BEKSAV Kuram Atölyesi’nin 2003 yılı açılış toplantısına hoşgeldiniz. BEKSAV çatısı altında düzenlenen seminerler çerçevesinde alternatif eğitim ve bilim perspektifiyle bir deney örgütlüyoruz. Şimdi üçüncü yılındayız bu deneyin. BEKSAV yönetimi, seminerleri verenler ve bunları izleyenler bu deneyi birlikte gerçekleştiriyor, geliştirmeye, olgunlaştırmaya, kurumsallaştırmaya çalışıyoruz.
Bu açılış konuşmasında, alternatif eğitim ve bilim konusundaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak ve böylece de Kuram Atölyesi’nde yapmak istediklerimize ilişkin bir analitik çerçeve oluşturmak istiyorum. Yalnız hemen şunu da belirteyim ki, bizim çalışmalarımızda, söyleyeceklerimin işaret ettiği ideolojiye, yani Marksist sosyalizme bağlılık gibi bir önkoşul "öğretici"lerimizden de, "öğrenci"lerimizden de beklenmez. Ayrıca, biz BEKSAV, "hocalar" ve "öğrenciler" üçlüsü olarak aşağıda anlatacağım şeyleri bütünüyle gerçekleştirdiğimizi iddia etmiyoruz. Bir başlangıç yaratmaya çabalıyoruz ve sizlere devletten ve sermayeden bağımsız bir özgürlük alanı sunmaya çalışıyoruz, bir deney birikimine katkıda bulunmak istiyoruz.
Önce neyin "alternatifi olduğumuzu, olmaya çalıştığımızı belirterek, onu kabaca tanımlayarak kendimizi sizlere anlatmaya gayret edeceğim. Karşımızdaki klasik eğitim kurumsallaşması, evrensel bir model olarak, profesyonel eğitimciler tarafından yönetilen ve yürütülen, merkezi, bürokratik, "milli" bir mekanizmaya, modele dayanıyor. Bunlar, birer standartlaştırılmış bilgi depolama ve diploma dağıtma merkezleri olarak, fabrikasyon üretime benzer biçimde "eğitilmiş, biçimlendirilmiş insanlar" oluşturuyor ve kapitalist pazara sürüyorlar.
Bu klasik eğitime ilişkin olarak çok şey söylenebilir; ama bizim emekçilere ilişkin olarak onun asıl özü olarak belirlememiz gereken yanı, kapitalizme, sermayeye, patronlara, çeşitli kademelerde ve becerilerde, işgücü sağlama işlevleridir. Patronlar, en başta, okuma- yazma bilen, basit aritmetik işlemleri yapabilen bir işçi kitlesine ihtiyaç duyarlar elbette. Bu özgür yurttaş üreticiler topluluğu kapitalist pazarda emeklerini satacak ve fabrikalarda çalışacaklardır. Tabii bazıları da, çalışanları ve ücretlerini baskı altında tutmak için "rezerv işgücü ordusu"nun sıra neferleri olarak bir kenarda bekletileceklerdir. İşletmeler elbette daha vasıflı elemanlara da ihtiyaç duyarlar ve eğitim sistemi işte bu gereksinimlere göre çeşitli düzey ve alanlarda gerekli becerilerle donatılmış emekçileri pazar için yetiştirirler. Yani, kısaca ve kabaca diyebiliriz ki, klasik merkezi eğitim kuramları, kapitalist pazar için, sermayenin, patronların gereksinimleri için insan yetiştirirler. Elbette, bu eğitim süreci içinde, oranları çok düşük olmakla birlikte işçi ve emekçi ailelerin çocuklarına, sınıf atlamak, en azından, kol emekçisinden kafa emekçisi olmaya geçiş imkanları da yaratılır. Orta eğitimden yüksek eğitime geçişle birlikte bunlar için avukat, doktor, mühendis ve giderek müteahhit, avukatlık bürosu sahibi, olmak gibi olanaklar da açılır. Ama büyük çoğunluk için öngörülen ve gerçekleşen, kapitalist pazarda emeğini pazarlayan, karşılığında yaşamını sürdürebilmek için ücrete mahkum kılınan ve emeğinin, alın terinin bir kısmıyla da patrona artık değer, yani kar sağlayan işçiler, emekçiler olmaktır.
Onlar, esas olarak, bunun için eğitilirler, yetiştirilirler.
Bu, klasik merkezi ve "milli" eğitimin işlevsel amaç ve sonuçlarının özünü oluşturur...
Bu tür eğitimin ayrıca bir de "ideolojik" amaç ve sonuçları vardır. Bu merkezlerde, profesyonel eğitimciler şahsında otoriteye boyun eğme, öğretilenleri sorgusuz kabullenme, başarının temel koşulu olarak bunları, örneğin periyodik sınavlarda, istenen biçimlerde tekrarlama, aynı yazgıyı paylaştıklarıyla rekabet etme vs. öğretilir, içselleştirilir. Yasakçı, otoriter, rekabetçi ortamda, belirli bir tarih, belirli değerler, inançlar beyinlere akıtılır. Bu değerler, aslında, emekçilerin değil, egemen sınıfların, sermayedarların, patronların çıkar ve ihtiyaçlarıyla dünya görüşleri doğrultusunda oluşturulmuşlardır; ama bu kurumlarda "milli" nitelik kazandırılarak "ortak" değerlere dönüştürülürler ve benimsetilirler. Böylece de, öğrenciler, düzenin, ücretli kölelerinin aynı köleliğe mahkum olma yolunda tezgahtan geçirilip yetiştirilmiş çocukları olarak, patron için ölesiye çalışmak, onun düzenini ölesiye savunmak, sınıf kardeşlerinden bir adım öne geçmek, hatta onları sömürme olanaklarına sahip olmak için öldüresiye çabalamak ve burjuva devlet için gerekirse kahramanca ölmek için "kıvama getirilmiş," yani eğitilmiş olurlar. Bu arada, uzun eğitim süreci sırasında da, sokaklarda aylak aylak dolaşıp tehlikeli fikirler edinme ya da düzeni bozma gibi kötü alışkanlıklardan, eğilimlerden de uzak tutulmuş olurlar.
Merkezi eğitimin ideolojik yöneliminin en temelinde de, kapitalizmin yapısal eşitsizliğini meşrulaştırması, insanın insanı, sermayedarın işçiyi sömürmesi gerçeğinin de gizlenmesi yatar.
Sonuçta da, merkezi klasik eğitim, özünde, işlevsel ve ideolojik boyutlarıyla, sınıf tahakkümünün en etkili aygıtlarından bir olarak ortaya çıkar.
Bu "sınıf tahakkümü "nü gerçekleştirme, ülkelere göre değişir kuşkusuz. Örneğin bizim ülkemizde, yoksulların çocuklarının çok büyük bir bölümü, hiç olmazsa görece "rahat" çalışma imkanları elde etmek için gerekli eğitimi görme fırsatından dahi yoksundurlar. Buna karşılık, yükseköğrenim aşamasına ulaşmış olanlar bile, merkezi otorite YÖK’ün sultası altında biçimlendirilen klasik üniversitelerde ancak ve sadece Türkiye kapitalizminin ve holdinglerin "ayak işleri"ni yapabilecek düzeyde "eğitilir"ler. Bu arada, resmi ideoloji de beyinlere akıtılmaya devam edilir. Daha üst görevler için paralı özel üniversiteler vardır. Egemenlerce özel olarak seçilenler de yurt dışına gönderilirler. Burjuvazinin çocukları ise ya çalışma ihtiyacı duymadıklarından İsviçre’de lüks yaşamın adabına ilişkin öğrenim görürler ya da işi devralacak olanlar, ABD’nin, Avrupa’nın pahalı üniversitelerine gönderilirler. Onların ayrıca özel olarak resmi- ideolojik bir eğitime ihtiyaçları yoktur; çünkü o "değerler" zaten onların öz değerleridir, yaşamdaki konumlanışlarının doğal sonuçlarıdır. Resmi eğitimin ideolojik işlevleri, "yabancılar"a, öteki sınıflara dair bir meseledir...
İtiraz etmeye cüret edenlere, özgür kişiliklerini, insanlıklarını korumaya kararlı olanlara, daha farklı bir yaşam projesinin mümkün olduğunu düşünenlere, içinden geldiği emekçi sınıflara ve yoksul çoğunluğa ihanet etmeyi değil, ona hizmet etmeyi amaç belleyenlere, baskı ve sömürüyü yaşamdan silmek gibi bir kaygusu olanlara ise, hukuktan kaba kuvvete, başta eğitim kurumunun kendi içinde olmak üzere, düzenin bütün zor aygıtlarının olanca hışmı hazır ve nazırdır.
Karl Marx, sermayeyi anlatarak, işçi sınıfını ve emekçileri de anlatmış oldu. Kapitalizmin yasalarını keşfederek, işçi ve emekçilere sosyalizm alternatifinin götürdü. Bu benzetmeden hareket ederek diyebiliriz ki, klasik eğitimi tanımlama yolundan giderek alternatif eğitimin de özünü belirlemek mümkündür. Neyin alternatifi olmaya çalıştığımız, kabaca da olsa, ne yapmak istediğimizi de ortaya koyuyor. Ne var ki, alternatif eğitimle ifade ettiğimiz yöntem ve amaçlarımızı daha somut belirtmeye geçmeden önce, "alternatif bilim" kavramını da açıklığa kavuşturmak gerekmektedir.
Öyle ya, toplumdaki çeşitli sınıfların eğitim modelleri, yöntemleri, amaçları olabilir ve buradan alternatif eğitim projeleri türetilebilir; ama bilim herkes için aynı değil midir, bilim bütün insanlığı kapsamaz mı, onun sınıflandırılması, sınıfsal aidiyetle rabıtalandırılması, farklı seçeneklerle ifade edilmesi mümkün olabilir mi?
Sınıfların ve bilimlerin gelişim tarihine baktığımızda bütün bunların mümkün olduğunu görebiliyoruz. Doğa bilimlerini ele alalım. Kapitalizmin hakim sosyal formasyon ve dolayısıyla da burjuvazinin hakim sınıf olarak ortaya çıkışı ve serpilip gelişmesiyle doğa bilimlerinin gelişmesi arasında organik bağlar vardır. Meta üretimi, manifaktür, makinanın ve fabrikanın ortaya çıkmasıyla, tekniğin ilerlemesi, bilim ve teknolojinin üretime uygulanması, üretici güçlerin gelişimi aynı sürecin boyutlarını ifade eden organik bir bütünlük oluşturmaktadırlar. Daha sonraları da, iletişim, ulaşım ve silah teknolojilerindeki gelişmelerle, ki bunlar elbette esas olarak doğa bilimlerindeki keşif ve atılımların sonuçlarıydılar, burjuvazinin yeni kaynak ve pazarlara ulaşması, dünyayı sömürgeleştirmesi mümkün olabilmiştir.
Doğa bilimlerindeki gelişmelerdir burjuvaziyi, onun düzeni kapitalizmi doğuran ve burjuvazinin dünya çapında serpilmesini, palazlanmasını sağlayan, giderek de, hakimiyetini sağlamlaştıran. İşte bu nedenle, doğa bilimleri, burjuvazinin hizmetinde olagelmiş, esas olarak ona hizmet etmiş, onun güçlenmesini, hakimiyetini kurmasını mümkün kılmıştır diyoruz. Kapitalizmin ve burjuvazinin özellikle bilim ve teknolojiyi geliştirmekteki kararlı yönelişi de bundandır zaten. Kapitalist pazarın dayattığı rekabet, onun temel yasası olan kar maksimizasyonu ve maliyetleri düşürme zorunluluğu, yeni pazarlar, kaynaklar bulma ihtiyacı, başka formasyonları kendine tabi tutma dinamiği, hep birlikte, hem bu geliştirmeyi zorunlu kılmakta hem de meyvelerinin burjuvazi tarafından gaspını getirmektedir. O gelişen makinalar, aygıtlar, teknikler, bantlar, robotlar ise işçiyi öğüttü, hayata küstürdü, o geliştirilen tüfekler, mitralyözler, roketler, tanklar, o bombalar, o silahlar da yüz milyonlarca yoksulu kırdı geçirdi...
Elbette bu söylediklerimden, bir "makina kırıcı" bakış çıkmaz. Elbette bizler doğa bilimlerinin, teknolojinin, üretici güçlerin gelişiminin karşısında değiliz. Bunların sınıfsal sonuçlarını, hangi sınıfa hizmet için kullanıldıklarını, bunun sonuçlarını irdeliyoruz sadece. Bilim dalının sınıfsal aidiyetini belirleyen ölçütlerdir bunlar bize göre. Üstelik kapitalizm, doğa bilimlerindeki gelişmeleri bir yandan kendi hizmetine koşarken, dünya nimetlerini burjuvazinin tekelinde israf ederken, eşitsizliği derinleştirirken, bir yandan da üretim araçlarını özel mülkiyet çerçevesi içinde tutarak, daha da gelişmesini, bütün insanlığın hizmetinde kullanılmasını, yeryüzünden herkes için açlığın, evsizliğin, hastalığın, işsizliğin, yoksulluğun silinmesini, eşitliği, özgürlüğü, bolluğu da engelliyor.
Doğa bilimlerinin burjuvazi tarafından böyle sahiplenmesi karşısında, durum sosyal bilimler alanında değişmektedir. Toplumbilimin alanı insanoğlunun toplu yaşamıdır; birlikte yaşama gerçekliği ve hayatı sürdürebilmek için üretmek zorunluluğudur konularının kaynakları. Bu zorunluluk ve gerçekliğin koşullarının, içinde yaşanılan düzen ve çevrenin sistemik/yapısal özelliklerinin, işleyişinin, gelişiminin ve yasalarının gözlemlenmesini, analizini, sistematik tanımlanmasını, insani sonuçlarının saptanmasını, irdelenmesini içerir genel olarak. Tabii bulguların ifadesi ve yayılması da bilimsel uğraşın ayrılmaz bir diğer boyutunu oluşturur.
Toplumbilim bu özelliğiyle bir sorunsal üretmektedir. Bu, toplumsal gerçeklerin gizli kalmasında kendileri açısından yarar umanların bilimsel uğraş ile nesnel bir karşıtlık içinde olmalarından kaynaklanmaktadır.
Toplumbilim, ele aldığı konuların özü itibariyle; egemen kurumlar, ayrıcalıklar ve ideolojiler açısından da, verili durumun devamından çıkarı bulunanlarca da ve bunların korunmasından yükümlü olanlar bakımından da denetim altında tutulması gereken bir alan olarak görülegelmiştir. Toplu yaşamın ve içinde yer aldığı Düzen’in sahipleri tarafından gözden kaçırılmak istenen "tatsız" gerçeklerinin ve özelliklerinin, çelişki ve çatışmalarının, kimileri için haksızlık ve eşitsizliklerinin, yanlışlık ve kötülüklerinin, eksiklik ve çarpıklıklarının analizinin, sistematik biçimde saptanmasının ve en önemlisi de bunun topluma yayılmasının egemenlerce istenmesi beklenemez. Aslında bilimsel uğraş ile sınıfsal ayrıcalıkların örtüşmesi ya da çelişmesinin öyküsü çok eskilere uzanır ve doğa bilimlerini de kapsar. Örneğin, dönemin egemen ve yönetici sınıflarının çıkarlarına aykırı görüldüğü için, "dünyanın kendi etrafında döndüğü gerçeği" bile’, ölüm cezasını gerektiren bir bilimsel uğraş alanı ve tezi kabul edilebilmiştir. İşte bunun gibi, toplumbilim de, üstelik çok daha "hassas ve tehlikeli" alanları kapsadığından egemen burjuvazi tarafından çok da bir özgürlük alanı olarak görülmek istenmemiştir.
Marks, "görüntüler yetseydi bilime gerek kalmazdı" der. Ne var ki, kapitalizm gibi sömürüye dayanan bir sınıflı toplumda, düzenin ve egemeni burjuvazinin sömürüyü gizlemek ya da meşrulaştırmak için oluşturduğu görüntünün ardındaki öz’ün, yani sömürünün ortaya çıkarılmasını, hele bunun bir de sömürülenlere öğretilmesini beklemek iyimserlik olur.
Görüntünün ardındaki özün oluşturduğu toplumsal gerçekliğin ortaya çıkarılmasının, kurulu toplumsal ilişki ve yapılardan yana olanlarca tehdit unsuru sayılması kaçınılmazdır. Böyle bir durumda, bilimsel özgürlük, egemen ve yönetici konumda olanlarca sınırlanmak, bununla uğraşanlar da baskı altında tutulmak istenir. Sözünü ettiğimiz karşıtlık ile uygulanan sınırlılıklar ve kısıtlamalarla buna ilişkin sorunların çözümleri toplumsal formasyonlara ve rejimlere göre çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. Mutlak ya da sınırsız bir özgürlük çağımızda görülmemekle birlikte, bu konudaki durum görece geniş özgürlüklere, demokratik haklara ve temel insan haklarına saygıya dayanan yapılardan totaliter ve monolitik baskıcı rejimlere kadar uzanan bir çeşitlilik göstermektedir. Geniş yığınların mücadelelerine, bilinç ve örgütlülük düzeylerine, tarihsel ve maddi birikime göre bu tür farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Kullanılan sınırlama/kısıtlama araçları ise, hukuktan eğitime, kaba kuvvetten ideolojik aygıtlara uzanan bir dizi kurum ve süreci kapsamaktadır.
Burjuvazi de, kendinden önceki sömürücü sınıflar gibi, kapitalist sömürüde somutlaşan sınıf tahakkümünü, dayanaklarını, sonuçlarını, mekanizmalarını gizlemek, meşrulaştırmak, toplumsal denetim ve sorgulamadan kaçırmak, giderek de, yıkılmasını önlemek için toplumbilimleri ve bilimcileri denetimi altında tutmaya yarayacak kuramlarını, yöntemlerini, ideolojik hegemonyasını oluşturmaya girişti. Yani, toplumbilime doğa bilimlerine yaklaştığı gibi yaklaşmadı.
İşte bu toplumbilimleri özünden saptırarak esas olarak işçileri ve emekçileri, yani sömürülenleri karanlıkta tutsak tutma çabaları sonunda da, burjuva toplumbilimleri, giderek, özü gizleyen görüntü yumakları oluşturmaya indirgendi. Burjuva sosyal bilimciler de, kapitalizmin kafa emekçileri olarak onun ideologlarına, teorisyenlerine dönüştüler. Böylece, resmi ya da özel, yükseköğrenim kurumlan da merkezi "milli eğitim"in işlevleriyle donatılıp yükümlendirildiler...
Ne var ki, burjuvazinin egemenliği altında bu gelişmeler yaşanırken, iktisadıyla, ekonomi politiğiyle, tarih disipliniyle, diyalektiğiyle, felsefesiyle Marksist Toplumbilim tarih sahnesine çıktı. Marksizm, bir ideoloji, bilimsel bir dünya görüşü, politik hareket ve bir tarih ve toplum bilimi olarak, doğrudan, işçi sınıfının, emeğin, onun dolayımıyla da, büyük insanlığın iktidarını, kurtuluşunu, kısaca, insanın tam anlamıyla insanlaşmasını, öz praksisi, bilinçli eylemliliği ve hedefi olarak önüne koydu.
Marks, Işci Sınıfı’nın, işçiler büyük çoğunlukla ayırdında olmasalar ve hatta ona karşı pratiklere katılsalar bile, özel mülkiyet uygarlığını sona erdirmede tarihsel bir zorunlulukla yükümlendiğini göstermiştir. Bu, İşçi Sınıfı’nın "teorik bilinci"dir. Marks’ın gösterdiği gibi, İşçi Sınıfı, "insanlığın tümden yitişi"dir; "O, özel mülkiyetten doğmuştur ve toplumun en insanlık dışı halinin toplamıdır ve fakat özel mülkiyetin de tam karşıtıdır, antitezidir"; "O, özel bir haksızlığa değil, haksızlığın ta kendisine uğradığı için özel hak gözetmez ve yalnız insani bir haklılık gözetir"
Bu nedenlerle de, "insanın topyekûn kazanılışı"nı da, "kendisini ve kendisini yaratan özel mülkiyeti ortadan kaldırarak toplumun bütün kesimlerini özgürleştirme"yi de gerçekleştirecek devrimci bir sınıftır proletarya.
İşte alternatif eğitime özünü kazandıran alternatif bilim, yani işçi sınıfının, emeğin bilimi budur.
Buradan alternatif eğitimin özellikleri de ortaya çıkarılabilir artık. Alternatif eğitim, elbette, doğası gereği, otoriter, rekabetçi, dogmatik, statükocu değil, tam aksine, araştırmacı, dönüştürücü, paylaşımcı ve dayanışmacıdır. Kafa ve kol emeğini, üretim ile bilimi, bilginin bütünlüğünü, bağımsız, özgür, bilinçli kişiliğin tüm boyutlarıyla geliştirilmesini gözetir.
Bizim "Okul"umuzda, diploma yoktur, mezuniyet ve sonrasında da terfi imkanı, daha çok maaş alma fırsatı yoktur. Bunlar bizim ve buraya eğitim almaya gelenlerin amaçları arasında zaten bulunmamaktadır. Aslında, hedef, alternatif bir hayat projesinin değerlerini içselleştirmek ve onu yaşama sanatının sezgileriyle donatmaktır.
Bütün bunların ötesinde ve üzerindeyse, alternatif eğitim, toplumun lanetlilerini, işçi ve emekçileri, ezilenleri, yoksulları, kapitalizme hizmet etmenin becerilerini elde etmeleri için değil, onun boyunduruğundan kurtulup kendi yazgılarına egemen olmaları için gerekli bilgi ve becerilerle donatmayı öngörür. Alternatif eğitimin hedefi, emeğin yönetilen değil, yönetici olmasının koşullarını, iradesini ve bilgi- sel/bilimsel donanımını kazandırmaktır işçilere, emekçilere ve dostlarına.
İşçi Sınıfı’nın "teorik bilinci"ni açığa çıkarmaya, pratiğe dönüştürmeye yönelir alternatif eğitim. O’nu devrimci görevlerine ve yönetici sınıf olmaya hazırlamayı ilke edinir.. .Nazım’ın deyişiyle, alternatif eğitim, başkalarına ait "şarkı dinlemeyi değil", emeğe özgü "şarkı söylemek" isteyenlerin etkinliğidir.
Bütün bu söylediklerim boş iddialar ve hayaller midir? Hayır. İşçilerin ve emekçilerin gerçekten yönetici oldukları dünyalar yaratılmıştır, bizzat emekçiler tarafından. Bunlarım sonu gelmemiştir; çünkü karşı taraf hâlâ çok güçlüdür; eğitim, örgütlülük, şiddet araçları ve onları kullanmadaki beceri ve acımasızlık, para, deneyim, kör inançlar ve benzeri araçlar onların ellerindedir.
Ne var ki, "yenile yenile yenmeyi öğreneceğim" diyen Rus Çarı gibi, işçi ve emekçiler de "yönetemeye yönete- meye bir gün yönetmeyi" mutlaka öğreneceklerdir. 70 günlük Paris Komünü’nden bozula bozula da olsa 70 yıl süren Sovyet deneyimine, yönetim deneyimi tarihsel dayanaklarını yaratmıştır.
Bakın Bolşevik Devrimi’nden hemen sonra Çarlık Rusyası’nın bir generali neler söylemişti:
"Kim inanırdı ki, mahkeme binasının kapıcısı ya da bekçisi bir anda istinaf mahkemesi başkanı olacak? Ya da hastane hademesi hastanenin yöneticisi; berber büyük bir memur; dünkü asteğmen başkomutan; dünkü ufak ya da sıradan emekçi belediye başkanı; dünkü tren yağcısı bölüm başkanı ya da istasyon şefi; dünkü çilingir fabrika yöneticisi olacak?"
Alternatif bilim, emeğin bilimi Marksizm bunların olabileceğini söylüyor; hayat gerçekleştiğini gösteriyor ve alternatif eğitim de gereklerini yerine getirmeyi amaçlıyor. "Ayakların baş olması" ve baş olmayı becerebilmeleri için var alternatif eğitim.
Ama en başta başka bir bilinç gerekli: Marks’ın dediği gibi, sonuçta, "işçiler kendi nihai zaferlerine en büyük katkıyı kendileri yapmak zorundadırlar." Tabii bunun için de kendi örgütlülüklerini yaratmak durumundadırlar.
***
Alternatif eğitim konusunu yönteme ilişkin bir temel noktayı atlayarak kapatmak yanlış olur. Alternatif eğitimde "öğreten" ile "öğrenen" arasındaki ilişki farklıdır, farklı olmak zorundadır. Burada, öğrencinin yaşam tecrübesinden, kendi yaşamından ve içinde bulunduğu koşullardan oluşan bütün birikimi üzerinden hareketle bir öğretim ve eğitim süreci planlanmalıdır. "Hoca" önce "öğrenci" sinden onun deneyimlerini ve bilgilerini istemek durumundadır. Yani ilişki hocanın öğrencisine elini uzatmasıyla başlar. Öğrenci ise bu eli tutmak, kendi yaşam birikimini aktarma gayreti içinde olmalıdır. İkinci aşamada, hoca, öğrenciden aldığı bilgi ve deney birikimi üzerine koyarak, aktarmak istediklerini o temelin üzerinde inşa ederek öğrenciye sunmalıdır. Bu kez veren hoca, alacak olan öğrencidir. Ve bu süreç böyle devam ederek gelişmelidir. Karşılıklı bir etkileşim, birbirinden sürekli öğrenmek ve öğrenilenler üzerine yeni bilgileri koyma sürecidir alternatif eğitim. Son aşamada ise ortak pratiği içermelidir bir biçimde. Yaşamını işçilerin eğitimine adamış bir Amerikalı marksistin, Leo Huberman’ın 1967 yılında Monthly Review Dergisi’ndeki bir yazısında verdiği öğretme tekniğine ilişkin bir örneği kabaca özetlemek istiyorum. Böylece ne dediğim daha iyi anlaşılacak.
Burada söz konusu olan bilgi düzeyi çok altlarda olan işçilere kapitalizmi, kendi yaşam deneyimlerinden çıkararak en özlü ve gerçekçi, yani onların hayatıyla bağ kurarak anlatmaktır.
Hoca, bir soruyla başlar: Nerede çalışıyorsunuz?
Buna yanıtlar gelir, işçiler çalıştıkları yeri söylerler.
Soru: Peki neden çalışıyorsunuz?
Yanıtlar...
Soru: Fabrikasında çalıştığınız kişi de sizlerle birlikte çalışıyor mu?
Yanıt.
Soru: Şirketin hisselerine sahip olanlardan fabrikada çalışanını hiç gördünüz mü?
Yanıt.
Soru: Ama nasıl olabilir, hepiniz yaşamak için çalışmak zorunda olduğunuzu söylemiştiniz; ama şimdi bana çalışmayan insanlar da olduğunu söylüyorsunuz. Nasıl oluyor bu?
Yanıtlar.
Soru: Demek ki, toplumda iki gurup insan var: Çalışanlar (verilen yanıtlara göre), karınlarını doyurmak, kirayı ödemek, ailesine bakmak için çalışanlar. Bir de çalışmaya ihtiyaç duymadan yaşayabilenler. Siz ücretlerinizle geçiniyorsunuz, ya ötekiler?
Yanıtlar.
Ve hoca tahtaya yazar: Çalışarak yaşayanlar-Sahip olarak yaşayanlar. İşçiler çalışarak, patronlar sahip olarak yaşıyorlar.
Soru: Peki her zaman iş bulabiliyor musunuz?
Yanıt: Bir işçi çalıştığı fabrikanın kapandığını söyler.
Soru: Nerede çalışıyordun?
Yanıt: Bir tekstil fabrikasında.
Soru: Peki neden kapandı fabrika, insanların sizin orada artık gömleğe ihtiyaçları yok mu? Harry’nin de çalıştığı buzdolabı fabrikası kapanmış, insanlar buzdolaplarına da mı artık ihtiyaç duymuyorlar?
Yanıtlar.
Soru: Yani şunu mu söylemek istiyorsunuz: Aslında gömleğe ve buzdolabına ihtiyaç tabii ki var; ama patron yeterince kar edemeyince, para kazanamayınca ya da üretilen malları alacak kadar insan gerekli parayı kazanamıyorsa kapatıyor iş yerini?
Yanıtlar.
Hoca özetliyor: O halde bu düzende çalışarak yaşayabilenler var ve bir de insanlar için gerekli malları üretebilen makinalara, fabrikalara, madenlere vb. üretim araçlarına sahip oldukları için çalışma mecburiyeti duymadan yaşayanlar var. Bu üretim sistemine (Hoca tahtaya yazar) KAPİTALİZM diyoruz. İşverenlere ayrıca kapitalist de deniyor. Ve bu işverenler, yani üretim araçlarına sahip olanlar, toplumun ihtiyaç duyduğu şeyleri değil, kar getiren metaları üretiyorlar.
Elbette kapitalizm başka pek çok biçimde anlatılabilir; ama bu yöntemde doğrudan işçilerle diyalog içinde ve onların hayatlarından, birikimlerinden kalkarak tanımlanıyor sistem.
Kuşkusuz, aynı biçimde, toplumdaki güç ilişkileri ("kim daha güçlü sizler mi yoksa patronlar mı?"), devlet ve hükümetin karakteri (kimin devlet katında sözü daha çok geçiyor, hükümet kimlerden, kimlerin yandaş ve sözcülerinden oluşuyor?"), işten çıkarma ve düşük ücret sorunları ("düşük ücrete razı olmazsam işsiz bir başkası gelir benim istemediğim ücrete çalışır"), sendikal mücadele ve toplusözleşme konuları ("Hepiniz sendikada örgütlenir ve önerilen düşük ücreti kabullenmeyi reddederseniz, patron yeni bir anlaşma yapmaya mecbur olmaz mı? Fabrikayı, patron, işçiler olmadan işletebilir mi?”) ve benzeri pek çok konu birlikte tartışılabilir ve öğrencilerin doğrudan katkılarıyla açıklığa kavuşturulabilir, bir başka ifadeyle, öğretilebilir.
Elbette, bilgi birikimleri daha geri, yaşam deneyimleri daha çeşitli ve zengin öğrencilerle daha karmaşık sorunlar da işlenebilir. Önemli olan karşılıklı öğrenme, etkileşim ve paylaşmayla derslerin yürütülebilmesi.
İşte alternatif eğitim çabalarımızla benim bu akşam size söylemek istediklerim. Tekrar hoşgeldiniz. Aramızda bulunan hocalarımıza, öğrencilere, BEKSAV yönetimine ve misafirlerimize teşekkür ediyorum.