“İnsan hakları” mücadelesi son çeyrek yüzyıllık dönemde “coğrafyamızda” önemli bir yere ve ağırlığa sahip olmuştur. Bu durum bir yandan 12 Eylül faşist askeri darbesinin yüzbinlerce insanımızı işkencelerden geçirmesinin ve on binlerce insanımızı zindanlara tıkmasının, ama aynı zamanda 60 Anayasası’nı ilga edip, tüm hak ve özgürlüklerin tasfiyesiyle uyguladığı vahşi askeri faşist diktatörlüğün, diğer yandan Kuzey Kürdistan’da 1984’te başlayan gerilla savaşının 90’larda tutuşturduğu ulusal kurtuluşçu devrim karşında sömürgeci diktatörlüğün geliştirdiği kirli sömürgeci savaş gerçeğinin sonucudur. Diktatörlüğün ve kirli savaşın saflarında mevzilenen başlıca güçlerin İHD’ye karşı küstah ve saldırgan, gaddar tavrı, “insan hakları” başlıklı “sorunlar” ve “talepler” tarafından belirlenen özgül mücadele alanının Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki özel örgütlenmesi İHD’nin faşist MGK diktatörlüğüne karşı mücadelede tuttuğu yerin önem ve ağırlığının çarpıcı göstergesidir.
“İnsan hakları” mücadelesinin geçmişi İHD’nin tarihi ile sınırlı olmadığı gibi, “insan hakları” mücadelesi de İHD’nin faaliyetleriyle sınırlı değildir. Bunlara karşın coğrafyamızda “insan hakları” başlıklı “sorunlar” ve “talepler”in belirlediği özel mücadele alanı, 16 yıllık özgül bir tarihe sahiptir. Bu tarihin gösterdiği gibi, özgün varoluş biçimi altında insan hakları mücadelesi “pratik” biçimde ilerlemiş, ”sorunun” kuramsal ve kavramsal konuşu ve gelişimi onu geriden izlemiştir. Geçmişte İHD genel kurulları ve hazırlık süreçlerinde tanık olunan kuramsal tartışmalar ise son dönemde adeta gündemden çıkmıştır. İHD’nin daralması ve kuramsal tartışmalara ilgi kaybı, son dönemde birbirine koşut gelişen iki eğilim olarak saptanmalıdır.
“İnsan hakları” mücadelesi, yukarıda işaret edildiği gibi, bu başlık altında ele alınan sorun ve taleplerin belirlediği bir özgül mücadele alanıdır. “İnsan hakları” mücadelesine farklı sınıfsal ve ideolojik eğilimlerden insanlar, çevre ve gruplar derin farklılıklarına karşın birlikte katılıyor, insan hakları örgütlerinde birlikte çalışıyorlar. Farklı ideolojik ve sınıfsal eğilimler arasında kaçınılmaz hegemonya mücadelesi yalnızca pratik politikalar düzeyinde değil, aynı zamanda ideolojik/teorik alanda da sürüyor. İnsan hakları kuruluşları da bütün diğer demokratik, kitlesel örgütlenmeler gibi, sınıf mücadelesine konu oluyor. Yalnızca içinden, kendi zemini üzerinde değil, İHD üzerindeki sınıf mücadelesi dışından da yürütülüyor. Devlet dahil belli başlı kuvvet odakları dışarıdan baskı yaparak, etkileyerek İHD’yi yedeklemeye, kendi çizgilerine bağlamaya çalışıyorlar.
“İnsan hakları” özel alanında mücadele sürüyor. Bu alanın özel örgütü İHD, yaşadığı daralmaya karşın önemini koruyor. Marksist leninistlerin bu alanda varolan güçlerinin kendi durumlarını aşan bir pratik politik etkinlik içine girmesi, ideolojik/teorik mücadele cephesindeki çabaların geliştirilmesine bağlıdır. Aydınların insan hakları mücadelesine daha fazla ilgi göstermeleri ve katılmaları nedeniyle, bu alanda yürütülen hegemonya mücadelesi bir başka alandan daha fazla teorik/ideolojik netlik, önem ve ağırlık istemektedir. Komünistlerin, mücadelenin pratik politik yanına gösterdikleri ilgi ve duyarlılığı ideolojik/teorik bakımdan gösterememiş olmaları politik etkiyi de sınırlandırıcı olmuştur. “İnsan hakları”nın en büyük ve baş tecavüzcüleri dahil, bütün siyasal/sınıfsal güçlerin, takındıkları pratik politik tavra tekabül eden bir “insan hakları” özgül teorileri vardır. Her birinin teorik pozisyonuna temel teşkil eden bir “insan” kavramının olduğu da vurgulanmalıdır. Marksist leninistlerin, “insan hakları” mücadelesine ideolojik/teorik yaklaşımını “insan kavramı”ndan başlayarak formüle etmek bu nedenle de anlamlı olacaktır.
“İnsan” kavramı, bir soyutlama olarak insanlar arasındaki her çeşit ayrımı silerek, mevcut burjuva toplumun temel gerçeklerini hiçe sayan bir insan hakları kavram ve teorisine başlangıç oluşturabilmektedir.
Fakat gerçekte “insan nedir?”
Üretim ilişkilerinden, mülkiyet ve bölüşüm; baskı, egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinden, yönetici yönetilen bölünmesinden, toplumsal ilişkilerin bütününden yani tarihsel ve sosyal varlığından soyutlanmış tecrit halde birey-insan, “mutlak insan” düşünülebilir mi? Tarihselliğinden ve sosyal varlığından soyutlanmış insan, “mutlak insan” bir safsatadır. İHD saflarında oldukça yaygın olmanın da ötesinde bu safsata, alnının özgül doğası ve egemen güçlerin bu alan üzerinde yürüttüğü sınıf mücadelesinin baskısı nedeniyle küçük burjuva aydınlar üzerinde etkili olmakta, “mutlak insan” kavramından köklenen teorik ve pratik duruşların gelişmesini beslemektedir. “Mutlak insan” safsatasının yolu, mevcut burjuva toplumu onaylama ve kutsamaya çıkmaktadır.
Marksistler olarak bizim “insan” kavramımız, küçük burjuva demokratların “mutlak insan” kavramından tamamen farklıdır. Çünkü biz materyalistiz. Bizim teorimiz:
“İnsanal öz”ün, “tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değil”, “gerçekliği içinde bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür”der.(1) Bir kez insan toplumsal ilişkilerinin toplamı sosyal bir varlık olarak kabul edildi mi, “insan”ın tarihselliği ile birlikte “insan hakları” ve kavramının tarihselliği gerçeği de açığa çıkar. Devletin ortadan kaldırılması sorununun anlamını açıklarken anarşistleri eleştiren F. Engels, “mutlak birey” konusuna değinir: “Almanya’da, devletin ortadan kaldırılması sloganı, ya yürütülmekte olan savaşımdan sıyrılmak için korkakça bir kaçamak yolunu, ya burjuva özgürlüğünün bireyin mutlak bağımsızlığına ve özerkliğine kadar şarlatanca abartılmasını ya da en sonu burjuvanın, burjuva çıkarların ilerlemesini kösteklemedikçe her türlü devlet biçimine karşı aldanışsızlığını maskeler.”(2)
“Mutlak insan” bir safsata olduğuna göre insan hakları sorunundaki bütün ideolojik/te- orik ve politik duruşlar, özünde sınıfsaldır, burjuva toplumun temel sınıflarından birisinin görüş açısı ve çıkarlarıyla damgalıdır. Bir çeşit insan hakları partisi savunusu yapan küçük burjuva demokratların gizlediği temel gerçek tam da budur.
İnsan hakları kavramı her halükarda sınıfsallıkla damgalı olduğuna göre, insan hakları sorunsalı, kavramı ve kurumları üzerinde ortaya çıkan farklı eğilimlerin kaçınılmazlığı ve varlığı kadar, bu farklı eğilimler arasında çatışma ve hegemonya mücadelesi de kaçınılmazdır.
Burjuvazinin insanlığa kazandırdığı, “insan hakları” kavramı, kuşkusuz başlangıçta büyük bir ilerlemeydi. Fakat yine de burjuva sınıfın sömürücü karakteri nedeniyle tarihsel bakımdan sınırlıydı. “Hak eşitliği”, yasalar karşısında “eşitlik”, “adalet”, feodal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması vb. burjuvazinin eski toplumun egemen sınıfı feodal aristokrasiye karşı savaşını zafere götürmeyi, diğer bir anlatımla kendi egemenliğinin koşullarının gerçekleştirilmesini kapsıyordu.
Tarihin ilerleyişi böyledir: Proletarya ve emekçiler, burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı hazırladığı silahları burjuvaziye çevirdiğinde, burjuva eşitliğin, özgürlüğün, adaletin sınırları ortaya çıkar; “insan hakları”, burjuvazi ve diğer sömürücü sınıfların sınıfsal ayrıcalıklarının dokunulmazlığı haline geliverir. Üretim araçları üzerinde burjuva mülkiyet hakkı, artı-değer sömürüsünün kutsallığı ve burjuva egemenliğinin ebediliği temel sınıf gerçekleri önünde “insan hakları” kavramı eğilir. Böyle olduğu içindir ki, üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyet hakkının, artı-değer sömürüsünün ve burjuva sınıf egemenliğinin tasfiyesine başlayarak, “insan hakları” kavramına yeni bir anlam kazandıran Paris Komünü’nün yenilgisi, burjuvazinin insan hakları karşısındaki duruşunun çok çarpıcı bir tarihsel örneğini sunar. Sınıf olarak yeryüzü cennetini kaybetme kabusunu atlatan burjuvazi kan dökmede, vahşette sınır tanımamıştır.
“BM Evrensel İnsan Hakları Bildirisi” burjuvazinin insan haklarına yaklaşımı bakımından en ileri düzey kabul edilirse (ki, bu “düzeye” de dünya proletaryası ve emekçilerinin ve sosyalizmin baskısıyla itildiği asla unutulmamalıdır’ bu en ileri düzeyin sınırları da “mülkiyet hakkı” kavramında verilidir:
“1. Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olma hakkına sahiptir.
2. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.”(3)
“Mal ve mülk” sahibi olma hakkı özel mülkiyeti ve sömürüyü kutsar, esasen her çeşit “insan hakları” ihlalinin temeli ve sonal nedenidir. En demokratiğinden ırkçı, açık terörcü diktatörlüğe, burjuvazinin bütün egemenlik biçimleri ve bütün, gerici emperyalist savaşların sonal nedeni özel mülkiyet ve sömürünün sürdürülmesidir. “Mal ve mülk”, insani yabancılaşmanın başlangıcına işaret ettiği gibi, esasen “mal ve mülk” kavramıyla bağdaşır bir hümanist teori de düşünülemez. Daha tam ifade etmek gerekirse gerçek bir insan sevgisi ve yüksek bir insani değer olarak hümanizm, “mal ve mülk” ile bağdaşmaz. Çünkü sömürü ve özel mülkiyet insanın kendi kendine yabancılaşması demektir.
İnsanın insanı sömürüsünü, baskı ve egemenlik altında tutmasını kabul eden insan hakları kavramının burjuva çerçevesi, insan hakları ihlallerinin başlıca kaynaklarına yönelebilecek güç ve yetenekten yoksundur. “İnsan hakları” kavramı, burjuva çerçevede biçimsel kalmaya mahkûmdur.
Zaten burjuva egemenliğin faşist diktatörlük biçimi altında ve emperyalist gerici savaşlarda doruğa çıkan yok edici burjuva şiddetin temelinde yatan da özel “mal ve mülk” edinme burjuva sınıf hakkı ve ilkesinden başka bir şey değildir.
Burjuvazi egemen sınıf olarak şiddet tekelini elinde tutuyor. Burjuva şiddetin güncel rolü ise burjuva “mal ve mülk”ün, “mal ve mülk edinme hakkının” yani insanın insanı sömürüsünün sürdürülmesini güvencelemektir. Peki pek sayın bay ve bayanlar, emekçilerin burjuvazinin sınıfsal boyunduruğundan ve sömürüsünden kurtuluşunu öngörmeyen, savlamayan bir insan hakları kavramı ne menem bir şeydir? Eğer insan hakları kavramınız, emekçilerin sömürüden ve burjuvazinin boyunduruğundan kurtuluşunu da kapsıyorsa o zaman burjuvazinin şiddet tekeline karşı çıkmanız ve ezilenlerin şiddetini meşru görmeniz gerekir. İnsan hakları kavramının burjuva çerçevesinin aşılması zorunlu olarak ezilenlerin şiddetini içerir. Haklı ve haksız şiddet ayrımı yapamadığınız, salt biçimsel tutarlılık adına “her çeşit şiddete karşı tavır almayı” vaaz ettiğiniz sürece emekçileri ideolojik bakımdan da silahsızlandırarak burjuvaziye çok değerli bir hizmet sunmaktan öte bir şey yapmış olmazsınız.
Ufku sermaye egemenliği ile sınırlı formel insan hakları kavramı aşılmıştır. “Mutlak insan” ve soyut insan hakları kavramları çerçevesinde formel ve mekanik tutarlılık arayışları, liberal eğilime teslim olmak ya anarşizme sıçramayı ya da insan hakları kavramının burjuva çerçevesine geri dönüş ve düşüşü getirmekten öte bir sonuç üretemez.
Komünistler, “insan hakları” başlığı altındaki özel mücadeleye katılıyorlar, fakat manifestolarında “insan hakları” ayrı, özel bir sorun/konu olarak yer almıyor. Çünkü, insan, komünistlerin programının odağında duruyor.
Burjuva ideologların çarpıtma çabalarının tersine bilimsel sosyalizm hümanist bir kuramdır. Zira o, proletarya ile birlikte tüm insanlığın baskı, sömürü ve bağımlılık ilişkilerinden, insani yabancılaşmanın bütün biçimlerinden kurtuluşunu öngören biricik teoridir. Fakat yine de bir özel mücadele alanı olarak “insan hakları”, sosyalist hümanizme belirgin vurgu gerektiriyor.
Sosyalizm, burjuvazi ve sömürücü sınıfların ekonomik varlık koşullarını, üretim araçlarının özel mülkiyetini ilga ederek, insan hakları kavramının burjuva çerçevesini kırar, tarihsel bakımdan sorunu yeni baştan koyar. Proletarya diktatörlüğü/proleter demokrasi, demokrasinin içerilip aşılması olarak sosyalizm; sınıfların ortadan kaldırılmasını; yönetici yönetilen bölünme ve ayrımının; insanın kendine/insana; insanın emeğine; insanın bir parçası olduğu doğaya yabancılaşmasının aşılmasının; devletin sönerek ortadan kalkmasının koşullarını yaratmayı amaçladığı/program edindiği için, “insan hakları” sorununu sosyalizm programına bağlayarak insanlığın gündeminden çıkartmayı doğası gereği amaç edinmiştir. Sosyalizmde insan amaçtır, burjuva/kapitalist toplumda ise araç.
Özel/özgü bir alan olarak “insan hakları” mücadelesinin de bağlı olduğu bir nihai amaç olacak mıdır? Yoksa kendi başına ve kendine yeter bir amaç mıdır, “insan hakları” mücadelesi alanı?
Küçük burjuva demokratlar, “insan haklarının her şeyin üstünde ve ötesinde olduğunu, kendine yeten bir amaç olduğunu vaaz ediyorlar. Böylece, yöneten ile yönetilen; sömüren ile sömürülen; egemen ile boyunduruk altına alınan/ezilen, şiddet tekelini elinde tutanlar ile şiddete maruz kalanlar arasındaki temel ayrımlar bir hamlede ortadan kaldırılıyor.
Sosyalizmin 20. yüzyılı yenilgiyle kapattığı, emperyalizmin ve burjuvazinin dünyanın dört bir köşesinde egemenliğini pekiştirdiği ve her yerde dişinden tırnağına kadar silahlandığı gezegenimizde, insan haklarının her şeyin üstünde ve ötesinde olduğunu ve tüm diğer herşeyin ona tâbi olması gerektiğini (dünya görüşünüzü ve politik kimliğinizi İHD kapısında bırakınız deniliyor!) savlayanlar, burjuvaziye çok değerli bir hizmet sunuyorlar. Çünkü ister istemez dişinden tırnağına kadar silahlanmış burjuvazi karşısında emekçileri ve ezilenleri silahsızlandırmaktan, burjuvazi ve burjuva düzen hakkında hayaller yaymaktan öte bir şey yapmıyorlar.
İnsanı toplumsal ilişkilerinin toplamı olarak kavrayamayan ve burjuva toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla bölündüğü temel gerçeğini hiçe sayan küçük burjuva demokratlar, sınıfların ortadan kaldırılmasının olanaklı biricik yolu sınıf mücadelesinin üstünde ve dışında, sınıflar üstü bir insan hakları mücadelesi anlayışıyla emekçileri silahsızlandırdıkları gibi, özgün insan hakları mücadelesini de en pasif, en geri platforma çekiyorlar. Öyle ki, burjuva toplum temelinde “insan hakları” ihlallerinin önlenmesinin olanaklı olduğu hayallerini besliyor ve yayıyorlar. İHD’nin kendini hak ihlallerinin kaydını çıkartan ve bunları duyuran açıklamalar yapan “profesyonel” bir “uzmanlık” örgütüne dönüştürülmesini isteyenler bile var. Hangi çerçevede ve nasıl ele alınırsa alınsın “insan hakları” için mücadele kaçınılmaz olarak politik mücadele olduğu içindir ki sorunlarını bir biçimde “kuvvet” kullanarak çözmek durumundadır. O halde, insan hakları örgütleri, hak ihlallerinin başlıca sorumluları burjuva devlete ve emperyalist dünya düzenine karşı enerjik biçimde mücadele eden kitle örgütleri olarak geliştirilmelidirler. İnsan hakları mücadelesinin emperyalizme yönelen boyutunun yetersiz ve sınırlı kaldığı gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Dünyanın polisi kesilen ABD başta gelmek üzere emperyalist haydutların insanlığa karşı işledikleri ve işlemekte oldukları suçların haddi hesabı yoktur. İnsan hakları mücadelesinin uluslararası boyutuna daha güçlü bir yönelim özellikle acil bir ihtiyaçtır.
Biz marksistler, insan hakları mücadelesi özel alanında bir yandan küçük burjuva demokratlarıyla ideolojik/teorik sınırlarımızı kesin biçimde çizerken, diğer yandan, marksizm ve sınıf mücadelesi teorisinin vülger, kaba metaryalist kavranışıyla, “insan hakları” kavramı çerçevesinde özel/özgül bir mücadele alanının varlığını özünde reddeden doktriner ve sekter yaklaşımlar ile ayrımlarımızı belirginleştirmeyi de ihmal edemeyiz. Bu özel mücadele alanında sosyalistler ile kaba materyalistler, sekter dogmatikler arasındaki ayrım/sınır, ideolojik/teorik olduğu kadar pratik bakımdan da özenle korunmalıdır.
Bununla birlikte, bilimsel sosyalizm ve burjuva liberalizminin bu alanda çarpışan, hegemonya mücadelesi veren ana eğilimler ve taraflar olduğu asla gözden kaçırılmamalıdır.
İnsan hakları kavramının egemen burjuva çerçevesi, burjuva düzen koşulları, burjuva ideolojisinin üreticileri olarak burjuva aydın tabakanın önemli bir kesiminin insan hakları kavram ve kurumuna ilgisi, bu alanın müdahaleci de olsa daha çok ve yaygın olarak pasif direniş biçimlerine dayanması -ki bu biraz da varlık ve meşruiyet koşulu olarak sunuluyor- uluslararası bağlantı ve dinamiklerinin doğası liberal eğilimin ideolojik ve politik hegemonyası bakımından oldukça elverişli koşulları oluşturuyor.
Herhangi bir partide aktif politika yaparak kendini tanımlamaktan kaçınan daha çok ve belirgin biçimde anarşizm eğilimiyle örgütlü mücadele süreçlerinden kopmuş/kaçmış/dışlanmış bireylerin bu konumu, kendilerini ifade bakımından oldukça elverişli bir alan olarak insan hakları kuramlarında yuvarlamalarını ve insan hakları kurum ve kavramı çerçevesinde adeta klasik bir parti olmayan, bir insan hakları partisi ideolojisinin ve pratiğinin üretilmesi özel eğilimini açığa çıkartmaktadır. Anarşist ve özgürlükçü söylemleri yanıltıcı olmamalıdır. Bunlar liberal eğilimin yedekleridir, liberal eğilime güç verip kan taşımaktadırlar. Bu alan ve kuramlarında anarşizmle ideolojik mücadele denilebilir ki, daima özel bir önem taşır.
Liberal eğilim, sosyalistleri insan hakları kuramlarından ve bu özel mücadele cephesinden dışlamayı hedefleyen bir ideolojik forma kavuşmuştur. İnsan hakları kuramlarında değişik eğilimlerin kaçınılmazlığını reddeden yaklaşımlar; esasen bu kurumlar üzerinde mutlak bir egemenlik peşinde koşmakta, açık ve kaba biçimde tasfiyeci bir hegemonya mücadelesi yürütmektedirler. “Her zaman, her yerde, herkes için insan hakları” politikaları üretilmesine kendilerini vakfedenler, sosyalist ideolojiye karşı, sınıf mücadelesi kavramını reddederek, küçük burjuva sınıf pozisyonundan açık bir sınıf mücadelesi sürdürüyorlar.
“İnsan hakları” alanında kendini pek yetkili gören kimi küçük burjuva demokratların dillendirdiği, “nihai özgürlükler yolunda, özgür toplum ve özgür birey yolunda”, “her türlü iktidar alanlarını daraltmak, özgürlük alanını genişletmek uğraşı veren” bir insan hakları kurumu özlem ve hedefi, olgunlaşmış bir anarşizmdir. İnsan hakları kurumunu anarşizmin partisine dönüştürmek isteyen, anarşist bay ve bayanlar, proletarya ve sosyalistlere karşı mücadele çağrısı yaparak burjuvaziye büyük bir hizmette bulunuyorlar. “Her türlü iktidar alanlarını daraltma”, faşizme ve burjuvaziye karşı örgütlü mücadeleyi (ve her örgütlü mücadele büyük ya da küçük bir iktidar alanıdır) reddederek şarlatanlaşıyorlar. “İnsanın insanın kurdu” olmadığı bir topluma, “özgür toplum ve özgür bireye” ancak ve yalnızca proleter sınıf mücadelesi yolundan ulaşılabileceği gerçeğini inatla vurgulamaya devam edeceğiz.
Dipnotlar
1- Karl Marks, Feurbach Üzerine Tezler, 6. Tez
2- Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Devletin Ortadan Kaldırılması Sloganı ve Alman “Anarşi Dostları” Konusunda s. 35
3- Madde 17, Temel Belgelerde İnsan Hakları s. 32