Emperyalist burjuvazi, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı (1945) sonrasında oluşan uluslararası yeni siyasal koşullar altında sosyalist ülkelere, işçi sınıfı ve ezilen halklara kapsamlı siyasi ve ekonomik tavizler vermek zorunda kaldı. ‘70’lere kadar uzanan ara dönemin “barışçıl” koşulları altında daha önce yöneldiği tekelci devlet kapitalizmini sistemleştirerek “Keynesci Refah Devleti Modeli” temeline oturtan emperyalist burjuvazi sermaye birikiminde önemli gelişmeler kaydetti.
Devletin ekonomideki ağırlığının artmasıyla birlikte teşvik edilen kitlesel tüketim, kapitalist ekonomileri canlanma ve hızlı büyüme trendine soktu. İşgücü istihdam olanaklarının artmasına yol açan bu gelişmeler ileri kapitalist ülkelerde göreceli bir refah artışına eden oldu. Geri ve bağımlı ülkeler ise hem uluslararası konjonktürün avantajları hem de emperyalist tekellerin teşviki ve denetimiyle, yerli işbirlikçi burjuva sınıfları eliyle kalkınmacı politikalara yöneldiler. İthal ikameci ekonomi politikalar ve yüksek gümrük duvarlarına dayalı-korumacı önlemler sayesinde sanayileşmeye ve iç pazar tüketiminin artırılmasına yönelen bu ülkelerde de sermaye birikimi bir ölçüde geliştirildi.
***
Büyük savaşların kendini dayatan “zorunlu” ihtiyaçları nedeniyle hem ekonominin yapısı ve örgütlenmesinde gerçekleşen değişimlerin, hem de bilim ve tekniğin üretim sürecindeki kullanımındaki yoğunlaşmanın tetiklediği sıçramalar, II. Dünya Savaşı’nın çapıyla orantılı olarak sonraki sürece de yansıdı. Kapitalist ekonomilerin savaşın ihtiyaçlarına dayalı sanayileşme yapısında öne çıkan temel unsur, makineleşmenin ve seri üretimin yoğunlaşmasıdır. Bu nitelik savaş sonrası kapitalist sanayi üretiminin bütün alanlarına doğru yayılmış ve geliştirilmiştir. Bilimsel teknolojik ilerlemeyle de birleşen bu gelişme, üretim sürecinin örgütlenmesinde yüksek verimli modellerin inşa edilmesini sağlamıştır.
Bir yandan savaşın yarattığı devasa yıkımın “yerine konması” ihtiyacından doğan yüksek düzeydeki talep tarafından, diğer yandan da teknolojik gelişimin açığa çıkardığı yeni sanayi dallarınca emilen işgücü, yaygın bir istihdam kazandırıyordu. Ancak işçi, tekniğin gelişkin düzeyi sayesinde artık makinenin bir parçası/uzantısı haline geliyor, emeğin vasıflı niteliği üretimin çok daha dar sınırları dışında eski önemini yitiriyordu. Üretim sürecinin örgütlenmesi ve verimlilik, makinenin temel alındığı bir düzeneğe bağlanıyordu.
1945'ten 1970'lere Sendikalarda "Parlak" Dönem
1. Emperyalist paylaşım savaşı sonrasında dünya siyasetinin dengelerinde emekçi sınıflar ve ezilen halklar lehine önemli değişimler yaşandı. Faşizmin ezilmesinde belirleyici rol oynayan SSCB’nin de yardımıyla birçok ülke sosyalizme yönelmişti. Emperyalist sömürgecilik büyük darbe yemiş, ulusal kurtuluş mücadeleleri dünya çapında geniş bir alana yayılarak güçlenmişti. Sosyalist hareketler dünyanın her yanında atağa geçmişti. Ezilen kitlelerin devrimci, demokratik bilincindeki sıçrama ve uyanış, sınıflar savaşımının her alanında kendini burjuvaziye dayatıyor, ekonomik, siyasal ve sosyal alanda kazanımların önünün açılmasına neden oluyordu.
Devrimci uyanışın ve eylemin emperyalist-kapitalist düzenin temellerine yönelme tehlikesini gören ve bundan dehşetli korkuya kapılan emperyalist burjuvazi; emekle sermaye arasındaki çelişkileri yumuşatmaya dönük siyasal stratejiyi devreye sokmak zorunda kaldı. Keynescil iktisat politikalarına siyasal liberalizasyon yönünde kapsamlı dönüşümler eşlik etti. Özellikle Avrupa bu konuda laboratuvar olarak başı çekti. Bu tabii ki nedensiz değildi. Çünkü, devrimin dışında kalan Avrupa kapitalist coğrafyasında (İngiltere, Fransa, Almanya vb.) işçi sınıfını ve emekçileri düzen içinde tutma konusunda tarihsel olarak deneyimli, ustalaşmış siyasi yapılar gelişkindi. Sosyal demokrasi ve revizyonist işçi partileri savaş sonrası hükümetlerin ortağı ya da dolaylı-dolaysız destekçileri olarak burjuvazi adına ve onunla birlikte yeni ekonomi ve politik kararları uyguladılar.
Sendikaların ana bölüğü, işçi ve emekçi sınıfları “kapitalizmin içinde bir kurtuluş arama” çizgisinde tutma ve düzeniçi reformculuğun siyasetine hapsetme bakımından önemli işlevler yüklendiler. Geleneksel olarak oportünist ve reformist partilerin ideolojik hegemonyası altında gelişen Avrupa sendikacılığı, savaş sonrası yıllarda da burjuva hükümetlerin toplumsal yedeği olmayı sürdürdü. Savaş sonrasının göreceli siyasal özgürlük kazanımlarının da etkisiyle, sendikal örgütlenmede yaşanan büyük sıçramalar nedeniyle sendikaların meşruiyetleri, üye sayıları ve toplumsal ağırlıkları belirgin olarak arttı. Esasen işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasinin siyasi ve ideolojik yönetimi ve denetimi altında tutulan bu güçlü sendikalar, işçi sınıfını ve emekçileri burjuva ideolojisinin ürünü olan “toplumsal uzlaşma” yalanıyla yıllarca zehirlediler. Bunun maddi zemini ise işçi ücretlerinde yaşanan genel yükseliş, çalışma saatlerinin kısaltılması, iş güvencesi, işsizlik sigortası vb. sosyal-ekonomik haklarda sağlanan gelişmedir. Bunun getirdiği göreceli refah artışı ise işçilerin ve emekçilerin yanılsamalı politik bilincinin kaynağını oluşturmuştur. Almanya, Fransa, İngiltere gibi belli başlı Avrupa ülke proletaryasının büyük çoğunluğunun hemen hemen tüm 20. yüzyılın ilk çeyreği hariç devrimci atılımdan uzak duruşunun gerisinde yatan ideolojik zaafiyette bu sendikalist geleneğin temel bir rolü hep olmuştur. İşçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasi kendi emperyalist burjuvazisinin sömürgecilikten transfer ettiği gelirlerin kırıntılarıyla cebini doldurup sınıf işbirliğini ve ihaneti örgütlerken, sendikalarda örgütlü işçiler göreceli refahlarındaki aynı kaynaklı kiri göremeyecek kadar ideolojik olarak alıklaşmış bir şekilde sosyal demokrat ve oportünist işçi partilerinin peşinden sürüklenmişlerdir.
Bütün bu dönem boyunca uluslararası sendikal hareket içindeki burjuva hegemonyasının stratejik yönetim merkezi kuşkusuz ki Amerikan emperyalizmi olmuştur. Doğrudan CIA güdümünde örgütlenen Amerikan tipi burjuva sendikacılık, savaş sonrası dönemde emperyalizmin “ihraç” ürünlerinden biri haline gelmiştir. Özellikle yeni sömürge, bağımlı ülkelerde işçi sınıfı hareketinin yükselen dalgası CIA, işbirlikçi burjuvazi ve satın alınmış işçi “önderleri” işbirliğiyle kurulan “devlet” sendikaları aracılığıyla emilmiş ve pasifize edilmeye çalışılmıştır. Örneğin Türk-İş bu amaçla örgütlenen CIA menşeili sendikalardan biridir ve işlevini zamanımızda da sürdürmektedir. Savaş sonrası dönemde dünyanın dört bir yanında mantar gibi biten ve bu amaçla kurulan pek çok sendika, “sendika eğitim seminerleri” adı altında ABD’ye götürülen ve CIA tarafından eğitilen sendika liderleri, yönetici ve uzmanları tarafından yönetilmeye ve sıkı bir disiplinle denetlenmeye başlanmıştır.
Döneme devrimci, ilerici sendikal çizgi açısından bakıldığında ise bu hareketin, sosyalizme yönelen ülkeler dışında daha çok, emperyalizme karşı sömürge ve yeni sömürge bağımlılığından kurtulma mücadelesi veren ülkelerde geliştiği görülür. Asya, Latin Amerika ve Afrika’da işçi ve emekçi hareketi üzerinde sosyalist düşüncelerin ve Sovyetler Birliği’nin saygınlığının ve sınıf sendikacılığı temelinde örgütlenen uluslararası kızıl sendikalar hareketinin güçlü etkileri vardır. Sendikal hareket buralarda yer yer ulusal kurtuluş mücadeleleriyle iç içe geçerek, yer yer kapitalizme karşı siyasal mücadelenin kaldıracı rolünü oynayarak işçi sınıfının uyanışında önemli roller üstlenmişlerdir.
Ancak başından itibaren uluslararası sermaye ve işbirlikçi güçler tarafından kıskaç altına alman devrimci sendikal çizgi, işçi hareketinden sürekli tecrit edilmeye çalışılmıştır. Sistemin egemen güçleriyle ve sermaye sınıfıyla işbirliği içindeki oportünist ve reformist sendikal anlayışlar bu işin fiilen yürütücüleri olmuştur. Özellikle Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist ihanetin açığa çıkması ve iktidarı ele geçirmesiyle birlikte bu tecrit daha da derinleşmiştir.
Sonuç olarak ‘70’li yıllara gelindiğinde uluslararası sendikal hareket, esas olarak iki emperyalist blok (ABD ve Rusya) arasındaki “soğuk savaş” dengeleri gereğince yaygın bir örgütlülüğe, dev cüsseli ancak, içi kof bir yapıya sahip bulunuyordu.
Kapitalizm Krizde, Sendikalar Hedefte
Dünya kapitalizminin II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı genişleme ve nispeten istikrarlı pazar dönemi ‘70’li yıllara doğru tıkanmaya başladı. Büyük ölçekli üretim yapan çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) ve firmaların kâr oranlarının hızla düşmeye başlaması, tekelci devlet kapitalizmine dayalı sermaye birikimi modelinin de giderek tıkanması anlamına geliyordu. Modelin yapısı itibariyle sermaye birikiminde temel bir rol oynayan ve önemli bir kısmını elinde tutan tekelci devletin aynı zamanda eğitim, sağlık, konut vb. yüklü sosyal harcamaları karşılamasına dayanan “sosyal devlet” uygulamaları kapitalist ekonomideki tıkanmayı derinleştiriyordu.
Nitekim, dünya petrol fiyatlarındaki aşırı ve ani yükselişin uzun bir süre devam etmesinin tetiklediği kapitalist kriz, ‘70’li yılların ortalarına doğru bir olguya dönüştü. Bu sarsıcı gelişme kapitalist dünya ekonomisinde yeni bir kriz/krizler dönemin başlangıcı anlamına geliyordu. Son 20-25 yılın gelişmeleri bunu tamamıyla doğrulamış bulunuyor. Aradan geçen çeyrek asırlık zaman boyunca dünya ekonomisinin farklı çeper ülkelerini ve bölgelerini bir kaç kez vuran kriz dalgaları hâlâ devam etmektedir. Son bulmak bir yana kriz dalgaları, giderek kapitalist dünya ekonomisinin merkez odaklarını (Japonya, ABD, AB vb.) tehdit eden ve kuşatan sonuçlar yaratmaktadır. Kapitalist üretim bir türlü istikrarlı genişleme dönemine geçemiyor ve biriken iç gerilim, dünya bazında büyük ölçekli kırılma riskini güçlendiriyor.
Emperyalizmin ekonomi ve siyasetinin birbirinden koparılmayacağı gerçeğinden hareket ettiğimizde ‘70’li yıllarla birlikte aynı zamanda dünya siyasetinde de yeni bir dönemin kapısının aralandığını görmekteyiz. Kapitalist dünya ekonomisini tehdit eden kriz dönemine girişe, uluslararası gericiliğin Amerikan emperyalizmi önderliğinde topyekûn siyasal saldırı konseptine yönelmesi eşlik etmiştir. Emperyalist-kapitalist dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılması ve yeni iş bölümünün düzenlenmesinin önündeki engelleri ortadan kaldıracak uluslararası siyasal koşulların hazırlanması planıydı bu. Krizin bütün yükünü işçi sınıfının ve yeni sömürge ülke halklarının sırtına yıkarak çöküşten kurtulmak, uluslararası tekelci sermayenin ve emperyalist güçlerin “mutlak” ihtiyacı haline gelmişti.
Uluslararası işçi hareketinde devrimci ruh yitiminin sürdüğü, sendikal hareketin oportünist ve reformist önderlikler eliyle düzeniçi çizgide tutulduğu, revizyonist SSCB’ye bağlı resmi komünist ve küçük burjuva sosyalist partilerin burjuvaziyle “barış içinde bir arada yaşama” çizgisinde işbirliği halinde olduğu politik koşullar, emperyalizmin ekonomi ve politik yeniden yapılanma planlarını kolaylaştırıyordu. ‘80’li yıllar boyunca geri çekilişi derinleşen uluslararası işçi hareketinin bıraktığı boşluğu, hazırladığı kuvvetleri merkezileştirerek dolduran uluslararası tekelci sermaye ideolojik ve politik saldırılarını yoğunlaştırdı. Latin Amerika, Asya ve Ortadoğu’da faşist rejimler, askeri diktatörlükler ve gerici yönetimler doğrudan CIA güdümünde ve denetimindeki darbelerle ve iç karışıklıklar eliyle iş başına getirildi. IMF ve Dünya Bankası’nın hazırladığı ekonomik programların pürüzsüz hayata geçirilmesi için işçi sınıfı hareketi kanla bastırıldı, sendikal ve siyasal örgütlülükleri dağıtıldı ve yasaklandı.
1985’te Gorbaçov’la başlayan çöküş süreci, SSCB ve Doğu Bloku’nun ‘89/90’da dağılmasıyla noktalandı. Uluslararası karşıdevrim için bu, sosyalizme ve işçi ve emekçi sınıfların 20. yüzyıl boyunca elde ettiği siyasal ve örgütsel kazanımlara karşı fütursuz saldırı kampanyası açma fırsatı yarattı. Uluslararası komünist hareketin ideolojik ve örgütsel kriz içine düşüren bu gelişmelerden de aldığı güçle “Yeni Dünya Düzeni” ne doğru yol alındığını ilan eden uluslararası sermaye merkezleri, saldırılarını en üst düzeye doğru tırmandırdılar.
Kısaca söylemek gerekirse, dünya siyasetinin son 20-25 yılı uluslararası gericiliğin damgasını vurduğu karanlık bir dönem olarak yaşanmış bulunuyor.
Uluslararası işçi ve emekçi hareketinin gerilediği en dip direnme noktasından ileriye doğru yürüyüşün başlayışına tanık olduğumuz son bir kaç yılda açıkça gösteriyor ki, karanlık dönemin biriktirdiği ağır ideolojik, siyasal ve örgütsel yüklerin atılması ve sorunların çözüme kavuşturulması komünistlerden yüksek düzeyde bir enerji ve yaratıcılık bekliyor.
Sendikal Kriz, Yeni Durum
Uluslararası işçi hareketinin sorunlarının temel bileşenlerinden biri olarak sendikal kriz, gericilik döneminin ideolojik, siyasal ve örgütsel kapsamıyla bugüne taşıdığı en ağır yüklerden biridir. Bu anlamda sorunun tek bir hamleyle çözüme kavuşturulması düşünülemeyeceği gibi, “sendikal kriz” ya da “krizden çıkış” üzerine çok laf etmek ya da yazıp çizmekte işin esasını oluşturamaz. Sorunun merkezinde devrimci bir işçi hareketi yaratma “pratik” görevinin uzun, güç ve sancılı sürecinin durduğunun kavranması oranında çözüme yönelik gerçek adımlar atılabilir. Bu nedenle komünist, devrimci ve ilerici öncü işçilerin ve sendikacıların örgütlü pratik-siyasal yaklaşımları ve tutumları belirleyici önemdedir. Çünkü fabrika, işletme ve havzalarda, işçi semtlerinde, kahvehanelerinde ve evlerinde sendikal örgütlenme için ter dökmesi gerekenler en başta onlardır. Gerçek ihtiyaç budur.
İşçi sınıfının devrimci eylemine ve onun yaratıcı, eğitici, dönüştürücü gücüne dayanmayan sendikal krize çözüm arayışlarının, enerji kaybı dışında somut bir anlamı olmayacaktır. İşçi sınıfını belki “sendikal kriz” kavramı düzeyinden değil ama sendikalaşma çabasının önüne dikilen bin bir yasal ve fiili engelin; sendikalaştığı için işten atılmasının, işten atıldığı için sendika hakkını kaybetmesinin, grevlerinin büyük çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanmasının ya da grev yasaklarının, ücretlerinin sürekli düşürülmesinin ya da TİS’lerin işlevsiz hale gelişinin vb. vb. her gün her saat yaşadığı gerçeklerin özbilincine, değişik biçimlerdeki sınıf eylemi düzeyinden kazanabilecektir. Bugün “sendikal kriz” olarak kavramlaştırılan soruna neden olan uluslararası iktisadi ve siyasi dönüşümü işçi sınıfı kitlelerinin anlaması ve kavraması, eylemli bir sürecin ürünü olacaktır.
Hem uluslararası düzeyde, hem de yerel bazda yükselişe geçen işçi ve emekçi hareketinin denetlenebilir nesnel verileri de zaten arayışların fiili yönünün böyle olduğunu ortaya koymaktadır. Burjuvazinin uzun süreli ve kapsamlı saldırıları altında ve işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin ihaneti nedeniyle üye kitlelerini önemli ölçüde kaybetmiş ve işlev yitimine uğramış olsalar da sendikalar, işçi sınıfı tarafından örgütlenme, birlik ve direniş merkezleri olarak görülmeye devam etmektedir. Pek çok ülkede ve farklı yöntemler uygulayarak işçiler, yeni sendikalar kurma mücadelesi yürütmekte ve önemli başarılar kazanmaktadır. Asya’da Güney Kore, Hindistan; Latin Amerika’da Arjantin; Avrupa’da Yunanistan, Fransa sendikal hareketin gerileme sürecine karşı kitlesel işçi direnişlerinin ve arayışlarının genel eğilimini temsil eden tipik deneyimler olarak sendikalaşmada öncü rolü oynamaktadırlar. Ülkemiz bakımından da emekçi memur sendikalarını bu ters akıntı döneminde başarıya ulaşan önemli örneklerden biri sayabiliriz. Keza 1980’den bu yana sendikalaşma amacıyla küçük çaplı onlarca girişim ve direniş, işçi sınıfının eylemleri arasında yer almıştır.
İşçi ve emekçi sınıfların yeni sendikalaşma hareketinin temel özelliklerinden birisi, bu arayışların geleneksel sendikal anlayışa ve yapılanmaya karşı bir tepki ve arayış niteliği de taşıyor olmasıdır. Militan karakterli bu sendikal hareket, yöneldiği kesimler itibariyle geleneksel burjuva sendikal örgütlenme yapısına önemli darbeler vurmaktadır. İşçi ve işsizlerin sendikalı olsun ya da olmasın ortak hareketini temel alan demokratik yapılar üzerinden birleştiren yeni araç ve yöntemler geliştiren bu hareketler, sermayenin saldırılarını durdurma ve püskürtmede önemli başarılar kazanmaktadırlar.
Kuşkusuz işçi hareketinin deneyimlerinin bugünkü pratik düzeyi, “sendikal kriz” sorununun kapsamlı çözümünün önünü açacak kadar güçlü bir ideolojik ve örgütsel içeriğe sahip olmaktan epey uzaktır. Bu anlamda alternatif sendikal anlayış ve mücadele çizgisi ekseninde geliştirilmeye çalışılan sendikal örgütlenme modellerinin hiçbirisine nihai çözüm biçimi olarak yaklaşılamaz.
Ancak mevcut geleneksel sendikal yapıyı, işleyişini ve mücadele tarzını bütünüyle yenilemeyi önüne koyan alternatif arayışlarının sınıf mücadelesini geliştirici bir rolünün olacağı da açıktır. Çünkü bu temelde yürütülecek bir alternatif sendikal örgütlenme çalışması birincisi; işçiyi sendikal yaşama katmayı ikincisi; sorunların tartışılması ve çözümüne katmayı, ortak etmeyi, üçüncüsü; işçiyi sınıf ruhuyla, bilimsel sosyalizm doğrultusunda eğitmeyi, dördüncüsü; sınıf gelenekleriyle donatmayı ve bilinç ve kültürel zenginlikle yüzyüze getirmeyi, beşincisi; politik ve toplumsal yaşamın genel sorunlarına duyarlı hale getirmeyi ve bu eksende mücadeleye sevk etmeyi amaçlarının merkezine koyacaktır. Komünistlerin sınıf sendikacılığı temelinde yöneldikleri alternatif sendikal arayışın görüş açısı tam olarak buna dayanmaktadır.
Yapısal Sorunlar Ve İdeolojik Kriz
“Sendikal krizin” ortaya çıkışına neden olan ekonomik ve siyasi temeldeki tarihsel dönüşümlerin genel çerçevesini yazının önceki bölümlerinde ortaya koymaya çalışmıştık. Ama “sendikal krizin” somut olarak bir tanımını yapmamıştık. Çözüme bilinçli olarak ve doğru hedefler doğrultusunda yön verebilmek bakımından, sorunun tanımı önemlidir.
Sendikal kriz, işçi sınıfının strateji ve taktiğinin kapsam ve içeriğini önemli ölçüde etkileyen uluslararası iktisadi ve siyasi koşullardaki yapısal değişim ve dönüşümler karşısında mevcut sendikaların yapılanması, işleyişi ve mücadele tarzı bakımından işlevsizliğe sürüklenmesi ve rollerini oynayamamalarıdır. Bu öz itibariyle yapısal sorunlardan kaynaklı doğrudan ideolojik bir krizdir.
Genel bir yaklaşımla ele alınırsa, sendikal hareketin sorunları neredeyse iki yüzyıl önceye kadar uzanan ilk örgütlenme aşamalarıyla beraber başlamıştır, denilebilir. O günden bugüne örgütsel, politik ve ideolojik içerikli sorunlarla dolu olmuştur, sendikal hareketin tarihi. İşçi sınıfının mücadele sürecinde farklı ülkelerde, farklı nedenlerle ve farklı zamanlarda sendikal örgütlenme bazen ileri sıçramış, bazen gerilemiş, bazen de durağanlaşmıştır. Kapitalizmin gelişiminin sıçramalı ilerlediği dönemeçlerde ya da uluslararası politik koşullardaki değişimin genel etkisine bağlı olarak sendikal hareketin bütününü olumlu ya da olumsuz bakımdan etkileyen dönemler de olmuştur.
Ancak bu deneyimlerin hiçbiri bugün “sendikal kriz” olarak ele alınan duruma uymaktan ve bu anlamda da çözüme kapsayıcı örnek olmaktan uzaktır. Dünya işçi hareketinde hiç şimdiki gibi bir durumla karşı karşıya kalınmadı. 1960-’70’lerde kapitalizmin sanayi/üretim yapısındaki köklü değişim sürecinin başlangıcıyla, sosyalizmin yenilgi süreci, bu iki şey tarihsel olarak kesişti. Sendikal kriz bakımından da bizim yapısal sorunların kaynağı olarak tespit ettiğimiz unsurlar bunlardır. Bunlardan birincisi, yapısal sorunların kapitalist üretimin örgütlenme/teknik yapısındaki nesnel değişim zeminine işaret ederken, ikincisi sendikal hareketteki egemen oportünist, reformist anlayışın ideolojik/politik çözülüşüne ve çöküşüne ve devrimci, sosyalist anlayışın tıkanışına yol açan öznel zemine işaret etmektedir.
Bu yapısal unsurların iç içe geçen ilişkisi bağlamında tarif edersek; sendikal kriz, sermayenin özelleştirme, taşeronlaştırma, eşel mobil sistemi, kalite çemberi, esnek çalışma, düşük ücret, sosyal hakların gaspı vb. fiili saldırı ve dayatmaları ve burjuva ideolojik baskısı altında ortaya çıkmıştır. Bunlar uluslararası sermayenin düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmek, yani sermaye birikimini istikrarlı hale getirmek için uygulamaya soktuğu yeni stratejinin gerekleri olarak uygulanmıştır. Sermayenin yeni stratejisinin esası, büyük ölçekli üretimin parçalanmasına, uluslararası iş bölümünün buna bağlı düzenlenmesine, işletme yapılarının değiştirilmesine ve çalışma koşullarının buna uydurulmasına dayanmaktadır.
Direnmek bir yana eski dönemdeki ayrıcalıkları “korumanın” derdine düşen geleneksel sendikal anlayışa sahip sendika üst yönetimleri, bu yeni dönüşümler temelinde kapitalizmi övdüler, “sanayi barışı” toplumsal uzlaşma” palavralarıyla işçi sınıfını ideolojik olarak zehirlediler. Sendikal politikalarını, sermayenin yeni stratejisine uyarlayarak, sınıf işbirliğini derinleştirdiler. Sendikal üst yönetimlerin sınıf işbirlikçilerinin eline geçmesine bağlı olarak işçi sınıfı sendikal krizin içine adım adım sokulmuş oldu.
Bunların belli başlı görünümlerini sıralamak gerekirse, şunlar tespit edilebilir. Birincisi; sendikalar işçi katılımının ve denetiminin dışına düşürüldü. İkincisi; sendikal örgütlenme çalışmaları bir yana bırakıldı. Üçüncüsü; işçi sınıfının toplumsal yaşamda oynaması gereken öncü, birleştirici rol reddedildi, sendikalar saygınlık yitimine uğratıldı. Dördüncüsü; sendikalar basit bir toplusözleşme aracı haline getirildi. Beşincisi; işçi sınıfının demokratik bilincinin, sınıf duygusunu ve dayanışma geleneğinin bozulmasına yol açıldı. Altıncısı; sendikalar içinde kastlar oluşturuldu ve antidemokratik tüzük ve yasalarla kurumlaştırıldı. Yedincisi; işçiler ve sendikalar “partiler üstü”, “politika üstü” gibi ideolojik saldırı altında devrimci politikadan uzak tutuldu. Sendikalar bir mücadele örgütü olmaktan çıkarılarak sıradan bir “sivil toplum kurumu” haline dönüştürüldü.
Yeni Sendikal Hareket İlerliyor
Sendikal kriz, işçi sınıfı hareketinin ideolojik-politik krizinden ayrı düşünülemez. İşçi sınıfı aristokrasisine dayalı oportünist, burjuva sendikal anlayış nasıl bugün işçi sınıfının sıradan ekonomik-demokratik taleplerini sahiplenecek durumda değilse, onun adına politika yaptığını iddia eden “sol” etiketli burjuva partiler de aynı pozisyondadır. Emperyalist-kapitalist sistemin uyguladığı vahşi kapitalizm bir dönemin kazanımlarını yok etmeye yöneldiği gibi, bu kazanımlar döneminin sendikal ve politik yapılarını da yok oluşa sürüklemektedir. Giderek iki ayrı kutupta daha çok biriken burjuvazi ve proletarya yeniden ve daha sert sınıf mücadelesine tutuşacaktır. Burjuvazi kendi cephesinden bu mücadeleyi ideolojik- politik ve örgütsel araçlarla organize etmekte, buna karşın işçi sınıfı henüz bu düzeyde bir çarpışmaya hazır bulunmamaktadır. Nesnel koşullar bir zamanların aristokratik örgütlerinin, “sınıf uzlaşması”, “paylaşılan refah” vb. İdeolojik söylemlerin zemininin ortadan kalktığını gösteriyor. Üzerinde yükseldikleri zemin hızla kayarken, sendikaların hiçbir şey yokmuş gibi ayakta kalması düşünülemez. Bu nedenledir ki, sendikalar her bakımdan yeniden örgütlenme sorunuyla karşı karşıyadır. Bu örgütlenme tam da bugün daha da keskinleşen sınıf karşıtlıklarının zemininde yükselebilir. Güçlü enternasyonal dayanışma, militan sınıf mücadelesi, politik bilinç ve sosyalizm perspektifi; işsiz işçileri kapsamına alan, üretim sürecindeki bölünme ve mikronize edilmeye karşı yeni tipte örgütsel biçim ve araçlarla işçi sınıfının birliğini sağlayan sınıf sendikacılığı ile sendikal kriz aşılabilir. Bütün bunlar, işçi sınıfı partisinin ideolojik-politik etkisinin güçlenmesi, sınıfın politikleştirilmesi, sendikaların yeniden devrimin kaldıracı haline getirilmesiyle birlikte gerçekleşebilir. Burjuvaziye karşı proletarya, kapitalizme karşı sosyalizm bakış açısıyla yola çıkmayan ve bu temelde örgütlenmeyen hiçbir sendikal hareket köklü değişimler gerçekleştiremez ve ön açamaz.
Günümüz koşullarında dünya siyaseti esasen, uluslararası karşıdevrimin, kapsamında sendikaları yok etmek de olan neoliberal ekonomik yapılanma stratejisi ve ona eşlik eden militarist saldırı dalgasının belirlediği yön çizgisinde ilerlemeye devam ediyor. Ancak bu ilerleyiş ne yakın zaman öncesinin hızında ne de pürüzsüz sürmektedir. Emperyalist haydutların ve işbirlikçi uşakların karşısına kapitalizmin krizinin biriktirdiği işçi, emekçi kitle öfkesi ve tepkisi dikiliyor. Dünyanın dört bir yanında işçi sınıfı ve emekçi yığınlar emperyalist boyunduruğa ve kapitalist sömürü düzenine karşı mücadelelerini yükseltiyorlar, ayaklanıyorlar. Bu işçi sınıfının devrimci mücadelesinin sendikal krizin de çözümü yolundan ilerleyerek, sermeye sınıfını kapitalizmin krizine gömme görevini er ya da geç yerine getireceğini gösteriyor.