Açlık, yoksulluk, işsizlik, siyasal baskılar, savaş ve katliamlar... İnsanlık, kapitalist barbarlığın her türlü zulüm ve acısını çekerken kendisi için yaşanabilir koşullar arayışına girer. Başlar umut yolculuğu.
“Kader”, onları, bazen dağ başlarında yolunu kaybetmiş olarak vahşi hayvanlara yem olurken, bazen umut simsarları elinde ıssız bir ormana terkedilmişken, bazen dalgalara kapılarak derin sulara gömülürken ve bazen de sınır boylarında enselerine dayanan silahların soğukluğunda yakalar.
Kar, tipi, fırtına ya da kavurucu sıcaklık fark etmez. “Umuda yolculuk” kaderi, onlar için çoktan çizilmiştir. Ölüm; salgın hastalıklar, kitlesel katliamlar, yük vagonlarında havasızlıktan ya da unutulmuş olma hasebiyle donmuş olarak her daim onları bir gölge gibi izler. Bütün diller ve dinler arasındaki farklılık kalkmıştır. Kimi Cezayir-Fas-Tunuslu, kimi Koreli’dir. Kimi Hindistan’dan yola çıkar, kimi Meksika, Vietnam ya da Kürdistan’dan. Yollar, bir boydan bir boya Balkan devletleri, Türkiye, Pakistan, Malezya, Filipinler diye uzar gider. Yoksul insanların ekmek kavgasıdır, bilinmez bir yolculuğun koynunda süren...
Yoksulluk Ve Savaşlar Göçü Tetikliyor
Yeni bir yurtlanma, yaşama alanı seçmek için süregiden göçler, feodal dönemin kapalı ekonomisinin parçalanıp üretimin pazar ekonomisi üzerinden merkezileşmesiyle gelişen kapitalist sistemin bir eseri olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Emperyalizm, Asya’dan Afrika’ya dünyanın geri kalmış bölgelerinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla bütün zenginliklerini yağmalamaktadır. Burjuvaların henüz tanrının rahmeti okunmadan önce oluşturdukları yeryüzü cenneti; sömürgeleştirilmiş ülkeler, yoksullaştırılmış halklar, yaşam standartlarındaki farklılıkların derinleşmesi, işsizlik, açlık, savaşlar ve katliamlar karşılığında yaratılmıştır.
Yoksulluk ile zenginlik paralel gelişmektedir. İkisi birbirine koşuttur. Kapitalistler semirdikçe yoksulluk artmakta, aradaki fark derinleşmektedir. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya toplam gelirinin yüzde 83’ünü elinde toplarken, arkada kalan yüzde 20’si gelirin sadece yüzde 1.5’ini alıyor. 2000 yılı verileri, sadece üç kişinin kendinde topladığı zenginliğin 600 milyon nüfuslu 48 ülkenin milli gelirine eşit olduğunu göstermektedir. 1990’larda General Motors’un yıllık satışının tutarı ise 160 ülkenin gayri safi milli hasılasından fazlaydı. Dünyada bir milyar yüz bin kişi de mutlak yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
İşte bu nedenledir ki kapitalizmin acımasız çarkı içinde yaşayan ezilenler, yaşamak, geçimlerini sağlayacak iş koşullarına ulaşabilmek için çoğu kez devlet sınırlarını da aşan arayışlara yönelirler. Göç, onların temel çıkış yollarından biri olmuştur.
Göçler, çoğunlukla kapitalizmin en az geliştiği bölgelerden metropollere doğru yaşanmaktadır. Afrika, Asya ve Ortadoğu gibi bölgeler en fazla göç veren alanlardır. Ve bütün ulusal ve uluslararası önlemlere karşın artarak sürmektedir. Son yarım yüzyılda göçler kitlesel bir boyut kazanmıştır. Özellikle 90’lı yıllarda yükselen emperyalist saldırganlık, barbarlık ve yağma ile birlikte yaşanabilecek güvenli yer arayışı çok daha önemli hale gelmiştir.
Emperyalist yağma ve işgal savaşları sonucu yaşananlar göçlerin en trajik olanıdır. Silahsız, savunmasız halk, çocuk, genç, kadın, yaşlı demeksizin tonlarca bomba ve demir parçasının hedefi olmaktadır. Hemen hemen her savaştan on binlerce, yüz binlerce insan katledilmekten kurtulmak için savaş bölgesinden kaçarak başka ülkelere sığınmaya çalışmaktadır.
Göçlerin Yeni Merkezi Batı Avrupa
Yerlerini, yurtlarını, sevdiklerini terk ederek yola düşen insanlar, dünyanın belli başlı emperyalist devletleri ABD, Almanya, Kanada, İngiltere, Fransa gibi ülkelere göç etmektedir. Hindistan ve Avustralya da göç alan belli başlı ülkeler arasında yer almaktadır.
1998 yılı itibariyle ABD’deki göçmen sayısı 26.3 milyonla toplam nüfusun yüzde 10’unu oluşturmaktadır. ABD en çok göç alan ülke durumundadır. Almanya’da 7,5 milyon göçmen vardır. Bu sayı Alman nüfusunun yüzde 8.8’ine tekabül etmektedir (Alman vatandaşlığına geçenler bu sayıya dahil değildir). Fransa’da ise yüzde 45’i Afrika ülkelerinden gerçekleşen 4 milyonu aşkın göçmen yaşamaktadır. İtalya’da 1981 yılında göçmen sayısı sadece 20.778 iken, 1997’de bu sayı 1.179.631’e yükselmiştir. Bütün Avrupa ülkelerinde toplam göçmen sayısı ise 20 milyonun üzerindedir.
Göç akışı bir yanıyla da coğrafi yakınlıklara ve sömürgeci devlet-sömürge ülke bağlamında oluşan ilişki, kültür ve dil olgularına bağlı olarak gerçekleşmektedir. Örneğin Fransa’ya göçler çoğunlukla Afrika ülkelerinden gerçekleşirken, ABD’ye daha çok Güney Amerika ülkelerinden akmaktadır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 1998 verilerine göre de Türkiye’den yurtdışı göçü 3,5 milyon civarındadır. Bu sayının 2.2 milyonunu yutan Almanya, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’dan göç alan ülkelerin başında gelmektedir. İkinci sıradaki Fransa’ya göç edenlerin sayısı da yaklaşık 350 bin civarındadır.
İşgücü Pazarı Tekellerin Denetiminde
Emperyalist sermaye, onlarca ülkenin gelir düzeyinden büyük cirolara sahip devasa tekeller ve mali sermaye üzerinden kurduğu hegemonya ile dünya pazarını yeni bir düzeyde birleştirmektedir. Dünya ekonomisi üzerinde hakimiyet kuran tekeller, dünyanın bütün bölgelerinde yetişmiş işgücü pazarını da egemenliğine almakta, denetlemektedir.
Göç akışıyla dışarıdan işgücü ihtiyacını büyük ölçüde karşılayan Avrupa devletleri ve ABD, planlı nitelikli işgücü transferine yönelmiş, yasal ve fiili uygulamaları bu çerçevede geliştirmişlerdir. Denetimsiz gerçekleşen göçleri engellemek ve Birinci Dünya Savaşı’nın yağma, yıkım ve barbarlığından kaçarak emperyalist ülkelere sığınmak isteyen insanları önlemek için savaş öncesinden pasaport uygulaması devreye sokulmuştur. İlk sınırlamaya buradan başlayan emperyalistler, özellikle de 1970’li yıllardan itibaren hem işgücü göçünü yeterince gerçekleştirmiş olarak belli bir doygunluğa ulaşmaları ve hem de yaşanan ekonomik durgunluktan ötürü çok daha köklü müdahalelere yönelmişlerdir.
Emperyalist sömürgeciler, ucuz ve masrafsız kalifiye işgücü ihtiyacını hep duydular/duyacaklardır. Ancak, azgelişmiş sömürge, yeni sömürge ülkelerdeki işgücünü ayrıştırarak yetişkin, kalifiye olanın transferini gerçekleştirmek için göçü tamamen denetimlerine almak istemektedirler. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından savaşın yarattığı yıkımı onarmak ve yeni sanayi hamleleri yaparak dünya egemenliği rekabetini sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları yedek işgücü transferini de belli kurallar çerçevesinde gerçekleştirdiler. Örneğin Almanya 1955-1973 yılları arasında belli oranda vasıfsız ve çeşitli işkollarında uzmanlaşmış özelliklere sahip, genç ve sağlıklı kalifiye işgücünün transferi politikası geliştirmiştir. Türkiye gibi ülkelerden, anlaşmalı ve belli bir plan dahilinde işçi alimini bu dönemde gerçekleştirmiştir. Kalifiye ve düşük ücretli göçmen işçilerin ve Alman işçi sınıfının emek gücünün sömürüsüyle Alman burjuvazisi, dünya piyasasına yeniden güçlü bir şekilde dönmüştür. Şayet Alman burjuvazisi birçok yeni sömürge ülkeden ucuz işgücü transferinde bulunma- saydı, kısa sürede savaşın yarattığı yıkımı onararak dünya piyasasına yeniden açılmayı da başaramazdı. Bu işgücü transferi, Alman işçi sınıfının daha az ücretle çalıştırılması için de bir baskı unsuru yapılmıştır.
Açlar Ordusu Emperyalistleri Ürkütüyor
Kapitalizmin dengesiz, anarşik gelişmesinin kaçınılmaz bir sonucudur göç hareketi. Getirilen sınırlamaları deler geçer. Topraktan koparak özgürleşen serfler, yeni yaşam alanlarına doğru köyden kente, küçük kentlerden metropollere, sömürge, yarı sömürge ülkelerden gelişmiş emperyalist ülkelere doğru ulusal sınırları aşan bir seyir izler.
Sermaye emperyalist metropollerde yoğunlaştıkça emek gücü buralara akmaya devam edecektir. Afrika’daki açlar Paris’i, Güney Amerika’daki işsizler ordusu Washington ve Los Angeles’ı, Türkler ve Kürtler Köln ve Berlin’i mesken seçmeyi sürdürecektir. İşte bu denetimsiz göçün, sadece Avrupa’da 30 milyonu bulan işsizler ordusuyla buluşması, bütün yeryüzünü yağmalayarak kendilerine olağanüstü zenginliklerle donatılmış cennet adaları oluşturan emperyalist burjuvazinin huzurunu da kaçırmaktadır.
Avrupa’nın nüfusu 380 milyona yakındır (Genişleme kapsamına giren ve 16 Nisan’da alınan kararla 2004’te AB’ye dahil olacak ülkeler bunun dışındadır). Bunun 30 milyonu işsizdir ve yoksulluk sürekli artış göstermektedir. Almanya ve Fransa’da yoksulluk sınırında yaşayanların oranı yüzde 16, İngiltere’de bu oran yüzde 20’dir.
Birleşmiş Milletler Nüfus Seksiyonu çok çeşitli nedenlerle Avrupa’ya göçün yılda ortalama 12.7 milyon civarında olacağını ve 2050 yılında toplam sayının 700 milyona çıkacağını belirtmektedir. Bu gösterge bazı abartılı yanlar taşısa da olgu bir gerçektir ve emperyalistlerin uykularını büsbütün kaçırmaktadır.
Dünyanın her kara parçasına giren ve bütün zenginliklerini yağmalayarak kendileri için cennet adası oluşturan emperyalist burjuvazi, açlar ordusunun kendi kapılarına dayanması korkusunu yaşamaktadır. Ezilenlerin biriken öfkesinin patlamasından, kendi saltanatlarının tehlikeye girmesinden korkmaktadırlar. İşte bundandır ki tek tek devletlerin aldığı önlemleri yeterli görmeyen emperyalistler, Sevilla Zirvesi’yle merkezileştirilmiş politikalar ekseninde bağlayıcı yasalar, ortak polisiye önlemler ve fiili yaptırımlarla daha kapsamlı ve sıkı denetime dayalı kararlar aldılar.
Göç Politikası Merkezileştiriliyor
21-22 Haziran 2002 tarihinde İspanya’nın Sevilla kentinde bir araya gelen AB devletlerinin ana gündemlerinin başında, göç sorunu ve göçlerin nasıl durdurulacağı konusu vardı. Dünyanın bütün bölgelerini bir ahtapotun kolları gibi kendine bağlayan, zenginliklerini vakumlayan emperyalist barbarlar, bu toplantıda göç yollarına düşen açlar ordusunun önüne geçmek için ırkçı, faşizan tedbirleri merkezileştirdiler. Haziran 2003’te yapılacak zirvede de, göçle ilgili bütün yönlendirici ilkelerin ele alınması, “sınır güvenlik görevlileri”nin eğitiminden sınır korumasına ve AB devletlerinin yasal yükümlülüklerinin birleştirilmesine varan “yasadışı göçle mücadeleye ilişkin kapsamlı plan”ın bütün fizibilite çalışmalarının tamamlanarak hükümlülüklerinin bütünleştirilmesi gerçekleştirilmiş olacak.
Haydutlar emperyalist merkezlere insan akışını bütünüyle engelleyemeyeceklerdir. Tamamen sıfırlanmış bir göç politikaları da yok zaten. Uluslararası emperyalist rekabetin sürdürülmesinde yedek işgücü olarak düşündükleri yeni sömürge ülkelerdeki kalifiye ve ucuz işgücü transferini gerçekleştirmeyi sürdüreceklerdir. Bu onlar için son derece gerekli de. Örneğin Almanya her yıl 50 bin kişiyi transfer etmeyi yasallaştırmak istemektedir. ABD, 1995 yılından itibaren her yıl 675 bin kişinin göçüne olanak tanıyan kararlar almıştır.
Avrupa’da, Sevilla Zirvesi’yle alınan kararlar çerçevesinde uygulanan göç politikası, her- şeyden önce emperyalist sermayenin ihtiyaçlarını dikkate almaktadır. Çeşitli işkollarımdaki talep ve sermayenin büyüme ihtiyaçlarından hareketle, transfer edilecek işçinin eğitim düzeyi, mesleki nitelikleri esas alınarak kontrollü bir tarzda işgücü açığı kapatılmak istenmektedir. Bugüne kadar Avrupa’ya yerleşen göçmenlerin asimile edilmesi için de yeni uygulamalara gidilmektedir. Bütün bu politikaların bir parçası olarak bölünmüş ailelerin birleşmeleri zorlaştırılmakta, uyum kursu zorunluluğu getirilmekte, kurs ücretlerinin bir bölümünün kendileri tarafından karşılanması kaydıyla dil, tarih, kültür ve hukuk sistemi üzerine eğitim verilerek ırkçı, asimilasyoncu politika yürürlüğe sokulmaktadır.
Yabancılar kanunu ve iltica yasalarında dayatılan gerici, ırkçı uygulamalar göç yasasıyla birleştirilerek pekiştirildi. Almanya’da “yabancılar yasası”, asimilasyonu temel alacak biçimde “Yabancılara Oturma, Çalışma ve Uyumunu Düzenleme Yasası” adı altında yeniden düzenlendi. Danimarka’da ırkçı yaklaşımlar yasalarla perçinlendi. Danimarka devleti, ikamet iznini olabildiğince zorlaştırılırken, 24 yaşını doldurmamış aynı ulustan iki “yabancının evlenmesini de yasakladı. Hollanda’da ise ikamet eden birinin eşini yanına götürebilmesi için 3 bin Euro ödemesi gerekmektedir. Ayrıca her göçmen 600 saat dil eğitiminden de geçmek zorundadır.
Bunlar, demokrasinin beşiği olarak sunulan Avrupa’da yabancılara uygulanan barbarca yaptırımlardan sadece birkaç örnektir. Sevilla Zirvesi’yle bu saldırılar ortaklaştırılmış, merkezileştirilmiştir.
Ortak operasyonların gerçekleştirilmesi, ortak sınır polisi ve göçlerin geçiş yaptığı devletlere yaptırımlar içeren kararlarla Sevilla Zirvesi’nde oluşturulan göç yasası, özce, emperyalist sermayenin işgücü ihtiyacını karşılamak üzere “gerekli” olanla olmayanın ayrıştırılmasını hedeflemektedir. Böylece emperyalistler, sağlıklı ve kalifiye işgücü transferiyle sermayesini katlayarak büyütecek ve ama ihtiyaç olmayan göçmenlerin getirebilecekleri ekonomik ve sosyal sorunların yükünden de kurtulacaklardır.
Göç Üzerinden Pompalanan Irkçılık
Göçmenler gittikleri ülkelerde en kötü koşullarda ve en ağır işlerde çalıştırılmaktadır. İnşaat, temizlik, yeraltı madenleri, imalat ve hizmet sektörleri bunların başında gelmektedir. Amerika’nın Irak’ı işgal saldırısında, Irak tarafından esir alınan askerlerden de görüldüğü gibi Amerika’da çoğu göçmen gence paralı askerlik de yaptırılmaktadır.
İşçi ücretleri de diğer işçilere göre çok daha düşüktür.
Göçmen işçinin çalışmak zorunda olması, örgütlenme, dil ve kültür sorunları, onları insafsızca bir sömürü çarkının içine çekmektedir.
Adeta vebalı muamelesi gören göçmenler, toplumdan dışlanmakta, aşağılanmakta, yaşadığı doku uyuşmazlığı nedeniyle aileleri parçalanmakta, kültürel yozluk ve uyuşturucu bataklığının çekim alanına girmektedirler.
ABD ve Avrupa’da son yıllarda gelişen yoksulluk ve işsizlikle birlikte yeniden hortlatılan ırk ayrımcılığı da bilinçli olarak kışkırtılmakta, körüklenmektedir.
Yabancı düşmanlığı temelinde gelişen saldırılar on yıllarca önce de vardı. Ama son yıllarda ırkçı saldırılar artış gösterdi. Emperyalist burjuvazi, ekonomik durgunluk, artan işsizlik ve yoksulluk karşısında yönetme erkini yitirmemek için ırkçılık silahına sarıldı. Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist partiler, ekonomik krizin, işsizlik ve yoksulluğun sorumlusu olarak göçmenleri gösterdiler. Irkçı politikalar geliştirdi, programlarını bunun üzerine oturttular.
İdeolojik gıdasını, özellikle işsizlik ve yoksulluk temasıyla göç olgusu üzerinden pompalanan ırkçılıktan alan faşist partiler, Avrupa’da bu dönem boy göstermeye, gelişmeye başladılar. Emperyalist hegemonya ve rekabet gücünü büyütmenin bir parçası olarak kitle hareketinin bastırılması ve denetim altına alınması için çıkarılan gerici yasalar, sosyal haklarda yapılan kısıtlamalar, özelleştirme furyası, emperyalist sisteme tepki ve güvensizliği arttırdı. Faşist partiler bu hoşnutsuzluktan yararlanarak hızla örgütlendi ve oy potansiyellerini artırdılar.
Almanya’da Ulusal Demokratik Parti (NPD) ve Alman Halk Birliği (DVU), Fransa’da Ulusal Cephe (FN) ve Cumhuriyetçi Ulusal Hareketi (MNR), İtalya’da Kuzey Birliği Partisi (Lega) ve Ulusal İttifak (AN), Belçika’da Flanan Blok Partisi (VP) ve Ulusal Cephe (FN), Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), İngiltere’de Britanya Ulusal Parti (BNP) ve Ulusal Cephe (NF), Danimarka’da İlerici Parti (FP) ve Danimarka Halk Partisi (DF), Hollanda’da Merkez Demokratlar (CD), Merkez Parti (CP) ve Hollanda Halkçı Birlik (NVU) gibi birçok faşist partinin çıkış noktası, kullandığı jargonlar, propaganda malzemesi aynı oldu. Hepsi de, ulusal egemenlik temasını işledi, açıkça yabancı düşmanlığını körükleyerek, ırkçı program ve taleplerle kitlelerin desteğine başvurdular.
Irkçı gösteriler çoğaldı. Göçmen aileler kundaklamalar sonucu diri diri yakıldı. Birçok kişi evinde ya da yollarda işlenen faşist cinayetlerin kurbanı oldu. Irkçılık, emperyalist burjuvazinin temel yönetme biçimlerinden biri olarak bu dönem öne çıkarıldı ve çıkarılan “terörle mücadele” yasaları, sosyal hakların gaspı vb., saldırı dalgasının üstünü örtmenin etkili bir silahı olarak kullanıldı. AB devletlerinin hem tek tek ve hem de Sevilla Zirvesi’nde aldıkları kararlar, göçmen sorunuyla ilgili politikalar en uçtaki faşist partilerin kitle desteği bulmasında rol oynadı. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde son iki-üç yıl içerisinde yapılan seçimlerde faşist partiler oy oranını yükseltti, parlamentoya girdi ya da parlamentodaki sandalye sayısını artırdılar. Bu partilerin bir kısmı hükümet ortağı haline geldiler. Diğer nedenlerin yanı sıra emperyalistlerin göçü önlemeye ya da en azından sınırlandırmaya gitmede alçakça bir yöntem olarak ırkçı saldırıları tırmandırmaya gitmesinin de bu gelişmede etkili olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan Hakları Ve Emperyalist İkiyüzlülük
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 13. maddesi;
“1. Herkes, herhangi bir devletin sınırları içinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkına sahiptir.
2. Herkes, kendi ülkesi de dahil, herhangi bir ülkeden ayrılma ve ülkesine geri dönme hakkına sahiptir” diyor. Ama emperyalist ikiyüzlülük, alçakça sahtekarlık, altına imza koydukları bu yasalarla da ortaya çıkmaktadır. Dünyanın efendileri, sermayenin serbest dolaşımı için bütün kolaylıkları sağlamakta ve işbirlikçi devletlerin koydukları “ulusal” yasaları aşarak bütün sınırlandırıcı çitleri kaldırmaktadırlar.
Emekçi sınıflar için ise, “serbestçe dolaşma ve oturma hakkı”, kimi uluslararası yasalarda bir aksesuar olarak durmaktadır. Emperyalist haydutlar sadece kapitalist gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan göçleri değil, kendilerinin gerçekleştirdikleri işgal ve yağma savaşlarında kurşun ve bomba yağmurundan kaçarak yaşama şansı elde etmek isteyen halkları, siyasal baskılar nedeniyle göç eden politik göçmenleri de engellemektedirler. Onlar, sermayenin özgürce dolaşımının yanında, emek gücünün belli devlet sınırlarına hapsedilmesini, kendilerini huzursuz etmeyecek bölgelerde yedekte tutulmasını hedefliyorlar.
Bunu, geliştirdikleri ortak politikalar, işbirlikçi devletlere uygulayacaklarını buyurdukları yaptırımlar, yasal ve fiili saldırılarla sağlamaya çalışmaktadırlar.
Ayrıca bu politikalarında istedikleri sonuca gidebilmek için gelişmiş ülkelerdeki emekçi sınıfların desteğini almaya, onların gücünü sınıf kardeşlerinin karşısına dikerek emekçi sınıfları bölme yolunda da başarılı olmak istemektedirler. Egemen ulus görüş açısından geliştirilen ırkçılık bunun en etkili silahlarından biri olarak işletilmektedir.
Sınıf Bilincinin Sıçrama Mihengi
Avrupa emekçi sınıfları ve özellikle de işsiz kitleler arasında ekonomik kriz ve işsizliğin kaynağının göçler olduğuna inanmışlık yaygınlaşmaktadır. Emperyalist burjuvazi buradan emekçi sınıfların bilincini bulandırmakta ve yabancı düşmanlığı zemininde, kapitalist sistemin sınıflar arasındaki uçurumu derinleştiren işleyişini görme, anlama ve bilince çıkarmasını engellemeye çalışmaktadır. Emperyalist burjuvazinin elinde ırkçılık, emekçi sınıfları bölmek ve ideolojik olarak teslim almak için temel bir silah olagelmiştir. Göç olgusu, günümüzde emperyalizmin ırkçı politikalarının şekillendirildiği öncelikli malzeme konusu yapılmaktadır.
Emperyalistlerin yasaları, fiili saldırıları, zirveleri ya da ortaklaştırılmış polisiye önlemleri ne sorunu çözebilir ve ne de göçleri durdurabilir. Onların bütün önlemleri, metropollere, emperyalist merkezlere akan göçü ancak sınırlandırıp yavaşlatabilir. Proletaryanın göç etme ve istediği ülkelerde yaşama hakkını hiçbir zorbalık elinden koparıp alamayacaktır. Avrupa ya da Amerikan proletaryası, enternasyonalist görüş açısı, kardeşçe dayanışma ile göçmenleri sahiplenmek, kapıların, dünyanın bütün ülkelerinden göç eden halklara açık tutulmasını sağlamak göreviyle yüz yüzedir. Her türlü ayrımcılık politikasına tutum alma, asimilasyona dayalı ırkçılığın karşısına dikilme, göçmenlerle yerli emekçilerin aynı sosyal haklara, aynı çalışma koşulları ve eşit ücrete tabi tutulmaları için mücadele etme görevi, ilk önce emperyalist ülkelerdeki proletaryaya düşmektedir. Bu ülkelerdeki proletaryanın kendisi için sınıf olma bilincinde sıçrama, bugünkü tarihsel kavşakta göçler sorununda alınacak tutumla başarılacaktır.
Göçmenler de emperyalist burjuvazinin emekçiler arasında rekabeti körükleyen, emek gücünün ucuza satın alınması için çalışan kesimler üzerinde yedek bir baskı gücü olarak kullanılmalarına karşı mücadele etmeli, sınıf kardeşleriyle dayanışma içerisinde olmalıdırlar. Emekçilerin ortaklaşan kaderi, bütün talepleri birleştirmeyi, ortak örgütlenme ve ortak mücadeleyi de dayatmaktadır. Enternasyonal proletaryanın birlik, dayanışma ve mücadele ile içeriğini doldurduğu kurtuluş manifestosu, kardeşlik buyruğu bunu gerektirmektedir.
Emperyalist küreselleşme karşıtı eylemler, grev ve direnişler ve özellikle de Filistin direnişine destek ve Irak işgaline karşı dünyada gelişen enternasyonal eylem hattı, ırkçı politikaların geriletilmesi, kardeşçe dayanışma ve emekçi sınıfların enternasyonal birliğinin geliştirilmesinin gerçek adımı olmuştur. Bu adım, emperyalizmin bütün alanlarda “küreselleşen” politikaları karşısında proletaryanın enternasyonal politik hattını da göstermektedir.
Komünistler devletlerarasında insan geçişini engelleyen her türlü engelin kaldırılmasını genel bir savunu ötesinde güncel mücadelenin talepleri arasına almalıdır. Pasaport uygulamasına son verilmesi, sınırlardaki dikenli tellerin ve mayınların sökülmesi, insanların dünya üzerindeki seyahat hakkını kısıtlayan her türlü uygulamanın ortadan kaldırılması bu güncel talepler içinde olmalıdır. Halihazırda göçmen olanlara yönelik ırkçı uygulamalara ve yasalara mücadele, göçmen kamplarındaki insanlık dışı dayatmalara karşı mücadele yükseltilmelidir. Proletarya enternasyonal dayanışma ve örgütlülüğünü geliştirerek bunu başarabilir.