Tersane havzaları denince neler gelir aklımıza? Birazdan bu gerçeği, etiyle kemiğiyle, acısı ve tatlısıyla birinci elden tanığının dilinden okuyacaksınız. Ondan önce röportaja girerken bir şeyler söylemek istedik.
Havzalarda yapılan üretimin içeriği, yöntemleriyle ilgili. Tersaneler kapitalist ekonomide stratejik öneme sahip işyerleri arasındadır. Teknolojik gelişmenin ve yenilenmenin en çok hissedildiği yerler. Bu özelliğiyle de birçok iş kolundaki gelişmeyi tetikliyor. Tersanelerdeki gemi sanayinde çalışan bir işçi, yan sanayide yedi işçiye istihdam yaratıyor.
Avrupa ülkelerinin karayolu taşımacılığını denizyoluna aktarma planları nedeniyle de sektörün ekonomideki önemi artacak gibi görülüyor. İşkolu, kapitalist sistemin neoliberal politikalarıyla at oynattığı en belirgin alanlardan biri. Bu politikalara bağlı olarak ve özellikle son yirmi yıl boyunca Türkiye’de birer KİT olan büyük tersaneler kapatılmış, parçalanmış ve özel sektöre satılmıştır. Bununla birlikte taşeronlaştırma, esnek üretim tam bir işçi hakları kıyımı olarak gerçekleşmiş, keza sendikasızlaştırma ile birlikte, tersane havzaları tam bir kuralsızlık cennetine dönüşmüştür.
Hal böyleyken 1987’den beri Avrupa ülkeleri, katma değeri düşük olan tanker, dökme yük gemisi vb. büyük kapasiteli gemi yapımını bırakıp hızla tekne ve teknolojik gelişkinlik isteyen savaş gemileri üretimine geçmiştir. Eskiyen teknolojilerin ve tonajların yapımı, sökümü ya da tamirini kaydırıldığı ülkelerse, malum Türkiye gibi ülkeler oluyor. Tabii bununla birlikte normal ve kimyasal atıklar cenneti de olunuyor. Türkiye’de son on-yirmi yılda bu açıdan da yaşanan yoğun bir kirlenme var.
İşçilerin yüzde 90’ının sendikasız ve sigortasız çalıştırıldığı bu kuralsızlık cennetlerinden DTP (Devlet Planlama Teşkilatı) verilerine göre sermaye ve devlet büyük sermaye transferi yapmaktadır. Çelik üretiminin büyük bölümleri Aliağa ve Tuzla tersanelerindeki astbestli gemi sökümlerinden elde edilmektedir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı kullanıma açılınca, gemi sayinin, taşımacılık denizyollarına kayacağı için önemi daha da artacak. Ve üretimin bütün yükünü, tersanelerde, ayrıntılarını birazdan edineceğiniz ağır sömürü ve kölelik koşullarında çalıştırılan işçiler çekecek. O işçilerin bir bölümünü oluşturan Yonca Teknik işçileri bu kölelik koşullarına karşı alışılmadık bir grev yaparak sorunu hem Türkiye, hem dünya işçi sınıfıyla birlikte bütün insanlığa duyurmaya çalışıyorlar. Okuyacağınız söyleşi, bu gerçeğe bir ölçüde de olsa dikkat çekerek, işçi sınıfının tersanelerindeki bölüklerinin sorunları ve mücadeleleri hakkında aydınlatma amacını taşıyor. Röportaj, emperyalist sistemin neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı sonuçları, özellikle de SB’nin dağılmasından sonra kapitalist saldırganlığın sonuçlarını; buna göre işçi sınıfının mücadele ve örgüt biçimlerine dair güncel sorunlarını tartışma ve yanıt arama çabasını yansıtıyor. Aynı zamanda daha genel tartışma konularını gündemleştirmeye katılım sağlıyor.
İkincisi; iki hatta üç yıldır İstanbul-Tuzla’da, İzmir Aliağa’da tersaneler bölgesinde alışılmadık eylemler ve örgütlenmelerle adını duyuran bir sendika var: DİSK üyesi Limter-İş.
Sendikanın adını daha önce 7 Mart 1999’da bir kez daha duymuştuk. Sendikanın eğitim uzmanı Süleyman Yeter, Dayanışma adlı sosyalist bir işçi gazetesinin bürosundan 5 Mart günü gözaltına alınmış, 7 Mart’ta ölü bedeni ailesine teslim edilmişti. Aradaki 48 saatin nasıl geçtiğini Adli Tıp raporu tespit etmişti: Süleyman Yeter, işkence demek olan ağır darp ve travma izleri taşıyan bir ölüydü. Olay, her biri bir hukuk skandalı olan davalara konu olmayı sürdürmekte. İşkence yapan ve işkenceyi gizleyen, işkenceciyi koruyan bir devlet çarkının elinde insanlık suçlarından en ağırı, korunaklar içinde yoluna devam ediyor.
Limter-İş’in mücadeleci sendikal çizgisinde, her şeye rağmen süren Yonca Teknik grevine kadar sendikayı ve işçileri hazırlayan süreçte Süleyman Yeter’in işkenceyi yenen direnişçiliğinin ve bunu sağlayan sınıf bilinciyle donanmışlığının payını tespit etmek zor olmasa gerek. Bu nedenlerle, bu söyleşiyi, Süleyman’ın anısına atfediyoruz.
*12 Eylülden sonraki ilk grev de burada, Tuzla tersanelerinden birinde çok az sayıda işçiyle başlamıştı. O zaman da, ‘12 Eylül yasalarıyla grev yapılmaz, bunlar deli mi’, diyen sendika liderleri olmuş, uzun süre grev sadece dışardan izlenmişti. Sizin grevininiz de bilindiği kadarıyla olağanüstü koşullarda başlayıp sürmekte. Bu nedenle önce grevinizin gerekçeleri ve uygulama prosedürü hakkında okurları bilgilendirin.
Kazım Bakış (DİSK Limter-İş Sendikası Genel Başkanı): Yonca grevi için söyleneceklerin en önemlisi şu; mevcut yasalar karşısında bu grevi başlatan ve sürdürenler işsiz işçiler. Bilindiği üzere 1999’da burada örgütlendik. Yetkiyi bakanlıktan aldık. İşveren yasaya göre itiraz hakkını kullandı, üç yıl mahkeme sürdü. Üç yıl sonra Yargıtay yetkimizi onaylayarak davayı sona erdirdi. İşveren bizimle masaya oturup görüşmeyi başlatmayı uygun görmedi. İşçilerin sendikamıza üye olduğunu da duydu ve tüm üye işçileri 28 Şubat 2002’de kapı dışarı etti. Dolayısıyla yasaya göre hemen o gün greve çıkamazdık. Yasa gereklerini tamamlayıp 26 Nisan’da greve çıktık.
Yonca grevi, Türkiye’de sendika yasalarının ne kadar antidemokratik olduğunu, temel hak ve özgürlüklerin ne kadar rahat ayaklar altına alınabildiğini gösterdi. Düşünün ki, bir işyerinde işçilerin yüzde 90’mı sendikaya üye yapıyorsunuz. Sözleşme yetkisini kazanıp masaya oturacağınız sırada, yasalar işverene itiraz hakkı tanıyarak grev hakkını bir çırpıda ayaklar altına alıyor. Mahkemelerde üç yıl sürünüp yine de grev için işyerine döndüğünüzde, ne görseniz iyi; işveren işlerini bir başkasının üstüne, işçileri de başka başka taşeronlara devretmiş. Kağıt üzerinde tersaneyi lağvetmiş!
Biz buna teslim olmadık. İşçi arkadaşlara şunu dedik: Bir yere kadar elbet bizim de uymak zorunda olduğumuz kurallar olabilir. Ama biz haklıyız ve meşruluğu temel almalıyız.
Kağıt üzerinde nereye kayıtlı olursa olsun, orada fiilen işçi olanları üye yapmaya başladık. Greve başladığımız gün dışarıdan getirilen taşeron işçilerini fiilen engelleme yoluna gittik. Fiili engellememizin karşısında hükümet yetkilileri de bu durumu dikkate alarak toplantılar yaptı. Yetkililer olayın daha da boyutlanabileceğini gördüler. Kaymakam toplantılarda istenmeyen durumu mecburen kabul ederek bir karar vermek zorunda kaldı. Bir hafta boyunca, işveren Bölge Çalışma Müdürlüğü’nden yasal işçi listesini getirene kadar, grev bölgesine kimsenin gelmeyeceği kararını vermek zorunda kaldı. Bir hafta böyle gitti. Sonra ilgili bakanlık ve ilgili çevrelerin müdahalesi oldu. Tekrar polis zoruyla dışardan grev kırıcı işçi getirmeye başladılar. Buna rağmen o günden beri grevimiz devam ediyor.
*Greve yol açan nedenlerle greve dönük, işveren veya kolluk gücü dahil devlet yetkililerinin tavrı arasındaki ilişkiyi nasıl görüp değerlendiriyorsunuz?
Başkan: Şunu söylemek gerek diye düşünüyorum: Burada herkesin çıplak gözle görebileceği kadar aleni, açık bir şekilde grevin kırılması için devlet yetkilileri başta gelmek üzere sermaye çevreleri, Gemi İnşa Sanayicileri Birliği, olağanüstü ortak çalışma yürüttüler. Bu çıplak gerçeği, en sıradan işçi bile gördü. Kağıt üzerindeki oyunları kanıtlamamıza rağmen işveren lehine karar verdi. Demek ki, devletin mahkemeleri, kolluk güçleri, açık bir tarafgirlik yaptılar ve işveren yanında yer aldılar.
*Greviniz karşısındaki bu tutumların nedeni daha çok ne? Havzada grev kültürü gelişmesin, grev çizgisi gelişmesin diye mi? Yoksa, taşeronlaştırılmış havzada sendikalaşma, mücadeleci bir sendikacılık çizgisi gibi kötü bir örnek yerleşmesin diye mi? Örneğin, işverenlerin havzadaki diğer bir sendikaya Dok Gemi-İş’e karşı tavrı aynı mı?
Başkan: Sorunun merkezinde sınıf sendikacılığı var. Şimdiye kadar karşılaştığımız sorunlar, bizim sendika olarak sınıf sendikacılığı esaslarına bağlı, sarı sendikacılığa karşı çıkışımızdan duyulan rahatsızlıktan ileri geldiğini kanıtlıyor. Onlar biliyorlar ki, biz sermaye için kötü örneğiz. Bu örnekten diğerlerinin etkilenmesini istemiyorlar. Sınıf sendikacılığı duruşuna sahip sendikaların güçlenmesi, bu tür örnekten, örgütlenme arzusu taşıyan büyük işçi kitlelerinin etkileneceğini biliyorlar, görüyorlar. Bu nedenle sermaye güçleri çok bilinçli hareket ediyorlar. Böyle bir sendikanın güçlenmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
İkincisi; havza açısından da önemli nedenleri var. Taşeronlaşmış bu havzada on binlerce işçi var. Başarıya ulaşacak bir sendika ve grev hareketi bu işçileri derinden etkileyecek. Buradan bir hareket başlarsa eğer, sermaye bakımından havzada büyük bir gedik açılır. Bu durum sermayenin toplam çıkarlarına aykırı bir gelişmeyi fitillemiş olacak. Başka sektörler için de taşeronluğa karşı muazzam bir gelişme başlayabilir. Çünkü, bunca olumsuz koşula rağmen bizim olumlu bir adım atmış olmamız önemli bir örnek şimdiden. Saldırılar bu yüzden çok şiddetli ve çok yönlü.
*Buna rağmen bir soru ekleyelim. Peki ama siz nasıl oldu da taşeronlaştırılmış, on binlerce işçinin örgütsüzleştirildiği bu havzada, sermayenin bunca korktuğu ve önlemek için elinden geleni yaptığı sınıf çizgisinde bir sendikacılığı var edebildiniz? Sizi böyle bir sendikacılığa yönelten, greve hazırlayan süreçler ya da örnekler neler oldu?
Başkan: Geriye dönük süreç oldukça uzun. Ama özetlemek gerekirse; birincisi, bize bu enerjiyi kazandıran, böyle zorlu bir çalışmaya yönelten, birçoğunca beklenmeyen olumlu sonuçlara ulaştıran, öncelikle işçi sınıfına ve onun bilimine olan inancımız.
İkincisi; sendika yönetimi olarak şunu düşündük. Bugüne kadar yürütülmüş sendika çalışmalarından bizim farklılıklarımız, özgünlüklerimiz ne olacak? Bu alanın nesnel zemini anlamak, analiz etmek ve oradan çıkaracağımız sonuçlara göre yeni mücadele biçimleri, yol ve yöntemler üretmek, belirlemek gerektiğini tespit ettik. Bu alanın özgünlüğü ne? Bu alandaki işçiler hangi taleplerle, hangi sloganlarla, hangi yöntemlerle biraraya getirilebilir, eylemleri ortaklaştırılabilir? Bu koşullara rağmen sendikacılık nasıl üretilebilir? Bu soruları sorduk. Bunlara kafa yorduk. Halen daha sorular sormaya, yanıtlar bulmaya devam ediyoruz. Doğru söylemek gerekirse, bitmiş tartışma, bitmiş bir süreç değil bu.
*Sınıf sendikacılığının bilinen klasik ölçüleri vardır. İşçilerin sendikal mücadele süreçlerine demokratik katılımını sağlamak, işçileri kendi sınıf görüş açısıyla eğitmek, ya da daha genel bir tanıma geçersek; işçi sınıfının ekonomik mücadelesini politik mücadelede bir kaldıraç olarak değerlendiren bir sendikacılık yapmak, işçileri başka kesimlerin sorunları için mücadelede örgütleyebilmek; örneğin bunları yapabiliyor musunuz?
Başkan: Sınıf sendikacılığı görüş açısına bağlı kalarak çalıştığımızı ve elimizden geldiği kadar, diğer toplumsal görevlerimizi yaptığımızı düşünüyorum. İşçi sınıfı dışındaki emekçi katmalara yönelik saldırılara karşı duyarlı oluyor, eylemlerin girişimcisi ya da katılımcısı olmaya çalışıyoruz. Kamuoyu da böyle olduğumuzu biliyor.
Şu ana kadar başardığımız çok önemli çalışmalar var, örneğin; grevlerde ve direnişlerde sendikanın yönetiminde mi, değil mi bakılmaksızın, tüm işçi arkadaşlarla eylem kararları öncesini birlikte tartışıyor, birlikte karar veriyoruz. Bu anlamda bir demokratik ortamın olduğunu söyleyebiliriz. Bu yöntem işçileri de olumlu yönde etkiliyor, eğitiyor, sendikasıyla bütünleşmesini geliştiriyor, bilinen yabancılaşmaya neden olan bürokratik mekanizma yerine doğrudan katılımı sağlıyor. Sorumluluğu da birlikte paylaşıyoruz. Bu biz sendikacıların işini de kolaylaştırıyor. Bugüne kadar, geçen direniş süreçlerinde, sendika aleyhine ya da sendikacılar hakkında olumsuz yargılar duymadık.
*Parasız bir sendika olduğunuz biliniyor. Hatta parasız olduğunuz için bunca özverili olduğunuz gibi fikirler var. Ne diyorsunuz?
Başkan: Şöyle bir şey var, işçiler arasında da; parasız olarak böylesine özveriyle çalışmak olası mı? Para almadan böyle özveriyle çalıştığımıza inanmama durumu var. Soru işareti yaratıyor. Gerçek şu; biz işçi sınıfının gücüne inanarak geleceği için çalışıyoruz. Parasal konular ve fedakarlığımızın kaynağı bu. Tabii bu, sendikamızın paraya ihtiyacı olmadığı anlamına gelmiyor. Sendikanın parasal olanaklarının artmasıyla açık ki, kimi işlerimizi daha hızlı halledeceği.
Yonca grevini desteklemeye gelince, tersane işçileri arasında en çok tartışılan konu bu. Direniş altıncı ayına girdi. İşçiler, sendikanın direngenliğine ve bu mücadeleyi kazanacağına dair inancı artmış bulunuyor. Ama, sendika taşeron işçiliğini ortadan kaldırabilir mi, sorusuna kesin bir yanıt bulamamanın tereddüdünü yaşıyorlar. Sendikada örgütlenmeye bir ölçüde çekinceleri bu sayılabilir. Ama sendikaya güvenleri esas.
*Tersane işçileri grevinize ziyarete geliyorlar mı, yardımda bulunuyorlar mı? Grevdeki ya da havzada diğer işçiler arasında grevin arka cephesini örmek için neler yapıyorsunuz? İşçi ailelerinin grevle ilişkileri ne? Dayanışmayı geliştirmek için somut bir planınız var mı?
Başkan: Bu saydığınız durumu henüz sağlamış değiliz. Burada işçilerin durumunu açıklamak gerekir. Tersane işçilerinin çoğunun yarı işçi, yarı köylü olduğunu bilmek gerekiyor. Mevsimlik çalışıyorlar. Kendilerini burada kalıcı görmüyorlar. Gurbetçi çoğu. Feodal bağlar güçlü. Bunları taşeron sistemi besliyor. Bir Samsunlu bir iş alır. Gider Samsun’dan üç yüz adam getirir. Burada bekar evleri tutar. İşçileri buralarda barındırır. Bu durumdaki işçilerin aileleriyle görüşme olanaklarımız olmaz. Üç beş ay sonra bu işçiler kendi memleketlerine giderler. Mücadelenin kazanımları da uçar gider.
Grev süreci boyunca karşılaştığımız ilgi, beklediğimizin, olması gerekenin, olabileceğin çok altında bir ilgi. Bu atlamamamız gereken bir gerçek. Ölçü ne? Doğrudan maddi katkıda bulunmak, fiili mücadele sürecine katılmak, grevi ziyaret etmesi, sendikanın bu direnişle ilgili yaptığı toplantılara katılması. Bunlara bakarak şunu söylemeliyiz: Yapılan faaliyetle buna katılan işçi sayısı arasında muazzam bir uçurum, önemli bir açı farkı var.
*Bu grevin ve engellemelerin 12 Eylül yasalarıyla ilişkisi için ne söyleyebilirsiniz?
Başkan: Bugün yaşamakta olduğumuz durum öncelikle 12 Eylül’ün ürünüdür. Bütün sendikal sistem sermayenin istekleri doğrultusunda, Türk-lş’in de bakan vererek katıldığı süreçte yapıldı. Hepsi işçi ve sendika haklarını ortadan kaldırıcı nitelikteydi. Öncülere kıyıldı ve deney aktarımının önü kesildi. Aynı zamanda yasal engeller çoğaltılarak, işverenler istemediği sürece ve siz de çok güçlü olmadığınız, fiili ve meşru yolları da kullanarak engellemeleri aşmadığınız sürece bu yasalara göre hiçbir yere sendika giremez.
*Bu grevin önündeki engellerin ya da zorlukları uluslararası ekonomi politikaların, sermaye hareketi ve işletme modelleriyle ilişkisi için ne söylenebilir? Örneğin sizin sıkça sözünü ettiğiniz taşeronlaştırma modeliyle grevin zorlukları arasında ilişki kuruluyor. Ama biraz daha genel düşünelim. Eski model binleri, yer yer on binleri kapsıyordu. Şimdi yüzler, hatta onlar bir işletmede toplanıyor. Bütün büyük tersaneler özelleştirildi, taşeronlaştırıldı. Bütün bunlar işçi sınıfının grev eylemini, özel olarak sizin grevinizi nasıl etkiliyor?
Başkan: Uluslararası sermayenin son on-on beş yılda geliştirdiği yeni istihdam türleri; esnek üretim, taşeronlaştırma gibi şeyler, bu havzayı ve grevimizi doğrudan etkileyen politikalar, bunların sonuçlarını yaşıyoruz. Bunlar bizim patronların kafasından çıkmadı, uluslararası sermayenin üretip bizde de uyguladığı modeller. Biz bunların sonuçlarını derin bir şekilde yaşıyoruz. Kuralsız çalışma, işçiler arasında rekabeti körükleyerek onların ortak çıkarları doğrultusunda ortak davranma bilincini büyük ölçüde dumura uğrattı. Bu çok önemli bir sonuçtur. Aynı fabrikada, işletmede ayrı taşerona bağlı işçiler olgusu ortaya çıktı. Yani sadece işletmelerin parçalanması şeklinde olmadı. İşletme içinde de işçiler parçalandı. Bu birlikte mücadeleyi önemli ölçüde sekteye uğrattı.
Şunlar oldu: Bir yandan üretim farklı bölgelere, farklı ülkelere, farklı ve küçük küçük işletmelere dağıtılırken, aynı zamanda aynı işletme sınırları içinde üretim yapmak zorunda olan, işletme içinde işi taşeronlara bölerek işçileri birbirinden kopardı. Tersanede durum böyle. İşçilerle işveren ilişkisi de bulanıklaştırıldı. Hemşehri, akraba, işçilik deneyimi olan eski ustalar patron oldular. Bunlar da kendi akrabasını, hemşehrisini işçi olarak getirdi. Bu işçiler diğerlerine, onlar başka taşeronun adamları, biz başkasının adamlarıyız, gözüyle bakmaya başladılar.
*Her şeye rağmen sizin sendikanız ve greviniz yeni bir deney. Bunu sınıfın ilişkide olduğunuz ya da olmadığımız diğer bölükleri ve sendikacıları nasıl karşılıyorlar ve size nasıl davranıyorlar?
Başkan: Grev öncesinde konuştuğumuz birçok sendikacı, burada grev pankartının açılmasının dahi anlamsız olduğunu, zaten mümkün de olamayacağını söylemişlerdi. Ama grevin gelişim süreci, hem düşünceleri değiştirdi, hem de biraz motive etti. Onlarda da mücadele arzusu ve harekete geçme dütü- sü uyandırdı. Sendikamızın bu anlamda etkisi ağırlığı arttı. Bu koşullarda da grev yapılabilir, umudu arttı, fikri gelişti. Bunu kanıtladı. Havzada binlerle eylem de yapılabiliri kanıtladı. Herkesin kendisine bakıp harekete geçebileceği önemli bir deney ortaya çıkardı.
*DİSK üyesisiniz. DİSK’in sendikanızın ve grevinizin zorlukları karşısında durumu ne?
Başkan: Şöyle bir durum oldu; şu üç beş yılda. Bizim eylem ve etkinliklerimiz bize karşı önyargıların kırılmasını sağladı. Ama asıl başka şey oldu. DİSK, adına rağmen gelişen ve değişen durumları analiz etme ve ona yanıt verme, zihinsel bir değişiklik gerçekleştiremedi. Dolayısıyla şunu yapamadı: Bizim gibi, böyle bir alanda mücadeleyle bugünkü noktalara varabileceğimizi kestiremedi. Burada bir başarı yakalanabileceği kanaati uyanmadı. Bu süreç aynı zamanda sınıf sendikacılığı pratiği oralarda da önemli bir eğitici rol oynamıştır, diye düşünüyorum. Bu süreç boyunca kısmi bir desteği olmuştur. Başkanlar Kurulu karar aldı. Konfederasyon ve sendika başkanları ziyarete geldi. Bunlar olumlu gelişmeler.
Ama sorun burada bitmiyor. DİSK bir konfederasyon olarak, üretim süreçlerindeki bu değişimi gören, dünyadaki uluslararası işbölümünün sonuçlarını ve ülkemizde yeni çıkan bu işçi profilini nasıl bir yolla örgütleyebileceğine dair yanıt üretemedi. Bizim örnekten çıkarak bu yeni sürecin sorunlarını çözmeye ve örgütlenme seferberliğine girişmedi. Asıl olan bu. Burayı bir model olarak gören bir yaklaşım olsaydı, düşünsel ve pratik bir yoğunlaşma gösterilseydi, bugün sonuçlar çok farklı olabilirdi. İşçi sınıfının mücadelesi için büyük kazançlar elde edilebilirdi. Hâlâ da yapılması gerekiyor bu saydıklarımın.
*Peki sizin bir talebiniz, örgütleyici, çekici girişimleriniz oldu mu bu yönde?
Başkan: Oldu. Hem raporlarımız oldu, hem sözlü başvurularımız oldu.
Toplantılarda sendika başkanlarına grevimizi, Yonca direnişinin burayı aşan ve aşacak etkileri olduğunu bildirdik. Buradan giderek, burada yakalanacak bir başarının diğer sektörlere de örnek oluşturacağını anlattık. Dolayısıyla bizim grevimizin kuşatılması gerektiğini ısrarla anlattık.
*Engel neydi?
Başkan: Engel, geleneksel sendikacılık anlayışının hâlâ egemen olması.
*Şu anda konuştuklarımız ve anlattıklarınız uluslararası sermayenin yeni saldırılan, işçi sınıfını sömürü ve örgütsüzleştirme politikaları. Dünya işçi sınıfının buna karşı mücadele ve örgütlenme modeli ne olabilir? Sizin durumunuz sendikacılık ve grev çizginiz bir ışık yayıyorsa ki, öyle olduğunu söylüyorsunuz; bunu yayma ve genele mal etme, dünyanın başka yerlerindeki bir dizi direnişinin deneyleriyle, dersleriyle karşılaştırma gibi girişimleriniz var mı? Sizinkine ve diğerlerine bakarak bir örgütlenme modeli önerecek durumda mısınız?
Başkan: Tabii bu çok kapsamlı bir tartışma konusu. Ancak şu kadarını söylemek mümkün. Aslında biz hâlâ modelimizi anlatamadık. Birçok sektörde olduğu gibi yaygınlaştırılan taşeronlaştırma, iş süreçlerini parçalama, onlarca ayrı statüde işçi çalıştırma karşısında eskisi gibi, bir işletme sınırları içinde kalarak, onu esas alarak binlerce işçinin sözleşmesini yapmak için yüzde 51’le yetki alarak sözleşme koşulları nesnel olarak yok. Yasalar da buna uygun değil.
O halde soruna şöyle bakmalıyız; gerek organize sanayi bölgeleri, gerek bizim gibi havzalarda, işçilerin sürekli yer değiştirmek zorunluğu olduğu yerlerde, işçiler farklı işyerlerinde çalışsalar ve taşeron işçisi olsalar da en temel ortak sorunları etrafında ortak sınıf çıkarları etrafında, birlikte hareket ettirilmek zorunda. Bir işletme içinde bunu başaramayız. Örneğin Yonca böyle. Orada biz bunu başaramadık. Nedeni bu. Çünkü Yonca’da taşeron işçiler var. Farklı tersanelerde çalışan taşeron işçileri ortak taleplerle bir mücadele etrafında birleştiremediğimiz zaman ayrı taşeronlara bağlı işçileri kazanamıyoruz. Dolayısıyla biz bütün havzayı bir fabrika gibi görmeliyiz.
*İşçi birlikleri modeli tartışması vardı. Bunun gibi bir model mi öneriyorsunuz?
Başkan: Elbette bizim modelimiz oradan esinlendi. Ama işçi birliği modeli daha kapsayıcı, geniş bir model. Sektör ayrımını da gözetmemekte. Bir bölgede bulunan farklı işletmeleri, işçilerin birlikte örgütlenmesini kapsıyor. Bizimki daha dar. En azından Limter-lş olarak, bu havzadaki farklı yerlerde ve farklı statüdeki tersane işçilerinin birlikte hareketini örgütlemeyi öngörüyoruz. Zaten bizim gibi ülkelerde bir havzada toplanan işverenler kendi birliklerini oluşturmuş durumdalar. Tekstil İşverenleri Derneği, Deri İşverenleri Derneği gibi. Burada Gemi İnşa Sanayicileri Derneği. Yani işverenler bizden önce örgütlenmiş durumda. O zaman işçiler de kendi aralarında örgütlenmek zorunda. İşverenlerin birleşip örgütlenmesi bir zorluk yaratıyor elbet. Bu bize bence, değerlendirilebilirse bir kolaylık da sağlıyor. Şöyle: Siz bu havzada işçileri biraraya getirebilirseniz, karşımızda tek bir kurum muhatap olur. Tek tek küçük taşeron patronlar yerine, bu birlikte mücadeleyi yürütürüz.
*Belki bu havzada ve tek bir işkolundaki işçileri bir sendikada toplayacaksınız ama, diğer işkollarının işçilerini de tek bir sendika örgütleyemeyeceğinize göre, ilişkiyi nasıl sağlayacaksınız? Bu durumda her işkolunun sendikalarının birliği mi, ya da havzalarda işçi komiteleri, meclisleri, konseyleri gibi çeşitli zamanlarda ve mekanlarda yaşanmış ara örgütler mi olacak?
Başkan: Bir kere, bugünkü koşullarda sendikal hareketi yeniden büyütmek istiyorsak, kendimizi yasalarla, tüzüklerle sınırla- yamayız. Çünkü, yasalar örgütlenmeyi imkansız hale getirmiş. İstediğiniz kadar bu işkolunun ya da işverenin sendikası olduğunuzu iddia edin. Bu geçti. Biz şöyle yapmalıyız; aynı bölgelerdeki işçileri ister sendika adı altında, isterse konsey, adı ne olursa olsun, o bölgede yan yana çalışan işçilerin ortak örgütlenme modellerini yaratmak zorundayız. Şunu biliyoruz; lokal eylemlerle, parçalı örgütlerle başarı kazanma dönemi geçmiş bulunuyor. Mevcut işkolu ayrımları gerçekçi değildir. İşverenlerin çıkarları için keyfi bölünmeler yaratılmıştır. Demek ki, başta kendi sektörümüz olmakla birlikte çevredeki bütün sektörlerden işçilerin örgütlenmesini kendi örgütlenmemiz gibi düşünüp, bütün süreçlerine aynı oranda aynı duyarlılıkla katılmak ve organize etmek zorundayız. Sektör sendikacılığından kopmak zorundayız. Örneğin Limter-İş’in örgütlenmesini bu havzada başka fabrika ya da sektör işçileri ve sendikaları varsa, onlara da yaymalı, onları da bu sürece katmalıyız. Mücadelenin programını, planını birlikte çıkarmak; sloganlarını, araçlarını birlikte üretmek zorundayız ki, sıradan eylemlerin, on beş dakikalık ziyaretlerin ötesine geçelim. O tarz çalışmak başka bir şeye yol açar. Tekstil işçisi tersane işçisinin grevini kendi işi, kendi örgütlenmesi olarak görüp anlayacak ve sahiplenecek, geliştirilmesine katılacaktır. Düşünsel bir dönüşüme uğrayacaktır. Zihinsel bir dönüşüme uğratamadıkça, sınıf bilinci de geliştiremiyorsunuz. Dolayısıyla en duyarlıları ancak biraz para topluyor, yirmi günde, ayda bir grev ziyaretine geliyor, o da vicdanları rahatlatmak için. Bunun adı da sınıf dayanışması oluyor. Bu anlayış ve pratik değişmek zorunda.
*Peki Dok Gemi-İş sizi niye desteklemiyor?
Başkan: Sarı sendika olduğu için desteklemiyor. Ama Limter-İş’in kapanmaması için akşam sabah dua ediyorlar. Çünkü bizim mücadelemiz onun da örgütlenmesini sağladı. Dok Gemi-İş bize her ne kadar saldırıyorsa da, gerçek bu. Çünkü Dok Gemi-lş, elli yıldır sadece kamuda örgütlenmiş, elini soğuktan sıcağa vurmamış, en patron sendikalardan biri. Şimdi kamudaki sendikalar bitti. Burada şöyle bir örnek vermek istiyorum. Kamudaki diğer sendikaların işi özelleştirmelerle bitmişti, şimdi aynı şeyleri Dok Gemi yaşıyor. Kamudaki tersaneler kapatıldı. Kamuda iki yüz tane üyesi kaldı. Biz mücadeleci bir çizgi geliştirdikçe işverenler, Dok Gemi’ye sarılıyorlar. Çıkarlarını onun gibi bir sarı sendikada görüyorlar. Dok Gemi de durumunu kurtarıyor. Şimdi kendi elleriyle Dok Gemi’yi örgütlemeye çalışıyorlar. Bildiğimiz kadarıyla bugün en büyük işyerlerinden birinde üye kaydını tamamladılar.
Demek ki Limter-İş’in mücadelesi; 1) Bu sektörde iş güvencesi için kısmi bir kısım tedbirin alınmasını sağladı. 2) Dok Gemi-İş’i örgütledi. 3) En genel anlamda, direnişlere, eylemlere, toplantılara katılan işçileri kazandı. Çünkü sonuçta bu işçiler şu an sendikamızda değilse bile Türkiye’de yaşayacaklar ve biz bunlara az çok sınıf görüş açısı kazandırmışsak, bunu işçi sınıfı kazandı demektir.
*Son söylediklerinizi biraz açabilir miyiz? Direnişler ve bu greviniz, bütün çalışmalarınız işçilerin bilincinde, yaşam tarzlarında, sosyal ilişkilerinde ne gibi değişikliklere yol açtı?
Başkan: Sendikamızla ilişkilenen, eylemlerine katılanlar, -belki bunu onlara sormak daha doğru olur, daha gerçekçi yanıtlar alınabilir- gözlemlediğimiz kadarıyla, bu ülkenin gerçeklerini kısmen kavradıklarını düşünüyorum. Yani; devlet, hukuk, güvenlik güçleri gerçeğini kısmen de olsa algıladıklarını düşünüyorum. Sınıf görüşü anlamında bir şeyler de kazandık. Belirtmek gerekirse; bu sektörde en önemli dezavantajların başında; kadın işçilerin olmaması, işçilerin daha önce başka sektörlerde çalışmamış olması, babalarının işçi olmaması, yani işçi kuşaklı ailelerden gelmemeleri; hepsi de sosyal durumlarına dair bu olgular gelir. Ancak bu söylediklerimiz gözlemlere dayalı, bilimsel bir çalışmanın ürünü değil. Burada bir subjektivizm payı düşünülebilir. Mevsimlik işçiler, toplam çalışan işçilerin dörtte birini oluşturuyor diyebiliriz. Dolayısıyla işçilerin sendikaya akışının engellerinden biri olarak sayabiliriz. Ama tek neden değil. Daha başka birçok nedeni var bu durumun. Sorunuz kapsamında, sosyal yaşamları açısından özellikle, değişimin çok sınırlı olduğunu kabul etmek gerek.
*Peki uluslararası ilişkileriniz var mı?
Başkan: Mütevazı sayılır ilişkilerimiz ve girişimlerimiz önceden de vardı. Daha çok da bu grev sırasında gelişti. Son üç-dört yıldır Metal İşçileri Federasyonu’yla ilişkilerimiz vardı. Üyelik başvurusu yaptık. Başvurumuzu kabul ettiler, şu an değerlendiriyorlar. Yanı sıra grevimizin haberi birçok ülkedeki sendikanın listelerine girdi. Oralardan mesajlar alıyoruz. İşverene protesto faksları çekildi. Dünya Metal İşçileri Federasyonu 50 milyon üyeli bir birlik, ilgileniyorlar. Slovakya’dan, Norveç’ten, daha birçok ülkeden grevimizi destekleyen mesajlar alıyoruz. Mektuplaşıyoruz.
*Söyleşiyi sonlandırmadan 2001 yılında gerçekleştirdiğiniz bölgesel genel grev deneyiniz vardı. Bunu ve sonraki çalışmalarınıza, grev hazırlıklarına katkıları neler olmuştu, bunları biraz anlatabilir misiniz?
Başkan: Aslında bu olay yeterince yansıtılmamıştı zamanında. Bütün süreçler boyunca şunu tartışmıştık. Tek tek patronlarla uğraşarak toplu sözleşme sürecine varmak oldukça zor. Buradan fazla sonuç üretemeyiz. 2001 yılında gerçekleşen söz konusu eylemin arkasında yatan temel mantık şudur; biz burada benzer sorunları yaşayan ve farklı işletmelerde toplanan bütün işçilerin üretimden gelen güçlerini, Gemi Sanayici İşverenlere karşı kullandırarak, ortak taleplerini masada kabul ettirmek. Bunun için iki aya yakın yoğunlaştırılmış bir faaliyet yürüttük. Toplantılar yaptık. Konusu; bu havzada bir genel grev yapabilir miyiz, yapılacak bir genel grevin ortak talepleri ne olmalıdır gibi ve eyleme dair diğer sorunlardı. Çıkış noktamız, tüm havzayı bir fabrika gibi düşünüp ona göre tüm işçileri kapsayacak tartışmalar yapmaktı. Tartışmalar belli bir doyum noktasına geldikten sonra, eylem kararı aldık.
Bize ulaşan bilgilere göre, havzada 4 Eylül 2001 günü akşama kadar tüm tersanelerde yüzde 80 oranında üretimi durdurmayı başardık bu kararla. Yolları keserek, işçilerin geçiş noktalarında toplanarak. Yine de hedeflediğimiz noktaya varamadık. Çünkü, taleplerimizi toplantılarda tespit etmiştik. Bunları Gemi İnşa Sanayicileri yönetimine ulaştırmak için işçilerle birlikte birlik binasına kadar yürüyecektik. Ancak hem eylemin kendi zaafları, hem polisin büyük yığınak yapması yürüyüşümüzü engelledi. Bu eylem için söyleneceklerden birisi şu; sendika olarak biz toplusözleşme bağlamında ilişkimiz ve aynı zamanda üyemiz olmayan işçileri üretimi durdurmaya ikna etmiş ve eyleme geçirebilmiş tik. Bu çok önemli bir durum, önemli bir özgünlük. Çünkü şimdiye kadar bilinen iş durdurma eylemi toplusözleşme koşullarında ya da oradan doğan uyuşmazlıklarda gelişiyor. Biz IMF politikalarını, ekonomik krizin sonuçlarını, hükümet kararlarını protesto gibi belli bir politik içeriğe sahip bölgesel bir genel grev yapmış oluyorduk, hem de üyemiz bile olmayan işçilerle.
*Bundan sonraki süreç için çalışmalar ve öngörüleriniz ne? Bugünkü grevin yürütülmesi için, sendikal çalışmaların önünü açmak için olabileceği gibi, daha genel bir hedef olarak, bildiğimiz haliyle işçi sınıfının biliminin bir grev teorisi, sendikal mücadele teorisi, işçi sınıfının politik mücadele teorisinin, strateji ve taktik anlayışlarına ve belki de planlarına sizin grevinizin ve sendika pratiğiniz neler katacak, ya da katabilir?
Başkan: Dünya çapında ve sendikal cephede yaşanan olumsuzluklar ve tıkanma, siyasal tıkanma, ideolojik kırılma gibi dillendirilen olguları düşündüğümüzde, tasfiyecilik rüzgarlarının arttığı bu dönemde bizim grevimiz ve sendika pratiğimiz, hele de bir başarı elde etmemiz, emek cephesinde olumlu bir etki yaratacak. Sendikal kriz bakımından önemli bir katkısı olacak. Diğer ülkelerdeki deneyleri inceleyip öğrendiğimiz olumlu örneklerden yararlanmaya çalışıyoruz. Şunu söylemek istiyorum; 12 Eylül’den sonra uygulanmaya başlayan taşeron sistemi, esnek üretim, part-time çalışmayla sendikal örgütlenmenin geldiği durum gözönüne alındığında, bizim havzada elde edeceğimiz bir başarı, bir model üretme koşulları var. Bunu üretebildiğimiz ölçüde, bu havzanın koşullarını aşan, -biraz iddialı olmak gerekirse, ki bu da abartı olmaz- belki de ülkenin sınırlarını aşan bir etki yaratır diye düşünüyorum. Nasıl ki bugün Güney Kore’de taşeron işçilerin nasıl örgütlendiğini merak ediyor, etkilerini hissediyor ve onları örnek almaya çalışıyorsak, bugünkü üretim modelleri nedeniyle işçilerin örgütlenmesinin bu kadar zorlaştığı bu koşullarda havza düzeyinde bir örgütlenme gerçekleştirilmesi, işçi sınıfının örgütlenme deneyimine, bilgi hazinesine önemli katkı taşıyacak, benzer girişimlerin önünü aydınlatarak, kolaylaştıracaktır.
Neler yapacağımıza gelince; şunu başarmayı düşünüyoruz. Hem kadrolu işçileri örgütlemeyi, hem havza düzeyinde taşeron işçileri örgütleyip, işçileri havza düzeyinde talepleri kabul ettirecek düzeye gelmek istiyoruz. Bir başka deyişle, havza düzeyinde işçilerin taleplerini patronlara kabul ettirecek eylemsel güce, örgütlü sayısal ve niteliksel güce ulaşmayı öngörüyoruz. Bu olanaksız değildir. Şimdiden, üyemiz olmayan ve çok değişik tersanelere yayılmış binlerce işçiyi bölgesel genel bir greve çekebiliyorsak, daha ileri hedefleri niye vurmayalım? Demek ki, işçiler üzerinde böyle etkinliğimiz ve güvenilirliğimiz var. Eksik olan şu sadece; bütün bu etkinliklerin açığa çıkardığı doğal işçi önderlerini, ileri işçileri kendi içinde organik bir bütünlüğe kavuşturmayı başaramamış olmamız. Onu başarırsak, havzada günler sürecek eylemleri örgütleyip sonuç alabiliriz. O zaman diyeceğiz ki, biz artık tek tek taşeronlarla uğraşmayız, onbinlerle sayılı işçiyle havzada ve diğer sanayi bölgelerinde genel grevler yapabilir, buradan işimizi kolaylaştırabiliriz.
*Bu tartışmayı da bağlarken sormak istiyorum. Biz bugün sendikalara egemen olan tarza teslim olmadık, dolayısıyla kazanımlara egemen tarza, egemen modele karşı duruşumuzun ifadeleri saymak gerekir mi demek istiyorsunuz?
Başkan: Tam onu demek istiyoruz. Çalışmalarımız ve kazanımlar egemen sendikacılık anlayışına karşı duruşun ifadesi ve sonuçları olarak anlaşılmalı. Yeni çalışma tarzı, yeni çözüm önerisi ve model önerilerimiz de böyle anlaşılmalı. Sınıf sendikacılığı çizgisinde durarak, işçi mücadelesinin meşruluğuna güvenen ve sendikal yasalardaki yasaklara sığınmayan, sosyalizme inanan sendikacılar bu sorumluluğu yüklenip ileriye yürümelidirler. İşçi sınıfının güncel sorunlarını gelecek kaygısıyla, gelecek çıkarlarını gözetme görüş açısıyla ele almalılar. İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşüyle, bunun ışığında, yeni sorunları aydınlatarak yürümeliyiz. Bugünkü yasal sendika modelleri ile yürümek zaten olanaklı değil.