Demokratikleşme Balonu

AB’ye uyum yasalarının TBMM’de kabul edildiği sabah sermaye basını öyle bir hava estirdi ki, ne olduğundan habersiz biri, parlamenter bir devrim olduğunu sanabilirdi. “Artık Avrupalıyız”, “Bıjî Türkiye” manşet ve makale başlıkları aldı başını yürüdü. Bir gece önce geri, fakir bir Asyalı olarak yatan insanlar sabah Batılı, zengin bir Avrupalı olarak uyandıklarını düşünsünler diye burjuvazinin kalem askerlerine “atış serbest” komutu verildi. Palavra ateşi ortalığı toza dumana boğdu. Kimi milletvekilleri de sahiden büyük bir iş yaptıkları duygusuyla heyecana boğuldu. Örneğin; DYP’li Ahmet İyimaya “önemli bir dönüşüm ve sıçrama noktasındayız. Aynen Buğra Han’ın şamanizmden İslamiyete geçişi, Atatürk’ün saltanattan cumhuriyete geçişi gibi büyük bir dönüşüm” bile dedi.

Daha dün yiyici, ahlaksız, kendi cukkasını doldurmaktan başka bir düşüncesi olmayan, her türlü rezilliği yapmaktan geri durmayan ve haklarında daha bin bir türlü iddia ileri sürülen milletvekilleri bir gecede kahraman ilan edildiler. Ne oldu!? Sakarya’da bir kez daha düşman orduları bozguna mı uğratıldı! Yoksa, sermaye oligarşisinin faşist diktatörlüğü yerini demokratik cumhuriyete mi bıraktı?!

Sermaye çevrelerinin şişirdikleri yalan balonu bir kenara, kimi ilericilerin, demokratik örgütlerin, Kürt ulusalcılarının balonun rüzgarına kapılmalarına ne demeli? KADEK yöneticilerinin “meclisi ayakta alkışlıyoruz” açıklaması, İHD’nin benzer yaklaşımları, ÖDP’nin “eh bu da iyidir” yönlü tutumu kılavuzu karga olanların düştükleri durumu anımsatıyor bize.

Her şeyden önce şunu anlamak gerekiyor; uyum paketini onaylayan bu meclis “bağımsız bir irade” değildir. Burjuva kalemşorların da ifade ettiği gibi, ne yapılmışsa “dış mihraklardın baskısıyla olmuştur. Ekonomik, mali, askeri, diplomatik olarak emperyalizme bağımlılığın had safhaya ulaştığı günümüzde “zavallı meclis”ten başka türlü davranması da beklenemezdi zaten.

Lafı dolandırmadan söyleyelim:

Bu yasa değişiklikleri emperyalizmle yeni tipte ekonomik entegrasyonun siyasi entegrasyonla tamamlanması yolunda atılmış bir adımdır.

Enerji ve su kaynaklarının yoğunlaştığı bölgemizde (Ortadoğu, Hazar Havzası, İran) siyasi yapının emperyalistler lehine yeniden düzenlemesi çabasının ürünüdür. Ki, bu bağlamda Irak’a yönelik operasyonun hazırlık planına dahildir.

Yasa değişiklikleri rejimin niteliğinde herhangi bir değişikliğe yol açacak özelliğe sahip değildir.

Bu yasalar ileri demokratik adımlar olarak nitelenemez.

Yasa değişikliklerine bir önem atfedilecekse, bu da, idam ve Kürtçe yayın ve öğrenimle ilgili alman karardır.

Yeni durum, yönetememe krizini çözmek bir yana, daha da derinleştirecektir.

Kaynar Kazandaki "Hasta Adam"

Tarih tekerrür etmez. Ama belirli bir üretim sürecinde, bu üretim sürecinin ürünü olan sınıfların hareket planları bazen aradan bir iki asır geçse bile uygun koşullarda yeniden ve yeniden devreye girebilir. O üretim sürecinin ürünü olan sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmalar yeni koşulara uygun yeni aktörlerle yeni biçimler alsa da çelişkinin özü esasında değişmez. Bu bakımdan sınıfların “tarihsel emelleri” vardır. Ne var ki, her üretim sürecinde giderek büyüyen, etkinliği artan, belirleyici olan sınıflar olduğu gibi, giderek çözülen, küçülen, tarihsel bakımdan önemsizleşen sınıflar olduğu da bir başka gerçekliktir. Bunlar, her gün biraz daha cüceleştiklerinin farkına varamazlar. Farkına vardıklarında iş işten geçer. Zavallı bir fahişe gibi sokaklarda etini pazarlamaya çıkar. Her şeye rağmen, müşteriler arasında rekabeti kızıştırmayı elden bırakmaz. Ne de olsa şanlı geçmişin mirasçısıdır o. Onun da “tarihsel emeli” vardır. Ne ki o emel, onu kendisine sahip olacak olanın yatağına doğru sürükler.

Güçsüz, hasta Osmanlı, emperyalizmin yarı sömürgesi haline geldi. Yerine kurulan Cumhuriyet 1945’ten itibaren giderek ABD’nin yeni sömürgesi oldu. Sosyalist kampa karşı emperyalizmin uç beyliğini üstlendi. Anti-komünizm devletin varlık nedeni haline geldi. SSCB yıkılınca, uşağı da tıpkı emperyalist patronları gibi sevinç çığlıkları attı. Torbasındaki “tarihsel emelleri” hatırlayıverdi. “Adriyatik’ten Çin Şeddine” hayaline kapıldı. Bugün yine “hasta adam”, emperyalistler arası paylaşım sofrasının iştah açıcı kurbanı.

Dış borç, 116 milyar doları aşmış. İç borç 120 katrilyondan fazla. Ekonomik iflasın içinde bir ülke. Ekonomi yönetimi bütünüyle emperyalist kuruluşların ve onların atadığı bir memurun denetiminde. Merkez Bankası IMF’nin elinde. Yeni borç kaynakları bulunamadığı anda var olan ekonomik döngü de yok olacak. Böylesi koşullarda meclisin, hükümetin ya da devletin bağımsız siyasi iradesinden bahsedilebilir mi? Emperyalist kapitalizm küresel ölçekte yeniden yapılanıyor. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşme görülmedik boyutlara ulaştı. Eski pazarlar tekellerin ihtiyacına uygun yeniden düzenleniyor.

Eski ve yeni pazarlar üzerindeki emperyalist rekabet kızışıyor. Hal böyle olunca siyasi yapıların değişimi, yeniden organizasyonu kaçınılmaz oluyor. Coğrafyamızda AB üzerine kopan fırtınanın, ayrışma ve çatışmanın gerçek nedeni budur.

Egemen sınıflar arasında belli başlı iki cepheden söz edildi bugüne kadar: Bir yanda TÜSİAD, ANAP, DSP (daha çok yarı gönüllü olarak) ve içinde MİT’in de olduğu devlet bürokrasinin bir bölümü, diğer yanda Genelkurmay, MHP ve devlet bürokrasinin diğer bölümü. Birinciler AB emperyalizminin, ikinciler ABD emperyalizminin güdümünde hareket ediyordu. Ancak, ABD ile stratejik ittifak ve AB üyeliği hedefi, tüm tarafların üzerinde birleştiği yürürlükteki ortak stratejidir. Emperyalizmle ekonomik entegrasyon konusunda egemenler arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktu. IMF ile yapılan utanç verici anlaşmaları birlikte alkışladılar. Ne özelleştirme konusunda ne de tarımın emperyalist tekellere peşkeş çekilmesi meselesinde aralarında herhangi bir görüş ayrılığı doğmadı. Siyasi entegrasyon söz konusu olduğunda da işin özü bakımından bir ayrılıktan bahsedilemez. Gerek Amerikancılar, gerek AB’ciler -ki buna Almancılar demek daha doğrudan bir tarif olur- emperyalizmle yeni tipte siyasi entegrasyonun kaçınılmaz olduğunun bilincindeydiler. Bu entegrasyonun AB üzerinden gerçekleşeceği herkesin kabulüydü.

Peki Bunca Gürültü Neden Koptu?

AB, mevcut devlet yapısıyla üye alındığı takdirde Türk devletinin Avrupa’nın böğrüne uzanmış bir ABD hançeri olacağını biliyordu. Bu nedenle ordunu siyasi yapı üzerindeki belirleyici etkisi bertaraf edilmeden Türkiye’nin üyeliğe kabul edilmesini istemiyordu. ABD ise, kısmi bazı değişikliklerle, ordunun rolünün esasen değişmediği koşullarda üyelikten yanaydı. Ordu ve MHP her ne kadar Amerikancı olsalar da küçücük bir tavizin bile kendilerinin sonunu hazırlayacak bir tuzak olmasından korkuyorlardı.

Ekonomik kriz bitmek bilmiyor, yönetememe bunalımı derinleşiyordu. İşbirlikçi tekelci burjuvazi için AB sermayesinin akışını sağlamak hayati bir öneme sahipti. 2002 Aralık ayma kadar bazı adımların mutlaka atılması ve AB’den üyelik görüşmeleri sürecini başlatacak bir tarih alınması gerekiyordu. Hükümetteki MHP kanadının direnişi bunu imkansız kılıyordu. Bu arada ABD, Irak operasyonu ile ilgili girişimlerini hızlandırmıştı. Türk devleti bu konuda ayak sürüyordu. Dahası bir general AB’ye karşı İran ve Rusya ile bir blok oluşturmaktan söz etmeye başlamıştı. Ecevit, operasyona sıcak bakmadığını açıklıyordu. Mevcut hükümet emperyalizmle ekonomik entegrasyon için yapılması dikte ettirilen her şeyi yerine getirmiş, buna karşın siyasi entegrasyon önünde tıkayıcı olmaya başlamıştı. Ecevit’in hastalığı hükümet aleyhine kampanyanın başlamasına vesile yapıldı. Hem AB’ciler hem de ABD, hükümette değişiklik talep ettiler. Bu gerçekleşmeyince DSP’yi bölme yoluna girdiler. Erken seçime gitmeden MHP’yi dışlayan bir hükümet tehlikesi karşısında MHP’nin bastırmasıyla erken seçim kararı alındı. Bunun üzerine ABD’nin desteğini de alan TÜSİAD, ANAP eliyle uyum yasalarını meclise getirdi.

Siyasi krizin derinleşmesinde ve uyum yasalarının hızla çıkarılmasında ABD’nin belirleyici rolü olmuştur. Kemal Derviş ABD memurudur. İsmail Cem Amerikan ve İngiliz basınında en çok sözü edilen Türk politikacısıdır. Hüsamettin Özkan hükümetteki icraatıyla Amerikalıların güvenini kazanmıştır. Üçü Amerikan eliyle hazırlanmış bir operasyonla geçici de olsa bir araya getirildi.

ABD Başkan Yardımcısı P. Wolfowitz Türkiye’ye ayak basar basmaz soluğu Mustafa Koç’un villasında almıştı. Orada K. Derviş, M. Ali Bayar ve Eczacıbaşı’ndan başka kimse yoktu. Amerikan planı üzerine konuşuldu ve hemen ardındaki birkaç gün içinde plan hayata geçirilmeye başlandı. DSP bölündü. Meclis olağanüstü toplantıya çağrıldı. Uyum yasaları meclisten geçirildi.

ABD, Türk ordusunun gemini daha sıkıca tutmak istiyor. MHP ve ordunun tutumu ABD için sıkıntı yaratıyor. Çünkü bu durum siyasi belirsizliği derinleştirdiği gibi ABD’nin etkinliğini de sarsıyor. TÜSİAD, “değişim programlanın ordu geriletilmeden hayata geçmeyeceğini biliyor. Ama bunun AB’nin istediği biçimde yapılamayacağının da farkında. Uyum yasaları ile AB’nin en çok sözünü ettiği konularda adım atarak, AB’yi tarih vermeye zorlamak amacındaydı. Bu konular üzerinde mutabakat sağlandı.

Yapılan değişikliklerle estirilen hava arasında öylesine büyük bir uçurum vardı ki, estirilen bu havanın da operasyonun bir parçası olduğu hemen anlaşılıyordu. Amaç; yalnızca emekçilerin aldatılması değil, Avrupa kamuoyunu da etkileyerek onun üzerinden AB devletlerini baskı altına almaktı.

İlk anda yapılan birkaç açıklamanın ardından AB temsilcileri durumu kavradı ve hemen heveslenmeyin mealinde demeçler vermeye başladı. Çok açık ki, AB’nin demokratikleşme diye bir derdi yoktur. AB’nin amacı ABD yeni sömürgesi Türkiye’yi AB yeni sömürgesi haline dönüştürmektir. Devletin mevcut siyasi örgütlenişiyle bunun başarılması mümkün değildir. TC, 1950’ler- den sonra ABD’ce örgütlenmiş bir kontrgerilla devletidir. Gerek Kürt sorunu ekseninde ileri sürülen talepler, gerekse de kimi demokratik düzenlemelere dair ileri sürülenler, ABD’ci devlet yapısının dönüştürülmesine yöneliktir. Kuşkusuz ABD’nin de TC ile kimi çelişkileri vardır. ABD kendine bağımlı istikrarlı bir devlet istiyor. Ordu her ne kadar ABD yanlısıysa da mevcut haliyle istikrarsızlığın baş unsurlarından biridir. Kürt sorununda kimi adımlar atılmadan, “ılımlı islam”a tolerans tanımadan, AB ile entegrasyon sağlanmadan, herhangi bir istikrardan söz edilemeyeceği açık. Ordu her üç konuda da atılacak adımların kendisini uçuruma sürükleyeceğine inanıyor. ABD de, AB de devletin yeniden yapılandırılmasından yana. Bir farkla ABD revizyon, AB reformasyon yanlısı.

Irak'tan Önce Türkiye'ye Operasyon

ABD ile AB arasındaki hegemonya mücadelesi kızışıyor. Büyük ekonomik kriz tehlikesi emperyalist sistemi tehdit ediyor. Enerji ve su kaynakları üzerindeki hakimiyet bu nedenle her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. ABD Irak’a yönelik operasyonla hem enerji kaynakları üzerinde egemenliğini pekiştirmek istiyor, hem de savaş yoluyla ekonominin militarizyonuna yöneliyor. Bu amaçlarına ulaşabilmesi için Ortadoğu’da siyasi coğrafyayı yeniden düzenlemeyi planlıyor. Filistin sorununu İsrail şiddetiyle bertaraf edilmesi, planın birinci aşamasıydı. İkinci sırada Irak var. Ardından İran ve S. Arabistan gelecek. İran’a dönük Amerikan politikası biliniyor. İran, ABD’nin “terörist ülkeler” listesinde. S. Arabistan’ın durumu ise farklı. ABD’nin bu sadık müttefiği, Irak operasyonu ile çok zor duruma düşeceğini hesap ediyor. S. Arabistan gelirlerinin üçte ikisini petrolden sağlıyor. Operasyon sonrası Irak petrol üretimine yönelirse S. Arabistan 12 yıl önceki Kuveyt işgalinden beri sağladığı kazançtan vazgeçecek. Çünkü Irak’a yönelik petrol ambargosu nedeniyle düşük petrol üretimi yüksek fiyatlara neden olmuştu. Fakat sorun yalnızca bu değil. ABD petrol üzerinde tam hakimiyet peşinde. Bu nedenle OPEC’i dağıtmayı hedefliyor. Venezüella’daki Amerikan darbesinin ardında bu yatıyor. S. Arabistan OPEC’in en büyük üreticisi. S. Arabistan’da yayımlanan El Bilad gazetesi, Irak operasyonuna dair şu açıklamayı yaptı: “Bütün savaşlar kirlidir. Uluslararası bir yetki olmaksızın gerçekleştirilenler daha da çirkindir.” Bir başka gazete ise, “Bölge için felaket” başlığını atıyordu. S. Arabistan ve İran yaptıkları ortak açıklamada, “herhangi bir bölge ülkesi ya da İslam ülkesine yönelik askeri saldırıya karşıyız. ABD’nin Irak’a saldırısına da karşıyız” dediler.

Aynı konuda Alman Başbakanı Schröder şunları söylüyordu: “Irak’a müdahale etmeyi düşünenlerin, siyasi ve ekonomik sonuçlarını da göz önünde bulundurmaları gerekir.”

Başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın büyük emperyalist devletleri ABD’nin Irak operasyonundan derin kaygı duyuyorlar. Zira bu operasyonun başarılı olması ve ardı sıra gelecek operasyonla Ortadoğu’nun çehresini baştanbaşa değiştirebilir. Ortadoğu ve Kafkaslar yolu tıkanan bir Avrupa’nın gelecek birkaç on yıl üzerine yaptığı planların suya düşeceği açıktır. O nedenle gücü yettiği ölçüde operasyona karşı bir cephe açma konusunda tutumunu her geçen gün biraz daha belirginleştirmektedir. Bu da bölge üzerindeki emperyalist rekabeti keskinleştiriyor. Türkiye, kilit bir ülke olduğu için adeta siyasi cambazlıklar arenasına dönüşüyor. Bunun sonucudur ki, Türkiye, yeni asrın en kıvrak siyasi densizler cenneti haline geliyor.

Irak’a yönelik muhtemel operasyon dibi görünmeyen bir kuyuyu andırıyor. Girip de çıkmamak var. Bir yanda Musul-Kerkük petrollerinin iştah açıcı görüntüsü, diğer yandan Güney’de bir Kürt devleti kurulma ihtimalinin TC’nin sonunu getireceği korkusu. Türk devletinin egemen kuvveti ordu, ABD’nin gerektiğinde çıkarları için uşaklarını bir kağıt gibi buruşturup atmaktan çekinmeyeceğinin bilincinde. O nedenle savaş sonucunda kendi varlığını garantiye almak ve savaştan bazı avantajlarla çıkmak için bölgedeki kilit konumunu değerlendirmeye çalışıyor. ABD ise, hem Türk devletini savaşın aktif katılımcısı yapmak, hem de “çocukça” iştahlarından vazgeçirmek istiyor. İşte, DSP’yi bölerek hükümete yönelik operasyon ve uyum yasalarının meclisten geçirilmesi bu gelişmelerin bir yansıması.

Değişikliklerin Anlamı?

Yukarıdan beri anlatıldığı gibi emperyalistlerin güdümünde devletin yeniden yapılandırılması ekseninde süren şiddetli bir hegemonya mücadelesi var. Bu mücadele sonuçlanmadığı gibi daha da şiddetlenerek devam edecek. Kabul edilen yasalar kimileri için kısmi kazanım, karşı cephe içinse kısmi taviz anlamına geliyor. Taraflar esasen mevzilerini koruyor. Önümüzdeki günler kılıç şakırtılarını dinlemeye devam edeceğiz.

Faşizm bir devlet biçimidir ve kendini kurumlar, yasalar ve kadrolarla ifade eder. 12 Eylül faşist anayasası, faşist MGK, kriz yönetim merkezi, milli güvenlik akademisi, RTÜK, DGM ve daha onlarca kurum yerli yerinde duruyor. Keza faşist TMY ve bütünüyle antikomünizm üzerine şekillendirilen ceza yasasının siyasi suçlara dair maddeleri esaslı hiçbir değişikliğe tabi tutulmadı. Devleti faşist kadrolar yönetmeye devam ediyor. Denebilir ki, 12 Eylül Anayasası bugüne kadar birkaç kez kısmi değişikliklere uğratıldı; MGK’da sivil üye sayısı artırıldı. Kimi yasalarda kısmi değişiklikler yapıldı. Bunlar doğru ama, bu değişikliklerin hiçbiri “reform” niteliğinde değildi.

Yasa değişiklikleri üzerinde ayrıntılı durmaya gerek yok. Birçok yayında konu yeterince işlendi. Her yasa değişikliğini aynı biçimde değerlendirmek de yanlış olur. Örneğin 159. maddeyi ele alalım. Yasa, “devletin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif” edilmesine karşı düzenlenmiş. Yeni değişiklikle yasaya şu bölüm eklenmiş: “Birinci fıkrada sayılan organları veya kurumları tahkir ve tezyif kastı bulunmaksızın, sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı, sözlü veya görüntülü düşünce açıklamaları cezayı gerektirmez.” Değişen ne? Hiçbir şey. Eklenen bölümle yasa tarif ediliyor, hepsi bu. Yasaya daha önce yapılan anayasa değişikliği nedeniyle bir şey daha eklenmiş, “Türklük” manevi şahsiyeti tahkir ve tezyif edilenler arasına alınmış.

159. maddedeki “sözde değişikliğin”, diğer yasalar için de emsal teşkil ettiği ileri sürülemez. Örneğin, toplantı ve gösteri yürüyüşü yasası da “sözde değişiklik” yinelemesini hak eder biçimde düzenlenmiş. Bu yasanın eski halinde izin için başvurunun 72 saat önce yapılması şart koşuluyordu. Yeni haliyle başvuru süresi 48 saat önceye alındı. Bunun basit bir rötuş olduğu belli. Dernekler ve azınlıkların mülk edinmesine ilişkin yasada kısmen daha ileri bazı düzenlemeler yapılmış. Dernekler konusunda üyelik ve yurtdışı faaliyetler alanında geçmişe göre biraz da olsa açılım yapılmış.

Azınlıkların mülk edinmesini ele alan yasa ise önemli bir değişiklik. Önceki yasa bütünüyle ırkçı bir nitelikteydi. Azınlık vakıflarının mülk edinmesine olanak tanımadığı gibi var olan mülklere de el koyma olanağı tanıyordu. 1936 Beyannamesi olarak anılan yasa o dönemin ırkçı zihniyetinin bir ürünüydü. Bugünkü değişiklik azınlıkların demokratik taleplerini bütünüyle karşılamıyor. Azınlık vakıflarının mülk edinmesi için bakanlık izni şart koşuluyor. Fakat bu haliyle bile yasa değişikliğini ileri bir adım olarak nitelemek gerekir. Dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta daha var; gerek dernekler kanunu, gerek azınlıkların mülk edinmesine dair yasa emperyalist kuruluşların ülke içinde daha rahat faaliyet yürütmelerine de olanak sağlıyor. 1839 Hattı Humayün, 1856 Islahat Fermanı gibi 2002 uyum yasaları da yabancıların mülk ve örgütlenme hakkını güvencelemeye öncelik veriyor.

Polisin yetkileriyle ilgili yasada yapılan değişiklik de yabana atılmamalı. Polise, gözaltına aldığı kişiye yakalama gerekçesini açıklama, yakınlarına haber verme zorunluluğu getiriliyor. Keza polisin konutlarda, işyerlerinde arama yapması hakim kararma bağlanıyor. Ancak gecikmelerde sakınca bulunulan hallerde, en büyük mülki amirin yazılı emri konut aramalar için yeterli olacak.

AB uyum yasalarının en önemli yanı idam ve Kürtçe yayın ve öğrenime dair yapılan değişikliktir. Bu yasaların içeriğine değil, siyasal önemine dairdir.

1984’ten beri idam zaten uygulanmıyordu. Yeni yasayla “savaş ve yakın savaş tehdidi” dışında idam kaldırıldı. Bu koşulun kendisi bile öylesine muğlak ki, birçok sıradan olay bile “yakın savaş tehdidi” olarak yorumlanıp idam gündeme getirilebilir. Yine de bütün isyancı Kürt önderlerini asmayı bir devlet geleneği haline getirmiş Türk sömürgeciliğinin koşullu da olsa idamı kaldırmak zorunda kalması önemli bir adımdır. Zorunda kalması dedik çünkü, gerek Kürt halkının yükselttiği taleplerden biri olması, gerekse de Abdullah Öcalan’ın emperyalist komployla teslim alınıp Türk militarizmine teslim edilmesinde asılmaması şartının ileri sürülmesi, bu yönde bir adım atmayı kaçınılmaz kılıyordu. Kaldırılan idam cezasının yerine getirilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası 10 yıllık hücre cezasını da içeriyor ve şartla salıverme hakkını ortadan kaldırıyor.

Kürtçe yayın ve öğrenimin yasal güvenceye kavuşturulması da Kürt ulusal varlığının bireyler bazında hukukileştirilmesi açısından önemli. Böylece devlet “Kürt realitesi”ni resmen tanımış oldu. Ancak her şeyden önce Kürt dilinin eşitliğini tanımıyor. Kurs açılması hakkı bile bir dizi engel içeriyor. Önce MGK görüş bildirecek, Bakanlar Kurulu karar alacak, MEB yönetmelik çıkaracak ve ancak bu aşamalardan sonra kurs açılabilecek. Belirtmek gerekir ki idam ve Kürtçe’ye ilişkin yapılan düzenlemeler, Kürt ulusunun devrimci savaşı ve sonraki süreçte barışçı mücadelesinin ürünüdür. Kazanımlar ne denli güdük olursa olsun verilen kavganın eseridir. Her iki konunun emperyalist dayatmanın temel konularından olduğu doğrudur. Fakat onların gündemine gelmesinin nedeni de yükseltilen mücadeledir.

Tek dil, tek ırk TC’nin varoluş biçimidir. Kürt yayın ve öğrenim hakkı gerici, ırkçı, şoven TC burçlarında küçük de olsa açılmış bir gediktir. Ne var ki bunu olduğundan fazla abaratmak, barış şarkıları söylemek Kürt ulusunu ve emekçi halklarımızı aldatmaktır. Kürt ulusu bir ulus olarak tanınmamış, onun iradesi hiçe sayılmış, ulusal baskı ve asimilasyon içeren yüzlerce yasa maddesi kaldırılmamıştır. Sömürgeci faşist devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla varlığını devam ettirmektedir.

Fakat yine de bu değişiklikler yeni bir durumu ifade ediyor. Çünkü “Kürt sorunu”na ilişkin yasal değişiklikler ile, ulusal devrimin parçaladığı sömürgecilik, simdi bireyler olarak Kürtlerin varlığının, Kürt dil ve kültürünün tanınmasıyla demokratik bir görünüm verilerek yeniden yapılandırılıyor. Esasen Kürt ulusal devriminin yan ürünlerinden başka bir şey olmayan bu ödünler ile sömürgecilik, Kürt ulusunu, ulusal varlığının ve ulusal demokratik haklarının inkar edildiği köleleştirici bir barışa zorluyor. İmha, inkar ve asimilasyon geriliyor, sömürgecilik yeniden yapılanıyor.

Bir bütün olarak yasa değişikliklerine dair bir değerlendirme yapılacaksa, denebilir ki, Kürt ulusal mücadelesinin, işçi sınıfı ve emekçilerin ve onların öncü devrimci kuvvetlerinin yükselttiği özgürlük talebi, işbirlikçi tekelci burjuvazinin AB’yle siyasi entegrasyon isteği, emperyalistlerin coğrafyamızdaki hegemonya kavgası devletin faşist niteliğinde bir değişiklik yaratmasa da, faşizmin çözülmesi noktasında ileri demokratik hamlelerle sonuçlanmasa da bazı konularda faşizmin geri adım atmasına neden olmuştur. Eğer “ileri adımlar”dan söz edilecekse bu, TÜSİAD cephesinin “değişim programına” dairdir.

Yönetememe Krizi Bitiyor Mu?

Tam aksine, gelişmeler önümüzdeki günlerde egemen sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmaların derinleşeceğine işaret ediyor. AB’yle ilgili kapışma bitmedi. Deyim yerindeyse yeni başlıyor. AB’nin Aralık toplantısında tarih vermesi çok kuşkulu. Ordunun devlet içindeki hakimiyeti sorunu çözülmeden bu yönde adım atılması neredeyse imkansız. Tarih verilse bile sonraki süreç uzun yıllar alacak. Kaldı ki Kıbrıs, AGSB gibi temel konularda esasen bir ilerleme sağlanmış değil. Bu koşullarda Türkiye üzerine emperyalist kavga kızışarak sürecek. Irak’a yönelik operasyonda bu çatışmanın kızıştırıcı unsurlarından biri.

Yöneteme krizi yalnızca emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri arasındaki çelişki ve çatışmaların ürünü değil.

Kürt ulusal sorunu, yönetememe krizini alevlendiren temel unsurlardan biri olmaya devam ediyor. Ecevit HADEP’i büyük tehdit olarak gösteriyor. Kürt ulusunun ulusal hakları tanınmadı. Buna karşın Kürt ulusu, ulusal demokratik haklarını elde etme özlemini koruyor ve bu temelde örgütlü yapısını bozmuş değil.

Kürt ulusunun demokratik hakları da içinde olmak üzere siyasal özgürlükler çözümü gündemde en temel sorun olmaya devam ediyor. Yayın, örgütlenme, toplantı ve gösteri hakları önündeki engeller kaldırılmadan, bu alanlarda tam bir özgürlük elde edilmeden bu sorun çözülmez.

İşsizlik ve yoksullaşma da ekonomik kriz süregittikçe devlete ve kapitalist sisteme karşı büyük bir tehdit oluşturacak nitelikte. Her gün binlerce insan işsizler ordusuna katılıyor. Fabrikalar, işletmeler kapanıyor. 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı 1 milyarı geçti bile. Milyonlarca insan yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Buna karşın sermaye cephesinin herhangi bir çözüm üretme şansı bulunmuyor. Borç alarak borçlarını ödemeye çalışıyor. Bütçe, faiz ve borç ödemelerine ayrılıyor. Emperyalistlerin çıkarına özelleştirmeler hızlandırılıyor. Zam, vergi yoluyla emekçilerin sırtına binen yük daha da ağırlaştırılıyor.

Irak’a yönelik emperyalist savaş tehlikesi kapıda. Savaş bataklığına saplanmış bir Türkiye’de gericileşme ve yoksullaşmanın daha da katmerleşeceği açık. Kaldı ki böyle bir savaş tahmin edilenden çok daha büyük sonuçlara yol açabilir.

Böylesi koşullar içinde burjuvazi AB hayaliyle emekçileri aldatma yoluna gidiyor. AB’yle birlikte demokrasinin geleceğini işsizlik ve yoksulluğun biteceğini propaganda ediyor. Kitlelerin birikmiş öfkesini sahte hayallerle boşaltmaya çalışıyor. Kendini ilerici ifade eden kimi çevreler de bu yalanların kuyruğuna takılıyor. Oysa AB ülkelerinde emekçi haklarına saldırı ve gericilik tırmanışta. Bir dizi gerici yasa yürürlüğe girdi. Göçmenlere karşı ırkçı tedbirler alınıyor. İşçi hakları sürekli budanıyor. Birçok ülkede ırkçı-faşist partiler iktidar ortağı oldu.

Çok açık ki emperyalizm ve onun yerli işbirlikçilerinin sömürgeci faşist diktatörlüğü özgürlüğün önündeki temel engeldir.

Türkiye’de büyük burjuvazinin çıkarları AB’yle hızla entegrasyonu dayatıyor. Amerikancı ordunun devlet üzerindeki hakimiyet sorunu çözülmeden bunun gerçekleşmeyeceği ortada. Kürt ulusal devriminin yenilgiye uğratıldığı ve Batıda kitlelerin antifaşist devrimci demokratik eyleminin yükseltilemediği günümüz koşullarında devlet yönetimini elinde bulunduran faşistleri hangi güç mevzileri terk etmeye zorlayacaktır.

Hiç mi ilerleme olmuyor. Elbette çatışma kaçınılmaz olarak tarafları kimi tavizler vermeye zorluyor. Bugün Genelkurmay cephesi kısmen geriletilmiş durumda. Faşizmin tedricen geri çekilmesinden söz edilebilir. Fakat bu geri çekilmenin nerede duracağı ve başka koşullarda yeni bir saldırı hamlesinin gelmeyeceğinin garantisi nedir? Hele de bölgede savaş kazanı kaynatılıyorken. Faşizmin gıdım gıdım kaybettiği alanı bir çırpıda geri almasının önündeki engel nedir?

Bize yön vermesi gereken beklentiler değil, nesnel gerçeklerdir. Burjuvazinin nesnel sınıf gerçekliği gösteriyor ki, emekçi sınıfların demokratik devrim mücadelesi yükseltilmeden siyasal özgürlükler sorunu çözülemez. Yönetememe krizi de atlatılamaz. Çünkü bu doğrudan devlet krizidir. Ve bu devletin mevcut siyasal organizasyonu ve hegemonik kuvvetlerinde köklü bir değişiklik gerçekleşmeden kriz atlatılamaz.

Hem Kürt ulusuna, hem bütün uluslardan işçi ve emekçilere bıkmadan usanmadan siyasal gerçekleri açıklamalı, AB’ci sahte demokrasi havarilerinin balonunu patlat- malı ve gerici milliyetçilerin sözde yurtseverliklerini açığa çıkarmalıyız. Kitle hareketini örgütlemek ve devrimci kanallara akıtmak için her zamankinden daha büyük olanaklarla karşı karşıyayız. Seçim atmosferinin politik duyarlılığı en üst düzeye çıkardığı günümüz koşullarında her fırsattan yararlanarak kitlelerle buluşma imkanı yaratmalıyız. Burjuva yalanlara karşı her cepheden devrimi örgütlemek faşist diktatörlüğü kitlelerin örgütlü zoruyla yıkma mücadelesinde daha büyük bir enerji ile çalışmalıya.

Son bir söz olarak şunu belirtmekte yarar var. Her ne için olursa olsun yasal değişikler sonucu bir milim ilerlemeyi bile devrimci amaçlarla kullanmak, ne yapıp edip iğne deliği kadar olanağı değerlendirmek ve buradan özgürlükler alanını genişletmek devrimci bir partinin olmazsa olmaz görevidir. Aksi bir davranış devrimci politikadan hiçbir şey anlamamaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi