Yıllardır çalıştıkları fabrikanın kapatılması tehdidiyle yaşayan Paşabahçe Şişecam işçileri, sendika bürokrasisinin uzlaşmacı tutumunu bir kenara iterek 22 Temmuz 2002 tarihinde fabrikalarını işgal etti. Patronun 15 günlük ücretli izin adı altında fabrikayı kapatmasına, işlerini savunmak için başlattıkları işgal eylemiyle yanıt veren işçilerin en büyük destekçisi aileleri ve fabrikanın hemen yanı başında tepelere doğru sıralanan gecekondularda oturan Beykoz halkıydı.
Paşabahçe işçisi deneyimliydi. Daha önce de günlerce süren fabrika işgali ve grevleri yaşamıştı. 1991 yılında başlayan grev ve ardından işçi kıyımına karşı fabrika işgali eyleminde olduğu gibi, 2002’de de işçiler, geceli gündüzlü fabrika önünde beklediler. Son yılların bütün grev ve direnişlerinde olduğu gibi Paşabahçe işçileri de sınıf dayanışmasından yoksundu. Olası bir sınıf dayanışmasının ne anlama geldiğini en iyi sermayedarlar bilir. Bu nedenledir ki devlet, direnişin işçi sınıfının diğer bölükleri ve emekçi halkla buluşmaması için her türlü önlemi almıştı. Ve direniş, sınıf dostları ve emekçi halkla buluşmaması için tecrit edildi. Paşabahçe işçileri tecrite rağmen fabrika içinde bekleyişlerini sürdürdü ve 1991’de olduğu gibi fabrika içine kurdukları ‘kartonkentler’de yaşadılar.
Paşabahçe işçileri, son yıllardaki en etkin direnişi örgütlemelerine rağmen, istedikleri sonucu elde edemediler. 11 yıl önce yaşadıkları direnişi aşamamış ve 11 yılın gerisinde kalan sınıfın öncü bölükleri, eylemi ileri bir noktaya sıçratamamıştı. Daha önceki direnişlerden ders çıkaran Paşabahçe patronu, sendika bürokrasisinin katkılarıyla 17 gün süren direnişi fabrikayı kapatarak sonlandırdı. İşçilerin bir kısmı zorunlu emekliye ayrıldı, geriye kalan 700’ü aşkın işçi ise Mersin, Trakya, Denizli, Eskişehir vb. illerdeki fabrikalara gönderildi. Bu, çok zayıf bir kazanım olsa da direnişin ürünüydü.
Paşabahçe direnişi bir kez daha işçi sınıfının durumuna ayna tuttu. Eğer, en genel sonuçlarına göz atarsak bu direniş, sınıfın sermaye karşısında nasıl güçsüzleştiğini ya da güçsüzleştirildiğini gösterir.
İşçi sınıfı arasında birleşik karşı koyuş örgütlenmeden sermaye ve faşizme karşı en sıradan ekonomik-demokratik talepler bile elde edilemez. Direnişçi işçiler, ne denli militan, kararlı olursa olsun direniş; a) aynı iş kolunda diğer işçilerle, b) başka iş kollarındaki işçi bölükleriyle, c) işçi aileleri ve emekçi semt halkıyla birleşik, örgütlü bir biçime dönüşmedikçe, zaferle sonuçlanması neredeyse imkansızdır.
Paşabahçe işçileri, direnişçi bir tutum almış, aileleri ve semt halkını direnişe ortak etmiştir. Ne var ki, Kristal-İş’in sendika bürokratları direnişi diğer alanlara yaymamış, üretimden gelen gücünü kullanmamış, dayanışma direnişleri örgütlememiştir. Diğer sendikalar da dostlar alışverişte görsün tavrıyla soruna yaklaşmış, sermayenin birleşik saldırısına karşı Paşabahçe işçisini yalnız bırakmıştır.
Buna karşın Paşabahçe işçisi, direnişe başlarken, kendi kendini güçsüz düşürmenin ağır sorumluluğu altındaydı. 1991’deki direniş patronun saldırısına bir barikat olsa da önemli kayıplarla sonuçlanmıştı. Paşabahçe işçisi, süreç içinde patrona tavizler vererek kurtulacağını sandı. 1991’de 3500 olan işçi sayısı, 2002 direnişi öncesinde 870’e düşmüştü. Bu dönemde sessizlik hakimdi. Toplusözleşme görüşmelerinde “patronu teskin etmek” temel amaç haline getirildi. Sendikanın “sıfır zam”a imza atması, sosyal haklarda kısıtlamaları kabul etmesi suskunlukla geçiştirildi. Dahası “sıfır zam”la maliyetlerin düşürüleceği, patronun kârlarının yükseleceği, böylece rekabet şansının büyüyeceği, bu nedenle de fabrikanın kapatılmasının engelleneceği varsayıldı. Paşabahçe işçisinin politik körlüğü, sınıf bilincinden yoksunluğu, onda, “Patrona ne kadar fazla kâr ettirirsem işim o kadar güvencede” bakış açısını egemen kıldı. Oysa, Paşabahçe işçileri sermayenin birleşik-örgütlü saldırısıyla karşı karşıyaydı. İşçi sınıfının diğer bölüklerine dayanacağına patronla dayanışmaya çevirdi yüzünü. Bir kez daha görüldü ki, işçi sınıfı patronun görüş açısıyla sorunlara yaklaştığı müddetçe kaybetmeye mahkumdur. İşçi sınıfı bir sınıf olduğunu ve bir sınıf olarak burjuvaziyle çıkarlarının zıt olduğunu bilince çıkarmadıkça ücretli kölelik zincirine yeni halkalar eklenecektir. Seka’da, Sümerbank’ta, Petlas’da ne olduysa Paşabahçe’de de o oldu. Sürekli geri adım atarak patronun şerrinden kurtulacağını sanan işçiler, bunun boş bir hayal olduğunu anladıklarında direniş kuvvetlerinin ne denli azaldığını gördüler. Süreç içindeki her geri adım işçileri daha da güçsüzleştirdi.
Seka, Sümerbank, Paşabahçe ya da diğer işçi sınıfı bölükleri, kendi patronlarına karşı mücadele ederken bunu burjuvaziye karşı mücadele olarak kavramadıkları sürece kaybedeceklerdir. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek ücret vb. uygulamalar şu ya da bu patronun özel bir yöntemi değil, burjuvazinin genel bir yönelimidir. Bu nedenledir ki, özelleştirilen bir fabrikada işten atılmalara karşı direniş, özelleştirmeye karşı genel mücadelenin bir kaldıracı, diğer işçi bölükleriyle mücadele birliği halini almazsa başarı şansı çok zayıf kalacaktır. İşçi sınıfı kapitalizmin bugünkü koşulları içinde kendi işyeriyle sınırlı bir ekonomik mücadelenin günlük çıkarlarını dahi geliştirmeye ve korumaya yetmeyeceğini görmelidir.
Paşabahçe direnişi başka açılardan da önemli dersler bırakmıştır. Sermaye birleşik ve örgütlü bir saldırı içinde. İşçi sınıfı ise burjuva sendikal bürokrasinin prangasına bağlı. Kapitalizme karşı ekonomik mücadele kapitalist üretim ilişkilerine karşı mücadelenin bir kaldıracı haline getirilmedikçe, işçi sınıfı sendikaları burjuva sendikal bürokrasiden kurtulmadıkça, sınıfın politik örgütlülüğü gelişmedikçe işçi sınıfı güçsüzleşmeye devam edecektir. En temel sorun, sınıfın yalnızca üretim sürecindeki parçalanma ya da dağılması değil, örgütsel olarak da parçalanma ve dağınıklık içinde olmasıdır. Ekonomik mücadele politik mücadeleyle birleştirilmezse, işçi sınıfının politik bilinci yükseltilmez, politik örgütlülüğü geliştirilmezse işçi sınıfı yalnızca sermayenin değil, sendikal bürokrasinin ağır darbeleri altında ezilecektir.
Bütün işçi sınıfı bölükleri şu gerçeği bilince çıkarmalıdır: Kendi fabrikasıyla sınırlı kaldıkça her türlü güvenceden yoksun kalacaklardır. Her an işten atılabilir, ücretleri düşürülebilir. İş yerinin sendikalı olması kuşkusuz bir avantajdır. Fakat, sendikacılar ne denli iyi niyetli olurlarsa olsunlar, burjuva sendikal anlayışı aşamadıkları, sendikalar arasında, işçiler arasında birleşik direniş, işsizlerle birleşik örgüt yaratmazlarsa sonuç değişmez.
Paşabahçe direnişi göstermiştir ki, küçücük bir kazanım elde etmek için dahi büyük bir kararlılıkla direnişe geçmek gerekir. Direniş biçimi olarak fabrika işgali, son yıllarda başka yerlerde de olduğu gibi, Paşabahçe’de de öne çıkmıştır. Ama işgal bir fabrikayla sınırlı kaldıkça etkisi zayıf kalmaktadır. Destek yürüyüşleri, basın açıklamaları, para vb. maddi dayanışma önemlidir; ama yeterli değil. Bir yerde fabrika işgali başladı mı, işgal başka fabrika ve işkollarına yayılırsa o direniş için istenen sonuç elde edilebilir. Hem işçi sınıfının hem onun öncü bölüklerinin en fazla bilince çıkarması gereken budur. Öncü kurmay bakımından da bilinç taşıma ve eyleme müdahale; işgalci işçilere destek ziyaretlerinde bulunmak, onlara yönelik bildiriler çıkarmak, basın açıklamaları yapmakla sınırlı görülemez. Eğer bu anlayışın ötesine geçilmezse muharebe daha baştan kaybedilmiş demektir. Yapılması gereken; bir fabrikada direniş başladığında dikkat, direniş siperlerinin çevresinde kalabalıklar oluşturmaya değil, diğer fabrikaları ve emekçi semtleri harekete geçirmeye, buralardan işgali ve direnişi yaymaya ve büyütmeye yöneltilmelidir.
Bir başka noktaya daha vurgu yapmak gerekir. İşçi sınıfı içinde politik etkisini ve örgütlülüğünü geliştirmedikçe komünist öncü seyirci, uzaktan dayanışmacı ve kaydedici olmaktan kurtulamaz. İşçi sınıfı içinde çalışma, sınıfın politik örgütlülüğünü büyütme bakış açısıyla ele alınmalıdır. Sınıfın en acil, en temel sorunlarının politikayla bağı doğru temelde kurulmalı, burjuva sendikal bürokrasinin örgütsel sınırlarını aşacak bir hattan gidilmelidir.
Politik öncü Paşabahçe direnişine, çoğu işçi direnişinde olduğu gibi, bir kez daha hazırlıksız yakalanmıştır. Bu nedenledir ki, onun müdahalesi etkisiz ve cılız kaldı. Peki bu nasıl aşılacaktır? Her şeyden önce işçi sınıfı içinde her günkü politik ajitasyonun yükseltilmesi, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin geliştirilmesiyle. Bu ancak planlı ve sistemli bir çalışmayla gerçekleştirilebilir. Ama sorunu bununla sınırlandıramayız. Her yerde olduğu gibi işçi sınıfı içinde komünist öncünün etkisi sıçramalı gelişecektir. Bu bilinç komünist öncüye, her günkü çalışmanın ötesinde, ortaya çıkacak fırsatlardan yararlanma bakış açısı kazandırır. Önemli bir işgal ve direniş ortaya çıktığında yukarıda belirtilen tarzda bütün politik faaliyetin direnişi büyütme ve yaygınlaştırmaya endekslenmesi, fabrika ve emekçi semt faaliyetinin hızla direnişte merkezileşmesi, direnişe dair özel örgütlenmeler oluşturulması, direnişin zaferle sonuçlanması için barışçıl-silahlı, yasal- yasadışı bir dizi mücadele biçiminin devreye sokulması vb. İşçi sınıfı içinde politik öncünün etkisini birkaç kat birden artıracaktır. Sendikalara çöreklenmiş burjuva bürokrasisi ancak böyle sökülüp atılabilir. İşçi sınıfına politik bilinç böyle aktarılabilir. Sorun şudur: Sınıfın komünist öncüyle buluşması mı, komünist öncünün sınıfla buluşması mı?
Paşabahçe direnişini gerçekleştiren işçilerle yapılan röportajı pek çok bakımdan yararlı olacağı inancıyla yayınlıyoruz. Umarız, her direniş sonrası işçi sınıfının olduğu kadar komünist öncünün de bilinci gelişir.
* Direniş başladığında hedefiniz neydi? Kendinize bir hat çizmiş miydiniz?
Necati Karababa (Kristal-İş Sendikası Paşabahçe Şube Yönetim Kurulu Üyesi): Biz fabrikanın kapatılacağını asla düşünmüyorduk. Pansuman çözümlerle -yataylar, erken emeklilik, teşvikler- sorunu çözmeye çalıştık. Fabrikanın uzun soluklu bir ömrü olacağını düşünmüyorduk tabi ki. Ama bu denli işçileri mağdur edecek bir şekilde çözüleceğini de düşünmüyorduk. Yakın süreçte kapatılacağını düşünmediğimiz için kapatmayı engellemek için neler yapılabiliri de tartışmadık.
Cemal Başkaya (Paşabahçe Şişecam Fabrikası işçisi): 10 yılı aşkındır Paşabahçe'de erime politikası egemen. 1991, bir milat olarak kabul edilebilir bu anlamda. 1990 öncesinde 3500 olan işçi sayısı, 1991'de 570 kişi işten atılarak düşürülmek istendi. O gün bir direniş yaptık. Fakat bunun sonucunda her ne kadar direniş başarılı oldu dense de mevcut sayı bir şekilde işverenin öngördüğü şekle geldi. Bu yönüyle 1991 direnişini, bütünlük içinde başarılı bir direniş olarak adlandırmak çok mümkün değil.
1994 yılında yine istihdamın daraltılması gündeme geldiğinde bu kez teşvik önerisi oldu. 500'ü aşkın insan teşvikten yararlanarak fabrikadan ayrılmayı, kendince uygun buldu. Ve fabrikayla olan ilişkileri kesildi.
Taban Nicelik Ve Anlayış Açısından Bölündü
Takip eden yıllarda yine aynı anlayış egemen oldu. Ver kurtul. İşverenin daralma politikasına sendikanın cevabı, en az mağduriyetle insanları tasfiye etmek adına, emekliliğine az kalanlar tazminatlara ek ödemelerle tasfiye edildi. En son, 2000 yılı toplusözleşmesinde, Paşabahçe'de yaşanan istihdam sorunuyla ilgili sıfır sözleşmeye imza atıldı. Böylece istihdamın korunabileceği sendikacılar tarafından düşünüldü.
Bu tabana açıklandı. Taban o noktada yönlendirildi. Fazlada itiraz görmedi. Tabii bir Şubat krizinin yaşanacağı o günler öngörülmüyordu. Sıfır sözleşmenin diğer işyerleri karşısında Paşabahçe'yi gelecekte avantajlı kılacağı öngörülüyordu.
Dolayısıyla şöyle bir iyimser beklenti de oluştu. Biz sıfır sözleşme yaptık, emekliliğine 1-1.5-2 yıl kalanları da gönderdik, daha fazla ödün verebilecek bir şeyimiz kalmadı. Diğer fabrikalarla maliyet konusunda da avantaj yakaladık. Bu sebeple Paşabahçe'ye dokunulmaz düşüncesi gelişti.
Keza 2000 sözleşmesinde de işveren, 'daralma olacaksa bu Paşabahçe'den değil, diğer işletmelerden olacak' dedi. Ancak fabrika içinde değişik servislerin tümden tasfiyesi, dışarıya iş verilmesi, esasında biz ne kadar kabullenemesek de bugünün canlı habercisiydi.
Bu sonu hızlandıran etkenlerden birisi de tabandaki nicelik ve anlayış açısından bölünmüşlüktür. İşveren bunu gördü. Zaten işçi sayısı 870'lere düşmüşken, tabandaki bu bölünmüşlüğü de kullanarak oradan yürüdü ve sonuç olarak süreç hızlandı.
* Bu kaçınılmaz bir son muydu?
Cemal Başkaya: Güçler dengesinden bakıldığında fabrikanın kapatılması kaçınılmaz bir sondur. Gündeme gelen; zarar eden bir işletmenin kapatılması değil, zarar etmesi bilinçli olarak tercih edilen bir işletmenin kapatılmasıdır. Aynı işkolunda farklı üretim alanlarına yatırım yapılması -Eskişehir buna örnektir- bu söylediğimi doğruluyor.
Diğer taraftan fabrikanın kapatılması Beykoz ölçeğinde bir sorundur. Beykoz'u emekçilerden arındırma politikasının ilk önemli halkasıdır. Bu mevzinin emekçiler adına kaybedilmiş olması, Beykoz'dan emekçilerin arındırılması sürecini hızlandıracaktır. Paşabahçe'yi etkisiz kılarak bütün bir sınıfa ders verme, sermayenin emek karşısındaki galibiyetini pekiştirmek istendi. Deprem zemin etütleriyle, Beykoz'un sağlam yapı haznesi dikkate alınarak buraya yerleşme, turizm alanı olarak ele geçirilmesi düşünülmüştür. Bunun ilk adımları atılarak Acar- kent, Tepe inşaat, Beykoz Konaklarıyla Beykoz yukarıdan aşağı kuşatılmış, ormanları yok edilmiştir.
Avantajlarımızı Değerlendiremedik
* Peki bu son nasıl geri çevrilebilirdi?
Bu içerikli kapatma kararını, salt Kristal-iş örgütlülüğü, Türk-iş ya da diğer sendikaların mevcut refleksleri ile göğüslemeleri, tersine çevirmeleri olanaklı değildi.
Sendikaların böyle bir niyetleri de gücü de yok. Refleksleri ve geçmişteki benzer problemler karşısındaki tutumları; Türk-İş'in, keza Kristal-İş'in örgütlenme yapısı, bütün bunlar biraraya geldiğinde, Kristal-İş'in şubeleri arasında yaşanan ve benzer biçimler, Paşabahçe şube içinde yaşanan diyalog sorunlarıyla, bu sonuç kaçınılmazdır. Artık bu olumsuzluklar bir zirve yapmıştır, belli bir olgunluk kazanmıştır ve işveren kararını vermiş ve uygulamıştır. Bu da benim az önce bahsettiğim, Türk-İş'in bütününde veya Kristal-İş'in özelinde böyle bir sürece müdahil olup bunu tersine çevirme refleksinden, öngörüsünden yoksun olması nedeniyledir.
Sendikalar cephesinden bu saldırı tersine çevrilemeyecekse nereden çevrilebilirdi? Ciddi bir saldırıdır. Beykoz'da bunu tersine çevirecek güç Beykoz'da yaşayan emekçilerin öznesi olduğu, öncelikle çalışanların öznesi olduğu bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeli, önceden bunun hazırlığı yapılabilmeli ve bugüne hazırlıklı gelinmeliydi. Bu başarılamadı. Bu zamanında görülemedi ve hazırlığı yapılamadı, dolayısıyla bu kaçınılmaz bir sondu diyebiliriz.
İşyerimizin avantajı; 17-18 gün bir şekilde direnmesi, bölgede yaşayan insanların kan bağlarının olması, işletmenin yerleşim birimi içinde yer alması, geçmişte birtakım grevler, direnişler yaşanmış olması, tecrübeli olması bir avantaj.
Öbür yandan yıllardır 'ver kurtul' anlayışı var bu avantajların karşısında. Benzer problemler yıllardır yaşanıyor, direniş de yapılıyor. Ama neticede işverenin hedeflediği rakama yine ulaşılıyor, o insanlar bir şekilde tasfiye ediliyor. Kristal-iş bütününde burada yaşanan sorunlara sahip çıkılmıyor. Biz sıfır sözleşme talebinde bulunuyoruz, diğer insanlar greve çıkıyor, biz çıkmıyoruz. Diğer bir fabrikada problem yaşanıyor, Paşabahçe buna karşı bir refleks vermiyor. Diğer fabrikalar vizite eylemi yapıyor, biz yapmıyoruz. Diğer fabrikalar Türk-İş'in aldığı genel grev kararına yarım gün ya da tam gün uyuyor, biz iki saat yapıyoruz. Bütün bunlar bir araya geldiğinde Paşabahçe'nin bu sonu hazırlanmış oluyor. Buna karşı da ciddi bir cevap üretilemiyor.
Kazandığımız Zaferi Masada Yitirdik
Erkut Tekin (Paşabahçe Şişecam Fabrikası işçisi): Bu süreç tersine çevrilebilirdi. Tarih olarak bunun örnekleri var. Çok zor olmasına karşın yapılabilir. Olayları biraz geriden almak gerekir. Fabrikaya 1990 senesinde girdiğimizde, 3 bin küsur insanla başladık biz burada. O zaman şube başkanı bugün teşkilatın ikinci insanı olan Kristal-iş Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Okuyan, o dönemde fabrikanın baştemsilcisi bugün fiilen görevine son verilen şube başkanı Gençali Özdemir'di. Bu süre içinde işçi sayısı 3 binlerden 870'lere iniyor, teşkilatın ikinci adamı hâlâ aynı adam. Paşabahçe'de işçi sayısının 3 bin kişiden 800'lere indiği süre içinde temsilci olan kişi şimdi şube başkanı. Ve hâlâ sorumlu insanlar! 3 binlerden 900'lere, yani yaklaşık her 4 kişiden 3'ünün işsiz kaldığı fabrikada şube başkanı, şu anda teşkilatın ikinci adamı, o zamanki baştemsilcisi şu anda şube başkanı.
Demek ki, biz bir yerlerde hata yapmışız. Var olan kısır döngü, bugün şube başkanıyla genel merkez başkan yardımcısı arasında bir çekişmeye de dönüşmüş, işçi, iki insan arasında ikiye bölünmüş, birbirlerinin taraftarı, fanatiği olmuş. Fabrika kapatılma noktasındayken bile sen Ali'cisin, ben Ahmet'çiyim kavgası yapıldı.
Çok fazla geriye gitmeye gerek yok, 1991 yılında direniş oldu.
Önce 500 kişi işten atıldı, peşinden bir 20 küsur ve bir 300 küsur daha. Ve sendika işçilerle birlikte direnişe geçti. 21 günlük direniş kazanımla sonuçlandı. İşveren geri adım attı, arkadaşlarımızı içeri aldık. Çok değil, bir yıl içerisinde 1400 kişi işten atıldı. Yani kazandığımız bir zaferi, sendikayla masada tekrar yitirdik.
2002 yılında bir sorun yaşadık. Nisan ayında yapılan seçimlerde Genel Merkez Başkan Vekili Adnan Okuyan'ın desteklediği baştemsilci Muammer Aydınoğlu başkan adayıydı, keza şu anki aday Gençali Özdemir de başkan adayıydı. Bu iki aday arasındaki seçim, 10 farkla Gençali Özdemir tarafından kazanıldı ve problemler iyice ayyuka çıktı. Fabrika tarihinde görülmemiş bir şekilde, işçinin zarar görebileceği her türlü muhalefet mantığıyla çalışma kampanyası başlatıldı. Hemen akabindeki Paşabahçe Şube’nin 15. Genel Kurulu'nda olaylar iyice su yüzüne çıktı.
Genel Başkan Vekili Ahmet Okuyan kongrede kürsüye çıktığında, "Bakın burada bu kadar işçiyle çalışılmaz, burada işçi fazla. Sanıyor musunuz benim adamlarımı ben attırırım buradan. Onlar benim adamım" dedi. Bunu diyen bir sendikacı.
Bütün bunları bir araya getirdiğinizde, patronun saldırılarını neyle ters yüz edeceksiniz? Bazı şeyleri ters yüz etmek lazım, zor değil, kesinlikle zor değil. Çünkü biz 200 küsur bin nüfuslu, 117 bin seçmeni olan Beykoz'da 5 bin kişiden fazlasını getiremedik. O da fabrikanın sırtını dayadığı birkaç mahalle. Hâlbuki fabrika sadece buralardan beslenmiyordu. Fabrika Tokatköyü'nden, Ortaçeşmesi'nden, Beykoz'dan, Kanlıca'dan, Hisar'dan ve bizim sırtını dayadığını söylediğimiz diğer mahallelerden besleniyordu. Niye üç mahalleyle sınırlı kaldık? Ve mahallelerden bir tanesi Ahmet Okuyan'ın mahallesi olan Gümüşsuyu, 13. günden sonra geldi eyleme. Soğuksu Mahallesi toplasan 5 kere gelmedi. Soğuksu -ki Başkan adayı olan baştemsilcinin mahallesidir- konuşurlarken 'altını üstüne getiririz buraları' diyen insanların mahallesidir.
Biz Burayı Değiştirebilirdik
Buranın kaderi bu değildi, biz bunu değiştirebilirdik. Ancak 117 bin seçmeni, 200 küsur bin yaşayanı olan bir ilçede sadece sistemli bir saldırının başlangıcıydı, Paşabahçe Şişecam Fabrikası'nın kapatılması. Devamında Deri Kundura, devamında TEKEL, devamında emekçisinin olmadığı bir SSK hastanesi, devamında bizlerin olmadığı Beykoz'da gecekondularımızın yıkılmasıyla saldırılar artarak devam edecek.
Beykoz'un kendisi temelden gidecekken biz hâlâ 5 bin kişiyi zor getirebiliyorsak, bizim eksikliğimizin yanı sıra Beykoz halkının da, diğer kitle örgütlerinin de, diğer sendikaların da yeteri kadar duyarlı olmadığı gerçeği var.
Sendikal hareketi, sınıf sendikacılığı mantığıyla, kitle sendikacılığı mantığıyla yapmış olsaydık, bağımsız bir Beykoz hareketi olarak yapmış olsaydık, neden değiştiremeyelim!
Kaldı ki, Türkiye işçi sınıfı tarihinde belki de ilk defa dört konfederasyonun oluşturduğu Emek Platformu bir fabrikada toplandı. Kaldı ki, yine bu şekilde bir fabrika kamuoyunu bu kadar uzun süre ve bu kadar yoğun meşgul etti.
Kaldı ki, Beykoz halkı öyle ya da böyle, eksik de olsa, her gün, her akşam ziyaretlerini sürdürdü. Birçok olumlu, meşruluğumuzu ispat ettiğimiz olaylar oldu. Bu noktada bizim sendikacı arkadaşlarımız, talepleri yukarı çekselerdi; yatay geçişler, teşvikler, erken emeklililer yerine sorunun kökten çözümü için 3 fırında çalıştırılmak, hatta belki o zaman buraya işçi almak gerekir gibi taleplerle gidilseydi, bunun için gerekiyorsa lafta söyledikleri "Ölmek var dönmek yok" sözünü pratiğe dökselerdi ve genel merkez, Türk-İş ve EP bize gerçek desteğini verseydi, bu iş tersine çevrilebilirdi.
Kendi davasına inanmayan insanlar başarılı olamazlar. Bunu bugünkü şube başkanı, genel merkez yöneticileri, Türk-iş yöneticilerine söylüyorum. Kendi davasına inanmayan insanların başarılı olma şansı yok. Umarım yanılırım, ama sanıyorum ki Kristal-iş, 2003-2005 toplusözleşmesini şimdiden bitirdi. İşveren Paşabahçe'yi istedi, karşılığında da yeni bir sözleşme verdi. Biz bu sözleşme için kurban edildik. Fabrikayı kapattılar, sözleşmeyi imzaladılar.
Necati Karababa: Sendika fabrikanın kapatılacağını biliyordu, diyemem. Çünkü daha işveren böyle bir açıklama yapmamıştı.
Eylem; sendikanın veya bir başkasının inisiyatifiyle değil, kendiliğinden gelişti. Zaten fabrikayı kapatmıştı adam. Kapatılan bir fabrikada eylem başlatmak başka, çalışan fabrikada eylem başlatmak başka. Kapatılan fabrikada eylemi başlatmak işgaldir. Ben ya da başka inisiyatifler başlattı demek, çok fazla anlam ifade etmiyor.
Cemal arkadaşın saydığı bir sürü şey var. Türk-iş, Kristal-iş, çevre, partiler, siyasiler, buradaki örgütlü yapı, Paşa- bahçe Şubesi tüm bunlar uzaydan gelmedi. Eylem öncesi de buradaydı, eylem sürecinde de buradaydı, eylem sonrası da burada olacak. Erkut arkadaşa katılmıyorum. Hayır bu süreç geriye dönüştürülemezdi. Pansuman tedaviler uygulanabilirdi. Bu fabrika kapatılacaktı, iki sene, üç sene, ama kapatılacaktı.
Erkut Tekin: İnanmayan insanlar başarılı olamaz. Bu sizin için de (Necati Karababa'yı kastediyor, bn.) geçerlidir. Bu fabrikanın kapatılmasını engelleyemeyeceğinize inanıyorsanız, değiştiremezsiniz.
Ben değiştirilebileceğine son ana kadar inanıyordum. Mahalle halkının sadece yüzde 5'lik desteğine rağmen. Yüzde 5 desteği artırabilmek yine bizim elimizdeydi. Sendikalar veya Emek Platformu'nun ne yaptığını gördük. Üç tane sendikanın üyelerini dahi getirmediğini, mahalleleri özellikle iptal ettiğini biliyoruz. Bunlar kasıtlıdır. Polisin oraya gelen insanlara yaptığı müdahaleler kasıtlıdır. Siyasi parti üyelerinin yüzde birini getirmemesi, başkanların dahi zor gelmesi, o günün baltalanması. Sendikacılar, mahallelerde yapılan eylemleri, çocuk eylemini, kadın eylemini ve emekli eylemini engelledi. Bunlar bir kasıttır.
Bu iş değiştirilebilir bir şeydi, ama değiştirilmek istenmedi.
Ben hep örnek veriyorum. Bergamalı köylüler İstanbul'a gelip üç defa köprü kapattı. Bunu yapmak için 50 defa öneri götürdüm. CHP'nin aileler tarafından işgal edilmesi, açlık grevi, gerekiyorsa bacadan birilerinin kendisini sallandırması önerisinde bulundum, ama bunlara olumlu yanıt gelmedi. Bunu bırakın, ATV kamerasını içeri almaya korkan bir başkan. Bunu ifade etmekte zorlanan yönetim kurulu. Bunları konuşmak gerekiyor. Biz ne kadar inanmıştık? Burada fabrikanın yaşaması için biz neler yaptık? Birileri elimizden tutmuyorsa, bir şekilde direnme kültürünü kendimiz yaratabilirdik.
Burada yitirilen Beykoz Paşa- bahçe Fabrikası değil, burada bir emekçi ilçe yitiriliyor, burada bir kültür yitiriliyor, burada bir gelenek yitiriliyor, bir tarih kapatılıyor. Burada biz kaleydik ve biz düşüyoruz ve biz buna inanmadığımız için seyirci kaldık. Biz hâlâ "üç sene mi yaşardık, iki sene mi yaşardık" bunu tartışıyorduk. Çıkmadık candan ümit kesilmez dememiz gerekiyordu. Biz yaşayabildiğimiz kadar yaşardık.
Necati Karababa: Biz mücadele ettik, eksik yaptık. Fakat bu mücadeleyi tamamıyla adam gibi yapsaydık, kaybetme riskimiz de vardı, kazanma riskimiz de vardı.
Erkut Tekin: Kaybetme riskimiz vardı, bir şeyler yapsaydık da, ama hiçbir şey yapmadık. Kazandık mı? İlgili arkadaşlarımız, ilgili fabrikalar, ilgili kurumlar yalnız bıraktı.
Necati Karababa: İşçi sınıfı olarak dünden bugüne neredeydik, nerede olmamız gerekirdi? Bu direnişin alt yapısı, temelini oluştururken de elinde malzeme olması gerekir. Erkut'un söylediğine şurada katılırım, sadece sendika başkanıyla, yönetimin değil, birçok birimin inanması gerekiyordu.
Bir fabrikada direniş ya da grev olduğunda, tabanımıza baktığımızda yüzde 80'i duyarlı değil. 1991'lerden bu yana sendikacılık para sendikacılığına, oy sendikacılığına dönmüş. Üzerine marka elbiseler giydi, bana ne dedi, bana ne dedirttirildi. Etrafımızda sanki militan, işçi sınıfının dirençli insanları var da biz buna rağmen bu direnişi doğru yerlere oturtamadık. Yanlışlarımız var elbette.
Her Şey Bir İnsanın Omuz Vermesiyle Başlayabilir
Erkut Tekin: Türk-iş başkanı DYP'den aday olabilir, DİSK eski genel başkanı DSP'den aday olup partisinden dahi kovulabilir, Hak-iş başkanı bu ülkede çalışma bakanlığı yapmış olabilir. Hepsinin de bu ülkede düzen içine savrulmuş kimlikler olduğunu biliyoruz. Şu an başımızda olan insanların da bunlardan çok farklı olduğunu iddia etmiyorum. Ama kusura bakmayın ANAP ya da LDP, Beykoz'da fabrika kalmayacak dediği zaman, ben emekten yanayım, ben işçi sınıfından yanayım, ben üretimden yanayım diyen insanların da tam karşısında kendini koyabilmeleri gerekiyor. Ama söylemlerle değil. Örneğin bu sınıfın birinci dereceden üyeleri kalkıp hâlâ ANAP'a, DYP'ye oy veriyorsa bunu eleştirmek gerekir. Mensubu olduğu sınıfına layık olmaya çalışan insanların mücadele etmesini söylüyorum. Burada fabrikanın kapatılması, Beykoz'un kapatılması, bitirilmesi demek ise, insanların ellerini vicdanına koyup, 'ben ne yapıyorum kardeşim' demesi lazım. Bizler, 17 gün evimizden ayrı kalıp, orada betonun, kartonun üzerinde yatıp ailelerimizle birlikte aç-susuz kalabiliyorsak ve bunun sadece bizim derdimiz olmadığını, Beykoz'un sorunu olduğunu anlatabiliyorsak, bize sahip çıkmazsanız, biz buradan gidersek yarın sizlere geldiklerinde sizlere sahip çıkacak kimse kalmayacak diyorsak, bu artık çevrenin de bir şekilde iştirakiyle büyüyebilen bir kitle olması içindir.
Ne olursa olsun her şey bir kişinin omuz vermesiyle başlayabilir. Devrim de böyle olur, bireylerin üzerinden büyür. Yani insanlar birkaç kişi bir araya gelip devrim yapabiliyorsa, birkaç kişi bira- raya gelip fabrikayı açık tutmak daha kolaydır tabii ki. Bunu yapabilmeliydik.
Bu fabrikaya çevre şartlarından, sendikalardan, devletten yola çıkarak kendimiz ömür biçersek yitiririz zaten, kaybederiz.
Sendika danışmanına, genel merkez yöneticilerine kadar öneri götürdüm, gelin bir yerlerde bir şeyler yapalım, değişik bir şeyler yapalım diye, neden kabul edilmedi? Bizim mahallelerden getirdiğimiz insanlara da 'bölücü, niye getiriyorsunuz' denildi.
Sendikalardan, partilerden bizim için uğraşan insanlar gözaltına alındığında sendikacı bulup gönderemedik. Bir iki olaya gittilerse üçüncü de gidilmedi. Bunlar yaşanan gerçekler. O yüzden diyorum; davasına inanmayan insanların yapacağı iş bu kadardı.
Direniş komitesi kurmak istedik. Ama sendika yöneticileri, 'yönetim kurulumuz var direniş komitesine gerek yok' dediler. Bu direnişin komitesi yönetim kurulu ve onlara bağlı arkadaşlardı, eğer buna komite denecekse! Şubemizin komite kurma gibi bir isteği yoktu. Biz gönüllü insanlar komite varmış gibi çalıştık.
En istikrarlı mahalle bizim mahallemizdi, başından sonuna kadar her gün getirdik. Sadece bir gün aksadı, o da EP'in sayesinde. Bunun dışında hiçbir organizasyon yoktu. İçeride yaşayan insanların sağlık sorunlarıyla ilgilenilmesi için Sağlık Kabini'ni dahi sendika dışında, kendi inisiyatifimiz ve kendi olanaklarımızla yaptık. Komite varsa, o da bizim kendi kafamızda olan bir komiteydi.
Fabrika tarihinin en kötü yönetimi, fabrika tarihinin en kötü işçilik vasıflarına sahip birikimli insanlarız. İkiye bölünmüş bir topluluk, işçi sınıfı, üyeler, birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan toplulukla çalışma yapmaya çalışan, sınıf bilinci oturmuş, kendini işçi sınıfına layık gören, belli bir anlayışı içine sindirmiş bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalabalık bir kitle, bunlarla uğraşan bizleriz.
En sonunda polis kortejiyle gelip fabrika dışından, fabrika içindekilere megafonla anons yapıp kaçan Türk-iş Genel Eğitim Sekreteri Salih Kılıç, Kristal-iş Genel Başkanı Mustafa Bağçeci, genel merkez yöneticileri ve şube yöneticileri.
Fabrika kapatıldı ve herkes kendi geleceğini kurtarmaya çalışıyor şu anda. Yukarıda bazı yöneticiler kendi adamlarını toplu olarak bir yere geçirmeye çalışıyor. Kimse "Biz Paşabahçe'de kaybettik, ama sadece Paşabahçe'de kaybetmeyeceğiz, bunun devamında da Beykoz'da kaybedeceğiz. Yarın Beykoz'a kim sahip çıkacak" diye düşünmüyor. Ben kendimi borçlu hissediyorum ve ne olursa olsun buradan gitmek istemiyorum.
Necati Karababa: Özellikle mahallelerde dolaşırken Erkut olsun, Cemal olsun şöyle dediler: "Beykoz elden gidiyor evleriniz yıkılacak." Şu anda resmi olarak 4 binle 7 bin arası ev yıkılacak burada. Beykoz Belediye Başkanı 2-3 ay önce "Beykoz elden gidiyor" dediğinde biz üzerimize düşeni ne kadar yaptık? Beykoz Belediye Başkanı, "300 bin nüfuslu Beykoz'a 100 bin kişilik elbise dikilmeye çalışılıyor" dedi. Muhtarından, siyasi partilerinden, köy derneklerinden hiç kimse üzerine düşeni yapmadı. Erkut'la Cemal, 4 bin ev yıkılacak dediğinde her evden bir insan gelse, her akşam 4 bin kişiyi yığardık buraya. Bu sadece Paşa- bahçe özelinde bir sorun değil, Beykoz genelinde bir sorundu, biz buna inandıramadık insanları.
Beykoz'a Tohumlarımızı Attık
Erkut Tekin: Aymazlık içinde olan bir kitlenin olması, umurunda olmayan, yarınların hesabını yapmayan bir kitlenin çoğunlukta olması bizim sorumluluklarımızı unutmamız anlamına gelmez. Biz güzel yarınlar için çalışacaksak, mücadele edeceksek onlara rağmen devam etmeliyiz. Burada olmadı, bir daha da olmaz değil. Bu sefer olmadı ama, bir dahaki sefere başarılı olabiliriz. Böyle bir çalışmayı örgütlersek, böyle bir yapıyı örgütlersek neden olmasın, ayrıca örgütlemek zorunda değil miyiz? Beykoz bizi anlamadı diye, Beykoz'dan gidecek miyiz? Bu mantık bizi Mersin'e ya da Kırklareli'ye gittiğimizde yaşayacağımız benzer sorunlarda farklı bir yere götürmeyecek ki. Böyle bir tarihsel sorumluluğumuz yok mu bizim?
Cemal Başkaya: işverenin kapatma kararı karşısında ciddi anlamda durabilecek ne şube yönetimi, ne Kristal-iş Genel Merkez yönetimi ne de Türk-iş yönetimi vardı. Bugünkü direniş kurumsallık düzeyiyle '91'e göre çok daha geri bir direniştir.
Gezdiğimiz, dolaştığımız sokaklara şöyle bir şey ektik. İşyeri elbiselerimizle bizi gören küçücük çocuklar slogan atmaya başlıyorlar. Dün akşam işyeri kıyafetlerimiz üzerimizde olmadığı halde bizi gördüklerinde de aynı şeyi yaptılar.
Bugünün çocukları içeride de işçilerin çocukları, babası belki sendikayla ya da direnişle ya da paylaşımla birlikte üretimle, kolektivizmle hiç alakası olmayan, bütünüyle televole kültürü hakim olan babaların çocukları, eşleri, "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz"i ne kadar algıladı onu bilemiyorum, nereye kadar taşıyacaklar, onu da bilemiyorum. Kendiliğindenciliğe kalırsa taşıyamazlar. Bu direniş, işyeri açısından, bir yenilgidir. Ancak sokaklarda yaşayan insanlar açısından dün televole kültürüyle yaşayan işçiler ve aileleri açısından getirisi vardır, bunu ileri taşımak gerekir.
Bunu temel alan, bunun üzerinden buraları boş bırakmayan bir faaliyet olmalı. Kalan arkadaşlar, bu direnişin ne kadar getirisi varsa onların üzerine bir şeyler koymayı hedefleyerek bölgede mücadeleyi devam ettirmeli.
Muhalefet, '91 döneminde kendi sınıfsal kültürlerinin kısmen gereği ya da iktidar karşısında zayıf kalmalarının nedeni çok olumsuz davranmadılar. Görev verilen insanlar görev kabul etti, kolluk tuttu, nöbet tuttu vs. Ama bugün böyle bir şey yok. Zaten biz bu sorunu yaşıyorsak biraz öznenin kendi içinde tutarsız, kendi içinde bölünmüş, parçalanmış hatta direnişe set çeken bir anlayışı benimsemiş olmasının sonucudur. işveren bu kadarı bugün tesadüfi vermedi. Önceden çok planlayıp da bu tarihi adres göstermedi. Buradaki öznenin ve çevresindekilerin refleksiyle orantılı, neler yaşayacağını çok tahmin edemedi işveren. O yüzden 15 gün ücretli izin verdi. '91'de daha kitlesel ve coşkuluydu.
10 yıllık süre içinde Paşabahçe genelinde yaşananların sansıcısını çekiyoruz. Direniyoruz yine kaybediyoruz. Sokakta direndik, masada satıldık ya da masada kaybettik ya da karşı da çıksak işveren ne öngörürse o oluyor.
Toplum örgütsüzdür, var olan örgütlülükler arasında bir koordinasyonsuzluk vardır, eşgüdüm yoktur.
İmzalanan protokol buradaki direnişin niteliğiyle uyum içindedir. Direnişteki performans, dış destek, tutarlılık, öznenin direnişi kırma eğilimi bütün bunları koyduğumuzda protokol kendiliğinden ortaya çıkıyor.
'İstihdam korunacak, fırın açtırılacak, 2002 emeklileri önceki yasaya göre tavandan kıdem tazminatlarının ödeneceği'ne dair bir takım söylemler vardı.
Biz ne kadar çaba sarf ettiysek protokol altına o kadarını alabildik.
* Deneyimlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.