Avrupa’da iktidara gelen ve 1930’lu yıllar ile 1940’lı yılların başında şaha kalkan faşizm, Avrupa proletaryası ve muhalif güçlerini ezmiş, dünya halklarına vahşice saldırarak insanlığın kâbusu haline gelmişti. Hitler iktidara geldiğinde sendikanın gazetesine “Sosyalizmin Zaferi” olarak manşet atılırken, Alman faşizminin ilk işi demokratik kazanımları rafa kaldırmak, partileri kapatmak, ilerici, sosyalist örgütlenmeleri dağıtmak ve dünya hegemonyası yolunda genç sosyalist ülke Sovyetler Birliği’ne saldırmak oldu.
Almanya’nın SB’ye saldırısı, Hitler’in beyaz bayrağı kaldırarak intihar etmesi ile sonuçlanıp, İtalyan faşizminin lideri Mussolini’nin partizanlarca kurşuna dizilmesine varan süreçte, tarih 1945’ten 1946’ya evrildiğinde faşizm ağır bir yenilgi almıştı. II. Dünya Savaşı’yla yenilen ve iktidarsız kalan faşizm ve partileri bu ağır yenilginin sersemletici etkisiyle uzun bir “uyuklama” döneminden sonra yeniden canlanmaya başladı.
Dünya halkları, faşist iktidarların kuruluşuna emperyalizmle birlikte Batı Avrupa ülkeleriyle tanıklık etmişti. Bugün yine Avrupa ülkelerinde faşizmin tırmanışına tanıklık etmekteyiz. Bu rüzgar dünyadaki genel gidişattan ayrı değildir. Emperyalizmin 1970’li yıllarda girdiği iktisadi bunalımı aşamayıp gelgitler yaşaması, 1989-1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla dengeler üzerine kurulu dünya sisteminin alabora olması, emperyalist burjuvaziyi, yeni pazarlara açılmaya ve dünya sisteminde küresel iktidarı inşa etmeye yöneltti. Bu yeni bir dönemdi ve emperyalist kapitalizmin sosyalist sistemin baskısı altında ve dünya proletaryasının sosyalizme olan özlemlerini bastırmak amacıyla başvurduğu reformlardan kurtulmak, bunalımı atlatmak ve uluslararası pazarlara daha güçlü hükmetmek için emekçilerin kazanılmış haklarına saldırmada önemli bir fırsattı. Fakat bu kolay olmayacaktı. Emperyalizmin sevinç çığlıklarıyla harmanlanan “yeni” dünya sistemini inşa girişimleri, ezilenlerin başkaldırısı, proletaryanın yeni eylem biçimleriyle karşılık buluyor.
Faşizmin Yükselişi
AB üyesi devletler, bu tarihsel süreci en erken algılayan devletler oldular. Neoliberal politikaların uygulanmasında en çok bu devletler zorlanıyor, küresel eylemlerin potansiyel gücü ve merkezi Avrupa ülkeleridir. Zira, Amerikan emperyalizminin tek başına dünya imparatorluğuna soyunması da SB dönemindeki ittifak güçlerini bölmüş ve rakip bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasını tetiklemişti.
AB devletleri yeni bir stratejiyle yola koyuldular. Yeni dönem yeni gelişmelere de gebeydi. Faşizmin boy göstermesi bu gelişmelerden biri oldu.
Avusturya’da 1999 seçimlerinde, Yahudi malların soyulmasıyla zenginliğe ulaşan Jörg Haider’in liderliğindeki Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) parlamentoya 52 üye sokmasıyla göze çarpan gelişme, 21 Nisan 2002’de Fransız başkanlık seçiminde ikinciliği alarak sosyal demokratları saf dışı bırakan Le Pen’le dikkatlerin merkezine oturdu. Avrupa genelinde ırkçı faşist partiler tırmanışa geçmişti.
Fransa’da 1981 başkanlık seçimlerinde Mitterand oyların yüzde 57’sini alırken Le Pen yüzde 1’in altında kalmıştı. Hitler’in gaz odalarında insanların katledilmesini “tarih sahnesinde bir ayrıntı” olarak değerlendiren Le Pen, bu yılki Nisan seçimlerinin ilk turunda oylarını artırarak yüzde 15’e ulaştı. 1965 yılından bu yana Fransa’da ilk defa başkanlık seçimlerinde faşist bir partinin lideri ikinci tura kalmıştı. Le Pen ikinci turda ise yüzde 18 oy aldı.
AB üyesi diğer ülkelerde de durum çok farklı değildi. Avusturya’da, ırkçı faşist FPÖ de 1986’da parlamentoda iki üye ile temsil edilirken ilerleyen yıllarda sandalye sayısını sürekli artırdı. FPÖ, 1990’da 33, 1995’te 38 ve Şubat 2000’de hükümet ortaklığına götüren seçimlerde ise 52 sandalye ile parlamentoya girdi.
Hollanda’da Pim Fortuyn’in liderliğindeki Lijst Pim Fortuyn (Pim Fortuyn’in Listesi) de 15 Mayıs 2002’de yapılan seçimlerde yüzde 17.1 oyla 150 üyeli parlamentoda 26 sandalyeyi kaptı. Seçimlerden önce Fortuyn öldürülmüştü, ama Pim Fortuyn’in Listesi seçimlere girdi ve küçümsenemeyecek bir oy toplayabildi.
Danimarka’da 2001 yılı seçimlerinde sosyal demokrat partiler 1920 yılından bu yana ilk kez birinci parti olamadı. “Merkez sağ” diye tabir edilen Liberal Parti birinciliği alırken ırkçı Danimarka Halk Partisi oyların yüzde 12’sini alarak parlamentoya 22 üye soktu.
Belçika Flam bölgesinin Vlaams Blok (VB) Partisi, 1995’teki seçimlerde yüzde 7,8 olan oy oranını 1999 seçimlerinde yüzde 9,9’a yükselterek 15 milletvekiliyle parlamentoya girdi. İsviçre’de, İsviçre Halkçı Partisi, Norveç’te İlerleme Partisi aldıkları oylarla parlamentoda ikinci parti oldular.
İtalya’da da burjuva siyaset esnafının piyasaya sürdüğü diliyle “merkez sağ”da yer alan Silvio Berlusconi, Kuzey Birliği ve neofaşist Allianze National’le birlikte 1993 yılında kurduğu hükümet işçi eylemleri, kitle grevleriyle ancak altı ay dayanabildi ve devrildi. Nisan 1994 seçimlerinde Massimo Dalema’nın Komünist Partisi 200 milletvekiliyle en büyük parti oldu. 2001 yılı seçimlerinden sonra Berlusconi yeniden hükümeti kurmayı başarırken Allenze National yüzde 12 oy aldı. Portekiz’de de Mart ayı seçimlerinde sosyal demokratlar hükümeti “merkez sağ”a bıraktılar. İspanya’da ise 2000 yılında yapılan parlamento seçimlerinde muhafazakar sağcı Partido Popular (PP) yüzde 44,5 oyla, yüzde 34,1 oy alan burjuva Sosyalist Parti’den hükümeti devraldı.
Avrupa Burjuvazisinin Değişen Stratejisi
Bu tablo Avrupa’da siyasal çehrenin hızla değişmekte olduğunu göstermektedir. 1970’ler- le birlikte fazla üretim krizinin Avrupa kapitalizminde yol açtığı bunalım, gelgitlere karşın aşılamamıştır. Kapitalizm yeni bir bunalım evresine doğru hızla ilerlemektedir. Avrupa kapitalizminin yaşadığı sancı, yoğun bir işsizlik, ücret düşüklüğü, sosyal kurumların tasfiyesi, çalışma koşullarında bozulma, eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, emeklilik maaşının düşürülmesi, sosyal harcamaların minimum düzeye çekilmesine yol açmıştır/açmaktadır. Emperyalist burjuvazi, proletaryanın çetin mücadelelerinin sosyalist sistemin ağır baskısı ile birleşmesi karşısında Sovyetler’den alınan “sosyal devlet”, “sosyal haklar” kavramları ve kazanımlarını hızla terk etme yoluna girdi. Emperyalist burjuvazi, gücünü bütünüyle ve pervasızca proletaryanın istemlerinin tersi yönde kullanmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte kapitalizm, dünya çapında bir iktidar yapılandırmasına gitme çabalarına hız verdi. En büyük engelin kalkmasıyla Amerikan emperyalistleri, Avrupa dahil bütün iç olaylarda da kilit rol oynayacak, kurumlaşmış “yeni” bir uluslararası sistem kurmada yoğunlaştı. Avrupa emperyalist burjuvazisi de hem bunalımı atlatmak ve hem de dünya egemenliği üzerinde söz sahibi olmak, iktidar yapılanmasında ve dış pazarlarda etkili olmak istiyor.
Rekabet, yeni durumda, yeni dengeler üzerinde kızıştı. En rekabetçi ve en kuralsız ekonomi dönemi yaşanıyor. Emekçi, sosyalist hareketin zayıfladığı koşullarda bütün yüklerden kurtulmak için demokratik hak ve sosyal kazanımları kaldırmayı hedefleyen AB devletleri ABD karşısında rekabet avantajlarını kaybetme niyetinde değil. Avrupa sermaye oligarşisi iktisadi ve siyasi stratejisini dünyanın değişen yeni koşullarına göre düzenliyor. En azından bugün ve yakın dönem politikaları bu eksende şekilleniyor/şekillenmektedir.
Avrupa burjuvazisi, dünya pazarlarının yağmalanması ve dünya jandarmalığında iktidar gücü olabilmek için güçlü birlikler kurmak ve sermaye gücünü büyütmek zorundadır. Dünya egemenlik sisteminin yeniden oluşum süreci kaçınılmaz olarak daha fazla zor, daha fazla baskı ve daha yoğun emek sömürüsüne dayanacaktır. Avrupa Birliği devletleri, en başta Avrupa proletaryasının emek sömürüsüne yüklenecek, bu yönde kararlar alacak ve zayıf ulusların emperyalist sermaye ve meta ihracına getirdiği ulusal çitleri kaldırmaya zorlayacaktı. Maastricht Anlaşması’yla bunun yolu tamamen açılmış, kendi içinde gümrük duvarları kaldırılmıştır.
Sermaye sınıfının çıkarlarına uygun atılmış/atılacak adımlarla ezilen kesimlerin iktisadi ve sosyal konumu hızla bozulmakta, yoksulluk bütün Avrupa ülkelerinde büyümektedir. Avrupa’nın en güçlü ekonomilerinden Almanya’da işsizlik 4,7 milyona ulaşmıştır. İsveç’te kayıtlı olmayan işsiz sayısı kayıtlı olanı ikiye katlamıştır. Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama işsizlik oranı 1996’da yüzde 10,8’e çıkmış ve bu oran sürekli yükselmektedir. Ulusal paradan Euro’ya geçerken gerekli önlemler alınmamış, halkın karşısına doğrudan zamla çıkma yerine Euro’ya geçiş politikası hayat pahalılığı ile birlikte oluşturulmuş, halkın alım gücü görülmedik ölçüde düşmüştür.
Keza Avrupa’da polis gücü de artırıldı, antiterör yasaları çıkarıldı, göçmenlere karşı inanılmaz ölçüde ırkçı yasalar oluşturuldu. Dönem, Avrupa burjuvazisi cephesinde sosyal hakların gaspedilmesi, işçi ücretlerinin düşürülmesi, emek sömürüsünün yoğunlaşması, işsizlik, yoksulluk, ekonominin militarize edilmesi, rekabet gücünü büyütme, emperyalist kuvvetlerin dünya iktidarını oluşturmada güç denemeleri, militarizm ve bütün bu olguların tetiklediği sosyal patlama korkusu emperyalist burjuvazinin faşizme duyduğu ihtiyaç vb. olarak şekillenmektedir.
Avrupa’da faşizm, işlerin bozulmaya başladığı, sınıf savaşımının yeniden keskinleşme sürecine girdiği, işsizliğin kitlesel kronik bir hal aldığı ezilenlerin öfkesinin yükseldiği, “sosyal patlama” korkusunun yaşandığı bir dönemde tırmanışa geçti. Emperyalist burjuvazi, kapitalizmin bunalımı ve girdiği genel yönelimin karşısında kitleleri bilinen yöntemlerle yönetmede zorluk çekmektedir. Bir kaos sürecinden geçen emperyalist burjuvazinin işleri kolay yürümüyor. Neoliberal politikalar Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde grev dalgasına çarpıyor. Burjuvazi istediği programı uygulamada zorluk çekiyor. Avrupa’da giderek gelişen faşist tehlike bütün bu olguların tamamlayıcı bir öğesi olarak emperyalizmin uluslararası militarist yönelimi ve Avrupa proletaryasının ve halklarının mücadele eğrisine paralel olarak gelişmektedir.
Faşizmin Gıdası Irkçılık
Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde faşist partiler politikalarını ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve militarist söylemlerin üzerine kurmuştur. Fransa’da Le Pen, Avusturya’da Jörg Haider, Hollanda’da Pim Fortuyn’in hareket noktaları aynı olmuştur. Kapitalizmin bunalımı, emperyalist burjuvazinin göç sorununda aldığı tutum ve politika, kitlelerdeki umutsuzluk ve arayışlarla birleşmiş, bu yönlü vurgular, politikalar etkili olmuştur.
Faşist partilerin bu denli kitle desteği bulmasında AB hükümetlerinin aldığı kararlar da etkili olmuştur. Göçmen sorunu AB devletlerinin önünde duran bir sorun ve ırkçılık, emperyalist burjuvazinin göçleri önlemenin vahşi bir yöntemi olarak işlemektedir. Göç koşulları ise oldukça ağırlaştırılmış durumda. Hollanda’ya göçeden birinin ülkesinden eşini getirebilmesi için 3 bin Euro ödemesi zorunludur. Ayrıca 600 saat dil eğitimi göçmenlere zorunlu olarak dayatılmaktadır. Göçmenlerin asimilasyona tabi tutulması bütün Avrupa ülkelerinde temel bir politikadır.
Avrupa burjuvazisi bütün AB ülkelerini bağlayan göç yasası çıkarır, ortak operasyonlar düzenleme kararı alırken, Danimarka da ırkçılıkta geri kalmadı. Danimarka’da, 24 yaşını doldurmamış aynı ulustan iki “yabancı”nın evlenmesini yasaklayan yasayı parlamento onayladı. İkamet etme izni olabildiğince zorlaştırıldı. Irkçılık suçu ceza yasasından kaldırılarak “yabancı” düşmanlığı bu vesileyle yasalaştırılmış oldu.
Faşist partilerin birçok ülkede Hıristiyan demokrat partilerle hükümet ortaklığı yapmaları, bu gelişmenin tesadüf olmadığı ve emperyalist burjuvazinin ihtiyaç duyduğunda ezilenlerin karşısında faşist terörle çıkacağını ve son gelişmelerin 1970’li yıllardan beri adım adım örgütlendiğini göstermektedir. Avrupa emperyalist burjuvazisinin son yirmi yıldır uygulamaya çalıştığı neoliberal politikalar, sosyal hakların gaspı, karşısında Avrupa proletaryasını bulmaktadır. Sermaye sınıfı istediği zaman istediği hızda adım atamıyor. Kitle hareketine çarparak geri dönen kararlar burjuvaziyi yeni arayışlara itmiş ve programını uygulayabilmek için daha sert ve köklü hazırlıklar yapmaya zorlamıştır.
Avrupa burjuvazisi faşist partilerin yükselişini kitle hareketini manipüle etmenin aracı olarak da değerlendirmiştir. Fransa’da milyonları bulan antifaşist kitle gösterileri faşizme öfkenin doğal bir yansısı olsa da kendiliğinden hareketin sınırlarını aşamadığından kolayca manipüle edilmiştir. Sosyalist ve komünist yaftalı bütün sermaye partileri kitleleri aldatmış, burjuva medyanın felaket tellallığıyla el ele ezilenlerin, büyük burjuvazinin temsilcisi Jacques Chirac’ın arkasında birleştirilmesi çağrıları etkili olmuştur. Fransız burjuvazisi güvensizleşen ve sistem partilerinden umudunu kesen kitlelere Le Pen’i gösterip Jacques Chirac’la vurmuştur.
Avusturya’da da benzer bir gelişme yaşanmış, alanlara inen kitlenin öfkesi Jörg Haider’in parti başkanlığından istifasıyla sonuçlanmıştır. Ama Haider’in ırkçı faşist partisi hükümet ortağı olmayı sürdürmüştür.
Büyük burjuvazi, kitlelerdeki arayışları, sosyal demokrat partilere güvensizleşen “sol” potansiyeli faşist partiler silahıyla korkutarak emperyalist sermayenin Hıristiyan demokrat partileri arkasında birleştirmeye çalışmaktadır. Deyim yerindeyse emperyalist Avrupa burjuvazisi şimdilik sağ uç (yani faşizm) gösterip liberal sağla vurmaktadır. Geçen yüzyılın ilk yarısında faşizmin en ağır acılarını yaşamış Avrupa emekçi sınıflarının faşizmin tırmanışı karşısındaki tepkisi, emperyalist oligarşinin Hıristiyan demokrat partilerinin kanatları altında sönümlendirilmek istenmektedir.
Avrupa’da faşist hareket, esas olarak orta sınıflarda destek bulmaktadır. Neoliberal politikalarla çöküşü hızlanan bu kesim faşist partilerin dayandığı ana gücü oluşturmaktadır. Le Pen’in “uluslarüstü federal bir Avrupa’ya karşıyım”, neoliberal uygulamaların “ulusal tercih” yaklaşımıyla ele alınması ya da Maastricht’i reddetme örneklerinde olduğu gibi ulusal söylemler orta burjuvazinin eğilimiyle çakışmaktadır. Bu politikalar Avrupa sermayesinin genel eğilimine ters düşse de Avrupa burjuvazisi bu hareketin gelişimine, yedekte tutmak üzere denetimli olarak izin vermektedir. Kapitalizmin tortuya dönüştürerek yozlaştırdığı, bir kenara fırlattığı ve geniş topluluklara dönüşmüş kitle, faşizmi besleyen bir diğer toplumsal tabakayı oluşturmaktadır. Bir arayış içerisinde olan ve yön çizemeyen işsiz kitlesi de faşist partilerin gelişmesine potansiyel olabilmektedir. Ama bugün kitle tabanını büyüterek tırmanışa geçen faşist hareket, 1930’lu yıllar Avrupası’ndaki kadar şanslı değildir. Faşizmin tırmanışı karşısında proletarya ve ezilen halklar gazetelerinin üzerine “sosyalizmin zaferi” diye yazmadılar. Avrupa’da emekçi sınıflar, Almanya, İtalya ve İspanya faşizmini yaşamış olmanın acılarını unutmadı, gerek Fransa’da ve gerekse Avusturya’da emekçi sınıflar sokakları antifaşist gösterilerle inlettiler.
“Sosyal Demokrasi”nin Çöküşü
1995 yılına kadar Avrupa Birliği üyesi ülkelerin büyük çoğunluğunda hükümetleri oluşturan sosyal demokratlar ciddi oy kaybına uğrayarak pozisyonlarını hızla kaybettiler. 1998’de AB üyesi ülkelerin 11’inde hükümette sosyal demokratlar vardı. 1999 seçimlerinde liberal- ırkçı koalisyonlar hükümete geldi. 1999’dan 2002’ye gelindiğinde sosyal demokrat partiler hem burjuva hükümetteki konumlarını ve hem de kitleler neznindeki itibarlarını genel, ezici bir eğilim olarak kaybettiler.
Sosyal demokrat partilerin programları, sosyalizmin revaçta olduğu ve sosyalist blokun genişlediği yıllarda emperyalist burjuvazinin başvurmak zorunda kaldığı programlardı. Sosyalizmin kapitalist sistem üzerindeki basıncı emperyalist burjuvaziye kitlelerin refah düzeyinde iyileşme ve kimi reformları gerçekleştirmeye götürdü. Alternatif sistemli bir dünyada emperyalist burjuvazi proletaryanın emek sömürüsünde elde ettiği zenginliğin, iktisaden geri ülkelerin yağmalanmasında ele geçirdiği ganimetin bir kısmını diğer toplumsal kesimlerle paylaşmak, en azından toplum genelinde nispi bir refah düzeyi tutturmak zorundaydı. Kitlelerin sosyalizm özlemini “sosyal devlet”e boğan program, sosyal demokratların eliyle uygulandı ve ezilen yığınların sosyalizm özlemi emperyalist zorla birleştirilerek bastırıldı. Devrim, Avrupa proletaryasının gündemi olmaktan çıkarıldı.
1970’li yıllardaki iktisadi bunalımla burjuvazinin bunalımdan çıkma programı neoliberal politikalarla tekleşti. Sosyal demokrat partiler hükümette ve son çeyrek yüzyıl boyunca emperyalist sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarına yanıt olacak iktisadi ve politik çıkarlarına uygun kararlar aldı. Hıristiyan demokrat partilerle aradaki ayrım çizgisi silikleşti. Avrupa’da sosyal demokrat, sosyalist ya da komünist menşeli partilerin koalisyon ortaklığında uyguladıkları programlar, burjuvazinin “sağ” parti programlarından daha az acımasız ve pervasız değildi. İşsizlik arttı, emekçi sınıfların iktisadi yaşam koşulları kötüleşti. “Sosyal devlet” eksenindeki kazanımlara en çok bu dönem saldırıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve özellikle de 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren neoliberal programın uygulanmasında burjuvazi pervasızlaştı. Kimi ülkelerde DSP-MHP örneğinde olduğu gibi farklı jargonlarla farklı kulvarlarda olduklarını iddia ederek kitlelerdeki değişik eğilimleri emen partiler ortak koalisyonlar kurdu ve emperyalist burjuvazinin tek programında birleşti.
Neoliberal programlar sosyal demokrat partilerin program profiline uymuyordu. Ama emperyalizmin bunalımdan çıkış ve büyümenin biricik çözümü olarak gördüğü neoliberalizm, emekçi sınıfların kazanılmış haklarına en uç saldırılarla karakterize edilmiş bir program, ancak sosyal demokrat partilerin hükümette olduğu koşullarda daha kolay uygulanabilirdi ve öyle yapıldı.
Sosyal demokrat partiler, emperyalizmin yeni sistemini yapılandırma eyleminde geçiş döneminin partilerine dönüştüler. Programlarıyla, hedefleriyle sosyal demokrat partiler, I. Dünya Savaşı’nın öngününde sosyalizmin gerçeğe dönüşme koşullarında sosyalizme ihanetle oluştu, sosyalizmin bir sistem olarak büyüdüğü dönemde emperyalist burjuvazinin has partileri oldu ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla “sosyalist blok”un son bulduğu dönemin ardından işlevini yitirdi. Sosyal demokrat partiler dönemi, kimi ülkelerdeki eksik kalmış görevlerini de tamamlayarak sona eriyor. Neoliberal politikalar dışında burjuvazinin kendi içinde alternatif bir programı yok. Kitlelere sundukları, sunacakları yeni bir şey yok. Mevcut olan tükendi. Esnek üretimiyle, tarım politikalarıyla, göç sorunu karşısındaki politikalarıyla, özelleştirmeyle, kamu hizmetlerindeki kısıtlamalarla bir bütün neoliberal politikalarda burjuva partiler eşitlendi ve böylece sosyal demokrat partiler tarihsel misyonlarını son görevleriyle birlikte tamamlamış oluyorlar.
Sosyal demokrat partilerin elinde başka bir program yok. Tony Blair’in “üçüncü yol”, ya da “sosyal liberal sentez” gibi yeni arayışlar can çekişen bu partilerin yeniden yaşama döndürül- mesini sağlama çırpınışlarıdır. Tony Blair; “Doğru politikada pazarın mekanizmaları sosyal hedefler için belirleyicidir. İşletmeci coşku, sosyal adaleti teşvik edebilir ve yeni teknoloji, bu açıdan bir şanstır, tehdit değil. Üçüncü yol, modernleştirilmiş bir sosyal demokrasiden yanadır. Bu demokrasi, sosyal adaleti kabulde ve sol ortanın amaçlarına ulaşmada ateşli olmalıdır; ama bunlara ulaşma yöntemlerinde elastiki, yenilikçi ve öngörülü olmalıdır” demektedir.
Blair, bilinen klasik sosyal demokrasinin tarihe karıştığını kabul ediyor. Ama Tony Blair’in söylediği yeni bir şey de yok. Onun elastiki, yenilikçi olarak sunduğu “modernleştirilmiş”, yani emekçi sınıfları aldatma taktikleri inceltilmiş “bir sosyal demokrasiden” başka bir şey değildir. “Üçüncü yol”un politikalarına da “pazarın mekanizmaları” yön vermektedir. Tony Blair’in “sosyal adaleti” de “ilahi özgürlük” adına yoksul ve zayıf ulusların tepesine Amerikan emperyalizmiyle ittifak gücü olarak bomba yağdırmaktır. Yoksulların, ezilen halkların acımasızca katledildiği Blair’in “adalet”i şimdi de Irak’ın üzerine bomba ve füze yağdırma olarak icra edilecektir.
Bu bir tarihsel süreçtir ve sosyal demokrat partilerin rolleri asıl olarak sosyalizmle belirlenmiştir. Bu süreç 1989-90 gelişmelerinin ardından tamamlanmıştır. Bugün emperyalizmin, doludizgin yürümesi için bütün kuvvetlerini aynı politikada birleştirme ihtiyacı vardır. Sınıflar mücadelesi, yeni dönem kitle hareketi burjuvaziyi yeni partiler hazırlamaya kaçınılmaz olarak götürecektir. Ama bu dönemin, bilinen klasik biçimiyle 20. yüzyıl sosyal demokrat partileriyle karşılanamayacağı açıktır.
Kitlelerin Değişim İsteği
Neoliberal saldırılar, göç sorununa müdahale ve antiterör yasalarıyla, Avrupa’da bir gericilik döneminin Avrupa proletaryası ve dünya halklarının üzerine çökmekte olduğunu göstermektedir. Bu süreç, 11 Eylül sonrası Amerikan emperyalizminin dünya çapında başlattığı sınırsız barbarlık “savaşı”yla hızlandı. Ama bu madalyonun sadece bir yüzü. Öte yandan, Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçi sınıflar faşizme ve emperyalizmin neoliberal politikalarına karşı kitleler halinde tavır alıyor, mücadele alanlarına çıkıyorlar.
Avusturya’da faşist Özgürlük Partisi’nin Muhafazakar Halk Partisi ile ortak koalisyon hükümeti kurması kitlesel protesto gösterilerine neden oldu. Avrupa’nın değişik ülkelerinden onbinlerce kişi Avustruya’ya akın ederek gösterilere katıldı ve hükümeti protesto etti. Fransa’da Le Pen karşıtı gösteriler ülkenin her tarafından yükseldi. Günlerce devam eden eylemlerde Fransa sokakları antifaşist şiarlarla inledi. İsrail’in Filistin işgaline karşı da en kitlesel tepkiler bölge halklarının dışında yine Avrupa’dan geldi. İngiltere, İtalya, Almanya, Fransa başta gelmek üzere onbinler ve yüzbinlerin katıldığı eylemlerle siyonist işgal kınandı.
Neoliberal saldırılar karşısında da Avrupa proletaryası susmadı. İtalya ve Ispanya’da son yirmi yılın en büyük genel grevleri gerçekleştirildi. İtalya’da kitlesel gösteriler ve genel grevle Berlusconi’nin kurduğu ilk hükümet düşürüldü. İkinci hükümet döneminde ise, işten atılmayı kolaylaştıracak yasa değişikliğine karşı, iki milyonun katıldığı dev gösteriler yapıldı, on milyonu aşkın işçi genel greve giderek İtalya’yı teslim aldı.
İspanyol proletaryası da Sevilla Zirvesi öncesi 20 Haziran’da genel greve giderek hayatı felç etti. Almanya’da 1990’lı yılların başı ve ortalarında son yılların en büyük grev hareketleri yaşandı. IG Metal’in örgütlü olduğu dev metal endüstrisinde yüzbinlerce işçinin katıldığı grevler yapılmaktadır. Geçtiğimiz Temmuz ayında da yüzbinlerce üniversiteli, harçların yükseltilmesi ve eğitimin özelleştirilmesini protesto etti. Yunanistan’da grev dalgaları yaşandı. 18 Haziran’da, sendikaların grev kararıyla hayat durdu. Fransa’da 1995 yılı sonlarında Juppe hükümetinin neoliberal politikalarına karşı büyük grev ve gösteriler yapıldı. Portekiz’de ücretlerin düşürülmesine karşı greve gidildi, halk sokaklara döküldü, binlerce genç eğitimin özelleştirilmesini protesto eylemleri gerçekleştirdi. Bugün için henüz antikapitalist bir nitelik taşı- masa da Avrupa proletaryasının neoliberal politikalar karşıtı grev, direniş ve gösteri eylemleri devam ediyor.
Avrupa’da emekçi sınıflar, “elveda proletarya” diyenlerin değerlendirmelerini, özel bir analize tabi tutmayacak berraklıkta paçavraya çevirerek yükseliyor. Ama Avrupa proletaryasının bütün faaliyetlerini birleştiren, proletaryanın çıkışını doğru tarzda örgütleyen ve kapitalizme karşı sınıf savaşımını yöneten devrimci bir partiyi örgütleme zorunluluğu dikkat çekmektedir. Bu sorun uzun yıllardan bu yana Avrupa proletaryasının kangrenleşmiş, temel bir sorunu olarak durmaktadır. Proletarya, bilinçli politik sınıf mücadelesine, gerçekten devrimci, komünist partisi aracılığıyla atılabilir. Avrupa proletaryası emperyalist kapitalizme mahkum edilmişliğini, Avrupa’daki emekçi sınıfların birleşik ve antikapitalist iktidar mücadelesiyle aşacaktır. Birbirinden kopuk, kendiliğinden ve iktisadi taleplerle sınırlı, devrimci parti önderliğinden yoksun bir hareket, kaçınılmaz olarak burjuva partilerin yedeğine düşer, parçalanır ve yozlaşır. Avrupa proletaryasının karşı karşıya olduğu asıl tehlike budur.
Marks ve Engels Komünist Manifesto’da bütün ülkelerin işçilerini birleşmeye çağırmıştı. Politikanın hakkı küreseldir. Tarihsel gerçeklik, globalleşen emperyalist dünya ve ezilen sınıfların daha çok iç içe geçen kader ortaklığı ulusal konsepti küresel mücadeleye yedekle- miştir. Kitleler kendiliğinden de olsa şimdi bu dili konuşmaktadır. Seattle’dan başlayarak Prag, Davos, Cenova, Barcelona ile süren mücadeleler Avrupa’da ezilenleri birleştiren yeni eylem biçimleri oldu. Değişik ülkelerden akan emekçilerin ortak eylemi, ortak düşmanı da tanımlamaya ve birbiriyle ilişki kurmaya sürüklüyor. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası, G-8’ler Avrupa’daki birleşik emekçi hareketinin özneleştirdiği somut düşmanlar olarak ilan edildi. Bu son derece önemlidir ve küreselleşen emperyalist saldırıların karşısında emekçi sınıfların yeni dönem hareket yönünü ve eylem biçimlerinin kıvılcımlarını taşıyor.
Bu mücadele hattı İtalya, İspanya, Yunanistan, Fransa ya da Portekiz’de neoliberal politikalara karşı sınıf bilinçli proletaryaya, zamandaş ve eşgüdümlü eylemi örgütleme görevi yüklüyor. Yine aynı hatta göç hareketi karşısında enternasyonal dayanışma, yoksul ezilen halkların yaşam alanı bulma arayışına destek olma ve buradan geliştirilecek uluslararası kardeşlik, olanakları paylaşma ve ortak mücadele pratiği Avrupa proletaryasının özgürleşme mi- rengini oluşturacaktır. Avrupa proletaryasının politik bilinç sıçraması, “yabancı” düşmanlığı ve göç sorununda emperyalist burjuvazinin ulusal ve uluslararası düzeyde geliştirdiği politikalara karşı aldığı tutumla yaşanacaktır.