürek sosyalist teorinin üstüne hücum etmesi, yol erkân bilmeden tartışma başlatması, her yediği naneden sonra zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkması, meydanı boş bulup mangalda kül bırakmaması, her gördüğü tümseğe konarak cır cır ötmesi, devletin sopasını görünce çil yavrusu gibi dağıldığına bakmadan racon kesmeye devam etmesi, sırtında yumurta küfesi taşımadan başkasına ağır nasihatler okuması, hem kel hem fodul olmasına rağmen fertiği çektiği yerde poz yapmayı sürdürmesi üzerine tepesinin tası atan devrimcilerin hiddet ve şiddetini anlatmak için kullanılır. Zıvanadan çıkan kişi, örneğin bu yazıyı yazarken N’den Z’ye atlayabilir. Amacı daha fazla sinirlenmemektir. Fakat Z harfinin bulunduğu kartın karşısında “sosyalist hareketin bir geleceği olacaksa -ki insanlığın ezeli arayışı ve ideali olarak bundan şüphe bile edilemez- bu hareket, o eğilimlerin elde kalmış iktidar umudu kırıntılarının sarmalandığı geleneksel sosyalizmin zihnimize ve ayaklarımıza doladığı bağları artık kesinlikle geride bırakmalıdır”diyen Ömer Laçiner’in yeni bir herzesiyle karşılaşırsa, büsbütün zıvanadan çıkar. Bu şahken şahbaz olan teneşir horozunun ‘neler de neler, maydanozlu köfteler’ düzeyindeki tam takır kuru bakır cümleleri üzerinde artık düşünmek istemez. Kendisi muhtacı himmet olan bu spartayı yemiş sonradan görmenin kör değneğini beller gibi yazıp durduğu tekerlemelerle müritlerini baş başa bırakmaya karar verir. Ve gizli gizli umutlanır; belki bir gün zuhuri kolu bir pabucu büyüğe okutur kendini diye.