Sömürgecilik bir ya da birden çok devletin bir başka devleti ya da bölgeyi siyasi ve ekonomik olarak ilhak etmesi anlamına gelir. Kapitalizm öncesi sömürgecilik askeri işgalle kontrol altına alınmış bölge insanlarının haraca bağlanmasına dayanıyordu. Kapitalist sömürgecilikte ise hedef ve yöntemler farklıydı. Hammadde ve pazar üzerinde tam kontrol amaçlanıyordu. Bunun için sömürgeleştirilen toplumun ekonomisi sömürgeciler lehine yeniden örgütleniyordu. Askeri fetihler yoluyla yerli halk en zorbaca yöntemlerle kırımdan geçiriliyor ya da topraklarından sürülüyordu. Yok edilen ya da sürülen toplulukların yerine beyaz göçmenler yerleştiriliyor; yerli halk köle plantasyonlarında toplanıyordu. Kapitalist madencilik şirketlerinde ve göçmenlere verilen verimli geniş tarım arazilerinde yaygın biçimde köle emeği kullanılıyordu. İş gücü o denli ucuzdu ki, ücretli işçilerin çalıştırıldığı yerlerde işçilerin yaşam koşulları neredeyse kölelerden farksızdı. Kendi kendine yeterli ekonomi dağıtılıyor, geleneksel yerel küçük sanayi, kapitalist meta ticaretinin saldırısı altında yok ediliyordu. Devlet yönetimi ise doğrudan sömürgeciler tarafından yürütülüyordu. Sömürgeci devlet atadığı sömürge valisi ve komisyonlar aracılığıyla devleti idare ediyordu. Hatta bir dönem Hindistan’da olduğu gibi, kapitalist şirket, devleti kendisi yönetir hale gelmişti.
Sermayenin yoğunlaşması, tekellerin sahneye çıkması, mali sermayenin egemen hale gelmesi ile kapitalizm emperyalizm aşamasına evrildi. Emperyalizmle birlikte hammadde kaynakları üzerinde tam denetim ve meta ihracı yanında sermaye ihracı sömürgeciliğin itici gücü oldu. Kapitalist eski sömürgecilik biçimleri başlangıçta emperyalizm döneminde de devam etti. Aynı süreçte henüz kapitalizm aşamasına geçememiş ve sömürgeleştirilmeyen feodal imparatorluk ve devletler de gelişmiş kapitalist ülkelerin yarı-sömürgesi haline getirildi. Bu ülkelerde egemen sınıfların geleneksel yönetim biçimi korunuyor; ama sermaye ve meta ihracı yoluyla buralar emperyalist kapitalist sisteme bağlanıyordu. Hammadde ve enerji kaynaklarının üretim ve ticareti emperyalist şirketlerin imtiyazına verilmişti. Kapitalist sanayi üretimine dayalı yerli burjuva sınıf henüz yeterince gelişmemişti. Olduğu kadarıyla yerli burjuvazi daha çok ticarete dayanıyordu. Emperyalist şirketlerin ülke içindeki işlerini yürüten acentaları vardı. Bunlar emperyalistlerin aracıları konumundaydılar. Keza, bankalar ve diğer mali kuruluşlar da emperyalist şirketlerin ya imtiyazında ya da onların denetimi altındaydı. Emperyalist tekellerin ülke içindeki bu aracı ve temsilcilerine komprador burjuvazi deniyordu. Emperyalist devlet ve şirketler mali güçleri oranında ve komprador burjuvaziye dayanarak devlet yönetimini istedikleri gibi yönlendiriyorlardı. Mali oligarşinin dünya üzerinde egemenlik kurmasıyla sermaye ihracı hızlanmış, uluslararası yeni bir işbölümü ortaya çıkmıştı. Bu yeni işbölümüyle egemenlik altına alınmış ülkelerin ekonomileri içsel olarak çözülmüş ve bütünüyle emperyalist ekonomiye bağımlı hale getirilmiştir.
Bu ülkelerin sanayisi kendi ihtiyaçlarına göre değil, emperyalist kapitalist devletlerin dayatmasıyla, onların taleplerine uygun olarak gıda ve hammadde üretiminde yoğunlaşmıştır.
Bunlar aynı zamanda gelişmiş kapitalist ülkeler için meta ihraç pazarı durumundaydılar. Bu ülkeler emperyalist-kapitalist sermaye için azami kar alanlarıydı. Önceleri pek çok yerde tarım ve madencilik plantasyonlarında köle, yarı-köleler çalıştırılıyordu. Daha sonra ucuz işgücü nedeniyle emek-yoğun hafif sanayi işletmeleri de devreye sokuldu.
20. yüzyılın ortalarına kadar Güney Asya ve Afrika ülkelerinin büyük bir bölümü doğrudan sömürge yönetimi altındaydı. Antifaşist zaferin kazanılması ve sosyalizmin dünya ezilen halkları nezdinde umut haline gelmesiyle sömürgecilikten kurtuluş savaşları hız kazandı. 1947’de Güney Asya ülkeleri sömürgecilikten kurtularak bağımsızlıklarını elde etmeye başladı. Bağımsızlık mücadelesi dalga dalga bütün sömürgelere yayıldı. Emperyalistler arasında keskinleşen çelişkiler de klasik sömürge biçiminin neredeyse tamamen ortadan kalkmasında önemli bir faktördü. Sanayi devrimi nispeten geç kalmış gelişmiş kapitalist ülkeler, kapitalizm emperyalist aşamaya evrildiğinde sömürge edinme yarışında geç kalmışlardı. Örneğin emperyalist Almanya birçok sömürgede ulusal kurtuluş savaşlarının hamisi kesiliyordu. Amerika Başkanı Wilson da ulusların kaderini tayin hakkını savunan prensipler ortaya atmıştı. Wilson prensipleri kaderlerini tayin hakkını tanıyor görünse de gerçekte Amerikan mandacılığını empoze ediyordu. Bu prensiplere göre sömürge uluslar ancak ABD yardımıyla ve onun koruması ile ayakta kalabilirlerdi. Bu ülkeler siyasi ve ekonomik olarak ABD koruması altına alınacak, buna karşı kendi kendilerini yönetme hakkı elde edeceklerdi. Sömürge ve yarı sömürge burjuvalarının bir bölümü ve onların aydınları Amerikan mandacılığının hararetli savunucusu kesildiler. Özellikle yarı sömürgelerde mandacılık bir hayli rağbet gördü. Yalnızca Amerikan mandacılığı söz konusu değildi. Ulusal burjuvazinin bir bölümü bağımsızlık yanlısıyken egemen burjuvaziyle birlikte bir başka bölüğü mandacılıktan yana tavır koyuyordu. Manda; Milletler Cemiyeti gözetimi altında mandater devlete belli haklar tanıyan, buna karşın himaye altına alınan devletin himayeci devlet tarafından korunması esasına dayanan sömürge anlamına geliyordu. Burjuvazi hangi emperyalistin mandasını istiyorsa ona göre kamplaşmıştı. Kimleri İngiliz, kimileri Fransız, kimileri Amerikan mandası olma peşindeydi. Buna karşın emperyalistler arası rekabet ve pazarları ele geçirme mücadelesi dolaylı olarak sömürgecilikten kurtuluş mücadelesinin alanını genişletiyor, olanakları artırıyordu. Ama yukarıda da değinildiği gibi ezilen ulusların antiemperyalist mücadelesi esasen SSCB’nin ve sosyalizmin artan etkisiyle ivme kazandı. 1960’ların sonuna gelindiğinde mandacılık dahil, eski tip sömürgecilik neredeyse bütünüyle tasfiye edilmişti. Kürdistan gibi bir dizi sömürgeden bahsedilebilir; ama bunlar emperyalist kapitalist sistemin bütünlüğü içinde genel bir durum değildi.
Bağımsızlık kazanan dünün sömürge devletleri kapitalist gelişme yoluna girdikleri ölçüde emperyalist kapitalist sisteme süreç içinde yeni biçimler altında yeniden bağımlı hale geldiler. Bu ülkelerin bağımsızlığı biçimsel olmaktan öteye gitmiyordu. Siyasi yönetim yerel egemenlerin elindeydi. Emperyalist devletler yönetimi doğrudan üstlenmiyordu. Ama dünün ulusal burjuvazisi işbirlikçi tekelci burjuvazi haline dönüşmüş, bu devletler yeni sömürgeler haline gelmişti.
Yeni sömürge devlet gümrük duvarlarıyla korunan ulusal pazarı denetim altında tutuyordu. Egemen işbirlikçi sınıf belirli bir sermaye gücüne sahipti. Geleneksel tarım tedricen gerilemesine karşın ağırlığını koruyordu. Sanayi ve tarımsal üretim kapitalist ekonomilerin ihtiyaçlarına uygun olarak biçimlendirilmişti. Hafif sanayi malları üretimi ve montaj sanayi, sanayi üretiminin temelini oluşturuyordu. Az ya da çok modern işçi sınıfı oluşmuş, eğitim, sağlık ve altyapı hizmetleri kısmen devlet tarafından üstlenmişti. Fakat görece bağımsızlığına karşın askeri, mali, ekonomik, diplomatik binlerce görünür-görünmez bağla emperyalizme bağımlıydılar. Bu devletlerde burjuva demokrasisi bağımsızlığın hemen sonrasında izafi olarak oluşsa da ulusal burjuvaların iktidarlarını sağlamlaştırdıkları ve emperyalizmle bağları derinleştiği ölçüde ortadan kalktı. Oligarşik ya da faşist diktatörlükler bu devletlerin egemen rejim biçimi olageldi.
Emperyalist devletler sömürge tekelinin büyüklüğü oranında dünya pazarında etkin oluyor ve bu devletlerin mali oligarşisi güç kazanıyordu. Sermayenin daha da yoğunlaşmasıyla tekellerin artan egemenliği, ekonomik krizler ve azami kar hırsı, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasında ifadesini bulan emperyalistler arasında çelişkileri kızıştırıyordu. Bu nedenle dünya çapında iki kez savaş patlamış ve bu savaşlar sonucunda dünya sömürge tekeli yeniden ve yeni biçimler altında oluşmuştu.
19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında egemen olan İngiliz sömürgeciliği, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerikan yeni sömürgeci tekeline yerini bırakmıştı.
Yeniden Sömürgeleştirme
1. paylaşım savaşının hemen ardından emperyalistlerin SSCB’ye karşı başlattığı “soğuk savaş” 1991/92’de Varşova Paktı’nın yıkılmasıyla sonuçlandı. Emperyalizm “zafer” kazanmıştı. Sıra ganimetin paylaşılmasındaydı. ABD, emperyalist devletler içinde askeri ve ekonomik olarak en büyük güçtü. “Soğuk savaş”ın başlatıcısı ve sürükleyicisi de ABD’ydi. Dünyanın en büyük tekelleri sıralamasında ABD tekelleri ilk sıraları işgal ediyordu. ABD kuvvet ilişkilerindeki bu üstünlüğüne dayanarak eski SSCB ve etki alanındaki ülkelerde doğan hakimiyet boşluğunu kendi lehine gidermek, buraları hegemonyası altına almak, diğer emperyalist güçlere karşı daha da avantajlı pozisyona gelmek amacındaydı. 1991 Körfez Savaşı ABD’nin yeni dönemde gidişatını ele veriyordu. ABD vakit geçirmeden “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etti. Hedef ve amaç belliydi: Dünya ABD çıkarlarına uygun olarak yeniden dizayn edilecek, karşı çıkanlar ezilecek, mızmızlananlar susturulacaktı. Emperyalist küreselleşme ve YDD aynı ihtiyacın ürünüydü.
‘70’lerle birlikte emperyalist kapitalist sermaye birikim süreci yeni bir evreye girmiş, tekelleşme hız kazanmış, kapitalist krizler sömürünün yeni araç ve biçimlerle derinleştirilmesini koşullamıştı. Sermayenin dolaşımının önündeki ulusal çitler kaldırılmalı, devlet mülkiyetindeki işletmeler özelleştirilmeli, işçi sınıfının kazanılmış hakları gasp edilmeli, artıdeğer sömürüsü artırılmalıydı. SSCB’nin yıkılmasıyla emperyalist küreselleşmenin sıçrama yapmasının önü açıldı. Sermaye kendisini sınırlayan en büyük engelden kurtulmuş, yeni bir alanda istediği gibi davranma olanağına kavuşmuştu. YDD emperyalist küreselleşmenin bu yeni sürecinin ifadesiydi.
Antikomünizm esasına göre örgütlenmiş yeni sömürge devletler yeni duruma uygun hale getirilmeliydi. Çünkü, bu devlet yapılanması yeni tipte ekonomik entegrasyona engeldi. Ekonomik entegrasyonun gelişim hızına paralel olarak siyasi entegrasyon da geliştirilmeliydi. Böylece yeni sömürgelerin ekonomik ve siyasal yapısı emperyalist devlet ve tekellerin ihtiyacına uygun olarak yeniden yapılandırılacaktı. Gümrük duvarları kaldırılacak; devlet işletmeleri özelleştirilerek emperyalist tekellere peşkeş çekilecek; geleneksel tarım sistemi dağıtılarak küçük ve orta köylülüğün mülksüzleştirilmesi hızlandırılacak ve tarım alanları emperyalist tekellerin hizmetine sunulacak; stratejik önemdeki yeraltı ve yerüstü zenginlikleri işbirlikçi devletlerin denetiminden alınarak emperyalistlerin doğrudan denetimine verilecek; mali sistem ve bütçe üzerinde yeni sömürge devletin yönetme yetkisi sınırlandırılacak ya da düpedüz kaldırılacak ve bu yetki IMF, DB vb. emperyalist mali kuruluşlara devredilecek; spekülatif sermayenin girişini kısıtlayan ve sermaye transferini engelleyen her türlü yasal düzenleme ortadan kaldırılacak, “sosyal devlet” tasfiye edilecekti.
Yeni sömürge ve bağımlı devletler ile SSCB etkisindeki eski devletler bu çerçevede “değişim”e zorlandı. IMF, DB, DTÖ aracılığıyla emperyalist devlet ve tekeller bu devletlerin ekonomi ve siyaseti üzerinde tam denetim kuruyor; MAI, MIGA’da olduğu gibi, çeşitli uluslararası yasalar yoluyla bu devletler ekonomik, politik, askeri, hukuki olarak çok daha derin bir bağımlılığın içine çekiliyordu.
Emperyalistler yeni bir yağma harekâtına girişiyordu. Doğu Avrupa devletleri emperyalist kapitalist sisteme kolayca entegre edildiler. ABD’nin yeni sömürgesi olan devletler de adım, adım bu yeni entegrasyona uygun hale getirildi. Devlet yönetimindeki ayrıcalıklı konumlarını kaybetmekten korkan kimi yeni sömürge devletlerin askeri ve sivil bürokrasisi ve onlarla ittifak halindeki siyasal partiler sürece direndikleri her durumda bir dizi siyasi ve ekonomik komployla yüz yüze kaldı. Bazı yerlerde yoğun dezenformasyonla kitleler aldatıldı. Hükümetler değiştirildi. Bunun olanaklı olmadığı yerlerde ekonomik krizler yaratılarak bu “statükocu” çevreler dize getirildi. Yeni tipte ekonomik ve siyasi entegrasyonun tamamlanması yönünde süreç bugün de devam ediyor.
21. Yüzyılda Yeniden Hortlatılan Sömürgecilik
Ne var ki her şey emperyalistlerin istediği gibi olmuyor. Yeni tipte teslimiyete direnenler de oldu. Yugoslavya, Irak, Afganistan bu devletlerden bazıları. Her üç devlet de önceki süreçte emperyalizm tarafından desteklenmiş ve beslenmiş; liderleri emperyalistlerin takdirini almıştı. Yugoslavya 1948’den beri emperyalistlerin baş tacıydı. Uyguladığı özyönetim sistemi sosyalizme karşı bir alternatif olarak sunuluyordu. Özyönetimin başarısı için emperyalistler Yugoslavya’ya kredi açıyor, ona her türlü desteği sunuyorlardı. İran’da Şahın devrilmesinin ardından Irak ve lideri Saddam emperyalistlerin gözdesi olmuştu. Taliban yönetimi de CIA tarafından örgütlenmişti. Ama her üçü de emperyalistlerin yeni dönem politikalarına ayak diriyordu.
Saddam revizyonist blokun çöküş sürecinden yararlanarak Kuveyt’i işgal etti. ABD ve diğer emperyalistler Saddam yönetimindeki Irak’a saldırarak benzer davranışlarda bulunmak isteyen devletlere gözdağı vermek istiyorlardı. İşgal hakkı yalnızca emperyalistlerindi! Körfez savaşıyla emperyalistler Irak’ı fiilen böldüler. Ekonomik ambargo yoluyla canından bezmiş halkın ayaklanmasını beklediler. Olmadı, askeri darbe tezgahlamaya yeltendiler. Bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Hep tartışılmıştır; neden ABD körfez savaşında Irak’ı işgal edip Saddam yönetimine son vermedi? ABD o dönem ablukaya alınmış bir devletin içten çökertilebileceğini hesaplıyordu. Kaldı ki emperyalist sistem revizyonist blokun çöküşünün ardından yeni sistemi örgütleme krizi yaşıyordu.
Bu kriz Yugoslavya’ya emperyalist müdahale sürecinde aşıldı.
Almanya Doğu Almanya’yı kolaylıkla yutmuş, diğer Doğu Avrupa devletlerini de AB’ye entegrasyon yoluna sokmuştu. ABD’de bu devletlerin AB’ye entegrasyon yoluyla hızla kapitalist sisteme dahil edilmelerini destekliyor ve onları NATO şemsiyesi altına alarak aynı bölgede hakimiyetini geliştirmek istiyordu. Yugoslavya ise çetrefil bir sorundu. ABD başlangıçta Yugoslavya’nın parçalanmasına karşıydı ve “gevşek bir birlik”ten yanaydı. İngiltere ve Fransa da benzeri bir politika güdüyordu. Aralarındaki ortaklığın nedeni parçalanmış Yugoslavya’nın Almanya’nın etki sahasını genişleteceği kaygısıydı.
Alman emperyalizmi ‘70’lerden itibaren Doğu Avrupa pazarında hakimdi. Yugoslavya ise Almanya için büyük öneme sahipti. 1990’da Alman tekstil sanayisinin üçte biri Yugoslavya’da gerçekleşiyordu. Aynı yıl itibarıyla Yugoslavya Almanya’ya 7.3 milyar mark tutanında ihracat, Almanya’dan 8.3 milyar tutarında ithalat yapmaktaydı. Bu üretim ve tüketimin büyük kısmı Slovenya ve Hırvatistan üzerinden yürüyordu. Ayrıca bu her iki cumhuriyetle Almanya’nın “tarihsel bağ”ı vardı. Eskiden Avusturya-Macaristan imparatorluğuna dahil olan bu toprakları, kendisini o imparatorluğun mirasçısı sayan Almanya “doğal egemenlik hakkı” olarak görüyordu. Yugoslavya’nın parçalanmasında din de kullanılan bir unsur oldu. Diğer Yugoslav cumhuriyetlerden farklı olarak Slovenya ve Hırvatistan katolikti. 1991 başında Vatikan, Hırvatistan’a 4 milyar dolar kredi vermişti.
Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerin ulusal burjuvaları, her biri kendi payına mirastan en karlı biçimde faydalanmak istiyordu. Hırvatistan ve Slovenya Federasyon’un en zenginleriydi. Bu zenginliği kendi hesaplarına yazmak için bağımsızlık peşine düştüler. Sırp burjuvazisi ise Federasyon’un egemen gücü olarak Yugoslavya’nın dağılmasına karşı çıkıyordu. Federasyon’dan ilk kopan Hırvatistan oldu. Ardından da Slovenya. Her ikisini de ilk tanıyan Almanya, başından itibaren işin içindeydi. Almanya, D. Almanya ile birleşmesinden sonra elde ettiği eski Sovyet silahlarını bu iki cumhuriyete akıtmıştı.
Ulusal burjuvaların emperyalist devletlerce kışkırtılmasıyla Yugoslav toprakları ulusal boğazlaşmanın arenası haline getirildi. Bosna- Hersek ve Kosova bu boğazlaşmanın en trajik boyuta ulaştığı yerlerdi. Bu kez baş emperyalist aktörler İngiltere ve Fransa’ydı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nde Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birbirlerine yakın nüfus oranlarıyla bir aradaydılar. Emperyalistler ulusal ihtilafın baş kışkırtıcılarıydı. Sorun şu ya da bu biçimde çözülmek yerine giderek karmaşıklaşıyor, kitlesel katliam ve kırımlar durmak bilmiyordu. Avrupalı emperyalistler paylaşım konusunda mutabakata varamıyor, vardıkları noktada da sorunu bitirme gücü gösteremiyorlardı. Avrupalı emperyalistler önceleri Yugoslavya’nın paylaşılmasını “Avrupa’nın iç sorunu” olarak ele alıyor, BM ve ABD’nin karışmasına karşı çıkıyorlardı. AB (o zaman AT) bu “iç sorun”un üstesinden gelemeyince BM’nin devreye girmesini istedi. ABD ise erken bir müdahaleden kaçınıyordu. Hatta, 1992 Haziranı’nda Saraybosna’nın kuşatmadan kurtarılması için uluslararası müdahale fikri ortaya atıldığında ABD Başkanı G. Bush “ABD dünya polisi değildir” demişti.
Aynı dönemde Thatcher Bosna-Hersek için “himaye ya da manda” modelini önermişti. Böylece 1900’lerin başında gündeme gelen mandacı sömürgecilik, yeni biçimiyle himayeci sömürgecilik yüzyılın sonunda ilk kez yeniden dillendirilmiş oluyordu. Yalnızca Thatcher değil, kendisini solcu ve antimilliyetçi olarak tanımlayan Avrupalı ve Yugoslav aydınların önemli bir bölümü, kitlesel göçü ve katliamı önleyeceği varsayılarak emperyalist himayeciliği savunuyordu. Emperyalistler proletarya ve ezilen halklar tarafından tarihin çöp sepetine atılan eski sömürgeci biçimleri yeniden gün yüzüne çıkarıyor ve aktüel hale getiriyorlardı. Burjuva ideolojik hegemonyası altındaki aydınlar da bu çürümeye ve kokuşmaya yüz tutmuş görüşleri yeniden ve yeni bir şeymiş gibi halkların önüne çözüm önerisi olarak sunuyorlardı.
Bir dizi aşamadan sonra ABD Bosna-Hersek üzerinden şiddetlenen paylaşım kavgasına doğrudan müdahale etti. Aslında Amerikan emperyalistleri en başından itibaren sorunun içindeydi. AB’nin ve esasen Almanya’nın Balkanlarda tek başına hakimiyet kurmasına karşı bir dizi hamle yapmıştı. 1992 Haziran’ında Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı İzzet Begoviç’i konfederal çözümü reddetmesi konusunda cesaretlendirdi. 1995’te ise ABD öncülüğünde yapılan Dayton Anlaşması’yla Bosna-Hersek üçe bölündü. ABD NATO aracılığıyla; İngiltere, Fransa ve Almanya’da “acil müdahale gücü”yle bölgeye yerleşti. ABD kendi liderliğinde ve AB’li emperyalistlerle ortak olarak, politik ve askeri bakımdan Bosna-Hersek’i sömürgesi haline getirdi.
Bosna'da Himayeci Sömürgecilik
Bosna-Hersek NATO’nun askeri işgali altında, Batılı emperyalistlerin yönetiminde bölündü. ABD ve AB, Bosna’da tam yetkili bir sömürge yönetimi kurdular. Bosna Federasyonu ve Bosna-Sırp Cumhuriyeti’nin bir Anayasası, seçilmiş bir meclisi ve meclis içinden çıkmış bir hükümeti vardı. Görünüşte her şey “demokratik” kurallara uygundu. Ama gerçek durum bambaşkaydı. Bir Yüksek Temsilci atanmıştı. Bu temsilci, hem Bosna Federasyonu’nun hem de Bosna-Sırp Cumhuriyeti’nin hükümetlerini reddetme hakkına sahipti. Tüm yürütme konularında yürütme yetkisinin tamamını elinde bulunduruyordu. Yüksek Temsilci, partilerin kıdemli temsilcilerine ve IFOR komutanı ya da onun temsilcisine ek olarak, gerekli gördüğü kuruluş ve kurumların temsilcilerinden oluşan “Ortak Sivil Komisyonu” toplantıya çağırır ve başkanlık ederdi.
BM Genel Sekreteri tarafından atanmış bir yabancı temsilcinin gözetimi altında uluslararası bir polis gücü oluşturuldu. Sözde bir meclis vardı; fakat, gerçek siyasi iktidar Yüksek Temsilci ve danışmanlarının elindeydi. Meclisin işgalcilerin direktiflerini mühürleyerek karara dönüştürmek dışında bir işlevi yoktu.
Dayton Anlaşması gereği kabul edilen anayasa, ekonomik politikaların egemenliğini Bretton Woods kuruluşlarına ve Londra’da bulunan European Bank Reconstruction and Devolopment’a (EBRD) devretmişti. Merkez Bankası başkanının IMF tarafından atanacağı, anlaşmanın 7. maddesinde belirtilmişti. IMF’nin atayacağı bu başkanın Bosna-Hersek ya da komşu bir devletin vatandaşı olamayacağı şart koşulmuştu. Kaldı ki, Merkez Bankası’nın para basma yetkisi de kaldırılmıştı.
Merkez Bankası’nı IMF yönetiyor, Kamu Kuruluşları Komisyonuna başkanlık eden EBRD, enerji, su, posta hizmetleri, karayolları, demiryolları, vb. dahil olmak üzere tüm kamu sektörü işletmelerini denetliyordu. EBRD başkanı, aynı zamanda kamu sektörünün yeniden yapılandırılması, yani esas olarak devlet varlıklarının satılması ve uzun vadeli yatırım fonlarının bulunmasıyla görevli komisyonun başkanını atıyordu.
Anlaşmayla “Bosna-Hersek Cumhuriyeti Hükümeti, NATO Operasyonlarının yürütülmesi ve hazırlanması için NATO’nun istediği kimi kolaylıkları bedelsiz sağlayacak”tı.
Sıra Kosova'da
1992’de Kosova bağımsızlığını ilan ettiğinde emperyalist devletler tarafından desteklenmemiş, Miloseviç de Kosova’nın bağımsızlığını tanımamıştı. Üç yıl sonra Dayton Anlaşması’nı hazırlayan ABD Kosova’yı gündeme bile almamıştı. O dönem Miloseviç emperyalistlerin “düzen koruyucu” adamıydı.
Balkanlardaki emperyalist paylaşım kavgası kızıştıkça ABD Kosova üzerinden ağırlığını arttırdı. Kosova savaşını başından itibaren ABD kışkırttı. AB, ABD’nin kuyruğunda ve onun inisiyatifi dahilinde rol oynadı. Rusya ise bölgeye de facto müdahil oldu. Sonunda büyük pay ABD’nin olmak üzere Kosova ABD, AB ve Rusya’nın uluslararası sömürgesine dönüştü. Savaşla birlikte bölgeye 50 bin Amerikan askeri yerleştirildi. Ayrıca biri Kosova’da olmak üzere Balkanlar’da dört adet ABD üssü oluşturuldu.
Kosova’da da bir parlamento var. İşleyen bir devlet bürokrasisinden de söz edilebilir. Buna karşın Bosna’da olduğu gibi Kosova’da da son söz BM yüksek temsilcisinin. Kosova Parlamentosu yalnızca kültür, eğitim, ulaşım gibi konularda sınırlı yetkiye sahiptir. Üretimden ticarete, maliyeden devlet harcamalarına kadar bütün temel ekonomik kararlar sömürgeciler tarafında verilir. Kosova tam bir askeri işgal altındadır. Kosova’nın statüsü hakkında da herhangi bir söz söyleme hakkı yok. Bu konudaki bütün yetki BM Güvenlik Konseyi’nde.
Emperyalist paylaşım kavgası Kosova’dan sonra Makedonya’ya sıçradı. ABD ve İngiltere Kosovalı Arnavutları silahlandırıp savaş açtırdılar. Almanya ve diğer AB devletleri ise Makedonya’nın yanında yer aldı. Balkanların bu bölgesinde önemli bir petrol ve doğalgaz boru hattı geçmektedir. Bulgaristan’ın Burgaz limanını Arnavutluk’un Adriyatik kıyılarındaki Vlora limanına bağlayan bu boru hattı projesi İngiliz-Amerikan konsorsiyumun denetimin- dedir. Avrupa’nın petrol devleri Total-Fine-Elf bu projeye katılmak istiyordu. Makedonya’nın paylaşım sorunu görece “barışçıl” çözüldü. Himayeci sömürgecilik emperyalistler arasında daha başlangıçta anlaşmayla gerçekleştirildi.
Balkanlar’da emperyalist paylaşım sonucu oluşturulan yeni devletlerle emperyalistler arası ilişki yeni tipte bir sömürgecilik doğurdu. Buna emperyalist himayeci sömürgecilik (protectorate/protektora; büyük bir devletin koruması altındaki küçük devlet) denebilir. Himayeci sömürgecilik emperyalizmin askeri işgaline dayanır. Ülkedeki üretim, ticaret ve maliye emperyalist tekellerin denetimine veya stratejik önemdeki sektörler doğrudan tekellerin yönetimine verilir. Buna karşın iç idari yönetim emperyalistlerin koruması altında emperyalistlerin uşağı olan yerel yöneticilere devredilir. Ama bu yerel yöneticilerin de yetkileri olabildiğince sınırlanmıştır. Sömürgecilerin atadığı yüksek temsilci ve onunla birlikte başka sömürgeci kurumlar gerçek yetkili kişi ya da organlardır. Bu gerçek yetkililer yerel yöneticilerin aldığı her türden kararı veto etme hakkına sahiptir. Her türlü para hareketi, hammadde kaynakları sömürgecilerin denetimindedir. Yerel yönetici gücünü kendi askeri ve ekonomik kuvvetinden veya halk desteğinden değil, himayeci emperyalistlerden alır. Emperyalist işgal gerçekleştikten sonra seçimlerin yapılması, parlamentonun oluşturulması demokratik yönetimlerin kurulması olarak açıklanıyor. Eğer bu bir demokrasi olarak tanımlanacaksa olsa olsa “emperyalist sömürgeci demokrasisi” biçiminde tanımlanabilir. Seçimle belirlenen bu yöneticilerin herhangi bir iktidar iradesinden söz edilemez. Kaldı ki emperyalist askeri işgal altında yapılan seçimlerin hiçbir biçimde “özgür” olmadığı açıktır. Seçimlere hangi partilerin katılacağı, kimlerin aday olacağı sömürgeciler tarafından belirlenmektedir. Sömürgeciler istedikleri parti ve adayı veto etme hakkına sahiptir. Seçimlere katılabilmenin ilk ve temel şartı emperyalist işgali desteklemek ve sömürgeci rejimi kabul etmektir. Böylesi koşullarda yapılan seçimlerin sömürgecilerin yerel uşaklarını tespit etmekten başka ne anlamı olabilir? Bu bir kuklalar arası seçimdir.
Himayeci Sömürgeciliğin Yeni Adresi: Afganistan
11 Eylül’den sonra ABD dünya egemenliği stratejisini gerçekleştirmek yolunda adımlarını hızlandırdı. ABD Afganistan’da tam hakimiyet kurarak Orta Asya ve Hazar enerji kaynakları üzerinde denetim kurmayı amaçlıyordu. Dick Cheney’in “Hazar havzası kadar hızla stratejik önem kazanan başka bir bölge olacağını sanmıyorum” dediği bölgede Afganistan petrol ve doğalgaz boru hatlarının geçiş noktasındaydı. ABD Taliban’ı bu hattı kontrol edebilmek için başından itibaren desteklemişti. Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinin hemen ardından Amerikan petrol tekelleri boru hattı projelerinde en büyük payı almıştı. 1997’de bir Amerikalı diplomatın şu sözleri yeterince aydınlatıcıdır: “Taliban’da muhtemelen Suudilerin yaptığı gibi gelişecek. Aramco, boru hatları... bir emir olacak, parlamento olmayacak ve bolca da şeriat yasası tabi. Bunlarla idare edebiliriz.”
Taliban yönetiminin antiamerikancı pozisyona kayması ve ardından 11 Eylül eylemi Amerika’nın Afganistan politikasını değiştirdi. ABD diğer emperyalistleri de peşine takarak Afganistan’ı işgal etti. Brzezinski’nin “Küresel üstünlük mücadelesinin sürdüğü bir satranç tahtası” olarak nitelediği “Avrasya’nın çatısı” Afganistan’da Taliban rejimi yıkıldı. Yerine borsa şirketinden transfer edilen Carzai başbakanlığında “demokratik” bir yönetim oluşturuldu. Bir ara Afgan eski kralının da adı geçti. Ama emperyalistlerin mutabakatıyla Başbakanlığa Carzai getirildi. Carzai ve kabinesi bir kukladan başka bir şey değil. Bütün ipler ABD’nin elinde. Diğer emperyalistler ABD’nin peşine takılmak zorunda kaldı.
Tıpkı Bosna’da Kosova’da olduğu gibi Afganistan’da da emperyalist himayeye dayalı sömürgeci bir rejim kuruldu. Afgan hükümetinin konu mankeni olmak dışında bir rolü yok. Bütün ipler emperyalist devletlerin elinde. Emperyalist tekeller ekonomiyi yönetiyor. Uluslararası bir polis gücü oluşturuldu. ABD askerleri operasyonlarını sürdürüyor. Gerçekte ne hükümran bir Afgan devletinden ne de yetkili bir hükümetten söz edilebilir. Yine Balkanlar’da olduğu gibi ABD Afganistan işgaliyle birlikte bölgedeki birçok ülkede askeri varlığını güçlendirdi, kalıcı askeri üsler inşa etti.
Irak'ta Da Himayeci Sömürge Rejimi Kurulmak İsteniyor
ABD emperyalizminin Irak’ı işgal ederek petrol kaynakları üzerindeki denetimini artırmak istediği biliniyor. Mesele yalnızca Irak değil. ABD Irak’ı sömürgeleştirdikten sonra burayı bütün Ortadoğu üzerinde tam hakimiyet kurmasına hizmet edeceği bir üs olarak da kullanmayı hesap ediyor. Irak’ta kurmayı tasarladığı rejimi Ortadoğu’nun diğer ülkelerine yaymayı planlıyor. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nde belirlendiği gibi “Amerika’nın Körfez’deki kapsamlı askeri varlığı bizim için Saddam rejiminin ötesine geçen bir meseledir. Saddam sahneden çekilse de Suudi Arabistan ve Kuveyt’te üslerin kalıcı biçimde korunması gerekir. Nitekim İran da Irak denli büyük bir tehdittir.”
ABD, Irak’ta nasıl bir rejim kuracak? Bu konuyla ilgili bir dizi senaryo üretiliyor. İşgale komutanlık edecek Amerikalı generalin yeni Irak devletinin yöneticisi olarak atanacağı söylentisi bu senaryolardan biri. Krallık rejiminin geri getirileceğini iddia edenler de var. Bunların ikisi de gerçekleşmeyebilir. Ama her halükarda ABD himayesinde bir sömürge rejimi kurulmasının planlandığı kesin. ABD Bosna’da ya da Kosova’da yaptığından farklı olarak BM Yüksek Temsilcisi gibi dolaylı bir biçim yerine BM’yi devre dışı bırakarak, doğrudan kendisi tarafından atanmış bir temsilci aracılığıyla idareyi eline almak istiyor. Amerikalı bir sağcı gazetecinin itiraf ettiği gibi “Bağdat’a şimdi kimin hükmedeceğini tayin etmek; Irak’ın ne tür bir hükümet, hangi tür silahlar, ne tür bir dış politika ve bölge içinde ne tür bir role sahip olacağını saptamak için silahlı güce başvurmayı düşünüyoruz! Bunun adı emperyalizmdir. Bunun demokrasi, kapitalizm, insan haklan ve özgürlük adına yaptığımızı söylesek de durum değişmez. 19. yüzyıl emperyalizmi de Hıristiyanlık, uygarlık ve köle ticaretine son vermek gibi ali değerler adına yapılıyordu.”
ABD kendi himayesi altında sömürgecilik temelinde örgütlenmiş kukla rejimler dizisi yaratmayı amaçlıyor. Irak’ta ve ardından diğer birçok Ortadoğu ülkesinde yapmak istediği bu. Irak’ta yeni kukla rejimi kurulur kurulmaz yapacağı ilk işlerden biri İsrail’i tanımak olacak. Ve ardından Filistin’e sömürgeci rejim dayatılacak. Irak üç bölgeye ayrılacak. Her bölgenin ayrı bir parlamentosu olacak. Bu federatif bölgeler merkez yönetimde kuvvetleri oranında temsil edilecek. Merkez de ABD’nin atadığı temsilci ya da komisyon tarafından yönetilecek. ABD aynı zamanda federe bölgeler üzerinde de tam bir denetim kuracak. Bu bölgelerde yönetime katılacakları seçme hakkı ABD’nin elinde olacak. Yalnızca uşaklar seçime katılabilecek. Elbette bütün yerüstü ve yeraltı kaynaklarının, maliyenin, dış politikanın, askeri kuvvetlerin denetimi tamamen ABD’de merkezileşecek.
Başvuru Kaynakları
K. Marx - F. Engels, Sömürgecilik Üzerine, Sol yay.
Lenin, Ulusal Ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter yay.
Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, İnter yay.
Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, İmge yay.
Raimando Luraghi, Sömürgecilik Tarihi, Sosyalist yay.
Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çivi Yazıları yay.
Tanıl Bora, Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası - Bosna Hersek, Birikim yay.
Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Provokasyonu -Yugoslavya, Birikim yay.
Hüseyin Yeter, Politik Rapor, Varyos yay.