Nasyonal Sol’un Kuvva-i Milliye Ruhu

TAŞLAR yerine oturuyor. Türk Solu adlı derginin yayımlanması, bu açıdan yararlı bir gelişmedir. Şimdi ayrışmalar, bloklaşmalar, kümelenmeler daha saydam bir eksene kavuşmuştur. Artık Türk emekçisi ‘Milliyetçi Sol’ ile ‘Sosyalistler’ arasındaki temel farkı ve hatta zıtlığı daha iyi görmek, Kürt emekçisi ise ‘Türk Solu’ genellemesinin içine komünistleri de karıştırma zaafını terketmek için bir nedenle daha tanışmış oluyorlar.

Türk Solu’nun afişlerinde Deniz Gezmiş’in fotoğrafı var. Deniz Gezmiş’i asanların elinde de Türk bayrakları vardı, hatırlıyoruz. Halkçı savcıları, bağımsızlıkçı anayasa yazarlarını, laik mahkeme başkanlarını, cumhuriyetçi parlamentolarını, inkılapçı genelkurmay başkanlarını, altı okçu basın mensuplarını ve milliyetçi, devletçi darağaçlarını unutmuş değiliz.

Türk Solu’nun kapağında Deniz’in fotoğrafı var, ama iç sayfalarındaki Öcalan fotoğrafları politik renk bakımından daha açıklayıcıdır. Öcalan ve Kürt Devrimi düşmanlığı, Deniz Gezmiş ve ‘68 imgesiyle kamufle edilmiş oluyor. Türk Solu, Deniz Gezmiş’in asılmış olmasından “rahatsızlık duyduğunu” hissettirmeye çalışıyor; ama Öcalan’ın derhal idam edilmesini talep ediyor. ‘Türk Solu’ küstahtır. Kemalist askeri bürokrasisinin düzeysiz yayın organlarından biri olarak Türkiye devrimcisi ile Kürt yurtseverini düşman gösterme, Kürt ve Türk halklarının yazgı birliğini gizleme çabasını en büyük işi bellemiştir. Bu yolda TÜSİAD’la da, tekelci medyayla da kapışmaktan geri durmayacaktır. Oysa Deniz Gezmiş ile Abdullah Öcalan’ı karşı karşıya getirip iki yüzlülüğün mevzisinden Öcalan’ın ve Kürt halkının taleplerine kin kusmak, Deniz Gezmiş’e ve bütün devrimci mücadeleye küfretmek demektir. Devrimcilere küfür ile karşıdevrimcilik, Türk Solu dergisinin yayın politikasının temeli olarak belirlenmiş gözüküyor. Bu dergi çevresi, orta burjuvazinin çıkarlarına denk düşen bir yaklaşımla, fakat öte yandan militer bürokrasinin söylemini benimseyerek Nasyonal Sol’un suç merkezleri arasına katılmış bulunuyor.

Onların ismindeki ve afişindeki sol maskeyi düşürmek de bizim görevimiz oluyor.

Hep öyle olmadı mı? Kemalistler ne zaman yeni bir atak yapmak istedilerse, her defasında devrimci geleneği yağmalayarak yol almaya çalıştılar: İkinci emperyalist paylaşım savaşında Nazi Almanyası’na yardım ve yataklık eden Atatürk CHP’si, 1960’larda ‘ortanın solu’nu telaffuz etmeye başladığında, TİP’in estirdiği rüzgarların etkisinde kalmıştı. SHP, 1990’larda Kürt partileriyle ittifak yapmaya yöneldiğinde, yine devrimci bir kitle rüzgarının baskısı altındaydı. Şimdi Kürt hareketi yenildiğine ve sınıf savaşımının temposu biraz geride durduğuna göre, Kemalist blokun gerçek kimliğine en yakın noktada durduklarını düşünebiliriz. Atatürkçü partileri, yayınları, aydınları anlamak ve kemalist ideolojinin siyasette cisimleşmiş kişiliğiyle tanışmak için şu birkaç ay içindeki kıpırdamaları, arayışları, oluşumları izlemekten daha verimli bir araştırma olamaz. Kemalizm gerçeğini bu derecede sarih ve belirgin resmeden başka bir konjonktür, doğrusu zor bulunur.

Bu arada, yalnız dünya değil, Türkiye de çok değişti. Ve bu değişim, öncelikle devrimci bilincin arınmış, durulaşmış olmasında ifade buluyor. Kürt Devrimi’nin de büyük katkısıyla bir bellek ortaya çıkartabildi sosyalistler. Artık, Deniz Gezmişler kadar yoksul ve yoksun koşullarda yaşamıyor gençliğimiz. Artık Deniz’in THKO’yu kurmadan önce eline aldığı Türk Solu dergisiyle çekilmiş fotoğrafın politik bir değeri bulunmuyor. O tarihte başka ‘sol’ dergi de pek yoktu zaten. Şimdi Deniz’in THKO kimliği, darağacında çizilmiş resmi, Filistin fotoğrafı, politikadır. Türk Solu dergisiyle okur ve yazar olarak ilgilenen Gezmişler, Çayanlar, Kaypakkayalar, ancak bu tür odaklarla kopuştuktan sonra ‘71 devrimci çıkışının önderliğine erişebildiler. Yani siyaset, ‘zaman aşımı’nı aştığı zaman siyaset olabiliyor; yeni Türk Solu dergisi, kendini gayri siyasi bir kompozisyonla afişe etmiştir. Devrimcilik, sınıfsal bir tercihtir. Türkiyeli işçi ile Kürdistanlı emekçinin özgürlüğü ve mutluluğunu, Türk Devleti’nin silahlı bürokrasisinde görmenin adı gericiliktir.

Öyleyse kemalizmin —ve aynı anlama gelmek üzere nasyonal solun- gerçek kompozisyonu nedir? Türk Solu, Aydınlık, Cumhuriyet, gibi gazeteler ile MHP, İP, CHP, BBP gibi partiler hangi paydalarda buluşuyorsa, kompozisyon oralarda netleşiyor. Bu kompozisyonun en yalın, en canlı fotoğrafını televizyon tartışmalarındaki oturma ve konuşma düzeninde görüyoruz. İşçi Partisi’nin önde gelen yöneticileriyle MHP temsilcileri ne de güzel anlaşıyorlar; Atilla İlhan ve İlhan Selçukgiller ile Türkeş’in çocukları nasıl da yakışıyorlar birbirlerine! Ortaya çıkan Kuvva-i Milliye ruhu, şovenizmin ve militarizmin bedeninde hayat buluyor. 1921 tarihinde Takvim gazetesine “Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürt sorunu yoktur” diye yazan kafa da bu gövdenin omuzları arasında duruyordu. Demek oluyor ki, kemalizmin nasyonal tarafı, ‘Kürt Sorunu’yla karakterizedir.

Kürt Devrimi, kemalist solun ideolojik aşağılanma duygusu yaşadığı ve komplekse girdiği alanı tarif ediyor. Kemalist Sol, Kürt Devrimi’ne düşmanlığı yaygınlaştırmak, Türk emekçisinin zihnini bulandırıp yüreğini karartmak için Deniz’le dost görünmekle de yetinmez; TÜSİAD’a, holding medyasına “düşman” pozlarına bile girer. Türk Solu’nun 6. sayısında Erkin Yurdakul imzalı ve Kapak Köşe başlıklı yazıya bakın: “TÜSİAD bugün kuyruğuna işçi sendikalarını takabiliyorsa, bunu elbette 12 Eylül’e borçlu. İşverenler, 12 Eylül’de bunu rüyalarında görebilirler miydi acaba? Diğer yandan TÜSİAD gençlikten bahsediyor. 12 Eylül’de gençler idam edilirken ve işkence görürken neredeydi TÜSİAD? TÜSİAD idamı ancak Apo’yu kurtaracakken hatırlıyor.” Bu hissiyat derecesi yüksek yazının başlığı, “TÜSİAD-PKK-ŞERİATÇI İTTİFAKI”... Zaten lümpen Çölaşan’dan şarlatan Perinçek’e, yüzbaşı Ilhan’dan cephe katibi Atilla’ya, Mümtaz Hoca’dan Fethi Bey’e kadar bütün nasyonal solcuların retoriğinde bu kalıbın yeri büyüktür. Kalıp, aynı zamanda “biz orducuyuz” anlamına geliyor. Orducu oldukları için 28 Şubat’ın çizdiği yolun laik yolcularıdır ve elbette şeriata geçit vermezler. TÜSİAD karşıtlığı, aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçi milyonları tavlamak, emekten yana bir görüntüyle gericiliği kamufle etmek için oldukça işlevseldir. Asıl mesele PKK’yledir. Zira “vatanın bölünmez bütünlüğü” bu adın geçtiği yerde tehlikeye girmektedir. Korkuları şu cümlededir: TÜSİAD, idamı ancak Apo’yu kurtaracakken hatırlıyor; 12 Eylül’de gençler idam edilirken neredeydi? Oysa nasyonal solcuların yaptığı daha büyük bir küstahlıktır; Deniz’in idamını, Apo’nun asılmasına gerekçe yapmak için bile kullanabilecek kadar gözü dönük hale gelmişlerdir. TÜ- SlAD’ın sınıf sezgileri ve sınıf bilinci, Öcalan’ın asılması durumunda ortaya çıkabilecek manzara-i umumiyeyi göze almayacak kadar gelişkindir. Oysa Kuvva-i Milliye solcuları devlet arpalıklarında semirmiş bir avuç daha görgüsüz zenginin ağzına uygun kelimeler çıkartıyor. Elbette aynı sınıfın iktidar egemenliğinde birleşiyorlar: TÜSİAD’çıların tavrı sermaye tekellerinin, kemalist solun tavrı ise MGK iktidarının çıkarlarına vurgu yapıyor. Ama aralarındaki vurgu farkı, nihayetinde MGK iktidarı ile sermaye tekelleri arasındaki ayrılık gayrılık kadardır. Demek oluyor ki, nasyonal solcular ile tekelci sermayenin birlikleri arasındaki sorun, nihayetinde aile içi bir sorundur.

Nasyonal solcular doğru söylüyor; TÜSI- AD, kuyruğuna işçi sendikalarını 12 Eylül’ün yardımıyla takabilmiştir. Fakat yalnız bu kadar mı? Kirli savaşı unutmayalım; 28 Şubat türü konseptleri unutmayalım. TÜSlAD’ın, sendikal bürokrasinin, ‘silahsız kuvvetler’in hep birlikte MGK’nın kuyruğuna bağlanmasına ne demeli? Ve şimdi Türk Solu’nun ve İşçi Partisi’nin şalvardan şırtık, itten yırtık, kraldan kralcı olmasını nasıl açıklayacağız? Bugün Türk Solu ve Aydınlık grubu, hangi olayların katkısından dolayı MHP’nin ve sömürgeci MGK kliğinin kuyruğuna takılmış oluyor?

Sonra nasyonal solcular, işçi sınıfının çıkarını sermaye tekellerinin çıkarının üstünde mi görüyorlarmış? Kendilerine sorarsanız öyledir; oysa kanıtlar başka yönü işaret ediyor. Nasyonal solcuların işçi teorisyeni, Bayram Meral’in danışmanı, Aydınlık’ın yazarı ve de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın koçu Yıldırım Koç, bakın ne yazmış: “Ulusal kurtuluş savaşının başarıyla sonuçlanmasının ardından Şeyh Sait Ayaklanması sonrasında çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası’nın verdiği yetkiler kullanılarak sendikaların faaliyetlerinin engellenmesinin gerisinde acaba Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda bu sendikaların izlediği tavrın da etkisi var mıydı? Bugünün sorunları bana bu sorunun mutlaka sorulması gerektiğini söylüyor.” (Aydınlık, 13 Ocak 2002,).

Milliyetçilik, daha doğrusu nasyonalist kafa, işte böyle zehirlidir. Yıldırım gibi koçlar, sendikal bürokrasiyi üretme ve icra etme merkezlerinde ‘işçi haklarını savunuyor’ gözükmektedir; ama gerçekte işçi bilincini, ulusal sömürgeciliğin ihtiyaçlarına bağlama gayretin- dedirler. Nasyonal Sol, bu kadar utanmazdır. Ulusal duygu ve bilincin sınıfsal duygu ve bilince bağlanması gerektiğini, devrimciliğin bu olduğunu çok iyi bilirler. Ama karşı devrimcidirler, sol gösterip sağ vurmak için yaratılmışlardır. Onlardan proleter görüş açısı bekleyemeyiz. Yıldırım Koç, öteden beri, Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarını ulus-devletin bakış açısından yorumlayan yazılar yazmaktadır. Fakat son zamanlarda meydanı öylesine boş bulmuştur ki, işçi tarihini de askeri bürokrasinin kafasından ve üstelik sendikacı sıfatıyla çarpıtabilmektedir. Demek ki, TÜSİAD ya da nasyonal sol, farklı konular ve görüşler, aynı sınıfsal yönteme ve ahlaka bağlanıyor.

Peki Yıldırım Koç bu derecede pervasız olma cüretini nereden buluyor? Elbette Attila İlhan ve Yalçın Küçük gibi ‘cahil dahiler’den buluyor. Yalçın Küçük’ün yeni Türk-islam sentezini değerlendirmek için önce dikkate almak, sonra da ayrıca zaman ayırmak gerek. Fakat Attila İlhan, Yıldırım Koç gibi koçları taammüden ajite ettiği için şu alıntının yeridir: “Yıldırım Koç geçenlerde Ulusal TV’de son derece önemli şeyler söyledi. Mesela dedi ki: ‘Bugün işçi sınıfının sınıf çıkarları ile ulusal çıkarları tam bir uyum halindedir. Büyük sermaye ise işbirlikçi olduğundan ulusal çıkarlar ile çelişiyor.’ (...) O halde üretim düzeyinde denklem basit, sorumluluk ağır: Ulusal işçi sınıfı+ Ulusal İşveren=Kuva-yı Milliye”. (Cumhuriyet, 7 Ocak 2002)

Bu dahi sıfatlı cahil, o kadar cahildir ki, işçi sınıfını bile ‘ulusallaştırabiliyor. İlhan gibi nasyonalistlerin amacı bu kadar da değildir; onlar işçi sınıfını şoven taburlar halinde Silahlı Kuvvetler’in direktifine bağlamak istiyor. Bu durumda sendikacı Yıldırım ile şair Attila’nın bulundukları kesimde neye koçbaşı olduklarını anlamamız kolaylaşıyor. Kürt Devrimi’ni boğmakta birleşen sistem içi kuvvetler, yeni konjonktürde Kürt Sorunu’nu çözme biçiminde tekrar ayrışıyorlar. Bu çatallanma, öte yandan makro politikanın bir başka ögesi AB meselesinde gündemleşiyor. TÜSİAD sermayesi ve politik-ideolojik açıdan ‘ikinci cumhuriyet’çi olarak bilinen kesim, Kürdistan’ı önce pazar olarak görüyor ve ‘istikrar’ için sorunun ‘çözülmüş’ olması gerektiğini talep ediyor. Ulusal sermayenin geniş bir kesimi ile sivil ve askeri bürokrasinin ağırlığı ise, soruna ‘vatan, millet, sakarya, adapazarı, beypazarı, bitpazarı’ kalıbıyla bakıyor. Bu kesimin statükolarının sarsılması halinde ortaya çıkacak tablodan ürküntü duyduğu, şimdiki çıkar ilişkilerinin ve rant kaynaklarının bozulmasına razı olmadığı açıktır. Ortaya çıkan saflaşma, bu bakımdan, halkın talep ve ihtiyaçları değil, bu çıkar çevrelerinin talep ve ihtiyaçlarına göredir. Hiçbirinin konseptinde Kürt ve Türk emekçilerinin “müreffeh, demokratik, huzurlu” dünyası yoktur. Bunlar, seçim broşürlerinde olacak şeylerdir.

Gün, İlhan Selçuk ile Devlet Bahçeli’nin, Rıdvan Budak ile Mehmet Gül’ün, Doğu Pe- rinçek ile Nusret Demiral’in, Attila İlhan ile Emin Çölaşan’ın kardeşlik günüdür. Gün, her gün 23 Nisan, her gün 10 Kasım, her gün 19 Mayıs günüdür. Nasyonal solculuk, şimdi MHP’nin ideolojik tayınından beslenen İP cambazlarının şoven histeriklerle sergilediği ilkel bir dans olarak ‘gün’ün anlam ve önemini renklendiriyor. Bu koşullarda Aydınlık gazetesinin ülkücü mafya şeflerinden Kürşat Yıl- maz’ın ilanlarını yayınlamasına, Cumhuriyet gazetesinin Bahçeli’den kredi alıp kültür sayfasını İş Bankası’na tahsis etmesine,

Ortadoğu gazetesinin Doğu Perinçek’i övmesine, Türk Solu dergisinin DGM artığı savcılara köşe yazısı yazdırmasına, Attila Ilhan’ın Kürt Dili’ni aşağılamasına şaşmamak gerekiyor. Faşizm de dahil, bütün gerici düşüncelerin beslendiği başat kaynaklar, daima milliyetçilik ile lümpen popülizm olagelmiştir ve bizim nasyonal solcularımızı şimdi bu saikler fişeklemektedir.

Örnekler, şaşırtıcı olmaktan çok, aydınlatıcıdır. İlhan Selçuk, penceresinde CHP’ye akıl verirdi eskiden. Şimdi MHP’ye de veriyor. Diyor ki, “

(....) Bu kapsamda MHP’ye düşen büyük bir görev var; parti, soğuk savaşı geride bırakan dünyada, geçerli yeni koşulların ayırdına varmalıdır; Anadolu halkının sağduyusuna koşut bir yola girilmelidir; Atatürk’ün ‘ulusalcılık’ potasında insanlarımızın kaynaşması gerek.” (Cumhuriyet, 18 Haziran 2002)

Doğu Perinçek’in MHP’ye akıl vermesi gerekmiyor; zira hükümet ortağı MHP’nin muhalefette bıraktığı boşluğu İP doldurmaktadır. Perinçek efendi, en cazgır MHP’liden daha cazgırdır. Aydınlık’ın 13 Ocak 2002 tarihli nüshasında “Bugünkü koşullarda ülkemiz için Sivas ne ise, Kuzey Irak da odur. Kuzey Irak’a müdahele, Sivas’a müdaheledir”. Görüldüğü gibi, Doğu Perinçek, kendi kendine film olmuş, kendini askeri stratejisyen olarak atadığı sanal bir dünyada komutan olmaya soyunmuş ve o andan itibaren artrk bir partinin başkam olarak değil, ‘Anafartaların komutam’ gibi davranmaya, çeşit çeşit terip yapmaya başlamıştır. Devlet içinde adam yerine koyup takan var mıdır yok mudur, orası bizi ilgilendirmez, fakat Perinçekgillerin yeni siyasal rantı, cuntacı bir ordu şakşakçılığıdır. Antiemperyalist değildirler, anti ABD’ci bir söyleme sahiptirler; zira Rus ve Çin gibi emperyalist kuvvetlerin mandası olmaya razıdırlar. Mafyaya ve kontrgerillaya karşı değildirler, anti-susurlukçudurlar ve kontrgerillayı ‘Çiller Özel Örgütü’ diyerek devletten, JlTEM’den kopartmak için özel gayret sarfederler. Diğer yandan mafya sermayesi ağalarından Kürşat Yılmaz’m milliyetçiliğini övmekte hiç bir sakınca görmezler. Zaten MHP ve faşist mafya sermayesi de bunlara gerekli alakayı, şefkati göstermekten gocunmuyor. Bakın, ne yazmışlar: “Eğer İlhan Selçuk’la Perinçek’i tartmaya kalkarsak, bana göre, Perinçek İlhan Selçuk’a kıyasla daha milli ve daha Kuvayi Milliye ruhuna yatkın bir insan.” (MHP milletvekili Abdulhaluk Çay, aktaran Aksiyon, 9 Mart 2002)

Demek ki, her hareket karşılığını buluyor; Selçuk’un ve Perinçek’in MHP’ye ilgisi MHP nazarında değer buluyor, hatta derecelendiriliyor. Onların bu gözüpek gericiliği, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Sovyetler Birliği etkeni nedeniyle örtüktü. Oysa ‘Cumhuriyet’in kuruluş dönemi sorunları’ olarak öne çıkan iki olgu, Türkiye’nin siyasal tarihi boyunca varlığını koruyageldi. Resmi ağızlarda ve belgelerde ‘irtica’ ve ‘bölücülük’ şeklinde ifade edilen o iki temel sorun, kemalist siyasetin militer fonksiyonları olarak hep günceldi. Bu fonksiyonlar, Türkiye Cumhuruyeti’nin adeta süreklileşmiş bir kuruluş dönemi fobisi yaşamasına yol açtığı kadar; hem kemalist ideolojinin siyasal karşılıkların/denkliklerini şekillendirmede, hem de devlet siyasetinin stratejik konseptlerini oluşturmada tayin edici oldu. 28 Şubat’ı bu bakımdan kurucu ilkelerin yeniden düzenlenmesi olarak da anımsıyoruz.

80 yıllık tarih, elbette düz bir çizginin üzerinde sıralanmış olay ve olguların ardışık toplamı olarak yaşanmadı. Özellikle çok partili süreci hazırlayan ve icra eden uluslararası sistemin zorladığı devlet tablosuna baktığımızda, siyasal açıdan parçalana par- çalana bugüne gelen Kemalist kuvvetler kümesinin serüvenini daha net görebiliyoruz: Önce Nazi Almanyası, sonra McCarty ABD’sinin (ki, o ABD’nin askeri stratejistleri arasında Kızıl Ordu’dan kaçmış Nazi generalleri ve subayları da vardır) örgütlediği Türk militarizmi, NATO’nun parçası olduğunda, Sovyetler Birliği’nin tam karşısında pozisyon almıştı. Emperyalizmin ‘yeşil kuşak’ projesinin Türkiye’deki yansıması, Türk- İslam senteziydi. Türk şovenizminin sosyolog babasının veciz ifadeleriyle, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bu halk, Türk milletinden, İslam ümmetinden, Garp medeniyetinden idi ve elhamdülillah komünizme karşıydı. Öyle ki, kavl-ü beladan beri ve de kıyamete kadar karşıydı! Bu karşı olma durumunun karşılığı, siyasal hüviyetini, çarpıcı bir şekilde 12 Eylül Cuntası’nda buldu. Hemen ardından gelişen Kürt Ulusal Savaşı, antikomünizm ekseninde şekillenmiş o reaksiyoner gericiliğin Türk şovenizmine doğru belirginleşmesine yol açtı. Baş bayiiliğini MHP’nin yaptığı ırkçı haraketin argümanları, askeri ve sivil bürokrasi içerisinde egemenlik kurduğu gibi, devletin sürekliliğini sağlama ehliyetine sahip olan birimlerin de ‘ulusal siyaset’i olarak şekillendi. O andan itibaren pek çok temel politika, Kürt Devrimi’ne göre yön alıyordu. Bu şekillenme, parlamentoya ve parlamento dışı partilere de doğrudan uzandı. Hareket, sistemin kuvvetlerini parçalayarak kendi yörüngesinde ya da karşısında konumlandırıyor, düzen partilerini ve aydınlarını ayrıştırıyordu. Kürt Devrimi’nin yükseliş aşamalarında MHP ile İP ve hatta CHP arasında söylem farkı kadar, taktik politika ayrılığı da mevcuttu. Aydınlık grubu sosyal şoven bir orta yol tutturdu; Kürt hareketine karşı dikkatliydi. MHP (ve Ortadoğu gazetesi), şovenizmin birinci adresi olarak gerçek anlamda bir devlet partisiydi. Attila İlhan, Uğur Mumcu, İlhan Selçuk gibi aydınlar, CHP çizgisinin ajit-propçuları olarak ‘üstü kaval, altı Şişhane ve kasıklarımdan aşağı Kasımpaşa makamı’ndaydılar; Yalçın Küçük’te ifadesini bulan daha özgün bir kişilik, İsmail Beşikçi ile Haluk Gerger’in açtığı devrimci Türk aydını kulvarında koşmaya çalışıyordu; hareket, ayrıştırmakta, safları görünür kılmaktaydı.

Kürt Devrimi’nin yenilgisi, tabloyu bu kez başka bir boyutta yeniden belirginleştiriyor. Şimdi MHP ve İP ile İlhan Selçuk gibi aydınlar, mitingde de, protokol masasında da yan yanadırlar. CHP, sosyal demokrasinin evrensel ölçekte girdiği liberal yönelimden parsa kapma çabasıyla Atatürkçülüğü birleştirmeye çalışıyor. Yalçın Küçük, Kürt Devrimi’nin mirasıyla ilgisini çoktan kesmiş, kendine özgü ve fantastik bir Türk-lslam sentezi modeli aramakta ve bulur bulmaz kendini (övünmek için değil, ama kaydetmek için!) Büyük Doğu Devleti Başkanı ilan etmeye hazırlanmaktadır. Geride siyasal aydınlanma ve ayaklanma deneyimini iktidarla buluşturamamış Kürt Ulusu’yla birlikte, komünistler, devrimciler, Beşikçi ve Gerger Hocalar, sosyalist işçi mücadelesinin yürüyüşü duruyor.

Kürt Devrimi’nin yenilgisiyle birlikte hızla şekillenen bu gerçek ve yalın ayrışmada Nasyonal Solculuk, MHP ile Aydınlık grubunun kan kardeşliğinde anlam buluyor. Oktay Akbal, İlhan Selçuk, M. Ali Kışlalı, Coşkun Kırca, Attila İlhan, Emin Çölaşan, Mümtaz Soysal, Vural Savaş gibi aydın takımını bu blokun ideolojik sipahi ocağı olarak görmek olanaklıdır. Nasyonal Solu tanımlayan üç temel dinamik, Kürt düşmanlığı, İrtica korkusu, raşitik AB karşıtlığıdır.

Kürtlere düşmandırlar; çünkü Kemalizmin ideolojik sıvasını döken Kürtler, sömürgeciliğe suçüstü yapmakla da yetinmemişlerdir, TC devletini uluslararası arenada rezil-i rüsva etmişlerdir. Onlara yok olma kabusunu yaşatmışlardır. Sınırları her yerden tartışmalı bu haritanın güneyinde Hatay’ı, kuzeyinde Lazları, doğusunda Ermenileri hatırlatmışlardır. Çünkü Kemalistler Diyarbakır’a baktıklarında Kıbrıs’ı, Hakkari’ye baktıklarında Ege Adaları’nı görmüşlerdir. Bölücülük fobisi, bu ikiz kardeşlerin kanına işlemiştir.

Siyasal islama karşı buluştukları yer ise, laiklik ilkesine sahip çıkmalarından çok, devletle barışık olma arzusunun yön verdiği zemindir. Bu konuda MHP ile İP’in hassasiyetleri, Kürt Sorunu’ndaki denklemin adeta tam tersidir: Yeşil Kuşak projesinin geçer akçe olduğu koşullarda Aydınlık ile MHP, “irtica sorunu”nda farklı mevzilere ve söylemlere sahipti. Oysa önce 28 Şubat yerel ölçekte, sonra 11 Eylül evrensel ölçekte bir “laik kuşak” projesini aynı hat üzerinde gündemleştirince durum değişti. Çünkü devlet partisi olma yeteneği ve tecrübesini siyasal kimliğinin en önemli unsuru haline getirmeyi başarmış parti olarak MHP’nin yeni konsepte ayak uydurması kolay oldu. Şimdi Doğu Perinçek ve Devlet Bahçeli, Pekin’den bildirmekte, “gelin, Çin gibi yapalım” demekteler. Perinçek, Avrasya stratejisinden söz ederek ve bölgesel dış politika diyerek ‘sittin sene aynı emperyalizmin kucağında yatmayalım, bakın etrafımızda başka tosunlar da var’ manasında kapris çağrıları yapmakta, MHP tafyası ise ABD’den vazgeçmeden ‘rekabeti kızdıralım ki, kendimizi ağırdan satalım’ demeye getirmekteler. Kaderin cilvesine bakın ki, şeriatçı İran’ı şimdi Bahçeli değil, Perinçek övmektedir. Devlet politikasını bilen Bahçeli, 11 Eylül’ü ve uluslararası sistemi iyi okumakta; Perinçek gibi apolitik hamlıklara, çiğ heyecanlara kapılmamakta, susmayı bilmektedir.

Nasyonal Sol’un AB karşıtlığı temelindeki buluşması da tam bir komedidir. Onlar, Türk Devleti’nin AB’ye üye olmasının diyetinden korkuyorlar. Türkiye’nin bölünerek Kürtler ve Ermeniler arasında paylaşılacağına, Türklerin at sırtında Orta Asya’ya kımız içmeye gönderileceğine, Kıbrıs’ın Rumlara verileceğine kuvvetle inanmaktalar. Antiemperyalist değiller; sadece tutucu milliyetçi olduklarını söyleyebiliriz. Avrupa Birliği’nin emek-sermaye çelişkisi açısından nasıl bir değer taşıyacağını, halkın yaşam standartlarını hangi açılardan nasıl etkileyeceğini gözönünde bulundurmalarını bekleyemeyiz. Onlar, milliyetçi faşistler ve nasyonal solcular, halkın ihtiyaçlarına göre değil, devletin ve ulusal sermaye gruplarının taleplerine göre konumlanıyorlar. Soruna o pozisyondan bakıyorlar. Dolayısıyla aynı oy tabanına sesleniyor; küçük ve orta ölçekli esnaf ile işçi ve memurlardan destek almaya çalışıyor; fakat ordu ve polis gibi güvenlik birimlerinin de sempatisini toplamaya çalışıyorlar. Dilleri, ajitasyon propoganda düzenekleri, geleneksel devlet ideoloisine göredir. Buruva sınıfından başka temsil ettikleri bir sınıf sözkonusu değildir.

Kuvva-i Milliye ruhunun coşturduğu Nasyonal Sol, işte budur. Onu artık şovenizmin bir parçası, faşist gericiliğin kan kardeşi olarak bileceğiz. Acı olan, devrimci ve komünist güçleri Türk Solu genellemesi içinde görerek Nasyonal Sol’u adeta onurlandıran, onun gerçek kimliğinin anlaşılmasını böylece önleyen yurtsever hareketin bu yanlış yaklaşımını sürdürmede ısrar etmesidir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi