Lenin, Devlet ve Devrim’e, tarihte her büyük devrimcinin yaşadığı şu ikili durumdan bahsederek başlar: “Tarihte, kurtuluşları için mücadele eden köleleştirilmiş sınıfların devrimci düşünür ve önderlerinin öğretilerinin başına birçok kez gelen şey, bugün de Marks’ın öğretisinin başına geliyor. Ezen sınıfların, sağlıklarında büyük devrimcilere ardı arkası gelmez takibatlardan başka verecekleri hiçbir şey yoktu; onların öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karalama kampanyalarıyla karşıladılar. Ölümlerinden sonra ise, devrimci öğretilerinin içeriğini boşaltarak, devrimci ucunu koparıp atarak ve bayağılaştırarak, onları zararsız ikonlar haline getirmeye, deyim yerindeyse azizleştirmeye, ezilen sınıflan ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarına belli bir şan vermeye çalışırlar.”
Che’yi bir reklam sembolüne çevirmeye, Denizleri masum çocuklar söylemiyle hadım etmeye çalışan kapitalist egemenler, bu çizgide hareket etmeye devam ediyor. Kuşkusuz ki, Marks da hâlâ aynı muameleye maruz kalıyor. Özellikle son yıllarda, Marks, burjuva bilim adamlarınca gittikçe daha fazla dillendirilmeye başlandı.
Henüz belleklerimizde tazeliğini koruyan 90’lı yılların başlarında, burjuva bilimi, Marks’ı tümden unutmuş gözüküyordu. Doğu Avrupa ve SSCB’de revizyonist rejimlerin yıkılışıyla, Marks’ın da bu küllerin arasında kaybolup gideceği düşünülmüştü belki de. Ne de olsa, liberal demokrasinin ve serbest piyasanın tam zaferi, Marks’ın tüm öngörülerini boşa çıkarmıştı. Burjuva bilimi ve üniversiteleri de Marks’ı ekonomiden, sosyolojiden, tarihten ve politika biliminden çıkarabilirdi.
Ancak, bir onyıllık kapitalist gelişme, galipler ideolojisinin tezlerini günden güne çürüttükçe, burjuva bilimi de ister istemez, Marks’a “iade-i itibar” yaptı. Gerçi altın yere düşmekle değerinden yitirmez; ve Marks’ın burjuva bilimi tarafından onore edilmeye ihtiyacı olmadığı da çok açıktır... Bizim açımızdan sorun, daha çok, burjuva bilimini bu iade-i itibarı yapmak zorunda bırakan olguların analizidir.
Tıpkı gerçekler gibi, Marks ve Marksizm de inatçıdır. Çünkü toplumun Marksist analizi, günümüz dünyasını algılamanın ve yorumlamanın yegane bilimsel metodudur. 1989- 90’da Doğu Avrupa’da, 1991’de ise SSCB’de revizyonist sistemlerin yıkılmasını, büyük bir ideolojik kampanya izledi. Bu anti-komünist kampanyanın yalanları, gerçeğin gücü karşısında çözüldükçe, Marks’ın topluma ve tarihe dair öngörü, yorum ve yöntemi, yeniden güncelleşti. Burjuva basını, Marks’ın nasıl olup da 150 yıl öncesinden bugünlere dair “kehanet”te bulunduğuna dair makalelerle dolup taşmaya başladı. Ne de olsa, artık kapitalizm-sonrası, küresel bir sanal alemde yaşıyordu insanlık, bugünler nasıl 150 yıl öncesinden tahmin edilebilirdi?! Böylece burjuva ideolojisi, gerçekleri tersyüz etme kampanyasına, Marks’ı tersyüz ederek devam etti. Burjuva biliminin yiten ikna ediciliği, Marks’la diriltilmeye çalışıldı. Kapitalizmin ve serbest piyasanın yarattığı vahşi görüntüler, burjuvazinin gözde ideologlarını bile, sisteme mesafeli bir duruşa itti (Örneğin neo-liberal projenin başlıca ideologlarından Paul Krugmann ve Jeffrey Sachs’in IMF-karşıtı bir konuma kaymaları).
Burjuva bilimin Marks’ı unutturma tutumundan, Marks’tan yardım bekleme tutumuna geçişi, burjuvazinin geleceksizliğinin ibretlik bir görüngüsüdür. Niall Ferguson’un Financial Times’ta yayımlanan makalesi de bu duruma güncel bir örnek oluşturdu. Radikal, Cumhuriyet gibi bazı burjuva gazeteler, Ferguson gibi bir kapitalizm hayranının “Marks’a da kulak vermek lazım” dediği makaleyi, bir olay olarak haberleştirdiler. Burjuva biliminin saflarından Marks’a yağan övgülerin bu denli artışı karşısında herhalde yalnızca Marksistler şaşırmıyorlar.
Oksford Üniversitesi profesörlerinden Ferguson, “kapitalizmin en tutkulu savunucularının bile”, diyor, “sakallı Kassandra’ya (Marks’a, çn.) kulak vermesi gereken zamanlar vardır”... Ve şimdi, öyle bir zamandayız. ABD’nin durgunluktan ekonomik krize yol aldığı şu günler, bay Ferguson’un Marks’a kulak kabartmasının nedeni oluyor.
“Marks bir şeyi doğru kavramıştı: Kapitalist sistemin genişleme ve krizlerinin arka planında, bir sınıf mücadelesi vardır; ve bu sınıf mücadelesi, çağdaş politikayı kavramanın anahtarıdır.”
Demek ki, Ferguson’un içine düştüğü çukurdan çıkmak için Marks’ın sınıf mücadelesi teorisine ihitiyacı var... Ne var ki, teoriyi de doğru kavramamış Ferguson ya da çarpıtmak işine gelmiş. Kapitalist sistemin genişleme ve krizlerinin arka planında sınıf mücadelesi olduğu tezi Marks’a ait değildir. Marks tam tersini iddia eder. Marks’a göre sistemin genişleme ve krizlerinin arka planında “Kapitalist birikimin uzlaşmaz karşıt niteliği ve dolayısıyla genel olarak kapitalist mülkiyet ilişkileri”(1) vardır. Sınıf mücadelesi sistemin genişleme ve krizlerinin arka planında yer almaz; tam aksine, kapitalist sistemin içsel çelişkileri krizleri yaratır ve sınıf mücadelesi bu içsel, zorunlu, kaçınılmaz çelişkilerin ürünüdür. Kapitalist üretimi var eden yasalar onun çöküşünü de koşullar. Öyle uzağa gitmeye gerek yok, Ferguson’un ülkesinden bir örnek verelim. Federal Reserve Bank’ın verilerine göre, borsaya yatırılan her 100 doların 1 doları işletmeye varıyor. Yani, 100 doların 99’u spekülatif yatırım.(2) Bu ne demek? Kapitalistler birikimlerini üretime değil, çok daha kârlı olan borsa spekülasyonlarına yöneltiyorlar. Borsada dolaşan paranın da yalnızca yüzde 1’i yatırıma gidiyor. Bu durum, kapitalizmin ne denli üretkenlikten koptuğunu, çürüdüğünü ve asalaklaştığını gösterir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ile üretimin toplumsal niteliği arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın sonucudur bu. Kapitalist üretim devam ettikçe üretim araçları daha az elde ve daha büyük miktarda toplanır. Ve bu mülkiyet yoğunlaşması ne denli büyürse kapitalizmin asalak niteliği o denli derinleşir. Mülkiyetin yoğunlaşması demek, bir kısım burjuvanın diğer burjuvaları mülksüzleştirmesi demek, milyonlarca işsiz, aç ve sefil demek. İşte sınıf mücadelesini yaratan nedenler bunlar. Devam edelim:
Ferguson diyor ki, “Ancak bugünkü çatışma, açgözlü fabrika sahipleriyle sefalet içindeki işçi sınıfı arasında değildir. Bu, burjuvazi içindeki bir çatışmadır; ve burjuvazi, Marks’tan bugüne, onun asla öngörmediği biçimde genişlemiştir, genişledikçe de bölünmüştür.” Gerçekten böyle midir? Mesala, ABD’de nüfusun yüzde 10’u tüm zenginliğin yüzde 90’mı elinde tutmaktadır. “ABD’de vatandaşların yüzde 30’u yoksulluk sınırının altında bir gelire sahip. Burda sözü edilen ‘part-time’ çalışanlar da değildir yalnızca. Burada söz konusu olanların önemli bölümü tam gün çalıştıkları halde yeterli kazanç sahibi olmayan insanlardır.”(3) Bu konuya ilerde tekrar değineceğimiz için geçelim. Ferguson, ABD ekonomisinin krizini dar bir boyutuyla; borsa endeksindeki ani düşüşle sınırlıyor. Ve sınıf çelişkisini de borsa balonunun 90’lı yıllar boyunca şişmesi ile, bu balonun patlamasının ardından yaşanan gelişmeler çerçevesinde tanımlıyor. Ferguson’un bahsettiği sınıf çelişkisi de, hisse senedi sahipleriyle, onları dolandıran şirket yöneticileri arasındaki çelişki oluyor:
“Son on yılın balon ekonomisinin bir sınıftan diğerine devasa bir gelir transferine yol açtığı ortadadır: Ama, işçi sınıfından burjuvaziye değil, orta sınıfın bir kesiminden diğerine akmıştır bu gelir. Somutlarsak, hissedarlar sınıfından, şirket yöneticileri aristokrasisine akmıştır.” Burada duralım biraz. Sözü bizim yerimize bir başka Amerikalı söylesin, “1987 ile 1997 arasında Dow Jones hisse senedi endeksi yüzde 300 arttı. Aynı dönem içinde ABD’de işçilerin saat ücreti yüzde 7 oranında düştü. Bu iki rakamın birbiriyle hangi ilişki içinde olduğunu düşünüyorsunuz? Bu aksiyonerlerin kazandığı paranın bir yerden gelmesi lazımdır. Geldiği yer bellidir aslında: İşçilerin cebi!”(4)
Her şey çok açık. Tekrar Ferguson’a dönebiliriz.
“Hissedarlar sınıfı oldukça geniştir. Amerikan hane halkının yansından fazlası şimdi hisse sahibidir; 1987’de bu oran dörtte bir idi.”
“Şirket yöneticisi aristokrasisi ise; sadece iflas eden şirketlerin baş yöneticilerinden değil, hangi hisseye yatırım yapılması gerektiğini bilen tüm ‘içeridekileri de kapsar.”
Şimdi Ferguson’un “burjuvazinin genişlemesinden ne kast ettiği anlaşıldı. Ferguson, tüm hisse senedi sahiplerini burjuvaziye dahil ediyor, çünkü hisse senedi, resmiyette, bir şirketin ortaklık belgesidir. Ve yüzyılın başından bugüne, revizyonistler ve burjuva iktisatçıları, şirket hisselerinin halka satılmasını, “mülkiyetin tabana yayılması” olarak gördüler, yorumladılar. Bu bakımdan Ferguson’a, doğrudan Bernstein’ı referans almasını önerebiliriz. Hisse senetlerinin mülk sahibi sınıfı genişlettiği tezini, Ferguson’dan çok daha inandırıcı biçimde formüle eden Bernstein’ı referans alırsa, Marks’ı burjuva biliminin kafesine sığdırmak gibi zor bir işten de kendisini kurtarmış olur.
Her hisse sahibi burjuva mıdır? Ya da hisse senetlerinin halka satılması, mülkiyetin tabana yayılması mıdır? Hukuki ya da resmi olarak hisse senedi, bir şirketin çıkarttığı ortaklık belgesi ise de, emekçilerin geliriyle alınabilecek hisse miktarı, asla o şirketin kaderi üzerinde söz sahibi olacak orana ulaşamaz. Şirket hisselerinin birbirinden habersiz binlerce insana satılması halinde, diyelim ki şirket hisselerinin yalnızca yüzde 30’unu elinde tutan tek bir kapitalist, şirket yönetiminde yegâne belirleyici güç olacak; geriye kalan yüzde 70’lik hisseyi küçük dilimler halinde elinde tutan binlerce insan ise, şirketin mülkiyet ve yönetim ilişkileri üzerinde hiçbir etkiye sahip olmayacaktır. Büyük sermaye sahibi bir ya da birkaç ortak her şey; hisselerin küçük dilimler halinde dağıtıldığı binlerce ortak ise hiçbir şeydir. Gerçekte, sokaktaki insanın hisse senedi almasının nedeni de şirkete ortak olmak değildir; amaç, borsa kumarına dahil olup, buradan gelir elde etmektir. Yani borsa aygıtı, dünya çapında milyonlarca emekçinin küçük tasarruflarını kendine doğru çeker. Tek kelimeyle, merkezileştirir. Böylece dünyanın dört bir yanına dağılmış para damlacıkları, tek bir kanalda birleşir ve uluslararası mali sermayenin denetimi altına girer. Dönem dönem (özellikle de borsa balonunun şiştiği dönemlerde) hisse satın alan emekçiler de bu kumardan kazançla ayrılabilirler. Ancak neticede, borsa kumarhanesini yöneten en büyük mali tekeller, hangi hissenin düşeceğinden, hangisinin yükseleceğinden haberdar olan ya da doğrudan doğruya hisselerin düşmesini ya da yükselmesini sağlayan kuramlardır. Bor- sanın kaçınılmaz düşüş ve çöküşlerinde, bu tekeller, durumdan hep kârlı çıkmasını başarırlar. Dolayısıyla, genel olan, tipik olan, borsaya küçük tasarrufunu getiren emekçinin, mali sermaye tekelleri tarafından soyulmasıdır. Küçük esnafın, işçilerin, emeklilerin, öğretmenlerin vb. kendi geçim masraflarından arta kalan parayla yaptıkları tasarrufun borsa yoluyla merkezileşerek, piranalarca yutulmasıdır. Amerika’da hane halkının yarısından fazlasının, Almanya’da dörtte birinin vb. hisse sahibi olması, mali sermayenin gücünün ve tüm para rezervleri üzerindeki kontrolünün bir göstergesidir. Yani “mülkiyetin tabana yayılmasının” ve “burjuvazinin genişlemesinin” değil, tekelleşmenin ulaştığı muazzam düzeyin bir göstergesidir.
Diğer yandan; Ferguson, küçük tasarruf sahiplerinin mali tekellerce dolandırılmasını, bu tekellerin yöneticilerinin sırtına yıkarak, dikkatleri kapitalist sistemden uzaklaştırıyor. Ferguson’un “şirket yöneticileri aristokrasisi” olarak tanımladığı kesimin, borsa soygunundan bireysel olarak da semirdikleri ve “içeriden” bilgi alma olanağına sahip tüm unsurların, bu bilgiyi paraya tahvil etmeye çalıştıkları doğrudur. Ancak, bu bireysel vurgunlar, ancak mali tekellerin gerçekleştirdiği muazzam kurumsal vurgunların zemininde olanaklıdır. Bu yöneticilere, brokerlara vb. “içeriden” bilgi alma olanağı sağlayan; aracı kuramların ve bankaların borsa üzerindeki hakimiyetidir. Bu unsurlar ancak çalıştıkları şirketleri semirtip büyüttükleri oranda işlerini koruyabilirler. Dolayısıyla çelişki, şirket yöneticileriyle hissedarlar arasında değil, küçük tasarruf sahipleriyle onları borsa kumarında soyan mali sermaye arasındadır. Şirket yöneticileri de, burjuvaziyle etle tırnak gibi kaynaşmış bir tabaka olarak, mali sermayenin gerçekleştirdiği bu soygunun uygulayıcılarıdır. Öte yandan, bu çelişki de, kapitalist toplumun en derinindeki fay hattından; yani emek-sermaye çelişkisinden doğmaktadır. Uluslararası mali sermayenin ve onun tek tek ülkelerdeki kollarının yüksek kazanç vaadiyle merkezileştirdiği küçük tasarrufların gasp edilerek yeniden sermayeye dönüştürülmesi söz konusudur. Bu, küçük özel mülkiyetin ve ücretli emeğin bir kez de borsa aracılığıyla soyulmasıdır. Küçük tasarrufları gasp etmek için birleşen tekeller, birbirlerinin elindeki artı-değerden pay sızdırmak için de kendi aralarında çatışırlar. Borsaya giren para ile çıkan para aynı miktardadır. Ancak, borsa, bu paranın dağılımını değiştirir. Yeniden dağıtır. Bu yeniden dağıtımda da son tahlilde belirleyici olan, bilgi kaynaklarına erişim gücü ve elde bulunan para stokuyla borsa işlemlerini etkileyebilme gücüdür. Mali tekeller, hisselerin düşüş-yükseliş durumlarına dair bilgilere erişim noktasında olsun, bizzat yaptıkları alım-satım operasyonlarıyla borsayı etkilemek, istedikleri hissenin yükselmesini ya da düşmesini sağlamak bakımından olsun, mali piyasayı avuçlarının içinde tutuyorlar. Bu hileli kumarın galibi nihayetinde hep onlar oluyor.
Bunun içindir ki Ferguson’un söylediğinin tam tersine, burjuvazi genişlemiyor, alabildiğine daralıyor; işçi sınıfı ise her geçen gün biraz daha çoğalıyor. Bir avuç tekelin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti görülmedik biçimde merkezileşti. Orta ve küçük burjuvazi hızla mülksüzleştiriliyor. Bu mülksüzleşmenin sonucudur ki, işçi sınıfı saflarına milyonlarca yeni emekçi katılıyor. Ara sınıflar hızla eriyor. Toplum her zamankinden çok daha fazla iki temel sınıf etrafında, iki keskin kutupta toplanıyor. “Böylece, burjuvazinin içinde hareket ettiği üretim ilişkilerinin basit, tek düze bir niteliğe sahip olmayıp, ikili bir niteliğe sahip oldukları; zenginliğin üretildiği; aynı ilişkiler içinde yoksulluğun da üretildiği; üretken güçlerin bir gelişme gösterdiği aynı ilişkiler içinde önleyici bir gücün de bulunduğu; bu ilişkilerin burjuva zenginliğin, yani burjuva sınıfın zenginliğini, ancak bu sınıfın tek tek üyelerinin zenginliklerini sürekli yok ederek ve durmaksızın büyüyen bir proletarya yaratarak ürettiği her geçen gün biraz daha açığa çıkmaktadır.”(5)
Ferguson’un üzerinden atladığı asıl gerçek budur.
Ferguson, borsa balonunun patlamasına yol açan dolandırıcılıklardan ve Bush yönetiminin son dönemde (özellikle Enron skandalıyla) ortalığa saçılan pisliklerinden söz ettikten sonra, ABD kapitalizminin “yolsuzluk kapitalizmi” olduğunu söylüyor. Gerçekte, ekonomik ve mali durum, sanıldığı kadar kötü değildir, Financial Times okuru burjuvalar yüreklerini ferah tutabilirler, üç vakte kalmaz Amerikan kapitalizmi düze çıkacaktır. Yalnız yolsuzluk kapitalizmi önemli bir sorundur ve çözülmelidir. Marks’ın dikkat çektiği bir başka nokta da kapitalizmin sosyal boyutunun zayıflığıdır, ve ABD bu sorunu da çözmelidir.
“Dolayısıyla, Amerikan kapitalizminin krizi, ekonomik olmaktan çok, sosyal bir krizdir; maddi olmaktan çok, ahlaki (moral) bir krizdir. ABD ekonomisinin 1930’lar tarzı bir çöküşün eşiğinde olduğu doğru değildir. Geçmişte durgunluğu krize dönüştüren mali ve parasal politika hatalarından gerekli dersler çıkarılmıştır.”
Böylece Ferguson, Marks’tan biraz ahlak dersi, biraz da sosyallik alıp, Amerikan kapitalizmine yamayarak, krizden çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Krizi, borsa düşüşüyle sınırladığı için, “yolsuzluk kapitalizmi” de krizin ana nedeni oluyor. Diğer yandan, kapitalizmin “sosyal boyutu”nun neden zayıf kaldığı üzerine hiçbir yorum yapmıyor, Ferguson. Sermayenin kâr hırsıyla sosyal yaşamın bütün alanlarını sermayeleştirmesinden, eğitimi, sağlığı paralı hale getirmesinden hiç bahsetmiyor. Nedense Marks’ın şu belirlemesini görmezden geliyor, “Kapitalist üretimin başlıca amacı ve yönlendirme dürtüsü, elden geldiğince fazla artı-değer sızdırmak, dolayısıyla emek gücünü olanaklı olan en geniş ölçüde sömürmektir.”(6) İşte, kapitalist üretimin bütün ahlaksızlığının, yani melanetinin temel nedeni budur. Ve bu melanet onu var eden değişmez ve değiştirilemez yasalardan kaynaklanır.
Diğer yandan, artık yadsınamaz bir olgu olarak ortaya çıkan ABD mali piyasalarındaki dolandırıcılık, sahtekarlık, vurgun çarkının arka planında yatan nedenleri de tartışmaya hiç girişmiyor Ferguson. Bu pisliği ortalığa saça saça iflas eden Xeroks, Enron, Worldcom gibi dünya tekellerinin çalışma tarzı haline getirdiği sahtekarlığın, aşırı kâr hırsıyla bağını sorgulamıyor. Ferguson’un kaçındığı gerçekler; yaşam sınırının sonuna ulaşmış bir sistemin, ayakta kalmak için direttikçe çürüdüğünü anlatıyor bize. Bu çürümenin; şirket sahtekarlıkları ve yolsuzluklar, borsalarda trilyonlarca doların dolaşması, gençlerin intihara ve uyuşturucu kullanımına sürüklenmesi, fuhuşun tırmanması vs. sayısız örneği gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Her çürümede olduğu gibi, burada da çürük kokuları çok geçmeden ortalığa yayılıyor.
Diğer yandan, Ferguson’un, ABD’de yaşanan ekonomik krize dair tek kelime etmediğini görüyoruz. O, fırtınanın atlatıldığını düşünüyor. Oysa istatistikler, ABD’nin 2001’in son çeyreğinden bu yana ekonomik krizde olduğunu gösteriyor. İnsanın sorası geliyor; madem, “durgunluğun krize dönüşmemesi için gerekli dersler çıkarıldı” bay Ferguson, ABD sanayimdeki mutlak gerilemeyi nasıl yorumluyorsunuz? Resmi işsizlik oranının yüzde 5.6’ya tırmanmasına, pek çok işçinin eski işini yitirip, daha kötü işlerde çalışmak zorunda kalmasına dair yorumunuz nedir? 15 büyük ABD’li dünya tekelinin art arda iflas etmesine ne diyorsunuz? Bush-Cheney kliğinin önderliğinde geliştirilen sözüm ona “teröre karşı savaş”ın, enerji ve hammadde kaynaklarının yoğunlaştığı bölgelere odaklanmasının ABD’nin ekonomik kriziyle bağlantısı var mıdır?
Tüm bunların üzerinden atlamak, Ferguson’un, “bugünkü çatışma, açgözlü fabrika sahipleriyle sefalet içindeki işçi sınıfı arasında değildir” tezinin selameti için gerekli! Tüm bu temel toplumsal olguların üzerinden atlanarak kurulan bir teori, ne kadar bilimsel olabilirse, Ferguson da o oranda bilimseldir. Burjuva iktisadının çıkışsızlığı, Ferguson’da da kendisini hissettiriyor. Ferguson da sayısız meslektaşı gibi, söze Marks’la girerek, çıkışsızlığına Marksizm’in hazinesinden bir şeyler aşırarak çare bulmaya çalışıyor. Kimileri “iktisatçı” Marks’ı “siyasetçi” Marks’tan ayırmak gerektiğinden bahsediyor... Kimisi, Manifesto’nun “karşılıklı bağımlılık” vurgusundan emperyalist egemenliği meşrulaştırmak için faydalanmaya çalışıyor... Kimisi “genç” Marks’la “ihtiyar” Marks’ı; kimisi “bilim adamı” Marks’la, “komplocu” Lenin’i karşı karşıya koyuyor... Ancak sonuçta Marks ve Marksizm, burjuva bilim adamlarının dilinden düşmüyor. Çünkü burjuva bilimi, dünyayı ve toplumsal olguları açıklamakta tamamen çaresiz kalıyor. Sermayenin egemenliğine bağlanan beyinler, gerçeği analiz edemiyor. Evet, doğru; Marks haklıydı, haklıdır; ve bunun nedeni, Marks’ın düşüncesinin sermayenin kelepçelerinden özgür olmasıdır; Marks’ın eserinin sermayeye karşı mücadeleyle örülü bir yaşamdan süzülmesidir. Bugün de dünyayı, toplumsal gelişmeleri ancak beyni sermayeden özgürleşmiş olanlar, sermayeye karşı mücadeleye tutuşanlar, Marks’ın yürüdüğü yoldan yürüyenler bilimsel olarak kavrayabilir, analiz edebilir.
Dipnotlar
1- Kapital, C 1, s. 626, Sol Yayınları
2- Stuttgarter Zeitung’da Margaria Kelly ile yapılan röportaj, 29 Haziran 2002
3- ag. röportaj
4- ag. röportaj
5- Felsefenin Sefaleti, s. 129
6- Kapital, c 1, s. 321