"Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçekliğin ona uydurulmakzorunda olacağı bir ülküdür. Biz bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.” (Marx-Engels)
Immanuel Wallerstein, “sistem muhalifi” olma iddiasını taşıyan bir entelektüel. Düşünsel geçmişi, ‘60’lı yıllara kadar uzanıyor; ama bu topraklar onu ‘90’larda tanıdı. 1980 öncesi dönemde Wallerstein, A. Emmanuel, A. G. Frank ve Samir Amin ile birlikte oluşturdukları ekolün azgelişmişlik teorisyenlerindendi.
Sungur Savran, soyadlarının ilk harflerinden oluşturduğu “WEFA okulu” ismiyle anıyordu bu ekolü.(1) İsimlendirme bize de uygun gözüktü. WEFA ekolünün temel tezi, Frank’ın “azgelişmişliğin gelişmesi” olarak formüle ettiği düşünceydi: Kapitalizm, esasta devletler arası hegemonya ilişkilerine ve hegemonik dizilişe dayanan bir sistemdir; bu sistemde, “merkez” devletler, “çevre” devletlerin ekonomik “artık”ına sürekli artan biçimde el koyarlar. Kapitalizm, azgelişmiş ülkelerin gelişmesini engellediği gibi, merkez ülkeler dışındaki ülkeleri mümkün olduğunca çok “azgeliştirir”. Dolayısıyla azgelişme azalmaz, artar. WEFA ekolü, merkez-metropol ülkelerde çizdikleri idealize edilmiş bir kapitalizm tablosuna karşıt olarak, çevre ülkelerdeki ekonomik yapıyı “çarpık kapitalizm” olarak nitelerler. (Ki, WEFA’nın bu çarpık teorisinden Türkiye Devrimci Hareketi hala yakasını kurtaramamıştır.) Sömürünün özünü merkez devletlerin “artık”a zorla el koymasında gören bu “neo-marksist” ekolün, azgelişmişliğe alternatif olarak önerdikleri “sosyalizm” de bir tür üçüncü dünya milliyetçiliği teorisinden ibaretti. Wallerstein, ‘70’ler- den itibaren, bir sosyalist dünya hükümetinin var olmadığı koşullarda, tüm dünyanın kapitalist sayılması gerektiğini öne sürdü: Kapitalist dünya-sistem içinde, feodalizme ne kadar yer varsa, sosyalizme de o kadar yer vardı. WEFA ekolünün diğer bileşenleri bir yana, artık dünya koşulları, Wallerstein’ın marksizme (sahte) vefa’sını gereksiz kılacak yönde ilerliyordu. 1989-90 olaylarıyla revizyonist blok yıkıldığında ise tüm sosyalist söylemini terk etti. Artık, marksizmin kavramlarını bir kenara bırakıp, kendi özgün teorik kulvarında doludizgin at koşturmasının önünde bir engel kalmamıştı. 1982’de, kapitalizmin tarihsel bakımdan feodalizmden daha geri bir sistem olduğunu ileri sürerken, henüz “günah duygusuna eşlik eden o ürpertiyi duyuyordu.(2) Sonra bu kaygılarını aştı! Artık, tüm 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerini “liberalizmin bir varyantı” olarak tanımlayacak denli cesaretlendi. Ne de olsa, artık rüzgar Wallersteinlardan yana esiyordu!
I. "Liberalizmden Sonra" Mı?
Wallerstein’ın 1989 sonrası eserlerinin incelenmesi, bu yeni durumda formüle ettiği ideolojik tezlerin odağında “liberalizmden sonra” fikrinin durduğunu gösterir. Kuşkusuz, bir tarih felsefesiyle çerçevelenen ve ütopyacı bir gelecek kurgusuna bağlanan bir fikirdir bu. Ancak, bu fikrin, aynı isimli kitaptan(3) da görülebileceği gibi,
Wallerstein’ın yeni dönem felsefesi açısından; üzerine bir dizi başka tezin formüle edildiği temel bir tez olduğu tespit edilmelidir.
Wallerstein’a göre, 1989-90 olayları, hem “komünizmler”in ve “marksizm-leninizm”in; hem de “1789’dan 1989’a kadar, kapitalist dünya ekonomisinin ideolojik harcı”(4) olan liberalizmin çöküşüdür. Zira, bu ikisi görünürde ne denli karşıt ideolojiler gibi dururlarsa dursunlar, gerçekte sosyalizm ve marksizm-leninizm, liberalizmin bir varyantı olmaktan başka birşey değildiler.
1848 devrimine kadar, zaten, liberalizmle sosyalizmin iki ayrı ideoloji oldukları pek söylenemezdi. Bu ikisi, daha ziyade, muhafazakarlara karşı “ilerleme” için mücadele eden tek bir ideolojiydiler. 1848 devrimi, ilk kez üç farklı ideolojinin ortaya çıkmasına götürdü: Liberalizm, sosyalizm ve muhafazakarlık. Liberalizm; “esasen, tedrici reformların dünya sisteminin içerdiği eşitsizlikleri ıslah edip, keskin kutuplaşmaları azaltacağını vaat ediyordu.”(5) Liberalizm, “devlet vasıtasıyla akılcı reformculuk”tu. 19. yüzyılda liberalizmin programı, “tehlikeli sınıflar”m yatıştırılması ve sisteme entegre edilmesi amacıyla şu üç reformun gerçekleştirilmesiydi: Genel oy hakkı, refah devleti ve uluslaşma. Muhafazakarlık ve sosyalizm ile liberalizm arasındaki fark, yalnızca bir derece farkıydı. Her ikisi de, liberalizmin program edindiği “ilerleme”ye karşı değillerdi. Ancak muhafazakarlar ilerlemenin daha yavaş ve kontrollü gerçekleşmesinden yanaydılar, sosyalistler ise daha radikal ve hızlı bir ilerlemeden yanaydılar. “Aslında siyasi bir program ve dolayısıyla bir ideoloji olarak sosyalizmi liberalizmden özellikle ayıran nokta, ilerlemenin gerçekleşmesinin büyük bir yardımcı ele ihtiyaç duyduğu, bu olmaksızın çok yavaş bir süreç olacağı kanaati- dir.”(6) Böylece gerçek yaşamda, muhafazakarlar ancak biraz daha tutucu liberaller; sosyalistler ise ancak biraz daha radikal liberaller oldular. Wallerstein’a göre, 19. yüzyılda sosyalizm, liberalizmin üç reform hedefinin peşine takıldı. (Genel oy hakkı, refah devleti, uluslaşma.) Oy hakkı ve devletten sosyal-ekonomik yardım koparma mücadeleleri 19. yüzyıl sosyalist hareketinin ana çerçevesini ve sınır çizgilerini oluşturdu. Sosyalistler, başlangıçta uluslaşmaya karşıt enternasyonalist bir söylem tutturdularsa da, I. Dünya Savaşı, sosyalistlerin ulusçuluğa bulandığını gösterdi.
20. yüzyılda, artık “merkez” ülkelerin “tehlikeli sınıflar”ı yatıştırılmıştı, yeni “tehlikeli sınıflar”, üçüncü dünya ülkeleri idi. 1917 dönüm noktası oldu. Hem Rus Devrimi’nin yılı olması bakımından, hem de ABD Başkanı Wilson’un Kongre’de “Wilson prensipleri”ni açıkladığı yıl olması bakımından. Wilsoncu- luk, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” öngörüyordu ve “Wilson’un ulusların kendi kaderini tayini çağrısı, genel oy hakkının dünyadaki muadiliydi (karşılığıydı, bn.)”(7) “Burjuvaziye karşı proleter bir ayaklanma teorisi” olarak ortaya çıksa da, marksizm-leninizm de, özellikle 1920 Bakü Doğu Halkları Kurultayı’ndan itibaren, “bir antiemperyalizm teorisi olarak yeni bir role” büründü. Böylece leninizm, giderek Wilson prensiplerinin biraz daha radikal bir versiyonu haline geldi: “Bir ideoloji olarak Leninizmin Wilsonculuk’un zıddı olduğu varsayılırdı. Oysa Leninizm, birçok açıdan, Wilsonculuk’un kılık değiştirmiş haliydi. Üçüncü Dünya’ya yönelik Wilson programı, Lenin tarafından marksist jargona uyarlanmış; antiemperyalizm ve sosyalizmin inşası olarak ortaya çıkmıştır.”(8) Ulusal kurtuluş mücadelesi ve antiemperyalizm, Wilson’cu UKKTH’nın, sosyalist inşa ise, ABD’ci “ekonomik kalkınma” programlarının bir türevi, özdeşiydi. Soğuk Savaş ise, bir görüntüden ibaretti. Gerçekte, “SSCB, ABD’nin bir alt emperyalist gücü olarak değerlendirilebilir.”(9) Çünkü SSCB, gerçekte, Üçüncü dünyada ve genel olarak dünyada, sisteme yönelecek hareketleri denetim altında tutuyor ve böylece ABD hegemonyasını güçlendiriyordu. Böylece Wallersteincı tarih yazımına göre; liberalizm egemen ideoloji, marksizm-leninizm ise, “tehlikeli sınıflar”ı ehlileştirmek ve kontrol altında tutmak için kullandığı bir araç olmuştur. 1989’da “komünizmlerin çöküşü”, liberalizmin egemenliğinin dayandığı bu başlıca temelin de ortadan kalkması anlamına geliyordu; bu liberalizmin de sonu demekti. Böylece, 1789’la açılan liberalizmin egemenliği dönemi, 1989’da sona eriyordu.
“1945-67/73 arasındaki dönem, liberal reformculuğun doruğuydu: Sömürgelerin tasfiyesi, ekonomik kalkınma, ve hepsinden öte, her yerde ... geleceğe dair her yeri saran bir iyimserlik”(10)
“İdeolojik açıdan marksizm-leninizmin çöküşü, devlet eliyle reformun kapitalist dünya ekonomisinin çevresel ve yan-çevresel bölgelerinde önemli ölçüde ekonomik kalkınma sağlayabileceğine ilişkin son inancı da ortadan kaldırdı. İşte bu yüzden, Komünizmler’in çöküşü denen şeyin, aslında bir ideoloji olarak liberalizmin çöküşü olduğunu ileri sürdüm.”(11)
İşte Wallerstein’ın genel hatlarıyla “1789-1989 dönemi” olarak sınıflandırdığı tarih kesitine dair kurgusu bu. Peki tarihin gerçek seyriyle Wallerstein’ın kurgusu arasındaki ilişki nedir? Bu soruyu yanıtlamak için, tarihin gerçek aktörlerini sahneye davet etmek gerekir. Çünkü Wallerstein’ın kurgusunun aksine, tarih bir ideolojiler tarihi değildir. İdeolojiler, belirli sınıfların tarihsel toplumsal çıkarlarının fikirsel ifadeleridir. 19. ve 20. yüzyıllarda sosyalizmin liberalizmin “biraz daha radikal” bir eklentisi olup olmadığını ancak bu iki ideolojinin temsil ettikleri işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki gerçek tarihsel çatışmaların analizini yaparak çözümleyebiliriz.
19. Yüzyıl: Proletarya Tarih Sahnesinde
Sosyalizmin, 19. yüzyılda liberalizmin “genel oy hakkı-refah devleti” hedeflerinin sınırları içinde kaldığı tezinin gerçek olabilmesi için; 1830 Lyon ayaklanmasını, 1848 işçi sınıfı devrimlerini, I. Enternasyonal’in kuruluşunu ve Avrupa çapında yürüttüğü anti- kapitalist sınıf mücadelelerini, 1878-1890 arasında, Almanya’da anti-sosyalist yasa koşulları altında sosyal-demokrat partinin çetin bir sınıf mücadelesiyle gelişmesini ve özellikle de 1871 Paris Komünü’yle ortaya çıkan işçi sınıfı iktidarını 19. yüzyıl tarihinden çıkartmak gerekir. Wallerstein da böyle yapıyor zaten: 1830’dan, I. Enternasyonal’den ve Paris Komünü’nden hiç bahsetmiyor, 1848’den söz ettiğinde ise gerçek tarihsel içeriğine dair hiçbir yorum yapmıyor. 19. yüzyıl, proletaryanın bağımsız bir politik kuvvet olarak tarih sahnesine çıkışına tanıklık etti. Bu, özellikle 1848 ve sonrasındaki dönemi karakterize eden temel bir olgudur. Gerçi sosyalizm, 1848’den önce de, Wallerstein’ın kurguladığı ölçüde liberalizmle uyumlu bir ideoloji olmadı. 1789 Fransız Devrimi bile, bir burjuva devrimi olmasına karşın, “baldırıçıplakların”, mülksüzlerin yığınsal sınıf savaşımlarına sahne olmuştur. Daha 1791’de aristokrasiyle uzlaşıp devrimi sönümlendirmek arzusunda olan liberal burjuvaziye rağmen, devrimin feodal kuramların tasfiyesine ve Cumhuriyet’in ilanına kadar varmasının bir nedeni, aristokrasinin uzlaşmaz tutumuysa, bir diğer temel nedeni de, halk yığınlarının ortaya koyduğu tarihsel inisiyatifti. Liberal burjuvazinin bir temsilcisi, Barnave, 15 Temmuz 1791’de Konvansiyon’da soruyordu: “Devrimi bitirmek mi istiyoruz, yoksa bir defa daha ona başlamak mı istiyoruz? ... Bir fazla adım, bize fenalık ve suç yükleyecektir. Özgürlük yolunda bir ileri adım, krallığın parçalanmasıdır, eşitlik yolunda bir ileri adım, mülkiyetin parçalanmasıdır. ”(12) Olayların gelişimi biliniyor; kral asılır, Nisan ‘92’de feodal Kıta Avrupası rejimlerine savaş açılır, Ağustos ‘92’de yığınlar ayaklanarak, siyasal yaşama katılmalarının önündeki engelleri yıkarlar, ‘pasif vatandaşlar’ yerel yönetim aygıtlarına ve ulusal muhafızlara katılırlar, Jakoben burjuvazinin yönetiminde “terör rejimi” kurulur ve şehrin küçük burjuva ve proleter öğeleri, bu devrimci demokratik diktatörlük üzerinde fiili egemenlik kurarlar; o kadar ki, gelişmeler bizzat burjuvazi üzerinde bile diktatörlük uygulanmasına varır vb. Bütün bu gelişmeler, 1791’de Barnave’nin ilk nüvelerini ifade ettiği o büyük ayrım noktasını belirginleştirir. Burjuvazinin en radikal ve devrimci olduğu bir tarihsel kesitte bile, baldırıçıplaklarla arasında derin bir ayrım oluşturan bir olgu vardı: Mülkiyet!
Ezilenlerin yığınsal eylemleri yalnızca feodal kuramların devrimci biçimde parçalanmasını talep etmiyordu; giderek, yeni bir eşitsizlik ve yoksulluk sisteminin kaynağı burjuva özel mülkiyet ilişkileri de ezilenlerin eylemli eleştirisinin konusu haline geliyordu. Bu dönem bağımsız bir güç olarak sahneye çıkan ve küçük mülk sahipleri, ustalar, kalfalar ve gündelikçi işçilerden oluşan Sankülotlar’ın (Türkçesi ‘donsuzlar’ oluyor) bile, liberallerden yalnızca “ilerlemenin hızı” konusunda ayrıldığı söylenemezdi. 2 Eylül 1793’te, San- külotlar, Konvansiyon’dan servetlere bir maksimum sınır konulmasını talep ettiler. Önerge şöyle diyordu: “Herkes ancak bir atölye, bir dükkan sahibi olabilir.” Bu önlem, “servetler arasındaki eşitsizliği yavaş yavaş kaldıracak ve mülk sahiplerinin sayısını artıracak”tı.(13) Kuşkusuz, henüz burjuva ufkunu aşmayan ama o koşullar altında önemli bir çıkıştır bu. Liberal burjuvaziyi “mülkiyet” kabusları içinde kıvrandırdığı, sanırız tahmin edilebilir. Sankülotlar içerisinde zanaat ustalarının ve küçük burjuva tabakaların belirgin bir ağırlığı vardı. Ve proletarya, bir sınıf olarak bağımsız rol oynayabilecek durumda değildi. Ancak henüz Jakoben hükümetin devrildiği ilk yılda, devrimin burjuva ufkunu zorlayan başka bir girişim geldi: Eşitler Komplosu (1795). İlk kez olarak, özel mülkiyetin adil paylaşımını değil, özel mülkiyetin kaldırılmasını talep eden bir devrimci eylem işlendi Avrupa tarihinin sayfalarına. Kurduğu dar devrimciler örgütüyle yapacağı bir komplonun rejimi değiştireceğini düşünen Babeuf için, gerçek eşitliğe ulaşmanın yolu; “ortak bir yönetim aygıtının kurulmasında; özel mülkiyetin kaldırılmasında” ve ürünlerin ortak paylaşılmasında yatıyordu.(14)
Yani kısacası, henüz burjuva çağının şafak sökümünde bile, ezilen emekçi yığınlar, burjuvazinin ve onun liberal ideologlarının çizdiği sınırları zorlayan tarihsel eylemlere girişmeye başlamışlardı. Buradan fışkıran en eski sosyalist fikirlerde dahi, liberal burjuvaziyle yolların ayrılmaya başladığı görülebilir. 1830 ve 1848 devrimlerine kadar uzanan yıllarda, “mülkiyetin kutsallığı”(15) düşüncesiyle kendisini çerçeveleyen liberalizm ile, özel mülkiyetin ve yarattığı toplumsal sonuçların eleştirisi üzerinden gelişen sosyalist akımların yakınlaşan eğilimler olmaktan ziyade, giderek uzaklaşan kutuplar olduğu söylenebilir. Kuşkusuz, Ancien Regime’in (eski rejimin) öğelerine karşı savaşım, bu iki ideolojinin yan yana gelişlerine neden oluyordu hala; tıpkı “mülkiyetin korunması” için liberalizmin muhafazakarlıkla kaynaşması gibi... Gelişmenin yönü, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci savaşımlarına karşı, burjuvazinin giderek feodal toprak sahipleriyle birleşmesi; dolayısıyla liberalizmin temsil ettiği burjuvazi ile, muhafazakarlığın temsil ettiği aristokrasi arasında, mülkiyetin korunması için bir kutsal ittifakın oluşmasıydı. 1830 Lyon Ayaklanması, işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız olarak, doğrudan kendi sınıf çıkarları için giriştiği ilk politik eylemdir. 1848 devrimi, bu ayrılığın kesin biçimde ortaya çıkışını sahneledi. “İngiltere bir yana bırakılırsa, 1848’de yalnızca Paris’te ve olsa olsa birkaç büyük sanayi merkezinde var olan bu iki büyük sınıf arasındaki savaşım, bütün Avrupa’ya yayıldı ve 1848’de henüz akıldan bile geçmeyen bir yeğinlik kazandı.”(16)
Ama proletarya henüz burjuvaziyi devirecek kuvvete ulaşamamış, kapitalizm genişleme kapasitesinin henüz sınırlarına varmamıştı. “Tarih gösterdi ki, Kıta Avrupası üzerindeki iktisadi genişleme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır.”(17) Bu nedenledir ki burjuvazi, ayaklanan proletaryanın sırtına basarak kendi iktidarını sağlamlaştırmıştır. Özel mülkiyetin reddi fikri proletarya saflarında boyverse de, proletarya burjuvazi ile bütün bağlarını koparıp atacak, burjuva cumhuriyetçilikten ötesini görecek bilince erişmemişti. Fakat, işçi sınıfının gerek toplumdaki ağırlığının arttığı, gerek siyasal bir özne olarak ortaya çıktığı bu dönemin sosyalist düşüncesinde de özel mülkiyetin reddinin giderek “burjuva iktidarının yıkılması”, “proletarya iktidarı” fikriyle birleştiği görülür. Marx ve Engels, kurucu teorik çabalarıyla sosyalizmi ütopyacılıktan, bilimsel bir sistem düzeyine yükselttiler. 19. yüzyılda sınıf çatışmasının doruğu ise tartışmasız biçimde Paris Komünü’dür. Proletaryanın bu tarihsel eylemiyle birlikte, burjuva iktidarı tarihte ilk kez devrildi. Komün, “özünde işçi sınıfının bir hükümetiydi, mülk edinen sınıfa karşı üreten sınıfın mücadelesinin bir sonucuydu, emeğin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşebileceği nihayet keşfedilmiş politik biçimiydi.”(18) Komün’ün çok önemli bir başka sonucu olmuştur. Komünist Manifesto’da, “komünistlerin önünde duran ilk amaç, ... burjuvazinin egemenliğinin yıkılması, siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi”(19) olarak belirtilmiştir. Oysa “Komün, işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini kanıtlamıştır.”(20) Demek ki Paris Komünü’yle birlikte sosyalist düşünce, burjuva mülkiyet ve onun devlet biçimleriyle arasındaki kopuşmayı çok daha ileri boyuta getirmiştir. Artık, hazır devlet mekanizmasını ele geçirmek değil, “parçalamak, paramparça etmek” (Lenin) zorunluluğu pratikte ispatlanmış ve bilince çıkarılmıştır.
19. yüzyılda proletaryanın burjuvaziye karşı büyük bedeller pahasına çetin mücadeleler verdiği biliniyor. Oy hakkı, ekonomik kazanımlar vb. için yürütülen sayısız büyük mücadele, iktidarın ele geçirilmesi eyleminde proletaryanın politik hazırlığı rolünü oynadılar. 19. yüzyıl tarihi, Wallersteincı kurgunun aksine, liberal reformcuların “akılcı reform” planlarının adım adım hayata geçmesi biçiminde düz bir seyir izlemedi; işçi sınıfı, büyük toplumsal-siyasal mücadeleler, devrimler, siyasal çalkantılar sonucunda sermayeden bir dizi ekonomik ve siyasi taviz koparttı. Proletarya, kıta çapında bir toplumsal güç olarak, burjuvaziyle dişe diş sınıf mücadeleleri yürütmüş; sendikal örgütler ve siyasi partiler kurmuş; reform mücadeleleri içinde yığınsal politik eğitimden geçmiş ve nihayet sınıf mücadelesi, 1871 Paris Komünü’nde burjuva iktidarın çerçevesini kırarak “özgül” bir proletarya diktatörlüğüne varmıştır.
20. Yüzyıl: Dünya Devrimi Girişimi
Ya 20. yüzyıl? “Liberal reformcuların”, “merkez”de iktidarı sağlama bağlayıp, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle üçüncü dünyayı ehlileştirmeye çalıştıkları, marksizm-leninizmin “Wilsonculuğun bir varyantına” dönüşüp, bu ehlileştirme çabasına dahil olduğu doğru mu? Öncelikle, Wallerstein’ın Wilsonculuk kurgusunun ABD hayranlığıyla içeriklendiğini belirtmeliyiz. Wilson ve Roosevelt’in “ilkelerinin” gerçek içeriği bir sır değil. Wallerstein’ın yöntem edindiği kuşkuculuğu, bu “ilkeler”in altını hiç kurcalamıyor. ABD, sömürgelere sahip olmayan bir emperyalist güç olarak, sömürgeci mantığın gereğini yapmıştır. Rakip emperyalist güçlerin sömürge tekelini kırmak için, bu sömürgelerdeki ulusal kurtuluş savaşımlarını kendi tekeline almaya çalışmıştır. Oysa Wallerstein açısından konunun yorumlanışı şöyledir: ABD, Wilson prensiplerini, “bir ulus olarak kendi köklerinden gelen bir vaat olan sömürgecilik karşıtlığına ilişkin tarihsel vaadini muhafaza etme ve yerine getirme politikası olarak algıladı.”(21) ABD, “Asya’nın ve Afrika’nın tedrici, nispeten kansız biçimde sömürgelikten kurtarılmasını başarmanın peşine düştü.”(22) Oysa gerçekte, ABD, Amerikan bağımsızlık savaşında (1775-1783) İngiltere’ye karşı Amerikan kolonilerini destekleyen Fransız ve İspanyol krallıklarının yaptığından farklı bir şey yapmamıştır. Yedi Yıl Savaşları’nda en önemli sömürgelerini İngiltere’ye kaptıran Fransa’nın Amerikan kolonilerine destek vermesinin “sömürgecilik karşıtlığıyla ne kadar bağlantısı varsa, Wilsonculuk da ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine o kadar değer verir. 1898’deki İspanyol-Amerikan savaşını ve Filipinler’in ABD tarafından sömürgeleştirilmesini unutmadık. Doğu Timor’un 1975-76’da ABD gözetim ve teşvikiyle Endonezya tarafından sömürgeleştirilmesini unutmadık. Vietnam’da, Küba’da, Şili’de, Salvador’da, Nikaragua’da yaşananlar da hala hafızalarımızda taze. Gözümüzün önünde cereyan eden Kürdistan ve Filistin örnekleri, Afganistan’da inşa edilen himayeci sömürge rejimi, capcanlı kanıtlar olarak duruyor. ABD’nin dolaylı veya dolaysız çıkarlarına bir tehdit yöneldiği durumda “ulus olarak kökenlerinden gelen vaadin” neye benzediğini gösteren o denli çok örnek var ki... (Bu arada, ABD’nin “ulus olarak köklerinin” Kızılderililerin ve siyah kölelerin kanlarıyla sulandığını da hatırlatmakta yarar var.)
Her durumda, emperyalist gücün, kendi hareket tarzını akılcılaştırdığı formüller üretilmiştir. Bu, tıpkı, sömürgelerin ve hammadde kaynaklarının paylaşımı için patlak veren 1914 dünya savaşında Alman emperyalizminin, “Biz Avrupa’yı Rus despotizminden kurtarmak için savaşıyoruz” savıyla yığınların desteğini kazanmaya çalışması gibi bir durumdur. Tabii, o dönemde de Alman aydınları arasından, Wallerstein gibi, emperyalistlerin bu söylemlerini “bilimsel bir ciddiyet” içinde savunanlar, “Almanya’nın özgürlük için savaştığını” söyleyenler çıkmıştır. ABD’nin “dün”üne damgasını vuran olgunun “özgürlük” olduğunu(23), “1945’ten 1990’a kadarki ABD hegemonyası döneminin”, “bir hoşgörü dönemi”(24) olduğunu söyleyen Wallerstein’ın tam bir Amerikan aydını olduğu vurgulanmalıdır. Wallerstein’ın yapıtlarında ABD’ye yönelik bir siyasal suçlama bulunmaz. ABD, yalnızca konumunun gereğini yapan bir hegemon güç olarak görülür. Wallerstein, ABD’nin kanlı geçmişiyle barışıktır.
Wallerstein’ın 20. yüzyıl kurgusuna dönersek... Bu kurguyu tarihsel bakımdan geçerli saymak için, yine bir dizi olguyu yok saymamız gerekir: Wallersteincı tarih yorumu, Komün’e nazaran epey irice bir olgu olarak Ekim Devrimi’ni tarih dışına itememiştir; ama onu bir “ulusal kurtuluş devrimi” olarak niteleyerek, ortaya çıkan yeni, sosyalist toplumsal yapıyı tarih dışına itmiştir. Ekim Devrimi, Rusya’da kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etmiştir. Daha ilk aşamada en büyük, temel üretim araçlarını kamulaştırarak, sosyalist üretim tarzını inşa edip topluma egemen kılarak, sermayenin yerine toplumsal mülkiyeti geçirmiştir. Bu temel üzerinde, toplumsal mülkiyete dayanan yeni bir toplumsal yapı oluşmuştur. Wallerstein, bu yeni toplumsal yapının somut analizine girişmeksizin, onu kapitalizm sınırlarına dahil ediyor; çünkü ona göre, kapitalist dünya sistemi tümüyle yıkılmadıkça, sosyalist bir toplumun var olması mümkün değildir. 1919 Macaristan devrimi ve Macaristan Sovyet Cumhuriyeti, 1923 Bulgaristan ayaklanması, 1921 İtalya İş Yeri Konseyleri Hareketi, 1926 İngiliz genel grevi, 1936 İspanya devrimi basitçe “unutulmuştur”. Almanya’da 1918-19 devrimi ve 1921, 1923 ayaklanmaları yorum konusu bile olmamıştır. Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua devrimleri, muğlak bir iki belirlemenin haricinde, gerçekte yorumsuz bırakılmıştır. 1968’in isyancı kabarmasını ise sosyalizm mücadelesinden kopartarak, tek yanlı bir değerlendirmeye tabi tutar: 1968, “Eski sola ve ABD’ye bir tepki”dir, hatta büyük oranda ve esas olarak, “Eski sol”a karşıt bir harekettir ve “1989, 1968’in devamı”dır.(25)
Gerçek tarihsel tablonun başka türlü olduğu açıktır. 20. yüzyıla damgasını vuran ne ABD egemenliğidir(26), ne de “liberal konsensüs”tür. 20. yüzyıl, kapitalist toplumsal sistemin bağrından, yeni bir toplumun fışkırdığı, bir dizi ülkede iktidarı devirerek egemen toplumsal yapı haline geldiği, bir dizisinde bunu başaramadığı; ama hemen tüm ülkelerde bu çatışmanın somut olarak yaşandığı bir tarihsel savaşım dönemiydi. Yeni toplumun güçleri, 20. yüzyıl boyunca (1989’a kadar olan dönemde) eski toplumun surlarını büyük bir hücumla dövmüştür. 20. yüzyılın ilk yarısı (ilk çeyreği fiilen) bir dünya devrimi girişimiydi. 20. yüzyılın ikinci yarısında, gerek devrim yaşanmış ülkelerde, gerekse halkın devrime yöneldiği ülkelerde sosyalizm; dünya devriminin üsleri olmak ya da bu üsleri yaratmak fikrinden, ulusal sınırlara doğru çekilmiştir. Ancak, her ülkede başlayıp büyüyen bu devrimler ve devrim girişimleri, birbirlerinden kopuk şekillenmiş olsalar da, nihayetinde, dünya çapında ve yüzyıl genişliğinde bir devrimci dalga olarak ortaya çıktılar. 20. yüzyıl boyunca, proletaryanın öncülük ettiği hiçbir devrimde ve devrim girişiminde, savaşımların içeriği, sömürgeciliğin tasfiyesi ve ulusal kurtuluşun gerçekleştirilmesiyle sınırlı değildi. En büyük çarpışmalar sömürgelerde değil, Wallerstein’ın iddia ettiğinin aksine, devlet bağımsızlığını kazanmış bulunan ülkelerde yaşandı. (Ne Rusya ne Almanya, ne Bulgaristan, ne Yunanistan, ne Endonezya, ne Küba, ne Şili, ne de Çin bu ülkelerde büyük devrimci çarpışmalar yaşandığında sömürge boyunduruğu altındaydı. ‘Antiemperyalizm’in somut siyasal içeriğini dolduran, ulusal kurtuluşçuluğun çok ötesinde toplumsal- sınıfsal çatışmalar vardı.)
Emperyalizmin sömürge boyunduruğu altındaki halkların ulusal kurtuluşçu mücadeleleri de bu genel dalganın yanı sıra onunla iç içe geçen bir bütünün parçası olmuştur. Ve Wallerstein’ın iddiasının aksine, hiçbiri “Wilsoncu liberalizm”in lütufuyla kazanmadı; tümü, sömürgecilerle ağır bedeller içeren savaşımların sonucunda bağımsızlığa kavuştu. Rusya, 1917’de bu dalganın başlangıcını yaptı, perde, 1979’da Nikaragua’da kapandı. Ve sonucu hepimiz biliyoruz; yeni dünyanın, özgürlük ve sosyalizmin güçleri, kapitalist dünyayı bir bütün olarak yıkamadılar, boğuldular ve yenildiler. 19. yüzyılda ancak ilk öncü çarpışmaları gerçekleşen tarihsel bir savaşım, 20. yüzyılda dünya savaş meydanında küresel çapta fiilen yaşandı.
Diğer yandan, Wallerstein’ın “(SBKP, bn.) XX. Kongre(si) sonrasında ideolojik harcın zayıflaması” olarak nitelediği olgu, bir gerçekliğe denk düşüyor ve SBKP’yle birlikte onun paralelindeki hemen tüm “resmi” komünist partilerin çürüdükleri, bunların yeni bir dünya için devrim savaşımının giderek ayak bağları haline geldikleri doğrudur. 1968’in bir yanıyla bunlara dönük bir protestoyu içerdiği de doğrudur. Ancak bu, ilhamını sosyalizmden alan bir eleştiriydi. Wallerstein’ın karartmak istediği nokta budur. 1968 hareketi, Küba’dan, Çin Devrimi’nden ve Vietnam’dan kopartılarak kavranamaz, algılanamaz. Ancak Wallerstein, 1968 devrimci kalkışmalarını bunlardan kopartıyor. İşçi sınıfı ve gençliğin, toplumsal mücadelelerin bir bileşeni olan tarihsel eylemini, 1989’un karşıdevrimci gelişmeleriyle “kaynaştırmaya” çabalıyor. Beyhude bir çabadır bu. 1968’in sembol figürlerinin Che, Castro ve Mao oluşu dahi, Avrupa ve dünya çapındaki bu hareketin esas yönünün, emperyalizmin ve revizyonizmin devrimci bir eleştirisini de içerdiğini gösterir. ABD emperyalizminin burnunun dibinde ona meydan okuyan devrimci önder Castro’yu; devrimin yalıtılmışlığına ve Sovyetler’deki bürokratizme karşı, devrimi tüm dünyaya yaymak tutkusuyla Bolivya dağlarında savaşırken katledilen Che Guavera’yı; ve Sovyet revizyonizmine devrimci bir tutum alan, içte de “kapitalist yolculara karşı mücadele şiarıyla “Proleter Kültür Devrimi”ni başlatan Mao’yu sembol olarak alan bir hareket başka nasıl tanımlanabilir? ‘68 hareketi, yeni bir dünya için mücadelenin toplumsal kuvvetlerinin hala diri olduğunu gösterdi.
Bütün bir 20. yüzyılın muazzam sınıf savaşımları tarihini, dünya proletaryasının ve ezilen emekçi yığınların tarih yapan eylemlerini “ABD-SSCB düzenlemesi”, “wilsoncu-leninist ittifak” kavramlarıyla açıklamak ise, tarihsel gerçekliğin kavranışında aşırı düz ve kaba bir idealist yöntemin ürünü olabilir ancak.
1945-75: Liberalizmin Gerileyişi
Peki, Wallerstein’ın iddia ettiği gibi, “1945-67/73” dönemi “liberalizmin doruğu” mudur?
Liberalizm, ancak, sermayenin tarihsel hareketinde çözümlenebilir. “Bırakınız yapsınlar”, sermayenin yayılma, genişleme, sürekli genişleyen ölçekte sermaye birikimi gerçekleştirme özgürlüğünün sloganıdır. Liberalizm; en fazla kârı hedefleyen burjuva iktisadi akılcılığın ideolojisidir. Liberalizm; pazarın yüceltilmesi, tüm toplumun pazarın yasalarına, kurallarına pürüzsüz uyması gerektiği düşüncesidir.
Adam Smith’in saf liberalizmiyle kıyaslandığında, kapitalizmin hiçbir dönem “tam anlamıyla” liberal bir ekonomik-politik düzen oluşturmadığı görülür. Bu ikili bir olgudur: Bir yandan, burjuva ideolojisi olarak liberalizm, sermaye birikimi için gerekli olduğu her durumda, devlet müdahalesine yandaş olmuştur. Diğer yandan ise kapitalist sistemin ezdiği, proletarya başta olmak üzere emekçi yığınların tarihsel savaşımları liberalizmi gerileten bir rol oynamıştır. Kendimizi Wallerstein’ın zaman şemasına uydurarak 1789-1989 dönemini incelediğimizde, liberal ideolojinin kurguladığı modele en uzak konumun 194575 dönemi kapitalist dünyası olduğu görülür. (Bkz. Şema)
ŞEMA |
|
Liberalizmin öngördükleri |
1945-75 dönemi kapitalizmi |
a) Devlet harcamalarının azaltılması |
a) Transfer harcamalarının ve tekelci devlet kapitalizmin yoğunlaşması |
b) Devletin ekonomiye müdahalesinin azaltılması |
b) Devletin ekonomiye giderek artan müdahalesi |
c) Ücret tespitinde bireysel pazarlık |
c) Sendikal düzenin kitlesel ve yaygın bir hal alması. Toplusözleşmenin genelleşmesi |
d) Fiyatların salt arz-talep dengesince belirlenmesi |
d) Fiyat kontrol komisyonları. Fiyat subvansiyonları |
f) Sosyal güvenliğin özel, bireysel bir sorun olması |
f) Devlet destekli genel sosyal güvenlik ağı |
g) Eğitimin bir piyasa olarak tanımlanması |
g) Parasız kitlesel devlet eğitimi |
h) Sağlık hizmetinin metalaşması |
h) Parasız devlet hastaneleri |
Sosyal devlet, parasız eğitim-sağlık, fiyat kontrolleri, tekelci devlet kapitalizminin yoğunluğu, sosyal güvenliğin kitleselleşmesi gibi olgularıyla, 1945-75 dönemi kapitalizminin “pazarın önceliği” ilkesine diğer dönemlere göre daha uzak olduğu açıktır. Bunun iki nedeninden bahsedebiliriz: Birincisi, II. Dünya Savaşı’nın kapitalist dünyada yarattığı muazzam maddi yıkım, kapitalist devletlerin ekonomiye yoğun müdahalesini koşullanmıştır. Ama bu sadece tekelci devlet kapitalizminin yoğunluğunu açıklar. “Sosyal devlet” uygulamaları olarak sınıflandırılan, doğrudan iktisadi kârlılıkla bağlantısı kurulamayacak olguları nasıl açıklayacağız? Buradan ikinci, ve bizce temel olan nedene geliriz. Ekim Devrimi, onun yarattığı sosyalist toplum, Doğu Avrupa devrimleri ve 1945 sonrası süren devrimci dalga, kapitalist sistemde bir kırılma yaratmıştır. Sosyalist devrim korkusu ve devrimci proletaryanın yürüttüğü savaşımların basıncı, kapitalizmi kapsamlı “sosyal” ödünlere zorlamıştır. Burjuvazi, Ekim Devrimi’nin kimi toplumsal kazanımlarını biçimsel olarak kapitalist sisteme şırınga etmek zorunda bırakılmıştır. Böyle bir dönemi “liberalizmin doruğu” olarak tanımlamak, bilimsel açıdan gülünçtür, iktisadi bakımdan saçmadır ve politik bakımdansa basit bir hileden ibarettir. Bu dönemin liberalizmi de kapitalist sistemin yaşadığı kırılmadan payını almış ve liberal ideolojinin dışladığı toplumsal boyut, ideolojinin bir öğesi haline gelmiştir.
“Saf” liberal ilkelerin tutarlı bir savunucusu olmuş AvusturyalI akademisyen Friedrich Von Hayek, 1947’de çeşitli ülkelerden liberal aydınları İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında bir araya getirerek 10 günlük bir konferans düzenler. Katılımcılar arasında, Milton Friedman, Micheal Polanyi, Karl Popper, Wilhelm Röpke gibi tanınmış liberal ideologlar vardır. Konferansın açılış konuşmasında Hayek şöyle diyordu:
“‘Liberal’ terimi, öz anlamını yitirecek kadar gelişigüzel kullanılan bir sözcük haline geldi; ancak paylaştığımıza inandığım ülküleri adlandırmak için daha uygun bir sıfat yok. Bu ülkülerin bir yaşama şansı olacaksa, çok geniş kapsamlı iki bilimsel göreve girişmek durumundayız: Bunlardan ilki, liberal kuramın zaman içinde kendisine rastlantısal olarak eklenmiş bazı yabancı fikirlerden ayıklanması ve çağa kavuşturulması; ikincisi ise, liberalizm durağan, kısır bir akıma dönüştükten bu yana ortaya çıkan ve basite indirgenmiş bir liberalizmin görmezlikten geldiği bazı çağdaş sorunlara bilimsel çözümler bulma zorunluluğudur.”(27) Soru; söz konusu “yabancı fikirler”in liberalizme nasıl ve hangi kuvvet tarafından sokulduğudur.
1942’de yayımladığı “Kölelik Yolu” adlı kitabında ekonomiyi her türlü devlet müdahalesine karşı çıktığı için burjuva bilim çevrelerinden dışlanmaya kadar varan bir tepki gören Von Hayek, 1970’lere geldiğinde “itibarını” yeniden kazanmaya başlar. 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’nü alır. Çünkü, bir yandan 1974/75 dünya ekonomik krizi, 1945-75 döneminin şekillenmesinin sürdürülemez hale geldiğini ortaya koymuştu; diğer yandansa, dünya proletaryasının ve halklarının devrimci savaşımları durağanlaşmış, hatta gerileme eğilimine girmişti. 1979’da İngiltere’de başbakan olan Margaret Thatcher, “Keynes reçetelerinin gününü doldurmuş olduğunu, izleyeceği ekonomi politikasmm Hayek’in görüşlerine uygun olacağını” ilan eder. Ardından Reagan da ABD’de Hayek’çi ekonomik politikayı yürürlüğe sokar. Hayek burjuva dünyanın en itibarlı ekonomisti haline gelmiştir. Mont Pelerin Konferansı’nın bir diğer bileşeni Hayek’in öğrencisi Friedman ise daha 1973’te Hayek’in görüşlerini Şili’de askeri darbenin kanlı pençelerine dayanarak yürürlüğe sokmuştur. 1989-90’da revizyonist blokun çöküşünün ardından, bu kez “yabancı fikirlerden arındırılmış” saf Hayek kudurgan liberalizmi (ya da bildiğimiz adıyla neo-liberalizm) dünyanın dört bir yanında patlama yapacaktı. Emperyalist küreselleşme saldırısının en öncelikli hedefi, 1945-75 döneminde kazanılmış hakların yeniden gaspı olacaktı.
Eğer 1789-1989 dönemlemesi içinde göreli olarak, liberal ideolojinin ilkelerine en yakın dönemi arıyorsak, bu, sanayi devriminin sonrası ve esasen de 19. yüzyılın ikinci yarısıdır. Bu dönem, kapitalizmin serbest rekabetçi temelde yaygın ve derin genişleme dönemi oldu. Lenin’in işaret ettiği gibi, 19. yüzyılın son çeyreğinde, “serbest rekabet kendiliğinden, doğruca tekele” götürdü; bu dönemi emperyalizmin doğuşu, koyulaşan politik gericilik, kızışan hammadde kavgası, emperyalist dünya savaşı ve 1917 Ekim Devrimi izledi. Neo- liberalizmin şimdiki dizginsiz saldırısı da, yarattığı yıkım ve ortaya çıkardığı korkunç toplumsal sonuçlarla, kapitalizmin çürümüşlüğünü en diplere vardırıyor, yeni toplumsal başkaldırıların koşullarını hazırlıyor.
II. Tarih Felsefesi: Bitkisel Hayattaki Tarih
"Değişim sonsuzdur. Hiçbir şey değişmez." (I. Wallerstein)
“Liberalizmden sonra” tezini analiz ederken, bu tezin ve Wallerstein düşüncesinin temellerini oluşturan tarih felsefesine dair bazı ön bulgular elde etmiştik. Wallerstein’da tarih, ideolojilerin tarihidir (liberalizm, muhafazakarlık, sosyalizm vb.); ve bu tarih, devasa toplumsal değişmeleri bile yutup, tarih dışına itebilir, yaşanmamış sayabilir (Paris Komünü, SSCB’de inşa edilen sosyalizm vb). Şimdi bu ön bulgulardan derine, tarih yöntemini ve felsefesini çözümlemeye doğru inelim.
Wallerstein’da tarih incelemesinin birimi, “tarihsel sistem”lerdir. Tarihsel sistemler ikiye ayrılır: Dünya-imparatorluğu ve dünya- ekonomisi. Köleci Roma bir dünya-imparatorluktu, köleci Mısır ayrı bir dünya-imparatorluk, dolayısıyla ayrı bir tarihsel sistemdi. Çin İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu, bunların hepsi ayrı tarihsel sistemlerdir. Kapitalizm ise o güne kadar hüküm süren dünya-imparatorluklardan farklı olarak, bir dünya-ekonomi’dir. Farkı, sistemin tek bir devlet çatısı altında birleştirilmemiş olmasıydı. 15. yüzyıla kadar dünyada hep dünya-imparatorluklar hüküm sürmüştü. Derken 15. yüzyılda, Avrupa’da uzunca bir süre dünya-imparatorluk oluşmaması ve feodalizmin de krize girmesiyle, “yüzyıllardır Avrupa’da bulunan ama feodal kuramların basıncı yüzünden egemen olamayan ‘kapitalist girişimci tabakalar’ kilise ve diğer feodal kuramların baskısından kurtuldular ve birden gelişip serpildiler. Bu, “kaçınılmaz olmak şöyle dursun, şaşırtıcı ve beklenmedik bir gelişme” idi. Ve, “kapitalizm, bir kere dizginlerinden boşaldı mı, gerçekten de çok dinamik bir sistem olduğu için, hızla yayıldı ve en sonunda bütün yeryüzünü kendi yörüngesine oturttu”. Kapitalist tarihsel sistem, 1450-1650 arasında “oturdu” ve o zamandan bu yana, dünya tarihi, bu tarihsel sistemin içinde gerçekleşmektedir.(28)
Wallerstein’cı tarih yazımının kurgusu, işte tam bu noktadan temellenir: Wallerstein’a göre, eğer 1600’lerden beri aynı tarihsel sistem içinde yaşıyorsak, hiçbir temel değişikliğin yaşanmamış olması gerekir. Wallerstein sorar: “Bir sistem içinde toplumsal değişmeden söz edebilir miyiz?” Yanıtı şudur: İki tür değişimden bahsedilebilir. Bunlar;
a) Sistemin döngüsel ritmleri (Ekonomi 50 yıl genişler-50 yıl daralır, yaklaşık her 150 yılda bir dünya-sistemin hegemonu olan devlet değişir vb.); ama “burada kaba hatları açısından esasen tekrara dayalı olan ve dolayısıyla sistemin dış hatlarını tanımlayan süreçlerle uğraşıyoruz.”
b) Sistemin göstergelerinde yaşanan nicel değişmeler (örneğin proleterleşme eğiliminin artması): “Bu tür eğilimler, ölçülebilen sabit nicelik farkları yaratırlar; ama yine de bu tür nicelik farklarının hangi noktada nitel bir değişikliğe dönüştüğü sorusunu ... sormamız gerekir. ... Sistem aynı temel kurallarla işlediği sürece, nitel bir değişiklik yoktur. Ama kuşkusuz önünde sonunda bu doğru olmaktan çıkar ve bu noktada bu tür çağcıl eğilimlerin üçüncü safhayı, yani ölüm safhasını hazırlamış olduklarını söyleyebiliriz.”(29)
Öyleyse, “dünya sistemleri analizi” bize şunu buyurmaktadır; 1600’lerden bu yana dünya tarihi hiçbir nitel değişime tanık olmamıştır, olamazdı. “Ayrıntılar evrimleşmeyi sürdürür, ama sistemi tanımlayan nitelikler aynı kalır.”(30) Ve yine öyleyse, günümüzden geriye doğru 400 ila 500 yıllık dünya tarihi, yalnızca ayrıntılardan ibarettir.
Şimdi Wallerstein’ın “liberalizmden sonra” teziyle tarih yöntemi arasındaki bağ biraz daha belirginleşti. “Bugün, ... yaygın biçimde, Fransız Devrimi’nin bir burjuva devrimi olmadığı ve Rus Devrimi’nin bir proleter devrimi olmadığı kabul edilmektedir. O halde, eğer böyle değildilerse neydiler? Ve bunlar devrimler miydi? Modern dünya sistemini oluşturan devletlerde hiçbir biçimde devrimler olmamıştır ve eğer biz devrimlerle, varsayımsal olarak, bir devrimin meydana gelmiş olduğu devletin temeldeki toplumsal yapısını ve işleyiş tarzını dönüştüren bir değişimi kastediyorsak, devrimler olamazlardı.”(31) Neden olamazdı devrimler? “Fransız ve Rus devrimleri ve tartıştığımız bütün diğerleri, kapitalist dünya-ekonominin normal, süregiden yaşamı içinde meydana gelmişlerdir. Beklenen kalıplardan göreli olarak büyük savrulmaları temsil etmelerine karşın, yine de göreli olarak küçük, orta vadeli değişimlere yol açmışlardır”(32) Öyleyse, “liberalizmden sonra” tezi ve 20. yüzyıl sosyalizm deneyimleri hakkında bütün Wallerstein analizleri, bu tarih yönteminin çerçevesi içinde yapılmış zihinsel egzersizlerden başka bir şey değiller. Çünkü Wallersteincı tarih yöntemi ve “dünya sistemleri analizi” izlenerek zaten ne 1789’a, ne 1871’e, ne de Ekim 1917’ye “devrim” demenin olanağı vardır. Karşımıza çıkan yalın gerçek şudur: Wallerstein’ın tarih yöntemi, tarihsel olguların ve gerçek tarihsel hareketin somut analizine dayanmıyor; tam tersine, tarihsel olaylar, Wallersteincı tarih kalıbının içine sıkıştırılıyor. Marksizm ve tarihsel materyalizm, maddi tarihsel gerçekliğin çözümlenmesinden yola çıkarak analize varıyor. Wallersteincı idealist yöntem ise analizden yola çıkarak analize varıyor.
Wallerstein’ın zihninde başlayıp yine orada sona eren bu “tarih incelemesi”nin gerçek tarihin gerçek aktörlerini tarih felsefesinden dıştalaması da iç tutarlılık gereğidir. Wallerstein’ın ciltler dolduran külliyatında, emekçileri, sınıf savaşımlarını, gerçek toplumsal yaşamın öznesi olan ve her günkü eylemleriyle tarihi “yapan” insan yığınlarını bulamıyoruz. Tarih, Wallerstein’da ideolojilerin ve “tarihsel sistem”lerin cansız hareketidir. Tarih, Wallerstein’da bitkisel hayattadır. Çünkü tarihin yaşayan canlı özü olan insan yığınları Wallersteincı tarihten dışlanmışlardır.
Wallerstein, tarihsel gelişmenin yasasına dair şemasını şöyle kuruyor: “Kalıbı hatırlayın. Sistemler doğarlar; belirli kurallara uygun olarak uzun süre yaşarlar; ve belirli bir anda krize girerler, çatallaşırlar ve kendilerini başka bir şeye dönüştürürler.”(33) işte Wallerstein’ın “kalıp”ı bu. Kalıp, şunu anlatıyor; tarihin hem öznesi hem de nesnesi “tarihsel sistemler”dir. Tüm Wallerstein külliyatının, insan tarihini bu kalıba uydurmak için yapılmış akıl yürütmelerden oluştuğu tespit edilebilir.
Tarihsel ilerlemenin motoru, insan yığınlarının kendi somut çıkarları için giriştikleri tarih-yapıcı eylemdir. Bu tarihsel eyleme yön veren ise insanların maddi yaşamıdır. Kuşkusuz bu çıkarlar (ilkel toplumun çözülmesinden bu yana) temelden çatışıktır ve nihayetinde tarih, bu çatışık sınıfsal çıkarların birbiriyle mücadelesinin eşlik ettiği sıçrama ve geri düşüşlerle, dinginlik ve patlama dönemleriyle ilerler. Wallerstein’daysa tarih, “tarihsel sistem”lerin iki boyutlu analitik düzlemde rastgele salındığı bir seremonidir. Wallersteincı tarih kurgusu, bir teknenin durgun bir gölde, rüzgarın estiği yöne göre hareketine benzer. Oysa gerçek tarih; ancak büyük ve gür bir nehrin akış ritmiyle kavranabilir; kimileyin hızlanan kimileyin yavaşlayan, yer yer gürültülü, yer yer sessiz akan, çağlayanlardan düşen, kıvrımlarda dolanan, mendereslerden geçen, ovalarda yayılıp, vadilerden hızlanan bir ritmdir bu. Wallerstein’da tarih, tüm tarihsel hareketlerin “dünya- sistem” bataklığı içinde boğulduğu bir hareketsizlik durumudur. Onda, tarihin içinde hareket ettiği düzlem iki boyutludur; mekan, dünya yüzeyidir, ve evet, zaman da dünya geçmişidir. Ama bu iki boyutu kavrayan ve onları kapsayan, onlara gerçek hareketlerinin zeminini sağlayan tarihsel hareket boyutu Wallerstein’cı tarihte yoktur. Tarih “ırmağının” ovaya yayıldığı bir dönemin teorisyeni olarak o, bu durumu tarihin genel yasası zannetmektedir.
Wallerstein’ın “tüm sistemlerin tarihsel olduğu”na kezlerce yaptığı vurgu, bu durumu değiştirmiyor.
Çünkü onda, tarihsel sistemlerin birbirine dönüşümü bile esas olarak niceliksel bir hareket olarak kalır. Tarihsel sistemler krize girdiklerinde ne olur? “Çatallanmaya” başlarlar, nihayetinde çatışan eğilimler sistemin sonunu hazırlar. Sistemin durağan, süre- giden yaşam süresince yapılan insan müdahaleleri sonuçsuz kalırken, çatallanma dönemlerinde küçük müdahaleler bile büyük dönüşümler yaratabilir. Ama Wallersteincı tarih, bu noktada iki çıkmaza giriyor. Birincisi, tarihsel sistemlerin sınırları dahilinde ancak ayrıntıların değişebileceğine, nitel değişimin ancak tarihsel sistemlerin birinden diğerine geçişte yaşanabileceğine dair onca lakırdıdan sonra, Wallerstein, bu kez, sistemler arası değişimlerin de az-çok kendiliğinden gerçekleştiğini vurgular. (Kapitalist dünya-sistemin şu anda içinde olduğunu öne sürdüğü “kaos” durumuna ithafen): “Kaotik gerçekliklerin kendiliklerinden yeni düzenli sistemler ürettiklerini biliyoruz.”(34) “Tarihsel kapitalizm gerici soyluluğun ilerici burjuvazi tarafından alaşağı edilmesi yoluyla ortaya çıkmıştır imgesinin yanlış olduğunu daha önce öne sürmüştük. Doğru olan temel imge bu değil, tarihsel kapitalizmi, eski sistem dağılmakta olduğundan, kendisi burjuvaziye dönüşen bir toprak sahibi soyluluğun yarattığı imgesidir”(35) Ve tabii, yukarıda aktardığımız “kalıp”taki tarih düzeneği: “Sistemler ... belirli bir anda krize girerler, çatallaşırlar ve kendilerini başka bir şeye dönüştürürler.” İkincisi, Wallerstein, tarihsel gelişmenin belirli, somut, bilinebilir yasaları olduğunu yadsıdığı için, doğal olarak, bir “tarihsel sistemin” hangi tarihsel süreçlerin ürünü olarak krize gireceğine dair de bir formül üretemiyor ya da üretmiyor. Dolayısıyla, Wallerstein, tüm tarih teorisi içinde en belirleyici noktaya oturttuğu; bir sistemin normal yaşam döneminde mi, yoksa krizde mi olduğuna dair bilimsel bir analiz yöntemi de geliştiremiyor. Bu, gülünç iç çelişkilere de yol açıyor. Örneğin 1982’de “Tarihsel kapitalizm, yapısal bunalımına 20. yüzyılın başlarında girmiştir”(36) diyen Wallerstein, 1990’larda ise; şu anda “dünya kapitalizminin ilk ve tek gerçek krizi”ni(37) yaşadığımızı ve 20. yüzyılda sistemin normal yaşam döneminde olduğunu söylüyordu. Geçerken, ‘bay bilgin’in kapitalizmin krizi konusundaki bu U dönüşüne dair özeleştiri verme gereği hissetmediğini vurgulayalım. Anlaşılan o ki, Wallerstein, birinci tespitten ikincisine herhangi bir “analiz”in ürünü olarak değil, ‘89-‘90 olaylarının estirdiği rüzgarların sonucunda geçmiştir.
III. Wallerstein Ütopyacılığı: Bir Komedi
"Bizim temel hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi temeller, dogmalar değillerdir; bunlar, onlara ilişkin soyutlamaların ancak imgelemde yapılabileceği gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireylerdir ve bu bireylerin eylemleri ve -hem hazır buldukları, hem de kendi eylemleriyle yarattıkları- maddi yaşam koşullarıdır." (Marx-Engels)
“Modern dünyadaki devrimci başkaldırıların ... dünyayı değiştirmeyi hedefleyen ezilen kitlelerin kendiliğinden isyanlarını değil; fakat daha çok, devlet düzeninin çöktüğü anlarda tikel grupların -en azından başlangıçta- fırsatları ele geçirmesini temsil ettiklerini kabul etmeye hazırım -ki, bu çöküş anlarına bu grupların kendileri, ancak zaman zaman katkıda bulunmuşlardır. Ancak bu devrimler nasıl harekete geçirilmiş olurlarsa olsunlar, uzun süre sürmüş olanlar, önemli bir popüler destek kazanmış olanlardır.” “Bu tür sonradan desteğin” ise nedeni; kitlelerin yeni durumdan dolayı umutlanmasıdır.(38)
Böylece devrimleri tarihsel-toplumsal olgular olmaktan “çıkaran” Wallerstein, onları küçük grupların “fırsatçılığı” ile açıklar. Yığınlara ise bu bahiste ancak “sonradan destek” verme rolü düşmektedir. Devrimlerle örülü son 200 yılın dünya tarihinin ne yavan ve ne basit bir açıklaması değil mi?
Diğer yandan Wallerstein’ın buradan yelken açmak istediği sular bambaşkadır. Evet, bu “tikel gruplar”ın yoğun çabaları, dünya sisteminin “olağan yaşam” döneminde çaresiz ve faydasız kalmışlardır; ama artık kapitalist dünya sisteminin kriz-kaos ve “çatallanma” dönemindeyiz ve şimdi çok daha küçük müdahaleler bile büyük bir dönüşüm sağlayabilir: “Tarihsel bir sistemin süregitmek- te olan yapısal süreçleri dahilinde ihtiyari çelişkilerin ‘hızlanma’sına pek az rol düşerken, kriz veya dönüşüm uğrağında, siyasi-ahlaki seçimin rolü, dikkate şayan ölçüde artmaktadır. Ancak bu durumlardadır ki, ‘insanın kendi tarihini yaptığı’ hakiki anlamda söylenebilir.”(39)
Gerçi, bu tez, Wallerstein’in tarihsel gelişme “kalıp”ıyla çelişkilidir. Öyle ya, madem sistemler “kendilerini başka bir şeye dönüştürürler”; o zaman bilinçli insan müdahalesine tarihte bir yer kalmaması gerekir. Ancak insan iradesine tarihte bir yer açma lütfunda bulunduğunda da, Wallerstein saf idealizmini farklı biçimde yeniden üretmekten kurtulamaz. Bu kez, insan iradesinin oynayacağı rolü tek yanlı ve suni biçimde abartan yorumlar okuruz:
“2050’nin dünyası, biz nasıl yaparsak öyle olacaktır.”(40)
“Dolayısıyla, çatallanma sonrası, mesela 2050 ya da 2075 sonrası için, birkaç şeyden emin olabiliriz. Artık bir kapitalist dünya ekonomisinde yaşıyor olmayacağız. Bunun yerine, yeni bir tarihsel sistem ya da sistemler içinde yaşıyor olacağız. Ve bu nedenle bir kez daha, barış, istikrar ve meşruiyetle tanışacağız. Fakat bu, bugüne dek bildiğimizden daha mı iyi, yoksa daha mı kötü bir barış istikrar ve meşruiyet olacak? Bunları bilmek olanaksız; ama sonuç bize bağlı.”(41)
...Ve böylece Wallerstein, “2050’nin dünyasını yapmak” üzere, sistem muhaliflerini ütopya-kuruculuğuna davet eder. “Bugün ve önümüzdeki elli yıl, işimiz ütopyalarla. İşimiz, yeni toplumsal düzeni hayal etme ve yaratmaya çalışma işidir”(42) Ütopistik, bu ütopya-kuruculuğuna Wallerstein’in verdiği isimdir. Wallerstein, gerçek tarihsel hareketin yasalarını incelemeye, açığa çıkarmaya girişmediği, dahası buna karşı olduğu için, geleceğe dair de bilimsel öngörü ve analizler geliştiremiyor.
Evet, kuşkusuz, “insanlar kendi tarihlerini yaparlar”; ama, “kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar.”(43) Wallerstein’in tarih yöntemi, tarihi yasasızlaştırdığı ve bir rastlantılar tarihine dönüştürdüğü için; Wallerstein’in gelecek kurgusu da bilinemezciliğin üzerine oturuyor. Wallerstein’ın tarihsel incelemelerinden çıkarttığı bir sonuç da; “belirsizliğin harika bir şey olduğu ve kesinliğin, gerçek olsaydı, ahlaken ölmek demek olacağıdır.”(44) Wallerstein’ın, insanlığın gelecek tasarımını bilinemezciliğin içinde boğma çabasına aşağıda yeniden döneceğiz.
Diğer yandan, kapitalizmin krizine dair Wallersteincı analiz, gerçek yaşamı açıklamaktan çok uzaktır. Ona göre bu krizin öğeleri;
a) Dünyanın kırsallıktan çıkması (deruralization); böylece ücret düzeylerini düşürme işlevi gören kırsal yedek deponun artık var olmaması
b) Çevre ve doğa kirliliğinin üst düzeye çıkması ve ekolojik maliyetlerin şirketlerce üstlenilmesinin, artık bir zorunluluk haline gelmesi.
c) “Dünyanın demokratikleşmesi” (Wallerstein bununla kitlelerin eğitim, sağlık vb. alanlardaki yaygın sosyal taleplerini kastediyor)
d) Eski Sol’un çöküşü ve liberalizmin böylece inandırıcılığını yitirmesi, kitlelerin devletlere karşı güvensizlik beslemesi.(45)
Kapitalist dünya sisteminin, emperyalist küreselleşmeyle birlikte artık çıplak gözle dahi görünür hale gelen belirgin açmazlarını ve kriz öğelerini bu sayılanlar arasında göremiyoruz. Akıl almaz boyutlara varan çürüme ve asalaklık, spekülatif sermayenin ön plana çıkışı, kronik kitlesel işsizlik, yaygın yoksulluk ve açlık, üretimin dünyasal ölçeğe varan bütünleşme ve toplumsallaşmasına rağmen mülkiyetin özel ellerde kalması, dev dünya tekellerinin ortaya çıkışı ve üretimin dünya ölçeğinde örgütlenmesiyle keskinleşen üretim anarşisi vb. vb. olgular kapitalizmin krizinin öğeleri olarak tanımlanmıyorlar. Zira Wallerstein, sermaye düzeninin kendisinin değil de, sermaye birikiminin önceliğinin krizde olduğunu düşünüyor. Kriz kurgusunu da buna göre oluşturuyor. Zaten Wallerstein için kapitalizm, sermaye düzeni değil, sermaye birikimine verilen önceliğin düzenidir: “Bu sistemi kapitalist olarak tanımlayan nedir? Differentia spesifica (ayırt edici farklılık) sermaye birikimi değil, sonsuz sermaye birikimine verilen öncelik gibi geliyor bana.”(46) Sermaye, Wallerstein’da kapitalist topluma özgü tarihsel bir kategori değil, öncesiz ve sonrasız bir olgudur. Hatırlanacaktır; feodalizmden kapitalizme geçişi açıklarken, “kapitalist girişimci tabakalar”ın yüzyıllardır var olduğunu iddia ediyordu. Dahası, Wallerstein, sermayenin bir “üretim faktörü” olduğunu söyleyerek, onu tarihin başlangıcından sonuna değin var olacak bir olgu ilan eder: Ona göre üretim faktörleri, “toprak, emek, sermaye”dir.(47) Bilindiği gibi bu, burjuva iktisadının klasik sınıflandırmasıdır ve herhangi bir “İktisada Giriş” ders kitabında bulunabilir. Oysa sermaye, kapitalist topluma özgü bir üretim ilişkisidir; maddi üretim araçları (hammaddeler ve iş aletleri) biçimine bürünen sermaye, ücretli emeği sömürerek, artı-değer elde eder. Üretim araçlarından yoksun bırakılmış mülksüz milyonların, yaşamak için satabilecekleri yegane metaları işgücüdür. İşçinin işgücünü satın alan sermaye, emeğin ürünlerine el koyar, işçiye yaşamını sürdürmesine yetecek bir ücret verir. Birikmiş emek, canlı emeği emip sömürerek büyür. Sermayenin kaynağı, işçinin ödenmemiş emeğidir. Toprak, emek, iş aletleri ve hammaddeler, üretim sürecinin tüm çağlar boyunca değişmez bileşenleridirler. Sermaye ise özgül olarak kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkan ve üretim sürecini hakimiyetine alan bir üretim ilişkisidir.
Öyleyse sermaye, bir “üretim faktörü” değil, bir üretim ilişkisidir; tarihsel ömrü ise kapitalizmin ömrüyle sınırlıdır. Wallerstein ise sermayeyi ezeli ve ebedi bir olgu, üretim sürecinin vazgeçilmez bir bileşeni olarak görüyor. Bu düşünce, “sosyalist sermaye birikimi” gibi saçma bir kavrama kadar varıyor.(48) Böylece Wallerstein’ın sosyalist toplumu, sermaye birikiminin varlığını sürdürdüğü bir toplum olarak kurguladığını anlıyoruz.
Wallerstein, Ütopistik’te, muhalifleri ütopya-kuruculuğuna çağırırken, sermaye birikimin önceliğinin son bulduğu bir toplum tasarısı üretmekten bahseder. Bu kitapta sayfalar boyunca, sermaye birikiminin varlığını koruduğu, ama önceliğin sosyal kaygılarda olduğu bir toplum tasarlamaya çalışır. Zaten Wallerstein’a göre; “bizim ütopyamız, bütün çelişkileri ortadan kaldırma peşinde koşmak değil, maddi eşitsizliğin kaba, vahşi ve gereksiz sonuçlarını söküp atmak olmalıdır.”(49) Hedef, ayrımcılığın ortadan kaldırılması değil, “ayrımcılıkların ... en alt düzeye indikleri bir toplumsal dünya”dır.(50) Wallerstein’ın perspektifi; “liberalizmin ihanet ettiği liberal ideallerin dünya ölçüsünde gerçekleştirilmesi”dir.(51) Böylece Wallerstein ütopyacılığının gerçek içeriği de belirginleşmiş oluyor. O, sistem muhaliflerini, artık sürdürülemez hale gelmiş bulunan kapitalizmi restore etmek; sermaye ye dayalı, ama çelişkileri nispeten törpülenmiş bir düzen yaratmak için proje üretmeye çağırır. Sistem muhaliflerinin tepki, öfke ve enerjilerini; daha adil bir kapitalizm yaratma ütopyasına seferber etmeye çalışır. Muhalifler, devlet iktidarını ele geçirmeye çalışmamalıdırlar. “Hükümet otoritesini ele geçirmek, yararlı olabilirse de, hemen hemen hiçbir zaman dönüştürücü değildir. Devlet iktidarının üstlenilmesi, ultra-sağ baskıcı güçleri engellemek için çok özgül durumlarda kullanılacak bir savunma taktiği olarak düşünülmelidir. Devlet iktidarı, daima mevcut dünya düzenini yeniden meşrulaştırma riski taşıyan en son çare olarak düşünülmelidir.”(52) Kuşkusuz Mandela hükümeti öncesindeki Güney Afrika gibi, iktidarın ele geçirilmesi gereken “bazı ülkeler” hala vardır. Ancak diğer yandan, “bugün nüfusun çoğunluğunun hükümetin ‘kendilerinin’ olduğuna bir anlamda inanmakta olduğu çok sayıda devlet bulunmaktadır.” (Örneğin; Hindistan, İsveç, Fransa, Almanya) Ve Wallerstein’a göre, bu ülkelerde esas mesele, “‘sivil toplum’un devlet üzerinde denetimi ele geçirme meselesi ”dir.(53) (Dünya Bankası’nın “Yönetişim” programlarının söylemini ne çok andırıyor!!) Peki, diyelim, kurguladığımız “radikal” ütopyaları hayata geçirmeye giriştik... “İktidardaki kişiler basitçe imtiyazlarını bırakıp gidecekler mi? Tabii ki değil, bunu hiçbir zaman yapmazlar. ... Bununla birlikte, bu durum, benim tezim açısından ilişkisizdir.”(54)
Böylece sisler dağılmış oluyor. Wallerstein’ın “tarih kalıbı”nda dünya-sistemleri tarihsel gelişmenin hem öznesi hem de nesnesi ilan etmesi ile; konu ütopya-kuruculuğa geldiğinde insan müdahalesine biçtiği abartılı rol arasındaki çelişki de böylece çözülmüş oluyor. Birincisi, teorisinin gerçek içeriğine uygundur; İkincisi ise esasen reel politik kaygılardan kaynaklanmaktadır. Wallerstein, sistem karşıtı hareketleri, burjuva devlet iktidarıyla barışık, kapitalizmin yarattığı sivri sonuçları törpülemeyi ve ona “sosyal” bir çehre kazandırmayı hedefleyen bir çerçeve içine sokmak istiyor. Kapitalizmi, kapitalizm karşıtlarının alternatif üretici enerjisiyle yenilemeye niyetleniyor.
Sermayesiz bir gelecek düşünemediği ve dolayısıyla, aslında sermayeyi gelecek toplumunun da temel bir yapı taşı olarak tasarladığı için Wallerstein’da gelecek kapitalizmindir. Onun gelecek kurgusu, demokratikleştirilmiş ve sosyalleştirilmiş bir kapitalizmden ibarettir.
Ezilenlerin gelecek kurgusuna attığı sis bombalarının ve yücelttiği “bilinemezcilik” felsefesinin kerameti de budur. Wallersteincı teori, ezilen yığınlar ve onların ileri, aydınlanmış kesimleri için geçmişi, bugünü ve geleceği bilinemezciliğin karanlık sularında boğarak, kaderciliği öğütlüyor. Tarihin yasalarını açığa çıkartarak, ‘insan’ın kendi tarihine hükmetmesini sağlamayı hedeflemiyor; tersine, tarihi yasasızlaştırarak, ‘insan’ı “dünya-sistem” denilen tılsımlı yapıların hükümranlığı altına sokuyor.
Bir üretim ilişkisi olarak sermayenin hakim olduğu bir toplumda, sermaye birikiminin öncelikli olması kaçınılmazdır. Çünkü sermaye, odağında “kâr”ın durduğu bir toplum yaratır ve odağında insanın durduğu bir toplumun yaratılması için sermayenin kaldırılması, toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi önkoşuldur. Sermaye; “kâr için kâr”, “birikim için birikim” demektir. Sosyalist devrimlerin ve sınıf mücadelesinin ürünü olarak kimi durumlarda sosyal tavizler vermek zorunda kalsa da, (örneğin 1945-75 dönemi) bu durum geçicidir. Sermayedar sınıfın iktidar aygıtları, aynı zamanda sermayenin topluma hakimiyetinin araçlarıdır. Burjuva devlet (somutta da ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, idari bürokrasi), sermaye birikiminin toplumsal koşullarını örgütler. Toplumu, sermayenin ihtiyaçlarına göre dönüştürür. Emeğin, ürettiği tüm ürünleri yutan ve kendisine yalnızca zorunlu geçim araçlarını bırakan bu canavara karşı her hücumu, karşısında burjuva iktidar aygıtlarını bulur. Bu durum, Wallerstein’ın tezi açısından “ilişkisizdir”, çünkü o, sermayenin kaldırılmasını değil, sosyal ve ekolojik aşılarla tedavi edilmesini öngörmektedir. Ekonomik ve mali krizlerde, milyarların açlık ve sefaletinde, emperyalistlerin hammadde savaşında, kitlesel işsizlikte, borsada yığılan milyarlarca dolarda açık biçimde görülebileceği gibi, toplumsal yaşam, sermayenin varlığıyla bağdaşmaz hale gelmiştir. Üstelik bu yeni bir durum da değildir. Tarihsel gelişme, ezilen insanlığı, tüm acılarının toplumsal kaynağı olan sermayeye egemenliğine hücum etmeye doğru itmektedir. Üstelik bu durum sermaye egemenliğinin tarihi kadar eskidir. Ancak sermayeyi kaldırmak için önce saraylarını yıkmak, bekçilerini tepelemek -özcesi, burjuva iktidar aygıtlarını havaya uçurmak gerekir.
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: tarihsel bütün büyük olaylar ve kişiler, sanki iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde tragedya olarak, ikincisinde komedi olarak.”(55) Ütopyacılık, Marx-öncesi sosyalizmi karakterize eden bir olguydu. O zaman bu bir tragedya idi: Özel mülkiyete ve sermayeye karşı “mülksüz”lerin isyanı, henüz maddi bir temelden yoksundu. Proletarya, geleceği kuracak sınıf olarak kendisini tarih sahnesinde göstermemişti veya daha yeni yeni gösteriyordu. 1800’lerin başından 1871 Paris Komünü’ne kadar -giderek gerileyen bir durum olarak- bu ideolojik bulanıklık durumu varlığını korudu. En bilinenleri Saint-Simon, Fourier, Owen olan bu dönemin ütopyacıları, kavga adamlarıydı. Teorik çalışmalarının amacı, kapitalizme karşı mücadelenin düşünsel kaldıraçlarını yaratmaktı. Teorilerinin ütopyacılıkla sınırlı kalmış olmasının, niyetlerini aşan, gerçek tarihsel nedenleri vardı. 1989-90’da revizyonist blokun yıkılması ve estirilen anti-komünist rüzgarla birlikte, yine bir ideolojik bulanıklık dönemine girdiğimiz söylenebilir. Bilimsel sosyalizmin işçi hareketi ve toplumsal muhalefet üzerindeki nüfuzu gerilemiş durumda. Bu dönemin de kendine has ütopyacıları var. Kimisi, spekülatif sermaye hareketlerine vergi koyarak kapitalizmin yarattığı sosyal yıkımı tedavi etmeyi tasarlıyor, kimisi “Üçüncü dünya ülkelerinin” borçlarının silinmesiyle, bu ülkelerde yoksulluğun son bulacağını zannediyor vb. Bu kez, ütopyacılık, sosyalizmi oluşmuş bilimsel temellerinden geriye doğru götürme yönelimiyle ortaya çıkıyor. Bu yüzden, bu kez karşımızda bir komedi var. Wallerstein da bu ütopyacılardan birisi. Wallerstein ütopyacılığının da bir komedi olduğunu belirtebiliriz: Üstelik de yavan ve bayağı bir komedi. Wallerstein ütopyacılığı, 1989-90 olaylarının ürünüdür. Kuşkusuz, 1989’dan önce de o, bir akademisyen olarak vardı. Ama 1989, onu “aşka getirdi”. Teorisinde duruma uygun değişiklikleri yaparak bu gericilik döneminin rüzgarlarını arkasına aldı. ‘89-‘90 olaylarının estirdiği karşıdevrimci rüzgar, ona, nüfuz edebileceği bir ideolojik bulanıklık zemini yarattı. O da tersinden, bu bulanıklığı işledi ve yeniden üretti. Wallerstein, sosyalizmin bilimsel temellerine saldırıyor, onu bir ütopyanın sınırlarına doğru geri itmeye çalışıyor. Üstelik bu ütopyacılığın içeriğini de kapitalizm tamirciliğiyle doldurmaya çalışıyor. Yalnızca ... Üniversitesi’nden aldığı 175.000 dolar yıllık maaşıyla değil, teorisinin tüm gözenekleriyle de o, bu sistemin teorisyenidir. Dünün ütopyacılığı tarihsel ve politik bakımdan ilericiydi, Wallerstein ütopyacılığı ise gerici bir felsefedir. Ancak, bir ölçüde “kaderlerinin ortak” olacağı söylenebilir. 19. yüzyıl ütopyacılığı, Paris Komünü’nün ardından işçi hareketi içinde egemenliği bilimsel sosyalizme devretti; 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başını mesken tutan gericilik dalgasının ürünü burjuva/küçük burjuva ütopyacılığı da uluslararası komünist hareketin ve proleter sınıf kavgasının yükselişiyle aşılacaktır.