Materyalist açıdan bir parti çözümlemesinin yanıt arayacağı temel soru, hangi sınıfın partisi olduğudur? Soru özsel bakımdan yalın olmakla beraber, yanıtın, en geniş içeriğiyle karmaşık bir tarihsel toplumsal ilişkiler bütünlüğü içinden çıkarılması gerekmektedir.
Genel olarak partiler sınıflı toplum düzeninin belirli bir aşamasında tarihsel olarak ortaya çıkmış siyasal araçlardır. Toplumsal yapıyla devletsel yapı arasında somut ve özel bir role sahiptirler. Bundan dolayı, yanıtın içeriğinde -nesnel olarak yer tuttuğu oranda- tarihsel gelişimin o kesitinde etkin olan bütün temel sınıfsal dinamikler yer almalıdır. Marksist diyalektik, bu somut durumda, hem merkezde duran soruyla bağıntıları içinde ve hem de birbirleriyle olan karşılıklı etkileşimi içinde dönüşen ve gelişen bu sınıfsal dinamiklerin çelişkili iç bütünlüğünü açığa çıkarma işidir.
Sorumuzun öznesi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) olduğuna göre, çözümlememizin güncel boyutu bağlamında hareket noktası olması gereken en temel unsur kriz zeminidir. Gerek resmi parti kuruluşu gerekse de seçim sonuçları sonrasında açığa çıkan tek partili hükümet kurma gücü açısından, yani cisimleşmiş bir somutluk olarak AKP, en dolaysız biçimde mevcut kriz koşullarının ürünüdür. Ancak Türk kapitalizminin ve egemen sınıf iktidarının ekonomik ve ™ politik krizinin üst üste bindiği boğucu konjonktür atmosferinde AKP’yi öne çıkaran çelişkili zorunluluklar, bizzat krizin güncel ötesi derinliklerinden beslenmektedir. Bu derinlik, 3 Kasım seçimlerinde on milyon oy tarafından doldurularak cisimleşmiş bulunmaktadır. Sonuca, nicelik “basitliği”yle yaklaşılamayacağı gibi, eğer doğru ölçülürse bu dolgunun, üç ayak üzerine oturan “ciddi” bir ideolojik nitelik karşılığının olduğu görülecektir.
Birincisi, rejimin ideolojik çözülüşünden kaynaklanan; ikincisi, AKP’nin içinden doğduğu İslamcı siyaset ideolojisinin iç evrimi sürecinden beslenen; ve üçüncüsü, ezilen ve sömürülen kitlelerin ‘ideolojisizlik’ olarak görünüm kazanan pratik-pragmatik geleneksel eğilimlerinden gelen dinamikler biçiminde kategorilendirebileceğimiz bu üç faktöre, özellikle de ikincisine daha yakından bakalım. Çünkü bu ikinci dinamiğin yapısında AKP’nin sınıfsal kimliğinin şekillenmesinde ve pratikleşmesinde daha doğrudan rol oynayan özgün tarihsel içerik vardır. Çözümlememizin zeminini olgunlaştırması açısından diğer iki faktörle ilgili olarak bazı temel sonuçlara dikkat çekmek yeterli olacaktır.
“Biz İslamcı bir parti değiliz; biz merkezde yer alan muhafazakar demokrat bir partiyiz...” Başta T. Erdoğan olmak üzere, AKP’nin en üst düzey bir dizi yöneticisi tarafından dikkat çekici sıklıkla yinelenen bu kimlik beyanı ‘gerçek’ mi? İşin bizi ilgilendiren esasları bakımından bu pek önemli değil; ama burjuva siyaset arenasında yürütülen hegemonya savaşlarında AKP için sorulan bu sorunun, burjuvalar arası ‘iç’ ideolojik mücadelede gerçek bir önemi var. Refah Partisi’nin de tepesine binen 28 Şubat’tan bu yana, ‘takiyye’ ve siyasal İslam beraber anılır hale getirildi. Generallerin 28 Şubat’la birlikte İslamcı siyasal ideoloji için çerçeveledikleri yeni konseptin sınırlarının dışına taşan her girişim, tekelci medya aracılığıyla ve burjuva siyaset mühendisleri tarafından anında takiyye eleştirisiyle bombardımana tutuluyor. Türban gibi güncel bir argüman, yıpratma savaşının bu irade kırıcı saldırı mızrağı, AKP için de sürekli bir ideolojik tehdit unsuru olarak devreye giriyor.
Uluslararası ilişkiler bağlamında, İslamcı partilerin geleneksel ideolojik eğilimlerine göre davranma tercihine karşı da aynı mekanizma devreye sokuluyor. 28 Şubat’ın deneyimlerinden çıkardığı derslerin ışığında kendine sıkı bir ideolojik otosansür uygulayan AKP’nin belirlenen konsepte kendini uydurmada hayli yol aldığı görünüyor. Türban, AKP’nin ve hükümetin gündelik dilinde en alt düzeyde yer tutuyor ve ‘demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi’ genel lakırdısının içinde soğutulmaya alınıyor. Uluslararası ilişkiler ve bağlantılar noktasında IMF, DB, NATO, AB, ABD’ye Başbakan A. Gül ve T. Erdoğan tarafından bizzat verilen teminatlar ise konseptin icaplarına uyumda daha stratejik yaklaşımlara işaret ediyor.
AKP’nin, bir yandan rejimin yönetici egemen sınıflarıyla arasında var olan büyük politik kuvvet eşitsizliğinden doğrudan doğan açık baskılar nedeniyle zorunlu olarak, diğer yandan da geliştirdiği pragmatist stratejiye bağlı uyguladığı taktikler aracılığıyla da bilinçli olarak 28 Şubat sonrası konsepte uyum sağlamış olması, sorunu ortadan kaldırmış oluyor mu?
Dar anlamda, evet; AKP, İslamcı ideolojinin politik bir kliği gibi davranma darlığından uzaklaşıyor ve burjuvazinin genel çıkarlarını savunabilecek bir sınıf bilinci geliştiriyor. Hükümet programı ve uygulamalarının ruhuna sinmiş olduğu açıkça görülen bu ‘sınıf bilinci’ karşısında sermaye oligarşisinin belli başlı kodamanlarının alkış tutması boşuna değil. İslamcı ideoloji örtüsü altına palazlanan sermaye güçlerinin bugün AKP’de doruğuna çıkan ‘burjuva bilinçlenme’ serüvenlerinin mazisi hiç te yeni değil aslında. Osmanlı’nın dağılış dönemlerine kadar uzanan geleneksel bağlarını bir yana koyar, cumhuriyetin kuruluşundan 1940-50’lere kadar yaşadıkları geri çekilme ve pasifize olma zorunluluklarını da hesaba katarsak, İslamcı siyasal hareketin esasen Demokrat Parti iktidarı dönemiyle birlikte palazlanmaya başladığını görürüz. Hareketin daha sonra partileşmesiyle birlikte, artık Türk burjuva siyasal tarihinde bağımsız bir ideolojik gelenek olarak rol oynamaya başlayan politik İslam, önce Milli Nizam Partisi (1969-71) deneyiminden geçmiş, Milli Selamet Partisi’nin kurulmasıyla (1973) da yerleşik bir kurumlaşma kazanmıştır. Bu hareketin toplumsal ideolojik gücü MSP’nin katıldığı ilk seçimlerde (1973) 11.8 oranında oy almasıyla kendini o zamanda göstermişti.
Analizimiz bakımından önemli olan noktalardan biri, kendini ‘Milli Görüş Hareketi’ olarak tarif eden bu İslamcı geleneğin, kapitalizmin Anadolu’da hızla geliştiği dönem içinde serpilip saçılmasıdır. İkincisi de Milli Görüş ve partilerinin (MSP-RP, Fazilet) İslamcı politik ideolojisinin yelpazesi içinde bulunan değişik eğilimlerin ağırlıklı bölümünün toplaştığı merkezi bir kuvvet odağı olmasıdır. Sadece siyasal koşulların yarattığı olanaklardan yararlanmak açısından değil, bizzat kapitalizmin sömürücü sınıfsal yapılanmasına dayanarak ve yerleşerek kendini örgütleyen İslamcı partilerin, bu nedenle ve esas olarak kapitalizmle bir alıp veremediği hiçbir zaman olmadı. Ama bu dinsel ideolojinin politik taşıyıcısı olarak siyasal İslamcı partiler toplumsal taban olarak esasen Anadolu’nun orta sınıf tabakalarına sırtlarını dayadıkları için, sınıfsal olarak egemenleşmeleri tarihsel olarak olanaksızdı. Tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin sınıf çıkarlarını doğrudan temsil eden geleneksel burjuva partiler zaten vardı ve egemen sınıflar, iktidarlarını bu partilerin kurduğu hükümetler aracılığıyla tahkim ediyorlardı.
Sorun yalnızca böyle bir denklemle izah edilebilir mi?
Cumhuriyet sonrası Türk devleti ve İslam arasındaki ilişki; Türk devletinin Kürtler’i yok sayma ve kırımdan geçirme politikasına karşı Kürtler’in bir bölümünün ulusal kimliklerini İslamcı örtü altında koruma çabaları;
Türk köylü kitlelerinin büyük sermaye ve devletle çelişkilerini İslamcı partilere sığınarak ifade etmeleri; emperyalistlerin SSCB’yi “yeşil kuşak” la kuşatma stratejisi ve nihayet bütün bunlarla birlikte egemen sınıf partilerinin kitle tabanını büyütmek ve ezilen kitlelere “din afyonu”nu daha çok yutturmak için İslamcı eğilimleri güçlendirmeye hizmet eden politikaları; ve tersinden ezilen yığınların düzene ve rejime yönelen tepkilerinin devrimci muhalefetin ezildiği dönemlerde İslamcı örgütlenmelere akarak dile getirmeleri İslamcı partilerin gelişiminin ve tarihçesinin bütünlüklü olarak algılanmasında dikkate alınması gereken olgulardır.
Orta burjuvazinin bir bölüğünün siyasal sözcüsü olarak ortaya çıkan İslamcı partilerin egemen sınıflar tarafından kullanabilecekleri birinci tercih haline gelememesinde bu partilerin dayandıkları sınıf temeli kadar egemen Türk burjuvazisinin cumhuriyet sonrası doğuş ve gelişme koşulları ve Türk devlet yapısı ile de doğrudan bağı vardır. Türk genelkurmayının İslamcı parti ve örgütleri “önemli bir tehlike” olarak göstermesi, geçici, konjonktürel bir durum değildir. Türk devleti tek din, tek ırk üzerinde şekillenmiştir. Burada tek din meselesi onun dine dayalı bir devlet olduğunu göstermez. Tam aksine dini devlet tekeline alarak onun kontrolsüz gelişimini ve siyasal bir akım olarak örgütlenmesini engellemek amaçlıdır. İslam etkili bir siyasal akım haline geldiğinde de onun devlet yönetiminden uzak tutulması devlet stratejisinin temel öğelerinden biri olagelmiştir.
12 Eylül öncesinde MSP deneyiminde de yaşandığı gibi, siyasal İslam ancak parlamentoya girebildiği ve hükümet koalisyonlarında yer kapabildiği oranda devlet yönetimine katılabiliyordu. Bu katılım da zaten o zamandan beri ordu ve sermaye oligarşisinin vesayeti ve denetimi altında bir faaliyetti. Temsil ettiği burjuva sınıf katmanlarının doğrudan ekonomik çıkarlarını ve bununla birleşen tarihsel olarak oluşmuş muhafazakar ideolojik eğilimlerini temsil edebildiği, koruyabildiği oranda büyüyen İslamcı siyasal partiler için 1980 sonrası dönem, başlı başına özgünlükler yarattı.
12 Eylül askeri faşist darbesinin yasaklı dönemi boyunca adeta nadasa yatırılmış toprak gibi verimliliği artan siyasal İslam, uluslararası ve iç gelişmelerce kendiliğinden beslenmiş oldu. Bunlardan ilki tabii ki İran devriminin başta tüm Ortadoğu’da ve dünyanın diğer Müslüman halkları arasında estirdiği İslamcı ideolojik güçlü rüzgardır. Bu etki Türkiye’de de radikal İslamcı damarların canlanmasını ve gelişmesini kamçıladıysa da esasen Milli Görüşçü geleneğe taze kan taşımaya yaradı. ‘Batılı’ değerlere karşı “muhaliflik” görevini yerine getirme üzerinden ideolojik ve siyasal prim yapma fırsatını kaçırmayan Milli görüşçüler bu rüzgardan beslenebilecekleri kadar beslendiler.
Aslında bir paradoks oluşturan iç durum ise 12 Eylülcü generallerin Türk-İslam sentezi olarak formüle ettikleri resmi ideolojiyi devreye sokmalarıydı. Konya mitingindeki şeriatçı gösteriyi darbenin resmi gerekçelerinden biri olarak gösteren generaller, darbe sonrası yıllarda resmi ideolojiyi pekiştirmek için Kenan Evren aracılığıyla her yerde Kuran ayetli mitingler düzenliyordu. Ne yaptıklarını biliyorlardı kuşkusuz; f j; din propagandası sermayenin ezilen kitlelere ideolojik saldırısının en etkin aracı olmuştur her zaman. Ama yine de bu yönetici egemen sınıflar için siyasal İslam lehine bir paradoks yaratmayı engelleyememiştir. Burjuvazinin genel çıkarları uğruna, siyasal İslam’ı besleyen toplumsal yapı değişik biçimlerle de (imam hatiplerin yaygınlaştırılması vb.) güçlendirilmiştir.
Özallı dönemler ise ANAP içinde kadrolaşan siyasi İslam’ın “modernleşme” stajı yaptığı yıllar olarak yaşanmıştır. Bu dönem aynı zamanda kırdan kente göç dalgasının kabararak sürdüğü, kırdaki kapitalist çözülmenin sarstığı kitlelerin arayış içine girdiği, fakat aynı zamanda Anadolu burjuvazisinin ‘iş bitirici’ girişimcilerinin önünün açıldığı bir kapitalist canlanma yıllarıydı. Siyasal İslam bu dönemde her iki bakımdan da güç topladı. Geleneksel değerlerin ağır baskısı altında kırsal nüfus kentlere akarken oralara geleneklerini, beklentilerini ve yanılsamalarını da taşıdı. Siyasal İslam geleneksel olarak zayıf olduğu kentlerde de toplumsal tabanını yayma fırsatı buldu. Bugün de sürmekte olan güçlü belediyecilik mevzilerinin gerisinde bu süreç yatmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın parlayan yıldızının onu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na kadar taşıması bu koşullarla doğrudan bağlantılıdır.
Anadolu burjuvazisi ise Özal döneminin “iş bitirici”, “girişimci” kapitalizminden “allah ne verdiyse” cebine doldurdu. Eskiden daha çok imanları vardı; ama artık daha çok paraları da olmaya başlayınca, gözlerini yükseklere dikmeye başladılar. Aralarında tekelleşme mertebesine kadar yükselenleri de oldu; ama toplam olarak bakıldığında orta ve küçük burjuva sınıf tabakaları arasında yoğun bir yerleşim alanı yaratmış oldular.
Uluslararası finans güçleriyle (daha çok pet- rol-dolar sermayesi olarak da bilinen Arap kökenli kapitalistlerle) yoğunlaşan ilişkilerinin de teşvikiyle “piyasaya açılan” İslamcı damgalı kapitalist “girişimcilik”, “modern dünyanın” icaplarıyla geleneksel yaklaşımlarının argümanları ve dili arasında giderek derinleşen bir çelişkiyi de yaşamak zorunda kaldı. Kitlelere dönük geleneksel argümanlarını (‘batı’ karşıtlığı, adil düzencilik, anti-laik söylem, panislamizm vurgusu vs.) değiştirmediği, ama piyasanın modern kurallarına giderek daha çok kendini uydurduğu durumda, çelişki, bir yandan kitleleri yedekleme gücünü zayıflatan handikaplara, diğer yandan da, egemen yönetici sınıflarla, özellikle de generallerle zaten hassas dengeler üzerine kurulu gergin ilişkilerinin ‘sinir katsayısını’ artırıyordu. Nitekim, siyasal İslam’ın Refah Partisi aracılığıyla devlet nezdinde ulaştığı en üst düzey temsil meşruiyeti, bu çelişkilerin gazabına uğramaktan kurtulamadı ve 28 Şubat’la birlikte Rafah-Yol hükümeti alaşağı edilerek, çelişkilerinin kaynağını teşkil eden ekonomik ve ideolojik bedelini siyasal bakımdan ödemekle yüz yüze bırakıldı.
İslamcı siyasi güçler bakımından ona kendi gerçekliğini kavratma saldırısı da denebilecek 28 Şubat süreci, bu anlamda rolünü oynamıştır. Müdahalenin ‘Milli görüşçü’ İslamcı politik ideolojide tetiklediği “iç kriz” in evriminden AKP’nin çıkması bunu kanıtlamaktadır. Artık karşımızda, “Milli görüş” geleneğine parti olarak resmi aidiyet beyanında bulunmayan, “muhafazakar demokrat” bir parti var! Dahası, “İslam kültürüyle demokrasi”nin bütünleştirilebileceğini göstermek, yani başta ABD olmak üzere emperyalist Batı’nın küresel stratejilerinde kendine doğrudan ve açık rol talep eden arsız bir parti var. Arsızlıkları uzunca bir dönemdir burjuvazinin değişik kesimleriyle dolaysız çıkar ilişkisine dayalı, doğrudan ve organik ilişkiler kurmanın getirmiş olduğu “burjuvalaşma” düzeyindeki yükselişten kaynaklanıyor. AKP’de somutlaşan ideolojik dönüşüm sürecinin, kapitalizm dünyasında aldıkları bu maddi yolun ayak izlerini birebir takip etmesi ‘eşyanın tabiatına’ tamamen uygun. Emperyalizmin küresel dünyasında İslamın “modernleşmesi” böyle tamamlanmış oluyor; ‘öteki’ dünyadan daha uzak, yeryüzünün nimetlerine daha yakın! AKP’nin 28 Şubat’ın deneyiminden çıkardığı dersin en özlü ifadesi, iktidardan faydalanmak için başka bir yol izlemek gerektiği biçiminde formüle edilebilirse, 3 Kasım, onun bu yolu bulduğunu gösteriyor.
Bu aşamadan sonra hem bizzat parti olarak “merkeze yerleşme” misyonuna soyunduklarını ilan etmeleri nedeniyle, hem de daha önceleri bu rolü oynayan mevcut statüko partilerinin tasfiye edilmiş olmasının doğurduğu ihtiyaçtan dolayı, AKP, büyük burjuvazinin çıkarlarını doğrudan gözeten bir parti olmaya doğru yol alacağı, buna doğru zorlanacağı aşikardır. AKP’nin bu yönlü dönüştürülmesi bakımından sermaye oligarşisinin (özellikle de İstanbul sermayesi olarak adlandırılan etkili kesimleri tarafından yürütülen) bir ön stratejiye sahip olduğunun ipuçları seçimler öncesinde zaten belirmişti. Seçim sonuçları sonrasında bu planın karşılıklı ve daha cesur adımlarla ilerlemeye başladığını ortaya koyan hızlı gelişmeler oluyor. Nedeni ise son derece açık: AKP, gerek sermaye oligarşisi dışında kalmış tekelci büyük burjuvazinin gerekse de çıkarları tekellerle giderek örtüşen orta burjuvazinin üst katmanlarının toplaştığı bir parti olarak, böyle bir entegrasyon planına çoktan hazırdır. AKP’ci sermayenin işbirlikçi tekelci sermaye oligarşisine hızla entegrasyon isteği, onların aynı zamanda ve bu sayede emperyalist tekellerle birleşme isteğinin de bir göstergesidir. Nitekim AKP, siyasal İslamcı geleneğin antitekelci ve antiemperyalist söylemine teğet bile geçmemeye özen göstermesiyle bu isteğinin gücünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Ancak bununla yetinmemekte, birleşmeyi hızlandıracak somut adımları kararlıca atmaktadır da; hükümet programında belirlenen hedefler ilan edilen politikalar, sermaye oligarşisinin ve emperyalist tekellerin temel talepleriyle birebir örtüşmektedir. Esası böyle olsa da, AKP’nin sisteme yapısal uyumunun tamamlanması yine de bir süreç sorunudur ve tabii ki, büyük burjuvazinin değişik güçleri arasında AKP üzerinde yürütülecek bir “sınıf mücadelesine” dayanacaktır. Fakat özü itibarı ile bu süreç, geçeceği aşamalardan ve bu mücadelenin alacağı biçimlerden ayrı olarak ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeyde kapitalist yaşamın İslamı yaşamla tam uyumlaştırma işlevini yerine getirecektir. Siyasal bir parti olarak AKP’nin tarihsel misyonu, İslam “modernleşmesi”nin, kapitalizmle tamamen barışmış İslam olarak tamamlanmasının ideolojik mühendisliğini yapmaktadır. Gerek ABD emperyalizminin İslam’ın dünyadaki konumunun değiştirilmesi, yeniden yapılandırılması stratejisinde Türkiye modeli üzerinden yaptığı planlar itibariyle, gerekse de işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin siyasal İslam’ı sistem ve rejim bakımından bir kriz dinamiği olmaktan çıkarma amacı açısından AKP, konjonktüre çok uygun bir potansiyel yapı taşı özelliği taşımaktadır.
Şu sıralar AKP rüştünü ispatlama bakımından en riskli döneminden geçmektedir. Nedenlerden birincisi; başta vurguladığımız burjuvazinin “gerçek mi?” sorusunun derinliklerinde saklı sınıfsal kaygıların, kriz ortamının belirsizliği için de giderilmekten henüz uzak oluşudur. İkincisi ise yine başta tespit ettiğimiz gibi krizden doğan AKP’nin krizin içine doğmuş olmasıdır. AKP, egemen yönetici güçlerin statükocu çekirdeği ile değişimci çekirdeği arasında süre duran yönete- meme krizinin “iç” sınıfsal çelişkisinin esasını oluşturan sorunu yumuşatacak mı, derinleştirecek mi? Bu da krizin genel boyutunca belirlenen belirsizliğin damgasını taşıyor.
Ne var ki AKP açısından iş bununla da bitmiyor. Üçüncü ve aslında burjuvazinin AKP için yaptığı hesabı-kitabı ve planları ciddi biçimde riske eden esas faktör, kitlelerin hareket tarzıdır.
AKP’nin “krize doğmanın” bedelini ödemekle yüz yüze kalma riski taşıyan asıl tehlike budur. AKP hükümetinin devreye soktuğu programın ezilen kitlelerin yaşamına adım adım yansıması kaçınılmaz olan yıkıcı ve acı sonuçlarının biriktirdiği/biriktireceği hayal kırıklığı, öfke ve tepkiye karşı devletin ve sermayenin şimdiden önlem almaya başladığına kuşku yok ve bu açıktan izlenebilecek durumdadır.
O halde diyebiliriz ki, bizim AKP için teori/politik bir analiz kapsamında yanıtladığımız ‘hangi sınıfın partisi olduğu’ gerçeği kitleler nezdinde pratik-eylemsel karşılığını krizin kitle dinamiğindeki radikal bir değişim süreci açığa çıkaracaktır. Bu değişiklik kitlelerin devrimci eyleme çekilmesinden başka bir şey olamaz. İşçi sınıfı ve diğer emekçi halk kitleleri, doğrudan kendi sınıf çıkarlarının pratik bilinci doğrultusunda eyleme geçemedikleri, yani gerçekte “ideolojisizlik” ideolojinin pragmatizmiyle hareket ettikleri sürece AKP hakkındaki sınıfsal yanılsamaları, boş hayalleri ve kör umutları bir şekilde devam edecektir.
Seçimlerde ezilenlerin AKP’ye akan oylarının görünümünde değil, nesnel içeriğinde saklı verili durumda bulunan rejim karşıtı emekçi dinamiği dikkatinin merkezine doğru yaklaştıran her devrimci öncü perspektif, bu dinamiği devrimci eyleme doğru çekme konusunda üzerine düşen görevi yerine getirmekle yükümlüdür.