I
Yapı Kredi Yayınları komünist eylem adamı ve komünist şair Nazım Hikmet’in eserlerinin yayım hakkını satın aldı. Kitapların yeni haliyle ilk baskısı piyasaya jet hızıyla sürüldü bile.
Bu satın alma ticari değil, siyasidir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin yeni yönelimine uygundur. Birkaç yıldır çeşitli biçimler altında süregelen bu yönelim son dönemlerde giderek yoğunlaştı. Tekelci burjuvazi solu vulgarize etmek, sulandırmak, yumuşatmak istiyor. Ki buna solun beyin zarını yumuşatma operasyonu demek daha doğru olur. İsmet Berkan’ın sol üzerine başlattığı tartışma, Can Dündar’ın Taner Akçam röportajı ve röportaj üzerine yayımlanan makaleler bu operasyonun günceldeki görünümlerindendir.
Sola yönelik üç sac ayağından söz edilebilir. Birincisi, satın alma oluşturuyor. Satın alma yoluyla burjuvazinin safına geçen bu tiplere çorbacılar, ya da çorbacı solcular diyoruz. Çorbaları arttıkça küfürleri bollaşıyor. TV kanalları, gazete köşeleri bunlarla doludur. Osmanlı padişahı Fatih, devletin güvenliğini yeniçeri ordusuna teslim etmişti. Yeniçeriler Balkanlar’daki hristiyan topluluklarının çocuklarından oluşuyordu. Kimsesiz ya da aileleri tarafından bakılamayan çocuklar toplanıyor, Osmanlı okullarında eğitiliyor ve sadık askerler olarak yetiştiriliyordu. Bu çocuklar hem ailelerini, hem dinlerini unutuyorlardı. Köksüzlük egemenler için en büyük güven kaynağıydı. Ne Türk olarak kabul ediliyorlardı, ne de müslüman. Dinsiz olmamaları için de Bektaşi tarikatına yönlendiriliyorlardı. Yeniçeriler için ana da baba da devletti. Devlet de onlara ulufe (maaş) dağıtırdı. Ulufe, Farsça ve Kürtçe’den gelir. Hayvanlara verilen kesme, saman (alıf) anlamındadır. Alıf, en çok katırlar içindir. Köksüzlükleri bir yana beslenme biçimleri de yeniçerilerle örtüşmektedir. Taner Akçam gibileri de hem geçmişlerinin unutturulmaları, hem de inançsızlaştırılmaları bakımından yeniçerilere fazlasıyla benzeşmektedir. Ve bunlara en çok alıfist ismi yakışıyor. Burjuvazi alıfistleri çoğaltma kampanyası başlatmış bulunuyor. Bunların çoğalması burjuvaziyi pek memnun eder.
İdeolojik deformasyon (şeklini bozma, çirkinleştirme) ve dejenerasyon (soysuzlaşma, alçalma) saldırının ikinci ayağını oluşturuyor. Kavramların içeriksizleştirilmesi ya da ters yüz edilmesi başvurulan en temel yöntem. Örneğin reform, ıslah etmek, iyileştirmek anlamını içerirken, en gerici yasalar “reform” adıyla piyasaya sürülüyor. Emperyalist küreselleşmenin ne kadar dümen suyuna girersen o ölçüde ilerici olursun. “Devrim” için de aynı şeyler söylenebilir. İnsanlığa birkaç on yıl, hatta yüzyıl gerilere götüren adımlar “devrim” olarak ilan edilebiliyor. Burjuvazi soysuzlaştırılmış bu kavramlara dayanarak solcuları reformlara sırt çevirmek, yeterince ilerici ve devrimci olmamakla eleştiriyor. Yetmiyor, solu, en çok da devrimcileri tutuculukla damgalıyor. Buna kavramların pogromu diyebiliriz.
Burjuvazinin ideolojik saldırılarını karşı saldırıyla yanıtlamak, iki yüzlülüğünü teşhir ederek kavramlarımızı gerçek içeriğiyle sahiplenmek her zamankinden çok daha önemlidir. Yine de bu saldırı kampanyasından hoşnut olmamız gereken yanlar var. Burjuvazi öylesine bir kısırlık içindedir ki, çünkü, çürümüştür ve hiçbir üretken yeteneği kalmamıştır. Kadrolarını ve kavramlarını ilerici insanlığın, solun kaynaklarından devşirmektedir. Kendisine ait olanla insanlığın karşısına çıkma cüretinden yoksundur. Burjuvazi kan ve irinle beslenen korkunç bir canavardır. Örtünmek zorundadır. Ve giysilerini bizden çalmaktadır. Ve bizim işimiz “kral çıplak” diyebilmektir.
Sola yönelik beyin zarını yumuşatma operasyonun üçüncü sac ayağı fiziki terör, şiddet ve bu yolla alan daraltmadır. Yeri gelmişken sıkça yaşanan bir kavram kargaşası üzerinde durmak gerekiyor. Burjuvazi ve onun uzatmalı çavuşları, devrim ve sosyalizm söz konusu olduğunda “marjinal” kavramını ağızlarına pelesenk ediyorlar. “Marjinal fikirler”, “marjinal gruplar” en çok kullanılan sözcükler. Oysa, “marjinal” kavramı, kenara ait olan, kenarda olan anlamına geliyor. Ya da son hadde yakın olan “marjinalleşme” varlık koşulunun darlaşması, yaşam alanının nesnel olarak sınırlanması demek. Örneğin, bugünün Almanya, ABD vs. gelişmiş kapitalist ekonomilerinde küçük köylü üretimi marjinal konumdadır. Giderek daha da marjinalize olmaktadır. Bu eşyanın tabiatına uygundur. Öznel hiçbir çaba küçük köylü üretimini marjinallikten kurtaramaz. Devrim ya da sosyalizm fikri bu kavramla ifade edilebilir mi? Devrim ve sosyalizmin nesnel zemini marjinalize mi olmuştur? Sosyalizmin genelleşme olanakları ortada kalkmış mıdır? Bu kavram kargaşası öylesine etkili olmuştur ki, devrimciler kendi kendilerini marjinal, gidişatlarını da marjinalleşme olarak ilan etmeye başlamışlardır.
Doğru kavram, “alan daraltma”dır. Alan daraltmanın temel yöntemi de yoğunlaştırmış terörle baskı ve yıldırmadır. 12 Eylül’den bu yana burjuvazi ile devrimciler arasındaki temel çatışkı da buradan kaynaklanmaktadır. Devrimcilerin her “alan genişletme” hamlesi karşı saldırıyla yanıtlamış, alan daha da daraltılmaya çalışılmıştır. F tipi üzerine şiddetlenen çatışmanın ana ekseni de budur.
II
Bitmiş tükenmiş marjinal hatta taş devrinden kalmış olduğu iddia edilen sol üzerine başlatılan tartışmaları nasıl yorumlamak? Burjuva tekelci medyanın pek kıymetli kalemşorları bunca önemsiz insanların kafasını çelmek için ne demeye bu kadar çaba harcıyorlar?
Korkuyorlar mı yoksa?! Evet, korkuyorlar. Ezilenler mevcut rejimden kopuşmuştur. Fakat bu kopuşma başka bir yere bağlanmayla sonuçlanmamıştır. Deyim yerindeyse kitleler serseri mayın gibi ortalıkta gezinmektedir. Hoşnutsuzluk had safhadadır. Devrimciler, bütün kuşatma ve hunharca yok etme kampanyalarına karşın, hareket kabiliyetleri körel- se de, hoşnutsuzluğu ateşleyecek bir kıvılcım olma potansiyelini korumaktadırlar. Bu nedenle devrim tehlikesi ışıldayan bir kılıç gibi egemenlerin tepesinde sallanıp durmaktadır. Tehlike bertaraf edilmediçe korkulu rüya her an gerçek bir kabusa dönüşebilir. Tam da burada yeni bir soru atılabilir ortaya. Sol, nereye çekilmek isteniyor? Hemen yanıtlayalım. Soldan yeni bir yeniçeri ocağı yaratılması amaçlanıyor. Bunu başarmaları için solu devrimden ayrıştırmaları ya da solu devrimsizleştirmeleri gerekiyor.
Peki neden? Yine sultan Fatih’e başvuruyoruz. Fatih’ten önceki saray vezirleri, sadrazamlar imparatorluk içindeki diğer beyliklerden biri tarafından temsil ediliyordu. Örneğin sadrazam Karaman Beyliği’nin elindeydi. İmparatorluk zımmi bir beylikler koalisyonuydu. Bu da padişah yetkilerini sınırlıyordu. “Urun kellesini” demek kolay değildi. Sadrazamın arkası kuvvetliydi. Fatih bu duruma son verdi. Fatih ve sonrasında sadrazamlar çoğunlukla hıristiyan dönmesiydi. Arkasızdılar ve istendiği an kelleleri uçurulabilirdi.
Bugüne dönelim. Yasa, yazılı ya da yazısız, egemenlik ilişkilerini tanımlar. Yasa yapma ya da , yetkisi görünürde TBMM’de olmasına karşın, gerçekte MGK’dadır. MGK Genel sekreterliği yayınladığı kırmızı kitapçıklarla çıkarılacak yasaların sınırlarını önceden çizer. TBMM fiilen MGK Genel Sekreterliği’nin ast organıdır. TBMM’nin gündemine gelen her yasa önce MGK sekreterliğince ele alınır. Kırmızı kitapçıklara uygun hale getirilir ve meclise gönderilir. Olası bütün değişiklikler çizilen sınırların ötesine asla geçemez. Demek oluyor ki Türk devletinde egemenlik MGK’dadır. ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun, işbirlikçi oligarşinin bir bileşeni olarak ve bu oligarşi adına devleti yönetir. MGK generallerin denetimindedir. MGK Genel Sekreteri de facto başbakandır. Genel sekreterliğe bağlı olan kontrgerilla askeri ve sivil (beyaz kuvvetler) uzantılarıyla yürütme ve yargı erkinin de gerçek egemenidir. Yasama, yürütme ve yargı MGK’da merkezileşmiştir. Tam da burada “idi” demek daha doğru olur. Çünkü 2001 yılından beri yasaları Kemal Derviş yapıyor ve bozuyor. K. Derviş’in uluslararası finans oligarşisinin Türkiye sorumlusu olarak gönderildiği biliniyor. Demek oluyor ki, Türk devletinin egemen gücü bu finans oligarşisidir. MGK’nın yasama yetkisi “iç güvenlik” le sınırlanmıştır. Buradan, Türk devleti dolaylı ya da görünmez bağlarla değil, doğrudan emperyalist işgal altındadır, sonucuna ulaşabiliriz. Fakat bu işgal henüz tamamlanmadı, hızla genişliyor. TÜSİAD bu işgal harekatını kayıtsız koşulsuz desteklemektedir.
İşgal kuvvetleri Türk devletini yeniden düzenlemek istiyorlar. Çünkü, eski egemenlik ilişkilerine göre örgütlenmiş Türk devleti, yasama, yürütme ve yargı yapısı ile yeni tipte emperyalist entegrasyona uygun değildir. Generaller, sivil bürokrasinin bir bölümü ve onlarla çıkar birliği içindeki kimi siyasal partiler, entegrasyonun kendi egemenlik ilişkilerini sarsacak tonda, hızla gerçekleşmesinden yana değildirler. TÜSİAD’cılar ve generaller, AB’ciler ve karşıtları biçimine bürünen bu cepheleşme bütün devlet organlarına yansıdı. 2001 Şubat krizi ile finans oligarşisi soruna doğrudan el koydu. Entegrasyon için gerekli yasal zemin görülmedik bir hızla oluşturulmaya başlandı. Egemenlik ilişkilerindeki konumlarını kaybetmek istemeyenler, “ulusalcılık” şemsiyesinin altına sığınmaya kalktılarsa da bu şemsiye öylesine delik deşik edilmişti ki korunmaları mümkün değildi. Kuşkusuz her şey bitmedi. Devletin bu yeniden düzenlemesiyle çıkarları sarsılanlar direnişlerini sürdüreceklerdi. Cepheleşme devam edecek, devlet organları arasındaki ilişki daha da gerilecek, devletten bir dizi “devletçik” türeyecektir, cephelerden yeni cepheler çıkacaktır.
Bu nedenledir ki, finans oligarşisinin çıkarları gereği, devlet yapısında bütünlüklü bir değişim zorunludur. Emperyalistler daha önce yaptıklarını şimdi yıkıyorlar. Eski tip partiler, bürokrasi ve kurumlar ve çıkarları bu eski yapıyla örtüşen kadrolar, değişimin önündeki engellerdir.
Burada şu sorun ortaya çıkıyor. Bu değişimi kiminle yapacaklar. Sultan Fatih yine çıkıyor karşımıza. Köksüzleştirilmiş ve inançsızlaştırılmış sadrazamlara ve yeniçeri ocağına ihtiyaç duyuyorlar. AKP ve soldaki yeni oluşumlar bu ihtiyaca denk düşüyor. Finans oligarşisinin yeni stratejisinde esas darbenin doğrultusu solun devrimci kanadı oluyor. Siyasal islamı kazanmış görüyorlar. Fakat, solun devrimci kanadı müthiş bir inat sergiliyor. Ezilenlerde değişime yönelik müthiş bir özlem var. Finans oligarşisi de değişimden yana. Bir farkla, bu değişim talebi zıt kutuplardadır. Kritik nokta buradadır. Değişim özlemi, devrime mi yönelecek, finans oligarşisinin suyuna mı akacak? Bu sorunun finans oligarşinin lehine çözülmesi için devrim iddiasından vazgeçmiş, küreselleşmeci”, “çağdaş”, AB’ci, güçlü bir solun ortaya çıkması gerekiyor. Türk sosyal demokrasisi tarihsel kökeni itibarıyla da, bugünkü yapısıyla da finans oligarşi için yeni yönelimin kurumsal ve kadrosal kaynağı olmaya yeterli değildir. Dahası, Türk sosyal demokrasisinin kimi bölükleri mevcut devlet yapısını korumaya en hevesli cephede yer alıyor.
Devrim iddiasından vazgeçmiş, emperyalizm ve işbirlikçilerinin temel politikaları ile barışık bir sol cereyan hem kitlelerde birikmiş öfkenin boşalımını sağlayacak, böylelikle devrim tehlikesi bertaraf edilecek, hem de başta ezilenler olmak üzere bütün toplumsal katmanlarda yeni bir heyecan yaratarak finans oligarşinin çıkarlarına uygun düzenlemelere hız kazandıracaktır. İstenen ve hayal edilen budur.
Bunu başarabilirler mi? Bunun için her şeyden önce ideolojik karmaşa yaratmaları zorunludur. Düğmeye basılmış gibi başlatılan tartışmalar; siyasal çalışmanın dar alanlara sıkıştırılarak fiilen devrimci gettolar yaratılması; ölüm oruçlarında fiziki yok etme ve yıpratmayı çözümsüzlükte ısrar ederek son sınırına vardırma çabası, aynı amacın değişik cephelerdeki görünümüdür. Söz konusu olan devrim ve devrimciler oldu mu devlet üzerinde egemenlik mücadelesi veren cepheler kolaylıkla birleşebilmektedir. Bu anlaşılırdır da. Çünkü devrim, devlet üzerine egemenlik mücadelesi veren bütün klikler için en büyük tehlikedir.
Yalçın Küçük bir yazısında Türkiye’de “sol inada indi” diyor. Kısmen doğru. Çünkü, “inada inen” sol değil devrimdir. İşte burada yeni bir tartışmaya kapı aralıyoruz. Sol ve devrim ilişkisi ve bu kavramların günümüzdeki içeriği. Bu tartışmaya geçmeden önce “inada inmek” üzerine kısa bir not düşelim. Her ne sebeple olursa olsun yalnızca “inat”la anılmak devrimciler için talihsizliktir. Ama bir o kadar da gerçektir. Varlığını inada indirmek ne denli eleştiriyi hak ediyorsa da, büyük öneme sahip, insanca ve soylu bir tutumdur. Çünkü inatla, koca bir bataklığın içinde bataklığın bir parçası olmadan, o pis kokular ve çürümüşlük ortasında bir nilüfer çiçeği gibi açmayı, her ne pahasına olursa olsun insani değerlerin savunucusu olmayı başarmışlardır. O inatta tarihsel atılımın potansiyel enerjisi birikmiştir. O inat atom çekirdiği gibidir. Burjuvaziyi asıl korkutanda budur.
III
1789 Fransız Devrimi’nden sonra Konvansiyon’da (o günkü meclis) krallık karşıtları, yani cumhuriyetçiler salonun sol yanında; krallık yandaşları da sağ tarafta oturuyordu. O günden beri sol, cumhuriyetçiliğin, halkçılığın, özgürlükçülüğün ve genel olarak insanlığı ileri taşıyan değerlerin ortak adı olarak anılmaya başladı. Sağ ise, tam tersi.
Egemen burjuvazinin devrimci, ilerici özünü bütünüyle yitirip gericileşmesi, emper- yalist-kapitalist devletlerin dünyanın her yanında hakimiyetlerini ilan etmeleriyle birlikte sol, ezilen halkların emekçi sınıf ve tabakaların emperyalizme, gericiliğe ve kapitalizme karşı yükseltilen direniş bayrağının ortak paydası oldu.
Önceleri ütopik sosyalistler, prodhoncular, çartisler, anarşistler, sosyal demokratlar (komünistler), ulusal kurtuluşçular. Farklı sınıf ve tabakalara tekabül eden farklı program ve çizgilerine karşın aynı cephenin, solun farklı renkleri olarak kabul ediliyordu.
Emperyalist Paylaşım Savaşı ile birlikte Avrupa sosyal demokrasisinin ihaneti su yüzüne çıktı. Komünistler sosyal demokrasi ile ayrımlarını net ifade etmek için sosyal demokrat ismini terk ettiler. Çünkü sosyal demokrasi devrim iddiasından bütünüyle vazgeçmişti.
Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, devrim iddiasından vazgeçmek, özgürlük ve sosyalizm amacının ilanından vazgeçilmesi değildi. Sosyal demokrasi ve benzeri sol akımlar burjuva parlamentosu yoluyla kapitalizmin ehlileştirilip sosyalize edileceğini ileri sürüyorlardı. Kapitalizmin sınırlarının emekçiler lehine genişletilmesi programıyla kitlelerin önüne çıkıyorlardı. Sol içi ayrım görünürde evrim-devrim ikilemi üzerineydi.
1930’lu yıllarda faşizmin dünya halklarının baş belası kesilmesiyle birlikte, sosyal demokrasi anti-faşist özgürlük cephesinin bir bileşeni haline geldiyse de bu dönem fazla uzun sürmedi. Sosyal demokrasi, tekeller burjuvazinin yedek lastiği olma yolunda hızla ilerledi.
Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ertesinde Avrupanın güçlü komünist partileri devrimci özlerini yitirdiler. Tekelci sermaye ile “toplumsal uzlaşma” adı altında devrimden yüz çevirdiler. “Avrupa komünizmi” sosyal demokrasinin solunda, düzen içi, evrimci çizginin yeni adresi oldu. Bu teoride sosyalizmden vazgeçildiği anlamına gelmiyordu. Komünist adlarını koruyorlardı ve birçoğunun programlarında proletarya diktatörlüğü yazmaya devam ediyordu.
Yalnızca onlar değil, kimi sosyalist partilerin de programında proletarya diktatörlüğü bulunuyordu. Örneğin İspanya Sosyalist Partisi, 1979’a kadar programında proletarya diktatörlüğünü amaçladığını belirtiyordu.
20. yüzyılın son yıllarına değin evrimci, düzen içi sol etkinliğini sürdürdü. Daha özgür, daha insani bir toplum özleminin savunucusu olmaya devam etti. Bu savunun maddi koşulları vardı. SSCB’den sonra Çin ve birçok Avrupa ülkesinde sosyalizmin inşa çabası hız kazanmıştı. ’50’li yıllarda, aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşları art arda zaferle sonuçlanıyordu. Batı Avrupa ve ABD’de gençliğin, işçi sınıfının militan mücadelesi ’60’lı yıllarda yükselişe geçmişti. Siyahlar, emperyalist savaş karşıtları, kadın hakları savunucuları sol yumrukları havada özgürlük şarkıları söylüyor, sokakları fethediyordu. Kitlelerin militan mücadelesi, devrim ve sosyalizm korkusu kapitalistlere geri adım attırıyor, siyasal özgürlükler genişliyor, ekonomik kazanımlar artıyordu.
Bugün durum bambaşkadır. ’70’lerde karşı saldırıya geçen emperyalistler ve onların işbirlikçileri, SSCB ve sosyalist devlet iddiasındaki diğerlerinin yıkılmasıyla gemi azıya aldılar. Karşı devrim güç kazandı, pervasızlaştı.
Bu aynı zamanda kaçınılmazdı. Kapitalizmi sınırlayan bir “sosyalist sistem” yoktu artık. Sınıf perspektifinden yoksun, devrimle politik iktidarı ele geçirme iddiasından uzak ilerici grup ve partiler etkinliklerini yitirmişti. Dahası bunların birçoğu düzene eklemlenmişti.
İşçi sınıfı ve ezilenler kazanılmış mevzilerden bir bir püskürtülmeye başlandı. Tekelci kapitalist rekabet emperyalist saldırganlığı tırmandırdı. Sömürü daha da yoğunlaştı. İşsizlik ve sefalet arttı. Siyasal özgürlüklerin genişlemesi bir yana her geçen gün yeni bir gerici yasayla tırpanlandı.
İşçi sınıfının, ilerici insanlığın yüzyıllık tecrübesiyle sabittir ki, evrimci yol çıkmazdır ve siyasal bakımdan da iflası doğru sürüklenmektedir. Emekçilerin yaşam düzeyinin yükseltilmesi, siyasal özgürlüklerin genişletilmesi dahi evrimci yoldan başarılamaz. Çevrenin korunması, silahsızlanma, kadın hakları mücadelesi için de aynı şeyler söylenebilir.
Sol’un evrimci ve devrimci ikiliği ile açıklanma dönemi geride kaldı. Sol, artık yalnızca devrimdir. Devrimi savunmayan ve devrim için mücadele etmeyen bir sol en sıradan bir toplumsal ilerlemeyi bile başarma yeteneğinden yoksundur.
Sol, devrime inmiştir. Solculuk devrimle eşitlenmek zorundadır. Sol ve devrim ilişkisi proletarya ile burjuvazi arasındaki ideolojik mücadelenin sırat köprüsüdür. Burjuvazi solu devrimsizleştirmeye; proletarya da, ilerici olan ne varsa devrimle bütünleştirmeye çalışacaktır.
Sol bir kez devrimle eşitlendi mi -ki nesnel şartlar bunu zorunlu kılıyor- “sol” kavramı farklılık haline gelecek ve devrim her türlü ilerlemenin, özgürlüğün, sosyalizmin adresi olacaktır.
Burjuvazinin güçsüzlüğü ve proletaryanın gücü burada yatıyor. Dün, evrimci yolla insanlığın ilerleyebileceğine inananlar bugün sol ırmakla devrime akmaktadır. Çünkü, tecrübeyle sabittir ki kapitalizm insanlığa barbarlık ya da sosyalizmden başka bir seçenek sunmuyor.